Binlerce
kamyoncu, kornalara basa basa Ottawa şehrine girdi. ABD-Kanada sınırında da
kamyoncular, çiftçiler ve sığır çobanları trafiği kestiler.
Gösteriler
bir haftayı devirdi. Ottawa belediye başkanı Jim Watson olağanüstü hâl ilân
etti. Başkan, kamyoncuların, Kanada’da uygulamaya konulan pandemi yasaklarını
protesto eden insanların kontrolden çıktıklarını söyledi. Watson, olan bitende
sadece anarşi görüyordu, oysa kamyoncular, pandemi döneminde dayatılan
otoriterliğe ateş püskürüyorlardı. Aslında bu savaş, tümüyle işçi sınıfındaki
hoşnutsuzlukla alakalıydı.
Meseleye
çocukça yaklaşanları ve bu gösterileri “geç dönem kapitalist toplum”un hayrına
işleyecek bir sürecin göstergesi olduğunu düşünenleri mazur görmek mümkün.
Neticede onlarca yıldır sol ve sağ, ortaklaşa, yavan bir yaklaşım üzerinden,
işçi sınıfının Batı’da politik bir güç olarak hükmünü yitirdiğini, sınıfsal
çatışmanın geçmişe ait bir kalıntı olduğunu söylüyor.
Bu
fikir, en çok da altmışlarda kabul gördü. Herbert Marcuse, Batılı işçilerin
“toplumsal düzlemde imal edilmiş bilinç hapishanelerine mahkûm edildiğini”
söylüyordu. İşçilerin mevcut kapitalist düzende sahip oldukları menfaatlerin ve
çıkarların onların devrimcileşmesini imkânsızlaştırdığını iddia ediyordu.
O
günden beri sol, işçilerin güvenilmez olduklarını söyleyen, onlardaki can
sıkıcı muhafazakârlığın altını çizen birçok yeni teorik model geliştirdi.
Marksistler, süreç içerisinde kendileri için ürkütücü olan bir şeyi
keşfettiler: İşçi sınıfı, onlara sahada hizmet edecek piyade gücü değildi. Joan
Didion’un da belirttiği gibi, “mülksüzler, zamanla mülk sahibi olmak isteyen
insanlara dönüşmüşlerdi.”
Birçok
solcu, bugün sermaye yanlısı sendikalar, sendika başkanları ve politik
örgütçüler yoksa işçi sınıfının bir hiç olduğunu, sınıfın onlarsız hiçbir şey
yapamayacağını, Marx’ın sözüyle, “boş patates çuvalı”na dönüşeceğini düşünüyor.
“Liderleri
yoksa işçiler dinginleşir, aptallaşır, çektikleri çile konusunda kıllarını
kıpırdatmazlar.” Bu fikir üzerinden, Sovyetler’in dağılması, ayrıca
seksenlerdeki grev dalgasının sönümlenmesini takip eden yirmi-otuz yıl
içerisinde birçok solcu, nostaljinin esiri oldu ve işçilerin yetkileri,
dizginleri tümüyle kendisine teslim günleri anmayı alışkanlık hâline getirdi.
Bu anlamda, 2010’larda artık tümüyle dinmiş olan sol popülizm dalgasının
ürettiği estetiğin merkezinde, o eski güzel günleri yücelten, en genel manada
“işçinin gücü”ne vurgu yapan yaklaşım var.
Böylesi
bir arka plan üzerinden, aşı zorunluluğu, ayrıca Avrupa’daki yüksek akaryakıt
vergileri ile birlikte işçi militanlığında yaşanan artış, garip bir biçimde,
solcu aktivistler ve örgütçülerce hiçbir biçimde önemsenmedi.
Oysa
hiçbir şey, gerçeklikten daha ileri olamaz.
Kanada’daki
kamyoncular, kentli sınıfları, kamyoncu Gord Magill’in “epostacı kast” dediği
kesimi epey ürküttüler.
İşçilerin,
en alttakilerin yol açtığı korku, Kanada’ya özgü bir şey değil. Son dönemde ABD
de aşı zorunluluğu üzerinden işçi militanlığında ve kanunsuz, sendika onayı
almamış grevlerde ciddi bir artışa tanıklık etti. Kanadalı yoldaşları gibi
Amerika’daki işçiler de birilerini korkuttu, kimi kesimleri tahkir etti.
Marksist
ekonomist Richard Wolff, Twitter hesabında, pandemi ile ilgili yasaklara ve
yaptırımlara karşı greve giden işçilerin sınıf mücadelesi yürütmediklerini,
esasında onların faşizmin somut ifadesi olduklarını söyleyince saldırıya
uğradı.
Ottawa’daki
kamyoncular, Batı’yı bölen sınıfsal ayrışmanın bir göstergesi. Marksistler, bu
kuşaktaki gelişme konusunda başlarını kuma gömüyorlar veya saçma sapan, allı
pullu cümlelerle bu gerçeği hasır altı ediyorlar.
Kendisini
“sosyalist” olarak tarif eden, Kanadalı aktivist ve yazar Nora Loreto,
Ottawa’yı işgal eden “faşist” kamyonculara yönelik geliştirilen dirence emeğin
dâhil olmamasından şikâyet ediyor. Bu konuşmanın bir yerinde lafa öfkeli bir
yoldaşı giriyor ve kamyoncular sendikasının bir temsilcisinin hikâyesinden
bahsediyor ve o acı gerçeği aktarıyor: kamyoncuların eylemlerini protesto
edenlerin arasında bulunan işçilerin toplamından daha fazlası kamyoncu eylemine
katılmış.
Bu
diyalog, tam da bugünkü Batı solculuğunu özetliyor. Bu anın çelişkileri bundan
daha iyi resmedilemezdi. Bir “eylemci ve örgütçü”, kamyonculardan ürkerek geri
çekilirken, bir de utanmadan, hayatta kalmamız için önemli olan gıda ürünlerini
ve daha birçok şeyi taşıyan, gerçek ve maddi bir ekonomi dâhilinde işleyen
işçilere “iyi de örgütlü işçi sınıfı bu işin neresinde?” diye soruyor. Bu
solcu, işçilerin zaten o kamyonların içinde olduğunu görmüyor.
Bu
saçmalığa gülüp geçmek kolay. Asıl önemli olan, buradaki komediye gülmek değil,
ondan ders çıkartmak.
Sol
ve işçiler, geri dönülmez bir biçimde birbirlerinden kopmuşlardır.
Kanada
İşçi Medyası Birliği'nin solcu editörü Nora Loreto’nun elleri nasırlı
olmayabilir, ayrıca Gord Magill’in dediği gibi Nora “epostacı kast”a da ait
olabilir. Bunun bir önemi yok. Önemli olan, solun politik dilinin ve dünya
görüşünün uzun zamandan beridir kamyoncu ile aktivistin aynı madalyonun iki
yüzü olduğu fikrine tabi olduğu gerçeğidir.
Aktivist
ve “örgütçü” yoksa kamyoncu, kendisini ve arkadaşlarını politik düzlemde nasıl
örgütleyeceğini bilmez, kamyoncu yoksa aktivist ve örgütçü, uğruna
örgütlenilecek bir davaya sahip olamaz.
Anlaşılan
o ki bugün kamyoncu, sadece o da değil, temizlik işçisi, pilot ve otobüs
şoförü, kendisini lider tayin etmiş kişilerin oluşturduğu bu kasta ihtiyaç
duymadığı gibi, artık onu istemiyor da.
Sol
ve işçiler arasındaki ayrışma son yılların meselesidir ve tüm dünya genelinde
yaşanan bir gelişmedir. Jeremy Corbyn’in ve ona bağlı zeki, kentli ve diplomalı
insanlardan oluşan aktivist kitlesinin İşçi Partisi’nin uzun yıllardır tulum
çıkarttığı ve “Kızıl Duvar” diye anılan şehirlerde tokat yemesi sonucu,
alttakileri, eğitimsiz kesimleri, cahil yoksulları defterden silen bir dil
türedi.
Almanya’da
Sol Parti iç kavgalardan ve çatışmalardan çıkmışken, İngiltere’de solun genç,
kentli ve diplomalı kesimi Sahra Wagenknecht gibi isimleri işçi yanlısı “ırkçı”
olarak görüp suratlarına pasta atmayı tercih etti.
Kanada’da
yoksul halk kesimlerini defterden silen yaklaşım, yerini korkuya ve nefrete
bıraktı. Guardian gazetesinin kaba bir davranış olarak gördüğü korna
değil mesele, çünkü er ya da geç o korna susacak. Olağanüstü hâl bitecek. Asıl
mesele, bu gösterilerin bize işçi düşmanlarının kafalarının ne kadar karışık,
güçten ne kadar yoksun olduğunu ortaya koymuş olması.
Kapanmalar
esnasında işlerini eposta üzerinden yapan kast, “zaruri işçiler”den bahsedip
durdu, bu kesime yönelik şükranlarını herkesin gözü önünde sergiledi. Ama kibar
ve asil kentliler, “zaruri işçi” tabirinin bilinçli bir tercih olduğunu, kötü
bir anlamı içerdiğini anlamadılar.
Bugün
bazı insanlar, pandemi olsun ya da olmasın, tüm ekonominin işleyişini eleştirme
gereği duyuyorlar. Kamyoncular gibi bu insanlar da ekonomiyi eleştirdikçe
dinlenilmek isteyecekler, taleplerin işitilmesi için her yolu deneyecekler.
Sol
açısından asıl sorun, kamyoncuların politik bağımsızlık için yeni bir zemin
bulmuş olmaları. Nostalji, geçmişe ait bir mesele oysa. Uzun zaman önce soyu
tükendiğine inanılan dinozorlar geri döndüler ve açlar. Oysa geçmişteki güzel
günlerin hayalini kurduğumuz dönem sona erdi. İşçi sınıfı militanlığının önemli
bir boyut kazandığı günler, uzak geçmişe ait bir mit artık.
Kamyoncu
grevinin, pilotların gerçekleştirdiği bir yürüyüşün veya akaryakıt vergileriyle
ilgili bir gösterinin asıl tehlikeli yanı, bu eylemlerin başka eylemler için
örnek teşkil etme ihtimali. Birilerini ürküten diğer bir ihtimal de şu: Gord
Magills gibi işçiler, artık Nora Loreto gibi solcu yazarlardan emir
almayacaklar.
Malcom Kyeyune
9 Şubat 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder