06 Şubat 2022

,

Altına Hücum

Altına Hücum: Değerli Bir Maden Olarak Aşı

Pfizer ve Moderna gibi ilâç şirketleri için aşılar değerli bir madendir. Altınla aşı arasındaki tek farksa aşının yenilenebilir olmasıdır. Altın damarı kısa süre içerisinde tükenebilen bir şey iken insandaki damara üst üste birçok kez aşı yapılabilir. İnsan damarının yenilenebilir bir kaynak, kolları bir tür maden ocağı hâline getirense kolların korkuyla hemşirelere doğru uzatılması, buna ek olarak yeni evrimleşen, kontrol altına alınıp sömürüldüğü vakit muazzam kârlar getiren varyantlardır.

Büyük ilâç şirketleri, halktaki korku ve hükümetlerin getirdiği dayatmalar sayesinde Omikron’a ciddi para yatırdılar. İnsanlar arasında Omikron konusunda yayılan korku, şimdiden epey kârın elde edilmesini sağladı. Bu şirketlerin yöneticileri ve hissedarları, Omikron varyantının keşfedilmesini takip eden ilk hafta içerisinde servetlerinin katlandığına şahit oldular. Bu süre zarfında Pfizer ve Moderna’nın üst düzey sekiz hissedarı kasalarına 10,31 milyar dolar koydu. Ama insanlar, bu kadar çok aşı yapıldığı vakit aşıya direnç geliştiren çok sayıda farklı mutasyonun gelişmesini asla bir sorun olarak görmediler.

Bize satılanın “aşı” olduğunu sanıyoruz, ama aslında alabildiğine karmaşık ve puslu bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bize aşı satılmadı, biz aşıya, daha doğrusu imalatçılarına satıldık.

Büyük ilâç şirketleri, kamuya ait fonlara, altyapıya ve işçilere el koydular, aşıların yol açtığı zararın bedelini ise vergi mükellefleri ödedi. Bedenlerimiz ve emeğimizin ürünleri olduğu gibi ilâç tekellerine aktarıldı. Satın alınan, elde edilen, el konulan biz olduk. Bunun karşılığında bize güvenlik toplumu bahşedildi, oysa bu aşıya bağımlı güvenlik toplumunun güvenlikle bir alakası yoktu. Biz verdiğimiz onca şey karşılığında hiçbir şey alamadık.

İlâç şirketleri ve bu şirketlerin hükümet, akademi ve medya içerisindeki ortakları açısından en ideal sonuç, bizim sürekli aşılanmamızdı. Artık hayatımızı aşısız ve hatırlatıcı doz olmadan özgürce yaşayamayacaktık. Sonuçta elimizde hasta, tecrit edilmiş, küçük mahallelere sıkışmış, penceresinin dışındaki korkutucu dünyayı seyreden, başkalarının görülmesini istediği gerçeklerle yetinen bireyler toplamı kaldı. Bu toplam, şirketlerin ve onların uşaklarının istediği en iyi sonuçtu.

Bu ilâç şirketleriyle sıkı bir ilişki içerisinde olan insanî yardım endüstrisi gibi söz konusu tekeller de sadece kendilerine muhtaç olan, sadece kendi çıplak hayatını korumaya çalışan bir tebaa yaratmak istemiyor, aynı zamanda bu hâlin sürekli kılınmasını talep ediyor.

Bu anlamda doğal bağışıklıktan dem vuran, bunu talep eden herkes, sisteme yönelik bir tehdit olarak görülüyor. Halka emirler yağdıran hükümetler, hastaneler, üniversiteler ve başka meslek grupları, doğal bağışıklık ihtimalinden veya böylesi bir şeyin varlığından hiç bahsetmiyorlar. Doğal bağışıklık meselesinin üzeri örtülüyor.

Demek ki karşımızda bilim değil, bilim karşıtlığı var. Ya da bu bilim dedikleri şey, ilâç şirketlerinin, otoriter rejimlerin ve sansürcü medyanın “alternatif bilim”i. Doğadan ve doğal olandan korkuluyor, hatta nefret ediliyor. Böylesi bir durumda ortaya çıkan “bilim”, “sırtı yere gelmeyen, yara nedir bilmeyen insan” fantezisinin ve megalomanyaklığın yol açtığı bir tür sapkınlıktan başka bir şey değil.

Maximilian C. Forte
26 Aralık 2021
Kaynak

0 Yorum: