Yaklaşık
elli yıl önce artan enerji fiyatları Batı ekonomilerini harap etmiş,
Ortadoğu’daki otokratların zenginleşmesine katkıda bulunmuş, bir yandan da
Sovyetler’in yavaş yavaş dağılmasına destek sunan süreci beslemişti.
Bugünse
dünya, gene artan enerji fiyatlarının sancısını çekiyor, ama bu sefer o, yarayı
kendi kendine açtı ve bu yara, yeşil enerjiye geçiş sürecini hızlandırmak için
gündeme getirilen, yanlış yönde ilerleyen politikaların bir eseri.
Siyaset
ve akademi alanında at koşturan entelektüel sınıf, enerji sahasının
“sıfırlanması”na dönük adımlara, piyango biletine en büyük ikramiye vurmuş gibi
sevindi. Bu sayede entelektüel sınıf, yoksulları daha yoksul yapan “teknokratik
toplum mühendisliği”ni dayatma imkânı buldu, ayrıca Kaliforniya ve Almanya gibi
yerlerde gördüğümüz üzere, işçi sınıfının beklenti ve isteklerinden kopma
şansına kavuştu.
İspanya’da
kış aylarında evlerini yeterince ısıtamayanların toplam hane içerisindeki payı,
yüzde 10. İtalya’da elektrik faturaları Ocak 2022’de yüzde 55 arttı. Birleşik
Krallık’ta enerji faturalarını ödeyemeyen hane sayısının Nisan 2022 itibarıyla
üç katına çıkması öngörülüyor.
Enerjinin
halka pahalı ve çoğunlukla kesintili dağıtılmasını öngören bu yeni rejim, bir
yandan da zaten ucuz ve güvenilir enerji sıkıntısı çeken gelişmekte olan
ülkelerin yoksulluğunu kalıcılaştırıyor. Fosil yakıtlar, bugün Batılı
siyasetçilerin hedefinde. Blackrock gibi finans kurumları sanayileşmeyi
eleştirmekle meşgul.
Fosil
yakıtların yerini tek başına rüzgâr ve güneş enerjisinin alabilmesi mümkün
görünmüyor. Fosil yakıtlar, hâlen daha tüm enerji arzının yüzde 81’ini
oluşturuyor, üstelik her ülke iklimle ilgili vaatlerini yerine getirse bile bu
oran, 2040 yılı itibarıyla en iyi ihtimalle yüzde 75’e düşecek.
Dolayısıyla
Afrika’da Batı’nın gündeme getirdiği “sürdürülebilirlik” temelli politikalara
yönelik şüphelerin artmasına hiç şaşmamalı. Toplumsal bilince sahip “paydaş
kapitalizmi”nin diline başvurulup, “sistemsel ırkçılığın” çözüme
kavuşturulacağı vaadinde bulunulsa dahi bu şüpheler zerre azalmayacak.
Örneğin
2015 yılında Afrika Kalkınma Bankası başkanı, “Afrika’nın gücü yok, dolayısıyla
elini kolunu kıpırdatması mümkün değil” dedikten sonra kıtanın doğal gaz ve
kömür gibi yenilenebilir geleneksel enerjilere ihtiyacı olduğunu söyledi.
Aynı
şekilde, geçen yıl düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı
öncesi Nijerya Cumhurbaşkanı Muhammed Buhari, Batılı hükümetlerin,
yatırımcıların ve yardım kuruluşlarının destek verdiği iklim politikalarının
Afrika genelinde enerji krizine yol açabileceği uyarısında bulundu.
Geçen
ay Senegal cumhurbaşkanı, AB-Afrika Birliği zirvesi öncesi, Afrikalıların
Avrupa’nın karbon vergilerini ödemeye hazır olmadığını söyledi.
Güney
Afrika enerji bakanı ise iklimle alakalı sorunlara Avrupalı düşünce
kuruluşlarından gelen paralarla çözüm bulunmasını isteyen STK’ları ve
üniversiteleri eleştirdi.
Afrikalı
liderlerin, pahalı enerjinin yol açacağı tehlikelerden endişe duymaları için
bir sebebi var. Yakın geçmişte Senegal’de, Malavi’de, Güney Afrika’da ve
Nijerya’da akaryakıt ile ilgili isyanlara tanık olunmuş, ayrıca petrol
fiyatlarının buğdayın fiyatını artırdığı Arap coğrafyasında enerji maliyetleri
Arap Baharı’nı tetiklemişti.
Bu
yılın başlarında Kazakistan’da enerji fiyatlarındaki ani yükselme, neredeyse
bir devrimin kıvılcımını çakıyordu.
Tüm
Afrikalıların yarısından fazlasının enerji kıtlığı çektiği koşullarda
siyasetçilerin endişelenmeye hakları olduğunu görmek gerek. Nispeten gelişmiş
olan Güney Afrika bile artık yeterince güvenilir elektrik üretemiyor ve bugün
kendi fosil yakıt ve nükleer kapasitesini geliştirme önerilerine yönelik
muhalefete sahne oluyor. Sonuçta ortaya çıkan, gençlerin üçte ikisinin işsiz
kalmasına, imalatçıların atölyelerini kapatmasına sebep olan kriz, Güney Afrika
demokrasisinin sahip olduğu istikrarı tehdit ediyor.
Diğer
yandan, Afrika’nın geri kalan kısmında Nijerya, Etiyopya ve Demokratik Kongo
Cumhuriyeti gibi nüfusun bol olduğu yerlerde enerji arzı gündelik ihtiyacı
karşılayamayacak düzeyde. Güvenilir enerji arzının bulunmadığı kıta, yoksulluk
çamuruna gırtlağına kadar batacak, bunu doğal olarak iç çatışmalar takip
edecek.
Bu
olasılıkların farkında olan Senegal ve Etiyopya gibi ülkelerdeki hükümetler,
2025 yılını ülkenin tamamını elektriğe kavuşturma konusunda hedef yıl olarak
belirliyorlar. Benzer planlar kıta genelinde de yürürlüğe konuluyor. Afrika
Kalkınma Bankası, 2030 yılına kadar kıtanın elektriğe kavuşturulacağı süreci
finanse edeceği vaadinde bulunuyor. Ama kimse, bu hesabın tutup tutmayacağını
bilmiyor.
Tek
bilinen gerçek şu: Afrika, çevre dostu enerji arayışı içerisinde bin bir takla
atıp çile çekerken, Batı’nın desteklediği çevreci aktivistler, Güney Afrika’nın
yoksulluktan kırılan Vahşi Sahil bölgesinde, açık denizde gaz bulunmasıyla
sonuçlanan çalışmaları protesto ediyorlar.
Buna
karşılık, gelişmekte olan ülkelere önerilenle ABD’nin yaptıkları arasındaki
çelişki, nedense kimsenin ilgisini çekmiyor. İki yüzlülük, kendisini hemen ele
veriyor.
ABD,
hidrolik kırma çalışmalarındaki artış sayesinde, dünyadaki en büyük
sıvılaştırılmış doğal gaz üreticisi hâline geldi. Amerika’daki enerji arzında
yaşanan bu artışa, sera gazı salınımlarındaki düşüş eşlik etti. Bu düşüşün
sebebi, esas olarak çevre düzenlemeleri değil, kömürün yerini doğal gazın
almasıydı.
Doğal
gaz miktarında yaşanan büyük artış, bilhassa ağır zorluklar içerisinde bulunan
Orta Batı eyaletlerinde ve Güney eyaletlerinin yoksul kısımlarında sanayinin
dirilmesini sağlayarak, imalat sektörünün yokluğunun çilesini çekenlere önemli
katkı sundu. Cleveland Merkez Bankası’nın aktardığı kadarıyla, imalat
sektöründeki iş imkânlarının artışı için önemli olan düşük doğal gaz fiyatları,
bugün ülkenin orta kesimindeki eyaletleri büyük bir dönüşüme tabi tutuyor.
Buna
karşılık, çevreci politikalar, Kaliforniya gibi eyaletlerde fiyatların
artmasına sebep oluyor, bir zamanlar sanayi üzerine kurulu ekonomi canlı iken,
bugün elektrik gibi temel ihtiyaçların maliyetindeki artışa tanıklık ediyor.
Joe
Biden ve birçok Demokrat Partilinin bu yaşanan olaylardan ders çıkartmaması,
gerçekten tuhaf. Biden ve partisindeki birçok isim, “sıfır sera gazı salınımı”
hedefine ulaşmak için belirlenmiş politikaları dayatabilmek amacıyla Merkez
Bankası’ndan ve belirli bakanlıklardan istifade edilmesinden yana tutum alıyor.
Doğal
gaz boru hatlarından, denizden çıkartılan petrol için imzalanacak yeni kira
sözleşmelerine kadar her şey iptal ediliyor, bir yandan da getirilen yeni
düzenlemelerle yeni fosil yakıt tesislerinin inşası güçleştiriliyor.
Çevrecilerin hâkimiyeti altında bulunan medya da elektrik ve doğal gaz
kesintilerini iklim değişikliğine ve o nefret ettikleri fosil yakıt
şirketlerine bağlıyor.
ABD’de
ve genel olarak tüm dünyada bu politikalar, küresel ısınmaya insanın sebep
olduğunu, uzun vadede ortadan kalkacak bir sıkıntı değil de dünyadaki hayatın
varlığına yönelik bir tehdit olarak görülen küresel ısınmanın, özellikle Çin ve
Hindistan’da fosil yakıtların sürekli arttığı gerçeği ışığında, adaptasyon
yoluyla kademeli olarak yönetilmesi gerektiğini söyleyen görüşün birer ürünü.
Pragmatik
bir yaklaşım yerine kıyametin yakında kopacağını söyleyen yaklaşım benimsendiği
ölçüde politik gündem “küçülme” hedefine yüzünü çeviriyor ve bu gündem
dâhilinde, “gezegen kurtarılacak” diye kitlelerin yaşam standartları aşağı
çekilmeye ve tüketim azaltılmaya çalışılıyor. Tüketimdeki azalma ve yaşam
standartlarının düşmesi, Avrupa ve Amerika’daki ensesi kalınlar için ödenecek
ufak bir bedel olabilir, ama gelişmekte olan ülkelerdeki hükümetlerin de bir
şekilde kendi yoksullarına “bu çevre dini, sizin hayatta kalmanızdan daha
önemli” demeyi istemeleri gerekiyor.
Peki
biz, bu ekolojik kıyamet fikrine mahkûm muyuz? Hiç de değil. Gelişmekte olan
ülkeleri onların ekonomilerini baltalamadan karbondan arındırmak mümkün.
Örneğin nükleer sahasında bugün Küçük Modüler Reaktörlerden söz edebiliyoruz.
Bunlar, teorik planda mevcut reaktörlere nazaran daha ufak ve inşası daha
kolay. Ama şunu söylemekte fayda var: bu reaktörleri savunanlar bile bu tür
teknolojilerin yatırım noktasında epey maliyetli olduklarını, olgunlaşıp sonuç
vermesinin yirmi otuz yılı alacağını kabul ediyorlar.
Bazı
isimler ise lityum pillerinin ızgara depolama teknolojisinin büyük ölçüde
geliştirilmesiyle yenilenebilir enerji elde etme imkânı sunduğunu, ama bu
pillerin de dünyada nadir bulunan madenlere çok fazla miktarda ihtiyaç
duyduğunu söylüyorlar.
Belki
de en fazla gelecek vaat eden teknoloji, jeotermal enerji. Hidrolik kırma
yöntemine dayanan derin sondaj teknolojisini kullanan iki pilot proje, şu an
Sırbistan’da ve Kanada’da yürürlükte. Bu proje başarılı olursa, derindeki sıcak
biyosfer ısı kaynağı olarak, üstelik çok düşük maliyetle, kullanılabilecek.
Ne
tür öneriler sunulursa sunulsun, bugünün somut gerçekliğinde, Afrikalıların da
gördüğü üzere, hepimiz, pahalı güneş ve rüzgâr enerjisine dayanan sıfır salınım
rejimi ile ucuz ve güvenilir olduğunu bildiğimiz tek enerji kaynağı fosil
yakıtlar arasında bir tercih yapmak zorunda kalacağız.
Kömür,
nükleer enerji, özellikle doğal gaz, kullanılmaya devam edecek. Greta
Thunberg’in dillendirdiği ahlaki şartları, Afrika’daki şehirlerin gecekondu
mahallelerinde veya Çin’in köylerinde yaşayıp ülkesindeki refahtan pay almayı
bekleyen insanlar benimsemeyecekler.
Somutta
hiçbir yaraya merhem olmayan lafların ötesine geçip gerçek dünyaya bakmak
gerek. Bu dünyada sıfır salınım hedefine ancak uzak bir gelecekte ulaşılabilir.
Oysa iyice derinleşen enerji krizi, bugünün sorunudur ve bu sorun, dünyanın
yoksul ülkelerinin tamamı ve Batı’daki birçok insan çevrecilerin gündemi için
çırpınıp helak olurken, ortadan kalkmayacak.
Joel Kotkin
Hügo Krüger
14 Şubat 2022
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder