19 Şubat 2022

Çevrecilerin İkiyüzlülüğü


Yaklaşık elli yıl önce artan enerji fiyatları Batı ekonomilerini harap etmiş, Ortadoğu’daki otokratların zenginleşmesine katkıda bulunmuş, bir yandan da Sovyetler’in yavaş yavaş dağılmasına destek sunan süreci beslemişti.

Bugünse dünya, gene artan enerji fiyatlarının sancısını çekiyor, ama bu sefer o, yarayı kendi kendine açtı ve bu yara, yeşil enerjiye geçiş sürecini hızlandırmak için gündeme getirilen, yanlış yönde ilerleyen politikaların bir eseri.

Siyaset ve akademi alanında at koşturan entelektüel sınıf, enerji sahasının “sıfırlanması”na dönük adımlara, piyango biletine en büyük ikramiye vurmuş gibi sevindi. Bu sayede entelektüel sınıf, yoksulları daha yoksul yapan “teknokratik toplum mühendisliği”ni dayatma imkânı buldu, ayrıca Kaliforniya ve Almanya gibi yerlerde gördüğümüz üzere, işçi sınıfının beklenti ve isteklerinden kopma şansına kavuştu.

İspanya’da kış aylarında evlerini yeterince ısıtamayanların toplam hane içerisindeki payı, yüzde 10. İtalya’da elektrik faturaları Ocak 2022’de yüzde 55 arttı. Birleşik Krallık’ta enerji faturalarını ödeyemeyen hane sayısının Nisan 2022 itibarıyla üç katına çıkması öngörülüyor.

Enerjinin halka pahalı ve çoğunlukla kesintili dağıtılmasını öngören bu yeni rejim, bir yandan da zaten ucuz ve güvenilir enerji sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkelerin yoksulluğunu kalıcılaştırıyor. Fosil yakıtlar, bugün Batılı siyasetçilerin hedefinde. Blackrock gibi finans kurumları sanayileşmeyi eleştirmekle meşgul.

Fosil yakıtların yerini tek başına rüzgâr ve güneş enerjisinin alabilmesi mümkün görünmüyor. Fosil yakıtlar, hâlen daha tüm enerji arzının yüzde 81’ini oluşturuyor, üstelik her ülke iklimle ilgili vaatlerini yerine getirse bile bu oran, 2040 yılı itibarıyla en iyi ihtimalle yüzde 75’e düşecek.

Dolayısıyla Afrika’da Batı’nın gündeme getirdiği “sürdürülebilirlik” temelli politikalara yönelik şüphelerin artmasına hiç şaşmamalı. Toplumsal bilince sahip “paydaş kapitalizmi”nin diline başvurulup, “sistemsel ırkçılığın” çözüme kavuşturulacağı vaadinde bulunulsa dahi bu şüpheler zerre azalmayacak.

Örneğin 2015 yılında Afrika Kalkınma Bankası başkanı, “Afrika’nın gücü yok, dolayısıyla elini kolunu kıpırdatması mümkün değil” dedikten sonra kıtanın doğal gaz ve kömür gibi yenilenebilir geleneksel enerjilere ihtiyacı olduğunu söyledi.

Aynı şekilde, geçen yıl düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı öncesi Nijerya Cumhurbaşkanı Muhammed Buhari, Batılı hükümetlerin, yatırımcıların ve yardım kuruluşlarının destek verdiği iklim politikalarının Afrika genelinde enerji krizine yol açabileceği uyarısında bulundu.

Geçen ay Senegal cumhurbaşkanı, AB-Afrika Birliği zirvesi öncesi, Afrikalıların Avrupa’nın karbon vergilerini ödemeye hazır olmadığını söyledi.

Güney Afrika enerji bakanı ise iklimle alakalı sorunlara Avrupalı düşünce kuruluşlarından gelen paralarla çözüm bulunmasını isteyen STK’ları ve üniversiteleri eleştirdi.

Afrikalı liderlerin, pahalı enerjinin yol açacağı tehlikelerden endişe duymaları için bir sebebi var. Yakın geçmişte Senegal’de, Malavi’de, Güney Afrika’da ve Nijerya’da akaryakıt ile ilgili isyanlara tanık olunmuş, ayrıca petrol fiyatlarının buğdayın fiyatını artırdığı Arap coğrafyasında enerji maliyetleri Arap Baharı’nı tetiklemişti.

Bu yılın başlarında Kazakistan’da enerji fiyatlarındaki ani yükselme, neredeyse bir devrimin kıvılcımını çakıyordu.

Tüm Afrikalıların yarısından fazlasının enerji kıtlığı çektiği koşullarda siyasetçilerin endişelenmeye hakları olduğunu görmek gerek. Nispeten gelişmiş olan Güney Afrika bile artık yeterince güvenilir elektrik üretemiyor ve bugün kendi fosil yakıt ve nükleer kapasitesini geliştirme önerilerine yönelik muhalefete sahne oluyor. Sonuçta ortaya çıkan, gençlerin üçte ikisinin işsiz kalmasına, imalatçıların atölyelerini kapatmasına sebep olan kriz, Güney Afrika demokrasisinin sahip olduğu istikrarı tehdit ediyor.

Diğer yandan, Afrika’nın geri kalan kısmında Nijerya, Etiyopya ve Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi nüfusun bol olduğu yerlerde enerji arzı gündelik ihtiyacı karşılayamayacak düzeyde. Güvenilir enerji arzının bulunmadığı kıta, yoksulluk çamuruna gırtlağına kadar batacak, bunu doğal olarak iç çatışmalar takip edecek.

Bu olasılıkların farkında olan Senegal ve Etiyopya gibi ülkelerdeki hükümetler, 2025 yılını ülkenin tamamını elektriğe kavuşturma konusunda hedef yıl olarak belirliyorlar. Benzer planlar kıta genelinde de yürürlüğe konuluyor. Afrika Kalkınma Bankası, 2030 yılına kadar kıtanın elektriğe kavuşturulacağı süreci finanse edeceği vaadinde bulunuyor. Ama kimse, bu hesabın tutup tutmayacağını bilmiyor.

Tek bilinen gerçek şu: Afrika, çevre dostu enerji arayışı içerisinde bin bir takla atıp çile çekerken, Batı’nın desteklediği çevreci aktivistler, Güney Afrika’nın yoksulluktan kırılan Vahşi Sahil bölgesinde, açık denizde gaz bulunmasıyla sonuçlanan çalışmaları protesto ediyorlar.

Buna karşılık, gelişmekte olan ülkelere önerilenle ABD’nin yaptıkları arasındaki çelişki, nedense kimsenin ilgisini çekmiyor. İki yüzlülük, kendisini hemen ele veriyor.

ABD, hidrolik kırma çalışmalarındaki artış sayesinde, dünyadaki en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz üreticisi hâline geldi. Amerika’daki enerji arzında yaşanan bu artışa, sera gazı salınımlarındaki düşüş eşlik etti. Bu düşüşün sebebi, esas olarak çevre düzenlemeleri değil, kömürün yerini doğal gazın almasıydı.

Doğal gaz miktarında yaşanan büyük artış, bilhassa ağır zorluklar içerisinde bulunan Orta Batı eyaletlerinde ve Güney eyaletlerinin yoksul kısımlarında sanayinin dirilmesini sağlayarak, imalat sektörünün yokluğunun çilesini çekenlere önemli katkı sundu. Cleveland Merkez Bankası’nın aktardığı kadarıyla, imalat sektöründeki iş imkânlarının artışı için önemli olan düşük doğal gaz fiyatları, bugün ülkenin orta kesimindeki eyaletleri büyük bir dönüşüme tabi tutuyor.

Buna karşılık, çevreci politikalar, Kaliforniya gibi eyaletlerde fiyatların artmasına sebep oluyor, bir zamanlar sanayi üzerine kurulu ekonomi canlı iken, bugün elektrik gibi temel ihtiyaçların maliyetindeki artışa tanıklık ediyor.

Joe Biden ve birçok Demokrat Partilinin bu yaşanan olaylardan ders çıkartmaması, gerçekten tuhaf. Biden ve partisindeki birçok isim, “sıfır sera gazı salınımı” hedefine ulaşmak için belirlenmiş politikaları dayatabilmek amacıyla Merkez Bankası’ndan ve belirli bakanlıklardan istifade edilmesinden yana tutum alıyor.

Doğal gaz boru hatlarından, denizden çıkartılan petrol için imzalanacak yeni kira sözleşmelerine kadar her şey iptal ediliyor, bir yandan da getirilen yeni düzenlemelerle yeni fosil yakıt tesislerinin inşası güçleştiriliyor. Çevrecilerin hâkimiyeti altında bulunan medya da elektrik ve doğal gaz kesintilerini iklim değişikliğine ve o nefret ettikleri fosil yakıt şirketlerine bağlıyor.

ABD’de ve genel olarak tüm dünyada bu politikalar, küresel ısınmaya insanın sebep olduğunu, uzun vadede ortadan kalkacak bir sıkıntı değil de dünyadaki hayatın varlığına yönelik bir tehdit olarak görülen küresel ısınmanın, özellikle Çin ve Hindistan’da fosil yakıtların sürekli arttığı gerçeği ışığında, adaptasyon yoluyla kademeli olarak yönetilmesi gerektiğini söyleyen görüşün birer ürünü.

Pragmatik bir yaklaşım yerine kıyametin yakında kopacağını söyleyen yaklaşım benimsendiği ölçüde politik gündem “küçülme” hedefine yüzünü çeviriyor ve bu gündem dâhilinde, “gezegen kurtarılacak” diye kitlelerin yaşam standartları aşağı çekilmeye ve tüketim azaltılmaya çalışılıyor. Tüketimdeki azalma ve yaşam standartlarının düşmesi, Avrupa ve Amerika’daki ensesi kalınlar için ödenecek ufak bir bedel olabilir, ama gelişmekte olan ülkelerdeki hükümetlerin de bir şekilde kendi yoksullarına “bu çevre dini, sizin hayatta kalmanızdan daha önemli” demeyi istemeleri gerekiyor.

Peki biz, bu ekolojik kıyamet fikrine mahkûm muyuz? Hiç de değil. Gelişmekte olan ülkeleri onların ekonomilerini baltalamadan karbondan arındırmak mümkün. Örneğin nükleer sahasında bugün Küçük Modüler Reaktörlerden söz edebiliyoruz. Bunlar, teorik planda mevcut reaktörlere nazaran daha ufak ve inşası daha kolay. Ama şunu söylemekte fayda var: bu reaktörleri savunanlar bile bu tür teknolojilerin yatırım noktasında epey maliyetli olduklarını, olgunlaşıp sonuç vermesinin yirmi otuz yılı alacağını kabul ediyorlar.

Bazı isimler ise lityum pillerinin ızgara depolama teknolojisinin büyük ölçüde geliştirilmesiyle yenilenebilir enerji elde etme imkânı sunduğunu, ama bu pillerin de dünyada nadir bulunan madenlere çok fazla miktarda ihtiyaç duyduğunu söylüyorlar.

Belki de en fazla gelecek vaat eden teknoloji, jeotermal enerji. Hidrolik kırma yöntemine dayanan derin sondaj teknolojisini kullanan iki pilot proje, şu an Sırbistan’da ve Kanada’da yürürlükte. Bu proje başarılı olursa, derindeki sıcak biyosfer ısı kaynağı olarak, üstelik çok düşük maliyetle, kullanılabilecek.

Ne tür öneriler sunulursa sunulsun, bugünün somut gerçekliğinde, Afrikalıların da gördüğü üzere, hepimiz, pahalı güneş ve rüzgâr enerjisine dayanan sıfır salınım rejimi ile ucuz ve güvenilir olduğunu bildiğimiz tek enerji kaynağı fosil yakıtlar arasında bir tercih yapmak zorunda kalacağız.

Kömür, nükleer enerji, özellikle doğal gaz, kullanılmaya devam edecek. Greta Thunberg’in dillendirdiği ahlaki şartları, Afrika’daki şehirlerin gecekondu mahallelerinde veya Çin’in köylerinde yaşayıp ülkesindeki refahtan pay almayı bekleyen insanlar benimsemeyecekler.

Somutta hiçbir yaraya merhem olmayan lafların ötesine geçip gerçek dünyaya bakmak gerek. Bu dünyada sıfır salınım hedefine ancak uzak bir gelecekte ulaşılabilir. Oysa iyice derinleşen enerji krizi, bugünün sorunudur ve bu sorun, dünyanın yoksul ülkelerinin tamamı ve Batı’daki birçok insan çevrecilerin gündemi için çırpınıp helak olurken, ortadan kalkmayacak.

Joel Kotkin
Hügo Krüger

14 Şubat 2022
Kaynak

0 Yorum: