25 Şubat 2022

, ,

Özgürlük Hareketi İçerisindeki Korkuluk Olarak “Faşizm”



Avustralya’nın politik tarihi, ulaştığı kitle bakımından en büyük gösteriye şahitlik etti. 12 Şubat günü kitlesel eylemle ve parlamento binasına yapılan yürüyüşle sonuçlanan Özgürlük Konvoyu eylemi, Kanberra’da iğne atsanız yere düşmeyecek bir kalabalığın oluşmasını sağladı.[1]

Toplam sayı konusunda tahminde bulunmak güç. Ama en azından şunu biliyoruz: Polis, Kahramanlar Parkı’nda kamp kuran insan sayısının 800.000’e ulaştığını, o gün başkent topraklarına giren araç sayısının 1,4 milyonu bulduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bazı araçların elli ya da daha fazla insan taşıyan otobüsler olduğunu düşünürsek, rahatlıkla aşı pasaportunu ve aşı ile ilgili dayatmaları yürürlükten kaldırmaya kararlı insan sayısının en az bir-iki milyon olduğunu güvenle söyleyebiliriz. Kitlenin en çok attığı slogansa siyasetçiler için dillendirilen “Hepsini sepetleyin!”di.

Öte yandan, “on bin kadar aşı karşıtı eylem yaptı” diyen ana akım medya[2] artık tahammül edilemez bir hâl alan zorbalık ve zulüm karşısında boyun eğmeyen kitlelerin ayaklanmasının önünü almaya çalışan, eski dünyanın bir parçası olarak müesses nizamın sözcülüğünü yaptığını bir kez daha ortaya koydu.

Özgürlük Hareketi Dünyaya Yayılıyor

Kanberra hedefiyle yola koyulan Özgürlük Konvoyu’nun ilham kaynağı, Kanada’da, kışın ortasında, sıfırın altına inen soğuk bir havada başkent Ottawa’ya giden, yol boyu binlerce insanın sevgi gösterisinde bulunduğu on binlerce kamyoncunun o oyunları bozan Özgürlük Konvoyu idi. Kanada-ABD sınırını geçip eylem yapmalarını sağlayan kıvılcımı aşı direktifleri olsa da aslında kamyoncular “artık yeter” demek için bu eylemi yapmışlardı. Kitle hareketi en yoğun baskıyı, Kanada’da ticaretin en yoğun aktığı yol olan Elçi Köprüsü’nde gördü.[3]

Yeni Zelanda’da ise Özgürlük Konvoyu eylemcileri, aşı direktiflerine karşı kararlı bir eylem ortaya koymak adına, Wellington’daki meclis binası karşısında toplandılar. Polisin sert müdahalesi sonucu elli kişi gözaltına alındı, tüm Kovid kısıtlamaları kaldırılana dek orada kalmaya yemin etmiş olan insanların kamp çadırları zorla söküldü.[4]

Aynı hafta sonu Özgürlük Konvoyu, Paris yoluna koyuldu. Devlet, şehre yedi bin polis konuşlandırmak zorunda kaldı. Göstericiler yolları tuttular, Fransa ve Kanada bayrakları sallayarak “QR Kodu, Bir Daha Asla!”, “Özgürlük” ve “Aşı Pasaportuna Hayır!” diye bağırdılar.[5]

Özgürlük Hareketi, temel demokratik haklar, yurttaşlık hakları ve insan hakları ile ilgili olsa da onu tek başına hak talebine indirmek doğru olmaz. Aşı direktifleri ise milyonlarca işçinin hayata son verebilecek deneysel bir ilâcı alması koşuluyla çalışmasına izin verilmesiyle alakalı.

“Liberal demokratik” denilen, ama aslında emperyalist olan devletlerin tüm anayasalarına, insan hakları sözleşmelerine, mevzuatına ve her türden burjuva hukuka bile aykırı olan, soykırımın önünü açan, istihdamla ilgili bu türden talimatları hükümsüz kılmaya çalışan bir kitle hareketi, gayet de sanayi ile alakalı bir mesele. Dahası, “aşısızlar”ın toplumdan dışlanması, ırk ayrımcılığının dehşet verici ve eşi benzeri görülmemiş bir biçimi olarak tarif edilmeli.

Kovid Solu Teslim Oluyor

Modern tarihin en büyük politik hareketi, liberal demokrasiyi faşizmle ikame etme yönünde açık bir hamle yapmış olan hükümetin uyguladığı baskılara karşı kesintisiz bir eylemlilik süreci içine girmesine rağmen, eskiden kapanmacı olan Kovid solu, işçi sınıfına ihanet etmeyi, üstelik bu ihaneti katmerleyip başka bir seviyeye taşımayı tercih etti.

Daha önce de dile getirdiğimiz biçimiyle, görünüşte solcu olan partilerin Kovid konusunda yaptıkları kahpelik, 4 Ağustos 1914’teki kahpeliği bile geride bıraktı. O dönemde tüm “sosyalist” partiler, “kendi ülkelerindeki” yönetici sınıfa destek sunmuş, Birinci Dünya Savaşı’nda açılan siperlere koşmuştu.[6]

Bugün de Kovid solu, büyük finans sermayesinin başlattığı iç savaşın ta başından itibaren “kendi” emperyalizminin safında yer aldı, bir yandan da Kovid faşizmine karşı harekete geçen milyonlarca işçiyi ve ezileni “aşırı sağcı” veya “faşist olarak damgalayıp paylamaya çalıştı. Süreç dâhilinde Kovid solu, sadece Marksizme saldırmakla kalmadı, aynı zamanda onu çürütüp un ufak etti.

Örneğin ilkokul çocuklarının eve kapanmalarını, okul kapılarına kilit vurulmasını hararetle savunan ve bu yönde kampanya yürüten Sosyalist Eşitlik Partisi (SEP), bugün Ottawa’daki Özgürlük Konvoyu’nu “aşırı sağcı ve faşist eylemcilerin gerçekleştirdiği bir işgal” olarak görüp kınayabiliyor.[7]

Avustralya’da faaliyet yürüten Sosyalist Seçenek (SÇ) ise büyük önem taşıyan ve belirli bir nizam dâhilinde örgütlenen Özgürlük Hareketi’ne en fazla saldıran örgüttü. Gene aynı şekilde bu hareketi “faşist, aşırı sağcı ve sağlık düşmanı” olarak eleştiren SÇ[8] Irkçılığa ve Faşizme Karşı Kampanya adı altında bir çalışma başlattı, ama kendi dışındaki Kovid solunu bile harekete geçirmeyi başaramadı. SÇ’nin örgütlediği, sınırlı sayıda insanın katıldığı yürüyüş, Özgürlük Hareketi’nin yüz binleri örgütleyen eylemleri yanında ihmal edilecek düzeyde kaldı. Neticede bir tarafta elli, diğer tarafta yüz bin, bir başka eylemde ise bir tarafta en fazla bin kişi diğer tarafta ise dört yüz bin kişi vardı. Asıl merak edilmesi gerekense, yüz binlerce insanın katıldığı eylemi protesto eden ve onun yüz binde biri kadar insanın katıldığı eylemdeki bir insanın aklından ne geçtiğiydi!

Kısmen itibarlarını korumayı bilmiş olan Dayanışma isimli örgütse bugünlerde, Özgürlük Hareketi’ni “faşist” olarak damgalayıp eleştirmek ve ona karşı eylemler yapmak yerine, “pandemi” güçlerine yönelik sol muhalefetin oluşması gerektiğinden söz ediyor. Söylem düzeyinde de kalsa örgüt, en azından aşı direktiflerine karşı çıkan sol eylemlerin örgütlenmesi çağrısı yapıyor, ama muhtemelen bunu da “sağcı” özgürlük hareketinin altını oymak için yapıyor.

Esasında Dayanışma örgütü, az çok makul laflar ediyormuş gibi görünse de Kovid solunun dostlar alışverişte görsün diye eyleme katılmış üyeleri olarak arz-ı endam etmek istiyor, ama aslında dertleri, “eskinin faşist örgütleri özgürlük hareketi içerisinde yer alıyor, tek tek Neonaziler örgütlenme sürecine sızdı” diyebilmek.[9] Buna karşın örgüt, Özgürlük Hareketi’nin bileşimi ile ilgili iddialarını kanıtlayacak tek bir şey öne süremiyorlar. Kimse de bu arkadaşlara, “örgütlenme sürecinin içinde yoksunuz, onun bileşimini nereden biliyorsunuz?” diye sormuyor.

Sosyalist İttifak (Sİ), dergileri Yeşil Sol’da çıkan bir haber ile kimlik politikası ödülünü hak ediyor. Dergide yer alan haberde, 12 Şubat’ta Kanberra’da yapılan mitinge katılanların büyük bir kısmının “orta yaşlı ve İngiliz-Avrupa kökenli” olduğu söyleniyor, sonrasında ise biraz da gönülsüzce, mitinge birçok insanın aileleriyle ve çocuklarıyla katıldığından bahsediyor. İşin garip yanı Sİ de tıpkı burjuva basın gibi mitinge sadece “on bin kişi”nin katıldığını söylüyor.[10] Avustralya tarihinin şahit olduğu en büyük yürüyüşü “aşı karşıtı” diyerek alaya almaya çalışan dergi, Özgürlük Hareketi’nin ana taleplerinin aşı karşıtlığıyla değil, aşı direktifleriyle ve dayatmalarıyla alakalı olduğunu, yani aslında hükümetin insanların tercihlerini sormadan onlara zorla aşı yaptırmasına, işten çıkartılıp masaya bir tabak yemek koyamama, başını sokacak bir eve sahip olamama ihtimaline karşı çıktıklarını görmüyor. Kovid süreci başladığından beri “sol” denilen kesimin büyük bir kısmının karşı çıktıklarını iddia ettikleri kurumlardan yana saf tuttuğuna şahit oluyoruz.

Kimlik politikasının diğer bir savunucusu olan Troçkist Platform (TP), elitlerin, zenginlerin kucağına koşma konusunda daha da acul davranan bir örgüt. Örgütün tespitine göre aşıya, maskeye ve sosyal mesafe kurallarına karşı çıkanlar, itirazlarını esasen “aşırı bireycilik” üzerinden yapıyorlar, bu anlamda sosyalist hareket ile sendika hareketinin dayandığı kolektivist ruha karşı çıkıyorlar.[11]

İşçilere yönelik bu türden bir nefretin ne vakit, nerede başladığını bilmiyoruz. Bu örgütteki kişilerin, sarı sendikacılıktaki kalleşlikten ayrı ve bağımsız duran her türlü siyasetten uzak olduklarını söylemek gerekiyor.

Kovid dinine kapitalist siyasetçilerden bile fazla inandığını ispatlamak adına Avustralya Sendikalar Konseyi (ACTU) kısa süre önce ücretsiz yapılan Hızlı Antikor Testi talebini dillendirmek amacıyla grev kararı alabileceğini söyledi.[12] İnsan, en azından “Marksist” olduğunu iddia eden bir örgütün alabildiğine muhafazakâr olan bir sendika bürokrasisinin solunda konumlanmasını bekliyor, ama bu istek TP gibi örgütler için fazla. Bu noktada TP’ye şunu sormak gerekiyor: “Eğer ileride Avustralya Sendikalar Konseyi yöneticileri çıkıp ‘aşısızlar’ işten atılsın talebinde bulunurlarsa TP onlara destek verecek mi?” Böylesi bir durumda bile örgütün o derin uykusundan uyanabileceğini sanmıyoruz.

Pratikte Stalinist olan, kendilerinin “Marksizm-Leninizm”i temel aldıkları iddiasında bulunan yapılar da tıpkı (sahte) “Troçkist” partiler gibi aynı telden konuşarak işçi hareketinin dağarcığından tüm klasikleri silmekle meşgul.

Avustralya Komünist İşçi Partisi (CWPA), Avustralya’da bulunan Viktorya eyaletinin başbakanı, diktatör Daniel Andrews’le aşı dayatmaları konusunda aynı safta buluşan sendika yöneticilerinin ihanetine karşı tepkilerini ortaya koyan İnşaat Ormancılık, Madencilik, Denizcilik ve Enerji Sendikası üyesi işçileri kınamaktan geri durmadı. Parti, işlerini kaybeden işçilere yönelik ağır sözler sarf etti.[13]

Avustralya Komünist Partisi (CPA) ise nispeten daha kontrollü bir tavır sergiledi ve Özgürlük Hareketi’nin “zararsız olarak görülmesinin doğru olmadığını, dipten derinden kendi içinde aşırı sağcılığı barındırdığını” söyledi.[14] Sürecin başından beri parti, kapanma karşıtlığını ve özgürlük hareketini “faşist ideolojinin hareketi” olarak görüp eleştirdi.[15]

Tamam, bizim Stalinizme yönelik genel bir itirazımız söz konusu, ama gene de bu partilerin tüm üyelerinin liderlerinin büyük medya kuruluşları, büyük ilâç tekelleri, büyük teknoloji devleri, yani toplamda aşırı zenginler önünde diz çökme eğilimi içerisine girmelerini sorgulamadıklarına inanmadığımızı söylemek istiyoruz.

Eski ve Yeni Faşizm

Her şeyin ötesinde faşizm, kapitalist devletle özel şirketler arasındaki kaynaşmayı ifade eder. Bunun en yalın ifadesi, büyük medya kuruluşlarının, büyük ilâç tekellerinin ve büyük teknoloji devlerinin taraf olduklarını gizlememeleri, Kovid ile ilgili farklı görüşleri sansürlemeleri, hatta en ünlü kardiyologların, doktorların ve virologların bile seslerini susturmalarıdır.

Zenginlerin peşinden giden Kovid solu, şirketlerin en tepelerinde ve hükümet koltuklarında oturanlardan farklı görüşleri olan solcularla veya sıradan insanlarla tartışma fikrine bile karşı çıkıyorlar. Bir yandan uyum talep ederken bir yandan da çeşitlilik vaazları veriyorlar. Dahası Kovid solcuları, bizim kendi düşünceleri önünde eğilmemizi istemekle kalmıyorlar, ayrıca parlamentarist usulleri birer süs gibi görüp onlardan kurtulma sürecine girmiş, yani özünde faşizme yüzünü çevirmiş kapitalist devletlere boyun eğmemizi bekliyorlar.

“Bir liberalin üzerindeki yaldızı kazıyın, altından bir faşist çıkar.” Altmışlarda edilmiş olan bu laf, bugüne daha fazla uymaktadır. Yirminci yüzyılda bir faşisti kolayca tanıyabilirdiniz. O, Nazi Partisi yanlısıydı, siyah veya kahverengi gömlek giyerdi veya aşırı milliyetçiliğin herhangi bir biçimine bağlı olurdu. Kovid döneminde faşiste “faşist” denmiyor, yapıp ettikleri ve tüm davranışları farklı bir ambalaja sarılıyor. Bugün faşizmi insanî ilkelerden, çoğulculuktan ve “halk sağlığı”ndan yana olduğunu söyleyen “ilerici” liberaller arasında aramak gerekiyor.

Onlar psikolojik düzeyde kendilerinin “ilerici” olduklarına inanıyorlar. Yüzeyden bakıldığında kimse bu insanlara “faşist” demez, ama davranışlarına bakıldığında, onların faşizme benzeyen, hatta faşizmle birebir aynı olan şeylere imza attığı görülür.

Bu noktada akla, otuzlarda Nazi totaliterizmini iktidara askerlerin değil, doktorların ve bilim insanlarının taşıdığı gerçeği gelmeli. Öjeni, “üstün ırk”, “istenmeyen kişilerin imha edilmesi” gibi başlıkların, bugün “aşısızlar”ın toplumdan dışlanması istemiyle arasındaki benzerlik gün gibi ortada.

Kovid solunun işçi sınıfına karşı işlediği günahları örtbas etmek için günah keçilerine ihtiyacı var. Tersten kendi konumlarını birilerine ispatlamak adına Kovid solcuları, bugün Kanada’da, ABD’de, Avrupa’da, Avustralya’da ve başka ülkelerde yönetici sınıfları ümitsizce hedef alan Özgürlük Hareketi’nin yok edildiği takdirde selamete ereceklerini düşünüyorlar. Bu noktada harekete en ağır iftiraları atıyor, hayal dünyalarında “faşist” diye bir korkuluk imal ediyor, sonra ellerindeki dövizlerle onları öldürüp işçi sınıfını “aşırı sağ”a karşı uyarmak suretiyle “sosyalistler” olarak görevlerini ifa edeceklerini düşünüyorlar.

Özü biçimden ayırmayı beceremeyen bu solcular, birçok liberalin, “Marksist”in, anarşistin, barış eylemcisinin, sendikacının ve kendi dar gruplarının, sosyal demokrat, çevreci ve muhafazakâr politik partilerle tek bir politik blok meydana getirdiklerini görmüyorlar. Bir kâbustan uyanıp diğerine daldıkları koşullarda akletme ve idrak etme melekelerini yitiren sol, söz konusu bloğun Kovid dönemindeki “sağlık” faşizminin politik ve ideolojik temelini attığını anlamıyor. Yönetici sınıf, Kovid dönemi için hazırladığı ajandayı yürürlüğe koyma konusunda tam da bu bloğa güveniyor. Bu ajanda ise açıktan yürütülen iç savaş dâhilinde alınan tedbirler üzerinden, işçi sınıfının en ağır şekilde ezilmesi hedefi üzerine kurulu.

Öte yandan, Bill Gates, Jeff Bezos, Klaus Schwab, Dünya Sağlık Örgütü ve Birleşmiş Milletler gibi küresel elitlerin “sosyalizm”i ve “komünizm”ine karşı mücadele ettiği vehmine kapılsa bile Özgürlük Hareketi, elindeki o milliyetçi bayrağa rağmen, nesnel açıdan Batı kapitalizminin mevcut aşamasına (Kovid döneminin “sağlık” faşizmine) karşı direniyor. Ayrıca Özgürlük Hareketi faşizmle mücadele ettiğinin de bilincinde. Tam da bu yüzden o, “faşizme ve komünizme karşı mücadele ediyoruz” diye bağırıyor. Ne var ki hareket, en genel manada faşizmin kapitalizmle bağlantılı olduğunu, kapitalizmin faşizmi doğurduktan sonra belirli bir noktada dizginleri ona teslim ettiğini göremiyor. Kovid döneminin “sağlık” faşizmi, bahsini ettiğimiz sınıflı toplumun gelişim kanunu karşısında bir istisnayı ifade etmiyor.

Hiç şüphe yok ki Özgürlük Hareketi’ndeki milliyetçilik (Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Fransa gibi ülkelerde yapılan gösterilerde o ülkelerin bayraklarının bol miktarda dalgalandırılması) özgürlük yanlısı Marksistlerin sabırla ve davranış inceliği ile bertaraf etmesi gereken, önemli bir meseledir.

Bugün işçi sınıfı, tüm hükümetlerin, politikanın sağının solunun, neredeyse tüm politik partilerin kendisine ihanet ettiğini düşünüyor ki bu düşüncenin yanlış olduğunu kimse söyleyemez.

Böylesi bir gerçekliğe rağmen gerçek devrimciler Özgürlük Hareketi’ne katılmalı, zulme karşı ayaklanan kitlelerle omuz omza dövüşmeli, bir yandan da sınıf bilinci olan işçileri, gerçek özgürlüğün ancak, temelleri çatırdamış kapitalist rejimleri tasfiye edecek ve yeni işçi cumhuriyetleri kuracak işçi devrimleriyle geleceğini söyleyen bakış açısına örgütlemeye çalışmalıdır.

Bu bakış açısı, devrimcilerin sırtına önemli bir sorumluluk yüklemektedir: Onlar, Leninist Troçkizmin temel dayanaklarına sıkı sıkıya bağlı bir işçilerin öncü partisini kurmalı, yeni bir sosyalist düzenin zemini olarak bölgesel düzeyde bütünleşmiş, kolektivizmi ve planlamayı esas alan ekonomiler aracılığıyla dünya kaynaklarını dağıtmak için mücadele etmelidirler.

İşçilerin Birliği
17 Şubat 2022
Kaynak

0 Yorum: