30 Eylül 2021
29 Eylül 2021
Endonezya
30 Eylül 1965’teki cinayetlerden
EKP’yi suçlayan propaganda broşürleri
Endonezya: Antikomünist Katliamlar İçin Bir Model
Yirminci yüzyılın ortalarında, Soğuk Savaş ile
ilgili sorunların açığa çıktığı dönemde ABD emperyalizmi için her şey tıkırında
idi. Bu sorunlar, ABD-Sovyet çatışması, nükleer savaşla ilgili korkular, Kore
ve Vietnam savaşları, içteki antikomünizm ve Endonezya gibi başlıklardan
oluşuyordu.
Cumhurbaşkanı Sukarno’nun liderlik ettiği,
Hollanda’nın sömürgeci boyunduruğunu kaldırıp atmış olan Endonezya, o dönemde
hem ABD kampının hem de sosyalist kampın uzak durduğu milletlerden biriydi.
Üç milyon üyesiyle Endonezya Komünist Partisi, dünyanın
en büyük KP’si hâline gelmişti. Seçimlere katılan parti, meclise milletvekili
soktu, sendikalarla, toplumsal ve kültürel örgütlerle bağlar kurdu.
Kimin tezgâhladığı belli olmayan bir komplo sonucu
altı general 30 Eylül 1965 günü öldürüldü. Cinayetlerden EKP suçlandı, kısa bir
süre sonra da askerler, paramiliterler ve çeteler, parti üyelerini öldürmeye
veya kaçırmaya başladılar.
Genelkurmay başkanı Suharto iktidara geldi,
diktatörlük yetkilerine sahip olan başkan, 1998’e dek ülkenin başında kaldı.
Cumhurbaşkanı Sukarno kenara itildi. Yaklaşık bir milyon insan öldü, bir milyon
kişi toplama kamplarına gönderildi. İşkence vakaları hızla arttı.
The Jakarta
Method [“Cakarta Yöntemi”] isimli
kitabında gazeteci Vincent Bevins, ABD hükümetinin Endonezya Ordusu’na teçhizat
ve para aktardığından, ülkeye CIA ajanlarını yerleştirdiğinden söz ediyor. Gerçek
veya hayalî komünistlerin isimlerinin yer aldığı listeleri gerekli yerlere bu
ajanlar temin ediyorlar. EKP’nin imhası ve petrol tesislerinin korunması
noktasında Amerikan ordusu orduya gerekli desteği sunuyor.
Endonezya Komünist Partisi süreç içerisinde yok
ediliyor, komünizm yasaklanıyor. Bevins’in iddiasına göre ABD hükümeti,
Vietnamlı komünistlerden çok EKP’den endişeleniyor, ayrıca hükümet, Vietnam’da
yaşanan yenilginin yükünün EKP’nin yok edilmesine bağlı olarak azalacağını
düşünüyor.
Kitapta aktarıldığına göre Endonezya’daki
olaylarla ilgili hazırladığı raporda ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı McGeorge
Bundy, “ABD siyasetinin Endonezya’dan intikam aldığını” söylüyor. New York Times’a yazılar yazan James
Reston, Endonezya’da yaşanan olayları “Asya’daki Işıltı” olarak tarif ediyor.
Cakarta
Yöntemi isimli çalışma, “en az 22 ülkede
ABD desteğiyle yürütülen antikomünist imha programları”nı inceliyor. Bevins
kitapta, Irak, Sudan, özellikle de Latin Amerika’da katliamlardan bahsediyor.
Latin Amerika’daki katliam süreci 1954 yılında Guatemala’da başlıyor. Bu ülkede
CIA’in dayattığı rejim, komünist olduğundan şüphe edilen en az iki bin kişiyi
öldürüyor.
Brezilya’daki antikomünist faaliyetler, 1964’teki
askerî darbe için gerekli zemini teşkil ediyor. Sürecin en önemli aktörlerinden
biri de ABD hükümeti. Cumhurbaşkanı João Goulart’ı deviren askerî diktatörlük,
1985 yılına dek iktidarda kalıyor. Bevins’in de tespit ettiği gibi, “Brezilya
kısa süre içerisinde başka ülkelerin Batı kampına çekilmesinde önemli bir rol
oynuyor.”
Brezilya darbesi Endonezya’da yaşanacak felâketin
seyrine ilişkin ipuçları içeriyor. Her iki ülkedeki felâketler sonrasında
yaşanacak kitlesel katliamlar için gerekli modeli temin ediyor. Her ne kadar yerele
ait farklı kaynaklardan ilham alıp ülke içi dinamiklerden beslense de hepsinde
de Amerika’nın parmağını görmek mümkün. Bu tür ülkelerde tanık olunan solcu
ayaklanmalar bahane olarak iş görüyorlar.
ABD’nin yardımıyla 1973’te Şili’de, 1976’da
Arjantin’de iktidara gelen askerî diktatörlükler Akbaba Operasyonu ismini taşıyan ölüm makinesinin bölgede
çalıştırılmasını sağlıyorlar. El Salvador’da 75.000 kişi öldürülüyor. 1978-1983
arası dönemde Guatemala’da CIA desteğini arkasına alan ordu, çoğunluğu yerli
halka mensup olan 200.000 insanı katlediyor. Bevins’in kitabı, Şili, Nikaragua
ve Brezilya’da ABD’nin yapıp ettiklerine dair ayrıntılar sunuyor.
Bevins, birçok ülkede “Cakarta” kelimesinin bir
tür uyarı olarak fısıldandığını, kamusal alanlarda sağa sola yazıldığını
söylüyor. Süreci özetleyen bir ifade dâhilinde El Salvadorlu General Roberto
D’Aubuisson o dönemde, “siz şahsen komünist olduğunuza inanmasanız bile gene de
komünist olabilirsiniz” diyor.
Askerî müdahaleler, Amerikalı subayların Endonezya
ve Latin Amerika’daki subaylarla kurduğu yakın ilişkiler sayesinde gerçekleşiyorlar.
Bu tür bağlar, temelde ABD Ordusu Amerika Okulu üzerinden kuruluyor. Kansas
Leavenworth’daki askerî üste birçok Endonezyalı subaya eğitim veriliyor. Bu eğitim
sayesinde bu askerlerin kendi ülkelerinde ABD askerî personeline yönelik
güvenleri iyice artıyor.
Bevins’in tespitine göre “Endonezya, 1965-1966’daki
olaylar esnasında gündemde hiç yer almıyor. İstikrarlı ve Amerika yanlısı olan,
uzak diyarlardaki ülkelerin adları nedense manşetlerde kendilerine hiç yer
bulmuyor.” Aynı şekilde, ABD müdahalesine maruz kalmış, halkın büyük bir
felâketle yüzleştiği, ağır kayıplara yol açan bir iç savaşın içine sürüklendiği
Kolombiya da ABD medyasının ilgisine mazhar olmuyor.
Gazeteci Bevins, uzun süre Brezilya ve Endonezya’da
çalışmış bir isim. Katliamlardan sağ çıkmayı başarmış kişilerle bağ kuran
Bevins, çalışması dâhilinde bu insanların izini sürmüş. Onlardan öğrendikleri,
anlattığı hikâyenin sahiciliğine ve dolaysızlığına katkıda bulunuyor. Olayları anlatan
hikâye, yalın bir dille ve yorumlarla aktarılıyor.
Bevins’e göre, “uluslararası planda kitleleri imha
etmek için oluşturulmuş devasa şebeke, bugün üzerinde yaşadığımız dünyanın
inşası noktasında çok önemli bir rol oynadı. […] Brezilya ve Endonezya gibi
birçok ülkede antikomünizm, hâlen daha güçlü. Soğuk Savaş, her türden toplumsal
reformu tehdit olarak gören rejimlerin kurulmasına neden oldu.”
Bevins, Soğuk Savaş’ın niteliği konusunda yeni
şeyler söylüyor. “1964’te Brezilya’da, 1965’te Endonezya’da yaşananlar, Soğuk
Savaş sürecinde muzaffer olanların elde ettikleri en önemli zaferlerdi.” Bevins,
bir yandan da aktardığı Soğuk Savaş hikâyesinin “esas olarak ABD, Avrupa, ama
aynı zamanda Sovyetler’deki beyazlara odaklandığını” söylüyor.
Cakarta
Yöntemi, antikomünizmden ilham alan,
birbirinden farklı silâhlı çatışmanın arasındaki bağı inceliyor. Bahsi edilen
ülkelerin üst düzey subayları adalet ve halkın iktidarı için arayış içerisinde
olan veya öyle olduğu düşünülen kendi yurttaşlarına saldırıyorlar. Özünde kitap,
bu ülkelerdeki sınıflar mücadelesini ele alıyor.
Yazarın derdi, kelimeler sahasında yaşanan Soğuk
Savaş veya güçlü, antikomünist ülkelerle komünist partilerin iktidarda olduğu
ülkeler arasındaki kavga değil. O Soğuk Savaş, 1991’de Sovyet bloğunun yıkılışı
ile sona erdi. Gerçek manada soğuk savaş olmayan, şimdilik durgun olan savaşsa
hâlâ devam ediyor.
W.
T. Whitney
4 Ocak 2021
28 Eylül 2021
Patrona Halil İsyanı
Züyuf Akçe Rejiminin Sonu
Bir yanda kurduğu saadet zinciri içinde Lale
Devri’nin sefasını süren saray eliti, diğer yanda sefaletin dibine vuran yoksul
halk kesimleri. 28 Eylül 1730’da “ayaktakımından” Patrona Halil önderliğinde
başlayan ayaklanma, III. Ahmed'i tahttan indirdi ve Lale Devri’ne son verdi.
“Çapulcular” 49 gün boyunca payitahta hükmetti, ülkeyi bilfiil yönetti. 289.
yıldönümünde Patrona Halil İsyanı’nı yeniden zikrediyor, bugüne söylediklerine
dikkat çekiyoruz.
Osmanlı tarihinin önemli ayaklanmalarından bir
tanesi de Patrona Halil isyanıdır. 1730 tarihli bu olay, tarih kitapları
dışında, popüler tarihçiliğimizin de ilgisiz kalmadığı bir konu olmuş, hakkında
pek çok kitap yazılmıştır. Bunun dışında bu dönemde (Lale Devri) olup
bitenlerden yola çıkarak büyük fikirler üretilip okkalı laflar (!) edilmiştir.
Benim öyle bir niyetim yok. Sadece merak ettiğim bir konuda, arşiv belgelerine
ve kroniklere dayanarak hazırlanmış bir kitaptan, tarihçi M. Münir Aktepe’nin Patrona İsyanı adlı kitabından ve öteki
kaynaklardan yararlanarak zaman içinde biraz dolaşmak istiyorum.
Yazar, konuyu incelemeye iktisadi ve mali
sebepleri araştırarak başlıyor. Bu alanda yaşananlar hiç iyi değil. 1720’lerde
imparatorlukta ciddi bir para darlığı vardır, darphaneye ve hazineye giren
gümüş azalmış, züyuf akçe (ayarı düşük kalp para) piyasada kaos yaratmıştır.
Hayat pahalılığı sürekli artmakta, geçim zorlaşmaktadır. Taşra kötü durumdadır.
Yerel yöneticilerin baskılarından, vergilerden, asayişsizlikten,
başıbozukluktan yılan köylüler, yaşadıkları yerleri terk etmekte ve iş bulmak,
yerleşmek amacıyla İstanbul’a gelmektedir. Gene taşranın kaosundan bıkan esnaf
ve küçük imalatçı da başkente akın etmiş, bu geleneksel İstanbul esnafı için
büyük bir sorun olmuştur. Yerli esnaf kaçak üretimden rahatsızken yeni gelenler
işsizliğin sıkıntılarını yaşamaktadır. Yeniçerilerin esnaflaşmaları ve her
çeşit işi yapmaları ekonomik ve sosyal hayatı daha da bozmuştur.
Bir başka kâbus, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
kamu açıklarını kapatmak için koyduğu vergilerdir. Bu vergiler satışları
etkilemekte, esnaf dükkânını siftah etmeden kapatmaktadır. Bu arada ordu,
esnafta da estirilen savaş rüzgârlarından etkilenip büyük ölçekte mal almış,
ancak İran seferi önce sürüncemede kalıp sonra iptal edilince bu kişiler iflas
etmiştir.
Sıkma
Feracelerin Biçimi
“1730 İsyanı’na içtimai âmillerin tesiri” konusunda
Aktepe şunları söylüyor:
“İbrahim
Paşa sadaretinde göze çarpan sefahatin, zevk ve sefâ âlemlerinin dahi tesiri
büyüktür. Halk sefalete yakın bir zaruret içinde ömür sürerken, başta padişah
olduğu halde, bütün devlet ricalinin israf ve sefahatte bulunmaları,
İstanbul’un muhtelif yerlerinde saraylar, kasırlar, bahçeler yaptırıp buralarda
eğlenceli bir hayat geçirmeleri isyanı başlatan etkenlerden biridir.”
Tarihçi Ahmet Refik’in Lâle Devri adını verdiği bu
dönem, İstanbul için bir inşaat ve bayındırlık dönemi olmuş. Boğaziçi’nin iki
kıyısı çeşme ve mescitler yapılarak iskâna açılmış. Rical ve ulemaya arsa
verilip buralara yalılar yaptırılmış, korular bakıma alınıp yalı ve köşklerin
bahçeleri düzenlenmiş, şehrin bakımsız kalan bazı tarihi yapıları onarılmış,
çeşmeler, su bentleri inşa edilmiş…
Gerçekten bakıldığında devir bir yanıyla farklı
bir devir. Ancak bütün bu çalışmaların ne bir altyapısı var ne de zihinlerde
berraklaşmış bir modeli. Paris büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin
Fransa’dan dönerken getirdiği park, bahçe, köşk ve saray resimleri beğeniliyor
ve taklit edilmeye çalışılıyor. Yangınlara karşı tulumbanın getirilmesi ve
ocağın kurulması, matbaa, Haliç’te yeni bir çini fabrikası açılması vb. gene bu
dönemde gerçekleşmiş.
Dönemin simgesi laleye gelirsek, onu bir başka gün
konuşalım! Yalnız, Haliç ve Boğaziçi kıyılarında yapılan bu binaların,
bahçelerin isyancılar tarafından yakılıp yıkıldığını herkes biliyor.
Yoksulların yüzyıllardır biriken öfkesinin kurbanı olmuşlar.
Bu dönemde ortaya çıkan bir başka olgu da
“kadınların giyime ve süslenmeye, moda izlemeye, endamlarını ve güzelliklerini
dışa vuran kıyafetlere ilgi duymaya” başlamaları olmuş. Lale Devri konusunda
bir makale kaleme alan Necdet Sakaoğlu, bu olguya değindikten sonra, buna karşı
duyulan tepkileri de ifade ediyor:
“Bu,
taassup odaklarını harekete geçirdi. İbrahim Paşa, israfı ve tepkileri önlemek
için sınırlamalar getirme gereği duydu ve bir nizamname yayımladı. Sıkma
feracelerin biçimi, yakaların eni ve uzunluğu, kadınların feslerine sardıkları
yaşmakların incelik derecesi, esnaf kesimden kimselerin kakum kürk giymemeleri,
üç değirmiden fazla yemeni, enli kurdela bağlanması vb. esaslara bağlandı.”
Damadın
Sadaret İhtirası
Bu gibi tüketimi, israfı ve yeni hayat biçimine
yönelik tepkileri azaltmak için bazı tedbirler alınsa da, toplumda ciddi bir
kırılma söz konusudur. Saray ve çevresinin yaşam biçimi ve onun uzantılarının
sosyal hayatta da görünmesi, muhalefeti biraz daha büyütmektedir.
İsyanların ortak özelliği, ilmiye sınıfının bir
bölümünün de işin içinde olmalarıdır. Bu isyanda da öyle olmuş. İbrahim
Paşa’nın muhalifleri bir araya gelerek onu sadrazamlıktan uzaklaştırmak için
harekete geçmişler. İçlerinde kimler yok ki? Bostancıbaşılıktan uzaklaştırılıp
sürgüne gönderilen ağalar, defterdarlığı elinden alınıp İstanbul dışına
yollanan efendiler, eski şeyhülislamın oğulları, istediği rütbeye
yükseltilmeyen memurlar, Kaptan-ı Derya, hatta görevdeki Şeyhülislam bile
isyancı cephededir.
Aktepe, sadrazamın iktidar olmak ve bunu
güçlendirmek için yaptıklarını, buna duyulan tepkileri şu şekilde özetliyor:
“Sadarete
geçmeden evvel kendine adamlarından mürekkeb bir muhit hazırlamış, başlıca
memuriyetlere onları geçirmiş, daha sonra vezîr-i âzam olunca, etrafına akraba
ve taalukatını, kendisine sâdık olan şahısları toplayarak imparatorluğun en
yüksek mevkilerini bunlara vermiştir. Bu vaziyet, tabiatıyla birçok kimseleri
müteesir etmiş, birçok kimselerin gölgede kalmasına, terfi edememesine sebeb
olmuş, İbrahim Paşa ile adamlarının etrafında geniş bir husumet çemberi vücude
getirmiştir. (…) Sadaret müddetinin 13 seneye yaklaştığını düşünür ve yalnız
kendi adamlarının işbaşında kaldığını göz önünde bulundurursak, ikbale erişmekten
mahrum kalan insanların [sayısının ne kadar çok olduğunu] tahmin edebiliriz.
Diğer taraftan [Paşa’nın bu kadar süre sadaretten ayrılmaması] en yakınlarını
dahi endişeye düşürmüştür. Sadaret ihtirası onlar arasında dahi ayrılıklar
vücude getirmiştir.”
Diğer yandan, İbrahim Paşa ve yakınlarının her
türlü refah ve saadete sahip olmaları, herkesin gözü önünde gösterişli bir
yaşam sürmeleri, iktidarlarının mutlak olduğuna inanmaları her geçen gün
yoksullaşan halkın nezdinde affedilmeyecek bir suç haline gelmektedir.
Patrona
Lakaplı Bir Arnavut
İsyan onun adıyla anılsa da, Patrona Halil’in
yaşamı hakkında çok bir bilgimiz yok. Aslen Arnavutluk’un Horpeşte kasabasından
olduğunu yazan tarihçiler var. Hakkındaki ilk bilgilerimiz, Patrona[1] gemisinde levend olarak vazife görmesinden, hatta bu
gemide bir ayaklanma tertip etmesinden itibaren başlıyor. Yazar, “lakin
planlarında o zaman muvaffak olamamış, levendlikten ayrılarak Rumeli’ye gitmek
mecburiyetinde kalmıştır” dedikten sonra bu suçtan idam cezasına mahkûm
olduğunu belirtiyor. Onu bu cezadan kurtaran, o zamanlar kaptan, 1730 isyanı
sırasında dâmad-ı şehriyârî (padişah damadı) bulunan Abdi Paşa olmuş.
Denildiğine göre, Patrona lakabını da Rumeli’ye, hemşehrilerinin arasına iltica
ettikten sonra almış. Daha sonra onu yeniçeri olarak görüyoruz. Bu dönemde de
yeniçeri isyanlarına elebaşılık yapmış. Fakat bu isyanlar rast gitmemiş, gene
de Halil canını kurtarmayı başarmış.
Münir Aktepe, bu muğlak biyografiyi şöyle
sürdürüyor:
“Patrona
bu defa da evvelâ memleketine gitmiş ve oradan İstanbul’a geçmişti. Sermayesi
ve bir sanatı olmadığından bu şehirde önceleri seyyar satıcılık, eskicilik ve
dellaklık gibi ayak üzeri işler yapıyordu. (…) Tamamen başıboş bir ömür
sürüyordu. Nihayet günün birinde, arkadaşlarından birini öldürdüğü için Galata
voyvodası tarafından yakalandı, hapsolundu, idamına hükmedildi. Fakat bu emrin
tatbiki sırasında Kapdan-ı Deryâ Mustafa Paşa’nın müdahalesiyle ölümden
kurtuldu. (Paşa, Patrona gibi adamları himâye eder.) Bu keyfiyet onun bir takım
karanlık tertipler peşinde koşduğunu da isbat ediyor. Maamâfih, Patrona’nın ilk
isyanında affına sebep olan Kapdan Abdi Paşa da bu esnada vezir ve aynı zamanda
padişahın damadı olarak İstanbul’da bulunmakta idi. (…) Abdi Paşa’nın bir
aralık Patrona ile uyuşması, bu serdengeçtinin İstanbul’da esaslı hamilerinin
bulunduğunu göstermektedir. Patrona Halil, halk arasında gaibden haber veren
bir adam olarak da meşhurdu.”
Sonuç olarak İstanbul’da isyan rüzgârları
esmektedir. Ayaklanmanın nasıl hazırlandığı, kimlerin hangi konaklarda ne gibi
toplantılar yaptığı konularındaki rivayetleri bir kenara bırakırsak, somut
olarak bildiğimiz, isyanın elebaşı kadrosunun, 25 Eylül’de, padişah III. Ahmed
ile devlet erkânı ve ulemanın mevlit kandili nedeniyle Üsküdar’da bulunduğu
sırada toplandığı. Bu toplantıda Patrona Halil’in önder, Muslu Beşe ile Emir
Süleyman’ın yardımcıları olmasına karar verilmiş. Ayrıca kolbaşıları
belirlenmiş.
Dalga
Dalga Ayaklanma
Ayaklanma, 28 Eylül 1730 Perşembe günü, üç kol
halinde bayrak açan ve yalınkılıç Kapalıçarşı’ya dalan zorbabaşıların
kılıçlarını sallayıp şeriat için, haksızlıkların kaldırılması için herkesi
bayrak altına çağırmaları ile başlamış. Çarşı kâhyasına dükkânları kapattırıp
yolları ve kavşakları tutmuşlar. Bir anda büyüyen kalabalık Bahçekapı’ya inip
oradan Divanyolu’na çıkmış ve Etmeydanı’na (Aksaray) yürümüş, Eski Odalar’dan
(yeniçeri kışlası, Saraçhane) geçilirken yeni katılımlar olmuş ve Saraçhane
kapatılmış. Yeniçeri semtlerinde gösteriler yapıp onların da katılmalarını
sağlamaya çalışan isyancıların bir grubu da ateş kayıklarıyla Üsküdar’a geçip
suçlu gördükleri birkaç kişiyi öldürerek Padişah ve Sadrazam’a gözdağı
vermişler.
İsyan için İstanbul’un tenha bir günü seçilmiştir,
devlet daireleri mevlit nedeniyle kapalıdır. Eyleme ilk anda müdahale etmesi
gereken sorumlular ise korktukları için kaçıp gizlenmişlerdir. Tarih yazarı
Necdet Sakaoğlu, “İlk müdahaleyi Yeniçeri Ağası Hasan Ağa yapmak istedi” diyor
ve devam ediyor:
“300
kolcu ile İstanbul sokaklarını dolaşıp önlemler almaya çalışırken yanındakiler
zorla dükkânları kapattırıp herkesi ayaklanmaya katılmaya çağırmaktaydılar.
Durumu kavrayan Hasan Ağa kaçıp saklanmak zorunda kaldı. İstanbul Kaymakamı da
etkili bir önlem almaya yanaşmadı. Bir süre Tersane’de gelişmeleri izlemeye
çalıştı ve kolluk güçlerine padişahtan buyruk gelmedikçe harekette
bulunmamalarını bildirdi. Sonra da Üsküdar’a geçip durumu önemsiz bir olaymış
gibi padişaha aktardı. (…) Akşam padişahın başkanlığında yapılan toplantıda
hiçbir karara varılamadı. Gece padişah ve vezirler korku içinde saraya
geçtiler.”
Bu arada ayaklanmacılar yeniçerilerle uzlaşmış ve
isyanın alametifarikası kazanlar kışlalardan Etmeydanı’na çıkarılmıştır.
Yeniçerileri acemioğlanları izler. Her yere isyan bayrakları dikilir ve yeni
kurallar konulur. Bütün bu olup bitene meşru bir dayanak sağlamak için de
ilmiye sınıfından bazı kişiler Etmeydanı’na getirilir ve İstanbul kadısı
seçilir. İstanbul, Hisarlar ve Galata zindanlarındaki bütün mahkûmlar
salıverilir. Bu arada tabii, nefret edilen veya hınç duyulan kişilerin
konakları da yağmalanır. Eskisinin hükmü kalmadığı için yeni sekbanbaşı,
kulkethüdası ve yeniçeri ağası atanır. Artık İstanbul’da iki yönetim vardır:
Asiler ve saray.
Padişah uzlaşmak için bir heyet gönderir, heyet
saraya 37 kişinin isminin bulunduğu bir liste ile geri döner. İsyancılar bu 37
kişinin kendilerine teslim edilmesini istemektedir. Saray birbirine girer,
herkes kendi başının çaresine düşmüş canını kurtarmanın peşindedir. Padişah son
çare olarak sancak-ı şerifin çıkarılmasını ve ahaliye çağrı yapılmasını ister.
Ancak bu çağrıya pek uyan olmaz, gelmek isteyenler de asiler tarafından
engellenir. İbrahim Paşa son bir hamle ile isyancılar arasına nifak sokmak ister.
Bunlardan bir bölümünün bol para ile serdengeçti yazılmasına teşebbüs edilir.
Fakat bu da bir sonuç vermez.
Lale
Devri’nin Kanlı Sonu
30 Eylül sabahı padişah bir kez daha Patrona’ya
bir heyet gönderir. Taleplerini öğrenmek ister. Asilerin cevabı değişmemiştir:
37 kişinin kellesi istenmektedir. O akşam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve iki
damadı sarayda tutuklanır. İdamları için ulemadan fetva alınır ve mal beyanları
alındıktan sonra boğdurulurlar. Ertesi sabah her birinin cesedi ayrı ayrı öküz
arabalarına konulup saraydan çıkarılırlar. İsyancılara teslim edilen naaşlar
utanç verici bir muamele görür.
1 Ekim günü yeni bir gelişme daha yaşanır. Zülali
Hasan Efendi ile İspirizâde Ahmed Efendi durumu sakinleştirmek için
isyancılarla görüşmeye gider. Ancak bu kişiler kimseyi sakinleştiremedikleri
gibi asilerle padişahı tahttan indirme konusunda anlaşırlar. Saraya dönünce de
padişaha artık istenmediğini bildirirler. III. Ahmed yapacak bir şey
kalmadığını anlar ve o gece tahtı yeğeni I. Mahmud’a bırakır. Bundan sonraki
yaşamı sarayın Kafes Kasrı’nda gözaltında geçecektir.
Patrona Halil, I Mahmud’un ilk günlerinde şehre
egemen olur. Kentin iaşe işleri yoluna girer, asayiş sorunu ortadan kalkar.
Esnaf yağmaya ve baskıya karşı korunur. İsyancılar yalnızca bazı eski
sorumluları cezalandırır. Halk tabakasına hiç dokunulmaz. Münir Aktepe şunları
söylüyor:
“Tayin
etmiş oldukları yeniçeri ağası, bütün ihtimamını şehrin iaşe zorluğuna
düşmemesi için sarfediyordu. Bu adam, esnafın güvenliği için her tarafa
karakollar kurmuş, nizam ve emirlere karşı gelme cesaretini gösterenler,
âsilere mensub dahi olsa, şiddetle cezalandırılmıştı. Görülüyor ki Patrona
Halil (ve arkadaşları), her ne kadar bu vakada vüzerâdan ve ilmiye ricâlinden
birçok kimselerin teşvikile hareket etmişlerse de, bu adamların İstanbul’daki
serseri güruhunu sevk ve idarede büyük bir maharetleri dahi vardı.”
Bu arada sadrazamın koyduğu halkı ezen vergiler de
kaldırılır. Ancak, kısa süre sonra, Patrona Halil yüzlerce adamını yeniçeri
ocağına yazdırmaya, adamlarına mevkiler dağıtmaya, yargısız infazlar yapmaya
başlayınca işler karışır. Asilerin bir bölümü hızla zenginleşmeye, gümrükleri,
çarşıyı yönetmeye başlar. Silahlı adamlar ortalıkta dolaşmakta, halkı terörize
etmektedir. Hepsinden ötesi, padişahın atamalarına dahi müdahale etmeye
kalkarlar.
Saray bunları ortadan kaldırmayı düşünmeye başlar.
25 Kasım günü bir tören bahane edilerek Patrona Halil ve beş arkadaşı saraya
çağrılırlar. Tören tuzaktan başka bir şey değildir. Padişahın huzuruna
çıkacakları bahanesiyle silahları alınan asiler çok bir direniş gösteremeden
saray ağaları tarafından öldürülürler. Az sayıdaki korumalarının da akıbeti
değişmez. Bunu duyan Patrona yandaşları dağılır.
Ancak devlet erkânı tedbiri elden bırakmaz.
Patrona’nın şu sözü unutulmamıştır: “Beni veya adamlarımı öldürenler
karşılarında on bin arnavudu bulacaklardır. İstanbul’u yakıp kül edeceğiz.” Bu
söz boş bir söz değildir. Pek çok Arnavut hamamlarda çalışmaktadır ve
istedikleri zaman yangın çıkarabilirler. Neyse korkulan olmaz, ama Arnavutlara
hamamda çalışma yasağı gelir.
Ahmet
Eken
28 Eylül 2019
Kaynak
Dipnot
[1] Osmanlı donanmasındaki kalyon filosunun
komutanına ve gemisine Kapudâne,
ondan sonra gelen ikinci komutan ve gemisine Patrona adı verilmişti. Üçüncü rütbeli kalyon kaptanı ve gemisine
ise Riyâle deniyordu.
Kaynakça
M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı, İst., 1958.
Necdet Sakaoğlu, “Patrona Halil Ayaklanması”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 6,
İst., 1994.
Necdet Sakaoğlu, “Lale Devri”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 5,
İst., 1994.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt: IV, Ankara, 1988.
27 Eylül 2021
Nitti
Nitti,
Keynes ve Caillaux, “Avrupa’nın yeniden inşası” siyasetinin öncülerinden ve teorisyenlerindendir.
Bu devlet adamları, sınıfların dayanışmasını, milletlerin işbirliği kurmasını
ve yardımlaşmasını savundular, uluslararası barışa ve toplumsal huzura dair programa
destek sundular. Bu programın karşısında uluslararası planda emperyalist ve fetihçi
bir yönelime sahip, ülke içerisinde ise gerici, sosyalizm düşmanı sağcılar
duruyordu. Aşırı sağ, “Avrupa’nın yeniden inşası siyaseti”ne büyük bir nefretle
ve öfkeyle yaklaştı. Üye oldukları kulüpler ve gizli localar, barışla ilgili
sorunların incelenmesine özgün, zengin ve akıl dolu katkılar sunmuş olan
Walther Rathenau’yu ölüme mahkûm ettiler.
Nitti
ise alabildiğine Avrupalı bir isim. Onun vizyonu yerel değil Avrupalı.
Francesco Saverio Nitti, İtalya’daki krizi dünya krizinin belli bir kesiti,
bölümü olarak ele alıp inceledi. Nitti, bir gün Berlin’de çıkan Berliner
Tageblatt’a, bir gün New York’ta çıkan United Press’e yazılar yazdı.
Parisli, Varşovalı ve Londralı insanlarla polemikler yürüttü.
O
güney İtalyalı, ama onda güneylilere has sıcakkanlı, çalkantılı, duyguları
zirvede yaşayan bir mizaç yok. Ondaki diyalektik, sade, zarif ve yalın. O,
retoriği, tiyatroyu ve öfkeyi esas alan dile âşık olan İtalyan ruhunu belki de
bu sebeple harekete geçiremedi. Nitti de Lloyd George gibi politik bir
görecelikçi idi.
Onda
ne solun ne de sağın sekterciliği var. Sakin, kafası çalışan, hep gülümseyen
bir siyasetçi olarak Nitti, konuşmalarında hicvi ve mizahı hiç eksik etmiyor.
O, bizim dönemimizin, doğuştan burjuva ideolojisine iman etmeyen, ama aynı
zamanda sosyalist ideolojiye de inanmayan siyasetçiler kategorisine ait. Bu
sebeple onun siyaseti için milliyetçi ve enternasyonalist fikir, bireyci
fikirle kolektivist fikir uzlaşabilir şeyler. Saf muhafazakârlar, en kaba
olanları, eklektik, sınırları olmayan ve kolay biçim alan bu tarz devlet
adamlarını hep hakir görürler. Burjuva toplumunun hatasızlığı ve ebediliğine
dönük inanç açısından bu tür kişiler bir sapmadan başka bir şey değildir. Onlar
ahlaksız, alaycı, yenilgiyi meyilli ve dönektirler.
Ne
var ki bu “Dönek” tabirinin pek yerinde olmadığını söylemek lazım. Zira
görecelikçi siyasetçiler kuşağı, herhangi bir şeye körü körüne inanmadıkları
için bir şeyden dönmüş de sayılmazlar. Bu kuşak, öğreti ve kitap dışı bir
kuşak. O, geçmişin geleneklerine de geleceğin ütopyalarına da eşit mesafede.
Bu
kuşak ne gelecekçi ne geçmişçi, bugüncü ve gerçekçi. Eskinin ve geleceğin
kurumlarına karşı agnostik ve pragmatik bir duruşa sahip. Ama alttan alta bu
kuşak, belirli bir görüşe ve inanca da sahip. O, Batı medeniyetine inanıyor.
Evrimciliğin köklerine bağlı.
Bu
tür devlet adamları, gericilik, devrimin yıkıcı dürtülerini harekete geçirecek,
devrimi tetikleyecek, canlandıracak diye korkuyorlar. Gericiliğe yönelik
tepkilerinin sebebi bu. Şiddete dayalı bir devrimle mücadele etmenin en iyi
yolunun barışçıl bir devrim yapmak veya onu vaat etmek olduğunu düşünüyorlar.
Bu politik kuşak için mesele, eski düzeni korumak veya yeni bir düzen kurmak
değil. Mesele, bu Batı medeniyetini, Avrupa kültürünü kurtarmak. Neticede
Oswald Splenger’a göre bu medeniyet ve kültür kemâle erdi, dolayısıyla çöküş
sürecine girdi.
Gorki,
Nitti ve Nansen’i Avrupa medeniyetinin iki büyük ruhu olarak tasnif ederken
haklı. Nitti’deki şüphecilik ve görecelikçilik, mutlak kabul ettiği Avrupa
kültürü ve ilerlemeyle bağlantılı. Nitti, İtalyalı olmaktan önce kendisini
Avrupalı, Batılı ve beyaz görüyor, hissediyor. Avrupa ülkelerinin, Batılı
milletlerin dayanışma içine girmesini bu sebeple istiyor. Büyük harfle İnsanlık
onun umurunda değil. Onun asıl derdi, Batı insanlığının, beyaz insanlığın
kaderi. Bir Avrupa milletinin bir başka Avrupa milletine kendi emperyalizmini dayatmasını
asla kabullenemiyor. Ama Batı dünyasının esmer, Hindu, Arap veya Kızılderili dünyaya
dayattığı emperyalizmi olumlu karşılıyor.
Yeniden
inşa sürecinin diğer tüm siyasetçileri gibi Nitti, “Avrupalı bir gücün başka
bir gücü ele geçirmesi veya ona saldırması mümkün değil, böylesi bir saldırı
durumunda tüm Avrupa ekonomisi ve Avrupa’nın hayatı zarar görür” tespitinde
bulunuyor. Ona göre barışla ilgili sorunlar, Avrupa’nın ekonomik yapısının
birliğini, ülkeler arasında dayanışmanın tesis edilmesini bir gereklilik hâline
getirdi. Zafer kazanan güçlerin yok olan ülkelerin imhası pahasına kendisini
toparlaması mümkün değil. Bu sebeple dünya tarihinde ilk kez muzafferlere
intikam şarabından içmek yasaklandı.
Avrupa’nın
ancak tüm Batı milletlerinin müşterek ve birlikte yürüttüğü bir çalışma ile
inşa edilebileceğini düşünen Nitti, Barışsız Avrupa isimli kitabında şu
çözümleri öneriyor:
“Milletler Cemiyeti,
yenilen devletlerin de katılacağı bir süreç üzerinden reforma tabi tutulmalı; tazminat
komisyonu ilga edilmeli, barış anlaşmaları gözden geçirilmeli; Fransa’ya askerî
güvence verilmeli; Müttefik ülkelerin borçları karşılıklı olarak, en az yüzde
seksen oranında iptal edilmeli; Almanların ödeyeceği tazminat tutarı kırk
milyar franka çekilmeli; Almanya’nın altın, mal, gemi gibi şeylerle ödeyeceği
yirmi milyarlık borç iptal edilmeli.”
Şunu
söylemek lazım. Nitti’nin bu kitabında yer alan eleştiri, polemik ve yıkıcı bir
üslup üzerine kurulu bölümler, yapıcı ifadelerle yüklü bölümlerden daha güçlü
ve daha fazla zekâ pırıltısı taşıyorlar. Nitti, Avrupa krizini tarif etmeye,
çareleri teorik düzlemde üretmekten daha fazla çaba sarf ediyor. Onun
kargaşayı, Avrupa’daki yıkımı anlatan dili gayet gerçekçi ve nesneldir. Yeniden
inşa programı ise gayet farazî ve özneldir.
Nitti,
hükümetin başına, devrimci fırtınanın koptuğu, sosyalistlerin saldırıya geçtiği
epey çalkantılı ve gergin bir dönemde geçer. Proleter hareket, İtalya’da her
zamankinden daha güçlüdür. Meclise yüz elli kadar sosyalist vekil, yakalarında
kızıl karanfiller, dudaklarında Enternasyonal marşı ile girmiştir. İki
milyondan fazla işçiyi temsil eden Genel İşçi Konfederasyonu, saflarına memur
sendikalarını ve devlette çalışan emekçileri de katmıştır. İtalya’da koşullar
devrim için olgunlaşmıştır.
Nitti’nin
böylesine devrimci bir ortamda önerdiği siyaset, ister istemez demagojik bir
ton ve tavır üzerinden biçimlenir. Devlet, devrimci saldırı karşısında o güne
dek savunduğu konumların bazılarını terk eder. Bu hamlenin altında Nitti’nin
imzası vardır. Galeyana gelen sağcılar, onu zayıf ve yenilgici olmakla
eleştirirler. Sağcılara göre Nitti devleti sabote etmekte, otoritesini
zayıflatmaktadır.
Bu
noktada Nitti’yi proleter ajitasyonun ezilmesi yönünde çağrıda bulunan
sağcıların attığı çığlıklar, yaptıkları değerlendirmeler Nitti’yi harekete
geçirmeye yetmez. O, keskin gözleri ve usta işi siyaseti ile devrimin karşısına
granitten bir duvar örüldüğünde şiddeti ve ayaklanmayı tetikleyeceğini görür.
Ona göre en hayırlısı, devletin tüm kapaklarını açıp içeride patlamaya sebep
olacak, zaman içerisinde savaşın yol açtığı acılar ve barışa dair huzursuzluklar
sebebiyle birikmiş gazı almaktır.
Bu
fikre bağlı kalan Nitti, devlete bağlı demiryolu işçilerine ve telgraf
işçilerine greve gittikleri için ceza verilmesi görüşüne karşı çıkar ve hukuk,
mahkeme ve jandarmanın silâh olarak onlara doğrultulmasını istemez. Anarşist
lider Enrique Malatesta affedilir ve sağcıların şaşkın bakışları karşısında
ülkesine geri döner. Sosyalist Parti delegeleri ve sendikalar devletin verdiği
pasaportlarla Moskova’ya giderler ve burada Üçüncü Enternasyonal kongresine
katılırlar.
Nitti
ve kralcılar, sosyalizmle flört etmektedir. Floransa’da çıkan La Nazione
gazetesinin yayın yönetmeninin bizzat bana dediğine göre, tüm bu sürecin
yaşanmasına “Nitti izin vermiştir.”
Şimdi
daha iyi anlıyoruz ki Nitti, tarihsel planda İtalyan burjuvazisini devrimin
saldırılarına karşı korumuş. Onun uzlaşmacı, esnek ve demagoji üzerine kurulu
siyasetini dayatan ve uygulatansa tarihsel koşullardır. Gelgelelim savaşta
olduğu gibi siyasette de büyük adımlarla geri çekilen generaller değil büyük
savaşlar veren generaller halktan destek görürler.
Devrimci
saldırı kontrolden çıkmaya başladığında ve gericilik tepki koyduğunda Nitti’nin
altındaki koltuğu Giolitti çeker. Giolitti ile birlikte devrimci dalga metal
sanayiine ait fabrikaların işçilerce işgal edilmesiyle zirvesine ulaşır.
Bu
noktada Mussolini, Kara Gömlekliler ve faşizm harekete geçer. Sol,
saldırılarına gene de devam eder. 1921 seçimlerinde faşist savaşçıların
müdahalesine rağmen, meclise 116 sosyalist girer. Nitti’nin adaylığı karşısında
sağcılar büyük bir saldırı örgütlerler ama buna rağmen Nitti meclise geri
döner. Bazı gazeteler Nitti’nin güdümüne girer. Roma’da Il Paese [“Ülke”]
ve Il Mondo [“Dünya”] gazeteleri çıkmaya başlar.
Bu
süreçte komünistlerden kopan sosyalistler bakanlık konusunda kimi güçlerle
işbirliğine giderler. De Nicola veya Nitti önderliğinde bir sosyal demokrat
koalisyonun kurulacağına dair haberler çıkar. Ama ayrışmalarla uğraşan ve
belirli konularda hâlen daha tereddüt yaşayan sosyalistler, hükümetin eşiğine
gelip dururlar. Gericilikse kararlı bir tavır sergileyip iktidarı ele geçirir.
Roma’ya yürüyen faşistler, Luigi Facta’nın sarsak, korkak, acınacak hâlde olan
hükümetini bir avazda devirirler. Sonrasında Mussolini’nin tesis ettiği
diktatörlük, tüm demokratik ve liberal örgütleri dağıtır.
O
an İtalyan burjuvazisi, hiç vakit kaybetmeyip fırsatçı bir yaklaşımla kara
gömleği üzerine geçirir. Ama Lloyd George kadar fırsatçı ve esnek olmayan Nitti
avamın hâlihazırda dile getirdiği tutkuları karşısında boyun eğmez. Bir âlim,
araştırmacı ve profesör olarak emekli olur.
İçinden
geçilen dönem, onun gibi biri için hiç de uygun değil. Nitti tutkuyla değil
akılla yoğrulmuş bir dile sahip. Kürsülerde coşkulu konuşmalara yapacak biri de
değil. O, bilim, üniversite ve akademi için ter döken bir insan. Bu
romantisizmin yeniden dirildiği çağda kalabalıklar devlet adamları değil savaş
ağaları istiyorlar, zeki düşünürler değil, ellerinde sihirli değneğiyle
efsanelerden fırlamış reisler talep ediyorlar.
Nitti’nin
önerdiği Avrupa’nın yeniden inşası ile ilgili program, tam da bir ekonomistin
elinden çıkabilecek türden bir program. Kendi yüzyılının ürettiği düşüncelerle
yoğrulmuş bir isim olarak Nitti, tarihi ekonomi üzerinden, pozitivist tarzda
yorumlama eğiliminde. Onu eleştiren kimi isimler, Nitti’nin tarihsel olguları
sadece ekonomi açısından ele alma, öte yandan ahlakla ve psikolojiyle ilgili
yönleri görmezden gelme eğilimine dair şikâyetlerini dile getiriyorlar.
Nitti,
haklı olarak, barışla alakalı ekonomik sorunların krizi çözeceğine inanıyor.
Devlet adamı ve lider olarak sahip olduğu tüm nüfuzu Avrupa’yı bu çözüme doğru
yöneltmek için kullanıyor. Ama Avrupa’nın uluslararası işbirliğini ve yardımı
esas alan bir programı kabul etmesini sağlama noktasında yüzleşilen güçlük de
gösteriyor ki bu kıtadaki krizin kökleri çok daha derinde ve ilk elden
görünmeyecek yerlere dek uzanıyor. Batı’da sağduyunun ortadan kalkması, krizin
sebebi değil, ona ait semptomlardan, sonuçlardan ve yansımalarından sadece
biri.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
26 Eylül 2021
Tâlib Olmak
Žižek, 11 Eylül sonrası Hristiyan teolojisine yönelik
ilgisini İslamcılıkla ilişkilendiriyor, teorik yöneliminin İslamcılığa karşı
mücadeleyle bağlantısından söz ediyordu. Bu açıdan, onun 11 Eylül bağlamında
yaptığı analizler, Almanya’da göçmenlerle ilgili söyledikleriyle tutarlılık arz
ediyor.[1] Göçmenlerin “Batılıları ve imkânlarını kıskanan, haset eden
faşistler” olduğunu söylüyor. Žižek, Batı’nın aydını olma işinin, değirmen suyuna
kaynaklık ettiğini çok iyi biliyor.
Esasen Žižek, bir anlamda Hristiyanlığı öne çıkartıp
ondaki solcu boyutu tartışırken karşıt güç olarak İslam’ı görüyor. Bu sebeple
İsa’nın çarmıha gerilmesine ve oradaki anlama odaklanıyor.[2] Çünkü İslam,
İsa’nın o çarmıhta ölmediğini kabul etmiyor. Bu anlamda Žižek, Hristiyanlık
içi, onun için, İslam’a karşı bir duvar örmeye çalışıyor. Kendi misyonunu
buradan tanımlıyor.
Ian Almond, Žižek’in eserlerinde bahsedilen
Müslüman’ın üzeri kazındığında, altından bir sosyalist çıktığını söylüyor.[3]
Ama Žižek’in bu “sosyalist”e düşman bir liberal olduğunu söylemek gerekiyor.
Onun aklında ruhsuz kolektifler var. Bir yazısında, “bedenler kaynaşsın, ruhlar
ayrışsın” diyor.[4] Sola tek önerebileceği şey bu. O, bedenler kaynaştığında
açığa çıkacak, oluştuğunda bedenleri bütünleyecek kolektif ruha düşmanlık
etmeyi iş belliyor.
* * *
Žižek, çıkış noktasının Yahudi-Hristiyan geleneği
(veya ‘Batı’ geleneği) olduğunu açıktan söyleyen bir isim.[5] “Hristiyanlıkta
komünizm, İslam’da anarşizm” aranmasında da aynı teorik yaklaşım hâkim: Düzen
demek, Batı demek. Onun dışı, dışarısı ise düzensizlik. Mesele en fazla,
egemenlerin verili düzeni dâhilinde, onların güç ve imkânlarını sıradan
insanlarla paylaşabilmesidir. Solculuk, burjuvaziye veya devlete minnet
eylemekten başka bir şey değildir. O, ezilenlerin, işçilerin ve yoksulların
iradesini tanıyamaz. Batı’ya kul köle olunmalı, oradaki ilerlemeden pay almaya
bakılmalıdır.
Bu sebeple sol, Taliban meselesi gibi konu
başlıklarında yüzünü kendi gerçeğine, toprağına dönemez. Hemen Žižek’e bakar.
Dişine uygun bir misyoner arar, bulur. Žižek’in papağanlığını yapar ya da ona
kenar notu düşer. Çünkü Žižek’e göre Taliban, kendisini öldürebilen, cennet
masalına inanan, akılsızlığın ve nihilizmin adıdır. Ve derhal ona karşı önlem
alınmalı, taklit edilip onu soğuracak bir nüfuz alanı oluşturulmalıdır. Esas
olarak da kapitalizmin iklim krizi için “zahid bireyler” imal edilmelidir.
* * *
Sol, gerçek dışı olmayı sevdiği, bunun ekmeğini yediği
için verili gerçeği analiz edemez. Bir şey söyleme zorunluluğunu hissettiğinde
de hemen Žižek gibi liberal isimlere ya da Pentagon, NATO ve CIA elinden çıkmış
Doğu ve İslam analizlerine sarılır. Sol, Doğu konusunda hep Pentagon, NATO ve
CIA ağzıyla konuşur. Başka bir aklı, dili ve söylemi asla tanımaz, kabul etmez.
Yaşanan herhangi bir olay veya oluşan herhangi bir
dönem, doğrudan düşmanın kavramlarıyla ve zihniyle karşılanmaktadır. Batı’nın
evrensel, Doğu’nun tikel, sınırlı ve geçici olduğu fikri, solun battığı
bataklıktır. Buradan sol, doğalında Batı’nın uygarlaştırıcılık görevinde
figüran olmaya çalışmakta, ilerlemeci bir yerden, Batı için mevziler, yollar
açmak için uğraşmaktadır.
Dolayısıyla bir solcu olarak Meral Alankuş, “şehadet”
kavramını hiç tartışmaz, gayrimüslim bir yerden, bu kavramı Batı penceresinden
ele alır.[6] Politik anlamını irdelemez. Kolektif değerini görmez. Onda
nihilizm ve ilkellik bulur. Bireyle başlayıp biten hikâyeler dinlediği için
kolektif devrimci ruhu da bu bireylik ve birey iradesi üzerinden okur. NATO,
Pentagon, CIA raporlarında şehadet nasıl anlaşılıyorsa kavramı o şekilde anlar,
kullanır.
Neticede Marksizm bibliyoteği, Hikmet Kıvılcımlı’ya
edilen küfür üzerine inşa edilmektedir. Çünkü Kıvılcımlı, en azından İslam’ı ve
Doğu’yu kendi gerçekliğinde anlamaya çalışan bir isimdir. O tasfiye edilmişse,
fikrî politik mücadelesi de edilmiştir, ama illaki ona asla yakışmayan
bibliyoteği temellük edilmelidir.
* * *
Slavoj Žižek, yazılarında bireycilik ve liberalizmi
eşleştiriyor, ama kolektifi işgal eden liberalizmi görmüyor. Onu kendince
perdelemeye çalışıyor. Çünkü Žižek, bedenlerin kaynaşmasını, ruhların ise
ayrışıp uzaklaşmasını istiyor. Dolayısıyla, bedenin liberalizmini eleştiriyor,
ama bunu ruhun liberalizmi adına yapıyor.
Bu anlamda yazarımız, kapitalizm koşullarında
bastırılan kolektif özgürlükçü aidiyetin Taliban şahsında açığa çıktığını
tespit ediyor ve buna karşı önlem almaya çalışıyor. Meral Alankuş ise Žižek’in
Taliban’a yönelik nihilizm eleştirisine katılıyor, ama Marksistleri,
devrimcileri aynı torbaya atmasına, laik bir yerden, alerji geliştiriyor.
İçerliyor.
Bu alerji, “devrim şehitleri” lafının afişlerden ve
pankartlardan silindiği dönemin tezahürü. “Şehit” kelimesiyle tarih ve toplumla
kurulan münasebet, kesiliyor. Batı’dan, Batı değerlerinden yola çıkılarak
teşkil edilen solculuk, özellikle 11 Eylül sonrası, Doğulu olan her şeyi kapı
dışarı etme gereği duyuyor. Doğu’ya küfretmek, alamet-i farika hâline geliyor.
Bu nedenle “tamam onlar nihilist, ama bize nihilist diyemezsiniz!” diyorlar.
Žižek, esasen kendi teorisini Yahudi-Hristiyan
geleneğine dayandırdığını söyleyen solcu, liberal veya Marksist çizginin
parçası olarak konuşuyor. Ama aynı işi İslam ve İslamî gelenek üzerinden
yapmaya kalkanlar, hemen aforoz ediliyorlar. Kıvılcımlı, bunun en somut örneği.
Onun tasfiye edilişi, solun egemenlere kul köle oluşuyla alakalı.
* * *
Nihilizm, marjinallik gibi eleştirilerden uzak durmak
gerekiyor. Politik olay ve olgular, şahsileştirmeden, şahsa indirgenmeden, ele
alınmalı. Müslüman bir militanın yıkıcı iradesi, onunla başlayıp biten bir
kesit değil, kolektif aidiyetin tarihselliği ve toplumsallığı bağlamında
değerlendirilmeli. Aksi takdirde “bunlar sevişmeyi bilmiyor, hadi
sevişelim”den, “bunlar içmeyi bilmiyor, hadi içelim”den başka bir şey
söylemeyen küçük burjuva muhalefetin değirmenine su taşınıp durulacaktır.
Burjuva tarihi tanımayana “nihilist”, burjuva toplumu kabul etmeyene “marjinal”
denilerek tek bir adım bile atılamaz. Sırt nereye yaslanıyor, oraya
bakılmalıdır.
Sol, mevcut küçük burjuva muhalefet düzleminde, ancak
Žižek gibi ruhsuz kolektifler, komünler önerisinde bulunabilir. Kılıcı
olmayanı, kılıcı almayanı imam (önder) kabul etmeyen bir gelenek, bireysel
psikolojik kodlarla eleştirilemez. Bireyi inşa eden maddi ilişkiler referans
alınarak anlaşılamaz.
Sol, meyhanelerde masalara çıkıp eğlenme üzerine
kurulu kolektif anlayışının ötesine geçmek zorundadır. Ezilenlerin, işçilerin
ve yoksulların kavgasına ait olmalı, o kavganın özgürlüğü için dövüşmeli,
devrim yolunu buradan açmalıdır. Birey ölçüsüne ve ölçeğine göre inşa edilmiş
pratikleri, Batı’ya vurarak eleştirebilmeli, burjuvanın tarihine ve toplumuna
kılıç sallamalı, devrimci kolektif ruhun açığa çıkmasını sağlamalıdır. Bunu
yaparken, Batı’ya yaranmak adına, ezilenlerin, emekçilerin, yoksulların İslam
bayrağı altında ortaya koydukları pratiği laik ve liberal bir refleksle çöpe
atmamalı, o pratikten öğrenmeyi bilmeli, ona tâlib olabilmelidir.
Eren Balkır
21 Eylül 2021
Dipnotlar:
[1] Eren Balkır, “Nefret”, 15 Ocak 2016, İştiraki.
[2] Nathan Coombs, “Hristiyan Komünistler, İslamî
Anarşistler”, 9 Aralık 2009, İştiraki.
[3] Ian Almond, The New Orientalists, Tauris,
2007, s. 190.
[4] Slavoj Žižek, “Elon Musk’ın Arzusu”, 1 Eylül 2020,
İştiraki.
[5] Sam Miller ve Harrison Fluss, “Aptal ve Deli”, 20
Nisan 2019, İştiraki.
[6] Slavoj Žižek, “Taliban’ın Afganistan’ı Bu Kadar
Hızlı Ele Geçirmesinin Gerçek Sebebi”, 18 Ağustos 2021, MB.
[7] Meral Alankuş, “Derkenar”, 25 Ağustos 2021, MB.