Züyuf Akçe Rejiminin Sonu
Bir yanda kurduğu saadet zinciri içinde Lale
Devri’nin sefasını süren saray eliti, diğer yanda sefaletin dibine vuran yoksul
halk kesimleri. 28 Eylül 1730’da “ayaktakımından” Patrona Halil önderliğinde
başlayan ayaklanma, III. Ahmed'i tahttan indirdi ve Lale Devri’ne son verdi.
“Çapulcular” 49 gün boyunca payitahta hükmetti, ülkeyi bilfiil yönetti. 289.
yıldönümünde Patrona Halil İsyanı’nı yeniden zikrediyor, bugüne söylediklerine
dikkat çekiyoruz.
Osmanlı tarihinin önemli ayaklanmalarından bir
tanesi de Patrona Halil isyanıdır. 1730 tarihli bu olay, tarih kitapları
dışında, popüler tarihçiliğimizin de ilgisiz kalmadığı bir konu olmuş, hakkında
pek çok kitap yazılmıştır. Bunun dışında bu dönemde (Lale Devri) olup
bitenlerden yola çıkarak büyük fikirler üretilip okkalı laflar (!) edilmiştir.
Benim öyle bir niyetim yok. Sadece merak ettiğim bir konuda, arşiv belgelerine
ve kroniklere dayanarak hazırlanmış bir kitaptan, tarihçi M. Münir Aktepe’nin Patrona İsyanı adlı kitabından ve öteki
kaynaklardan yararlanarak zaman içinde biraz dolaşmak istiyorum.
Yazar, konuyu incelemeye iktisadi ve mali
sebepleri araştırarak başlıyor. Bu alanda yaşananlar hiç iyi değil. 1720’lerde
imparatorlukta ciddi bir para darlığı vardır, darphaneye ve hazineye giren
gümüş azalmış, züyuf akçe (ayarı düşük kalp para) piyasada kaos yaratmıştır.
Hayat pahalılığı sürekli artmakta, geçim zorlaşmaktadır. Taşra kötü durumdadır.
Yerel yöneticilerin baskılarından, vergilerden, asayişsizlikten,
başıbozukluktan yılan köylüler, yaşadıkları yerleri terk etmekte ve iş bulmak,
yerleşmek amacıyla İstanbul’a gelmektedir. Gene taşranın kaosundan bıkan esnaf
ve küçük imalatçı da başkente akın etmiş, bu geleneksel İstanbul esnafı için
büyük bir sorun olmuştur. Yerli esnaf kaçak üretimden rahatsızken yeni gelenler
işsizliğin sıkıntılarını yaşamaktadır. Yeniçerilerin esnaflaşmaları ve her
çeşit işi yapmaları ekonomik ve sosyal hayatı daha da bozmuştur.
Bir başka kâbus, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın
kamu açıklarını kapatmak için koyduğu vergilerdir. Bu vergiler satışları
etkilemekte, esnaf dükkânını siftah etmeden kapatmaktadır. Bu arada ordu,
esnafta da estirilen savaş rüzgârlarından etkilenip büyük ölçekte mal almış,
ancak İran seferi önce sürüncemede kalıp sonra iptal edilince bu kişiler iflas
etmiştir.
Sıkma
Feracelerin Biçimi
“1730 İsyanı’na içtimai âmillerin tesiri” konusunda
Aktepe şunları söylüyor:
“İbrahim
Paşa sadaretinde göze çarpan sefahatin, zevk ve sefâ âlemlerinin dahi tesiri
büyüktür. Halk sefalete yakın bir zaruret içinde ömür sürerken, başta padişah
olduğu halde, bütün devlet ricalinin israf ve sefahatte bulunmaları,
İstanbul’un muhtelif yerlerinde saraylar, kasırlar, bahçeler yaptırıp buralarda
eğlenceli bir hayat geçirmeleri isyanı başlatan etkenlerden biridir.”
Tarihçi Ahmet Refik’in Lâle Devri adını verdiği bu
dönem, İstanbul için bir inşaat ve bayındırlık dönemi olmuş. Boğaziçi’nin iki
kıyısı çeşme ve mescitler yapılarak iskâna açılmış. Rical ve ulemaya arsa
verilip buralara yalılar yaptırılmış, korular bakıma alınıp yalı ve köşklerin
bahçeleri düzenlenmiş, şehrin bakımsız kalan bazı tarihi yapıları onarılmış,
çeşmeler, su bentleri inşa edilmiş…
Gerçekten bakıldığında devir bir yanıyla farklı
bir devir. Ancak bütün bu çalışmaların ne bir altyapısı var ne de zihinlerde
berraklaşmış bir modeli. Paris büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin
Fransa’dan dönerken getirdiği park, bahçe, köşk ve saray resimleri beğeniliyor
ve taklit edilmeye çalışılıyor. Yangınlara karşı tulumbanın getirilmesi ve
ocağın kurulması, matbaa, Haliç’te yeni bir çini fabrikası açılması vb. gene bu
dönemde gerçekleşmiş.
Dönemin simgesi laleye gelirsek, onu bir başka gün
konuşalım! Yalnız, Haliç ve Boğaziçi kıyılarında yapılan bu binaların,
bahçelerin isyancılar tarafından yakılıp yıkıldığını herkes biliyor.
Yoksulların yüzyıllardır biriken öfkesinin kurbanı olmuşlar.
Bu dönemde ortaya çıkan bir başka olgu da
“kadınların giyime ve süslenmeye, moda izlemeye, endamlarını ve güzelliklerini
dışa vuran kıyafetlere ilgi duymaya” başlamaları olmuş. Lale Devri konusunda
bir makale kaleme alan Necdet Sakaoğlu, bu olguya değindikten sonra, buna karşı
duyulan tepkileri de ifade ediyor:
“Bu,
taassup odaklarını harekete geçirdi. İbrahim Paşa, israfı ve tepkileri önlemek
için sınırlamalar getirme gereği duydu ve bir nizamname yayımladı. Sıkma
feracelerin biçimi, yakaların eni ve uzunluğu, kadınların feslerine sardıkları
yaşmakların incelik derecesi, esnaf kesimden kimselerin kakum kürk giymemeleri,
üç değirmiden fazla yemeni, enli kurdela bağlanması vb. esaslara bağlandı.”
Damadın
Sadaret İhtirası
Bu gibi tüketimi, israfı ve yeni hayat biçimine
yönelik tepkileri azaltmak için bazı tedbirler alınsa da, toplumda ciddi bir
kırılma söz konusudur. Saray ve çevresinin yaşam biçimi ve onun uzantılarının
sosyal hayatta da görünmesi, muhalefeti biraz daha büyütmektedir.
İsyanların ortak özelliği, ilmiye sınıfının bir
bölümünün de işin içinde olmalarıdır. Bu isyanda da öyle olmuş. İbrahim
Paşa’nın muhalifleri bir araya gelerek onu sadrazamlıktan uzaklaştırmak için
harekete geçmişler. İçlerinde kimler yok ki? Bostancıbaşılıktan uzaklaştırılıp
sürgüne gönderilen ağalar, defterdarlığı elinden alınıp İstanbul dışına
yollanan efendiler, eski şeyhülislamın oğulları, istediği rütbeye
yükseltilmeyen memurlar, Kaptan-ı Derya, hatta görevdeki Şeyhülislam bile
isyancı cephededir.
Aktepe, sadrazamın iktidar olmak ve bunu
güçlendirmek için yaptıklarını, buna duyulan tepkileri şu şekilde özetliyor:
“Sadarete
geçmeden evvel kendine adamlarından mürekkeb bir muhit hazırlamış, başlıca
memuriyetlere onları geçirmiş, daha sonra vezîr-i âzam olunca, etrafına akraba
ve taalukatını, kendisine sâdık olan şahısları toplayarak imparatorluğun en
yüksek mevkilerini bunlara vermiştir. Bu vaziyet, tabiatıyla birçok kimseleri
müteesir etmiş, birçok kimselerin gölgede kalmasına, terfi edememesine sebeb
olmuş, İbrahim Paşa ile adamlarının etrafında geniş bir husumet çemberi vücude
getirmiştir. (…) Sadaret müddetinin 13 seneye yaklaştığını düşünür ve yalnız
kendi adamlarının işbaşında kaldığını göz önünde bulundurursak, ikbale erişmekten
mahrum kalan insanların [sayısının ne kadar çok olduğunu] tahmin edebiliriz.
Diğer taraftan [Paşa’nın bu kadar süre sadaretten ayrılmaması] en yakınlarını
dahi endişeye düşürmüştür. Sadaret ihtirası onlar arasında dahi ayrılıklar
vücude getirmiştir.”
Diğer yandan, İbrahim Paşa ve yakınlarının her
türlü refah ve saadete sahip olmaları, herkesin gözü önünde gösterişli bir
yaşam sürmeleri, iktidarlarının mutlak olduğuna inanmaları her geçen gün
yoksullaşan halkın nezdinde affedilmeyecek bir suç haline gelmektedir.
Patrona
Lakaplı Bir Arnavut
İsyan onun adıyla anılsa da, Patrona Halil’in
yaşamı hakkında çok bir bilgimiz yok. Aslen Arnavutluk’un Horpeşte kasabasından
olduğunu yazan tarihçiler var. Hakkındaki ilk bilgilerimiz, Patrona[1] gemisinde levend olarak vazife görmesinden, hatta bu
gemide bir ayaklanma tertip etmesinden itibaren başlıyor. Yazar, “lakin
planlarında o zaman muvaffak olamamış, levendlikten ayrılarak Rumeli’ye gitmek
mecburiyetinde kalmıştır” dedikten sonra bu suçtan idam cezasına mahkûm
olduğunu belirtiyor. Onu bu cezadan kurtaran, o zamanlar kaptan, 1730 isyanı
sırasında dâmad-ı şehriyârî (padişah damadı) bulunan Abdi Paşa olmuş.
Denildiğine göre, Patrona lakabını da Rumeli’ye, hemşehrilerinin arasına iltica
ettikten sonra almış. Daha sonra onu yeniçeri olarak görüyoruz. Bu dönemde de
yeniçeri isyanlarına elebaşılık yapmış. Fakat bu isyanlar rast gitmemiş, gene
de Halil canını kurtarmayı başarmış.
Münir Aktepe, bu muğlak biyografiyi şöyle
sürdürüyor:
“Patrona
bu defa da evvelâ memleketine gitmiş ve oradan İstanbul’a geçmişti. Sermayesi
ve bir sanatı olmadığından bu şehirde önceleri seyyar satıcılık, eskicilik ve
dellaklık gibi ayak üzeri işler yapıyordu. (…) Tamamen başıboş bir ömür
sürüyordu. Nihayet günün birinde, arkadaşlarından birini öldürdüğü için Galata
voyvodası tarafından yakalandı, hapsolundu, idamına hükmedildi. Fakat bu emrin
tatbiki sırasında Kapdan-ı Deryâ Mustafa Paşa’nın müdahalesiyle ölümden
kurtuldu. (Paşa, Patrona gibi adamları himâye eder.) Bu keyfiyet onun bir takım
karanlık tertipler peşinde koşduğunu da isbat ediyor. Maamâfih, Patrona’nın ilk
isyanında affına sebep olan Kapdan Abdi Paşa da bu esnada vezir ve aynı zamanda
padişahın damadı olarak İstanbul’da bulunmakta idi. (…) Abdi Paşa’nın bir
aralık Patrona ile uyuşması, bu serdengeçtinin İstanbul’da esaslı hamilerinin
bulunduğunu göstermektedir. Patrona Halil, halk arasında gaibden haber veren
bir adam olarak da meşhurdu.”
Sonuç olarak İstanbul’da isyan rüzgârları
esmektedir. Ayaklanmanın nasıl hazırlandığı, kimlerin hangi konaklarda ne gibi
toplantılar yaptığı konularındaki rivayetleri bir kenara bırakırsak, somut
olarak bildiğimiz, isyanın elebaşı kadrosunun, 25 Eylül’de, padişah III. Ahmed
ile devlet erkânı ve ulemanın mevlit kandili nedeniyle Üsküdar’da bulunduğu
sırada toplandığı. Bu toplantıda Patrona Halil’in önder, Muslu Beşe ile Emir
Süleyman’ın yardımcıları olmasına karar verilmiş. Ayrıca kolbaşıları
belirlenmiş.
Dalga
Dalga Ayaklanma
Ayaklanma, 28 Eylül 1730 Perşembe günü, üç kol
halinde bayrak açan ve yalınkılıç Kapalıçarşı’ya dalan zorbabaşıların
kılıçlarını sallayıp şeriat için, haksızlıkların kaldırılması için herkesi
bayrak altına çağırmaları ile başlamış. Çarşı kâhyasına dükkânları kapattırıp
yolları ve kavşakları tutmuşlar. Bir anda büyüyen kalabalık Bahçekapı’ya inip
oradan Divanyolu’na çıkmış ve Etmeydanı’na (Aksaray) yürümüş, Eski Odalar’dan
(yeniçeri kışlası, Saraçhane) geçilirken yeni katılımlar olmuş ve Saraçhane
kapatılmış. Yeniçeri semtlerinde gösteriler yapıp onların da katılmalarını
sağlamaya çalışan isyancıların bir grubu da ateş kayıklarıyla Üsküdar’a geçip
suçlu gördükleri birkaç kişiyi öldürerek Padişah ve Sadrazam’a gözdağı
vermişler.
İsyan için İstanbul’un tenha bir günü seçilmiştir,
devlet daireleri mevlit nedeniyle kapalıdır. Eyleme ilk anda müdahale etmesi
gereken sorumlular ise korktukları için kaçıp gizlenmişlerdir. Tarih yazarı
Necdet Sakaoğlu, “İlk müdahaleyi Yeniçeri Ağası Hasan Ağa yapmak istedi” diyor
ve devam ediyor:
“300
kolcu ile İstanbul sokaklarını dolaşıp önlemler almaya çalışırken yanındakiler
zorla dükkânları kapattırıp herkesi ayaklanmaya katılmaya çağırmaktaydılar.
Durumu kavrayan Hasan Ağa kaçıp saklanmak zorunda kaldı. İstanbul Kaymakamı da
etkili bir önlem almaya yanaşmadı. Bir süre Tersane’de gelişmeleri izlemeye
çalıştı ve kolluk güçlerine padişahtan buyruk gelmedikçe harekette
bulunmamalarını bildirdi. Sonra da Üsküdar’a geçip durumu önemsiz bir olaymış
gibi padişaha aktardı. (…) Akşam padişahın başkanlığında yapılan toplantıda
hiçbir karara varılamadı. Gece padişah ve vezirler korku içinde saraya
geçtiler.”
Bu arada ayaklanmacılar yeniçerilerle uzlaşmış ve
isyanın alametifarikası kazanlar kışlalardan Etmeydanı’na çıkarılmıştır.
Yeniçerileri acemioğlanları izler. Her yere isyan bayrakları dikilir ve yeni
kurallar konulur. Bütün bu olup bitene meşru bir dayanak sağlamak için de
ilmiye sınıfından bazı kişiler Etmeydanı’na getirilir ve İstanbul kadısı
seçilir. İstanbul, Hisarlar ve Galata zindanlarındaki bütün mahkûmlar
salıverilir. Bu arada tabii, nefret edilen veya hınç duyulan kişilerin
konakları da yağmalanır. Eskisinin hükmü kalmadığı için yeni sekbanbaşı,
kulkethüdası ve yeniçeri ağası atanır. Artık İstanbul’da iki yönetim vardır:
Asiler ve saray.
Padişah uzlaşmak için bir heyet gönderir, heyet
saraya 37 kişinin isminin bulunduğu bir liste ile geri döner. İsyancılar bu 37
kişinin kendilerine teslim edilmesini istemektedir. Saray birbirine girer,
herkes kendi başının çaresine düşmüş canını kurtarmanın peşindedir. Padişah son
çare olarak sancak-ı şerifin çıkarılmasını ve ahaliye çağrı yapılmasını ister.
Ancak bu çağrıya pek uyan olmaz, gelmek isteyenler de asiler tarafından
engellenir. İbrahim Paşa son bir hamle ile isyancılar arasına nifak sokmak ister.
Bunlardan bir bölümünün bol para ile serdengeçti yazılmasına teşebbüs edilir.
Fakat bu da bir sonuç vermez.
Lale
Devri’nin Kanlı Sonu
30 Eylül sabahı padişah bir kez daha Patrona’ya
bir heyet gönderir. Taleplerini öğrenmek ister. Asilerin cevabı değişmemiştir:
37 kişinin kellesi istenmektedir. O akşam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve iki
damadı sarayda tutuklanır. İdamları için ulemadan fetva alınır ve mal beyanları
alındıktan sonra boğdurulurlar. Ertesi sabah her birinin cesedi ayrı ayrı öküz
arabalarına konulup saraydan çıkarılırlar. İsyancılara teslim edilen naaşlar
utanç verici bir muamele görür.
1 Ekim günü yeni bir gelişme daha yaşanır. Zülali
Hasan Efendi ile İspirizâde Ahmed Efendi durumu sakinleştirmek için
isyancılarla görüşmeye gider. Ancak bu kişiler kimseyi sakinleştiremedikleri
gibi asilerle padişahı tahttan indirme konusunda anlaşırlar. Saraya dönünce de
padişaha artık istenmediğini bildirirler. III. Ahmed yapacak bir şey
kalmadığını anlar ve o gece tahtı yeğeni I. Mahmud’a bırakır. Bundan sonraki
yaşamı sarayın Kafes Kasrı’nda gözaltında geçecektir.
Patrona Halil, I Mahmud’un ilk günlerinde şehre
egemen olur. Kentin iaşe işleri yoluna girer, asayiş sorunu ortadan kalkar.
Esnaf yağmaya ve baskıya karşı korunur. İsyancılar yalnızca bazı eski
sorumluları cezalandırır. Halk tabakasına hiç dokunulmaz. Münir Aktepe şunları
söylüyor:
“Tayin
etmiş oldukları yeniçeri ağası, bütün ihtimamını şehrin iaşe zorluğuna
düşmemesi için sarfediyordu. Bu adam, esnafın güvenliği için her tarafa
karakollar kurmuş, nizam ve emirlere karşı gelme cesaretini gösterenler,
âsilere mensub dahi olsa, şiddetle cezalandırılmıştı. Görülüyor ki Patrona
Halil (ve arkadaşları), her ne kadar bu vakada vüzerâdan ve ilmiye ricâlinden
birçok kimselerin teşvikile hareket etmişlerse de, bu adamların İstanbul’daki
serseri güruhunu sevk ve idarede büyük bir maharetleri dahi vardı.”
Bu arada sadrazamın koyduğu halkı ezen vergiler de
kaldırılır. Ancak, kısa süre sonra, Patrona Halil yüzlerce adamını yeniçeri
ocağına yazdırmaya, adamlarına mevkiler dağıtmaya, yargısız infazlar yapmaya
başlayınca işler karışır. Asilerin bir bölümü hızla zenginleşmeye, gümrükleri,
çarşıyı yönetmeye başlar. Silahlı adamlar ortalıkta dolaşmakta, halkı terörize
etmektedir. Hepsinden ötesi, padişahın atamalarına dahi müdahale etmeye
kalkarlar.
Saray bunları ortadan kaldırmayı düşünmeye başlar.
25 Kasım günü bir tören bahane edilerek Patrona Halil ve beş arkadaşı saraya
çağrılırlar. Tören tuzaktan başka bir şey değildir. Padişahın huzuruna
çıkacakları bahanesiyle silahları alınan asiler çok bir direniş gösteremeden
saray ağaları tarafından öldürülürler. Az sayıdaki korumalarının da akıbeti
değişmez. Bunu duyan Patrona yandaşları dağılır.
Ancak devlet erkânı tedbiri elden bırakmaz.
Patrona’nın şu sözü unutulmamıştır: “Beni veya adamlarımı öldürenler
karşılarında on bin arnavudu bulacaklardır. İstanbul’u yakıp kül edeceğiz.” Bu
söz boş bir söz değildir. Pek çok Arnavut hamamlarda çalışmaktadır ve
istedikleri zaman yangın çıkarabilirler. Neyse korkulan olmaz, ama Arnavutlara
hamamda çalışma yasağı gelir.
Ahmet
Eken
28 Eylül 2019
Kaynak
Dipnot
[1] Osmanlı donanmasındaki kalyon filosunun
komutanına ve gemisine Kapudâne,
ondan sonra gelen ikinci komutan ve gemisine Patrona adı verilmişti. Üçüncü rütbeli kalyon kaptanı ve gemisine
ise Riyâle deniyordu.
Kaynakça
M. Münir Aktepe, Patrona İsyanı, İst., 1958.
Necdet Sakaoğlu, “Patrona Halil Ayaklanması”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 6,
İst., 1994.
Necdet Sakaoğlu, “Lale Devri”, DB İstanbul Ansiklopedisi, Cilt: 5,
İst., 1994.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Büyük Osmanlı Tarihi, Cilt: IV, Ankara, 1988.
0 Yorum:
Yorum Gönder