Arap
dünyasında ve İran’da komünist hareket, bölgenin kendisi gibi karmaşık bir
nitelik arz eder ve birden fazla veçheye sahiptir.
Osmanlı
ve Kaçar imparatorlukları, giderek genişleyen Avrupa’nın kültürel, toplumsal,
askerî ve ekonomik baskılarına maruz kalırlar. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı
sarayı, Avrupa’nın satranç tahtasında basit bir piyona dönüşür. “Doğu Sorunu”,
Avrupa siyasetine uzun süre yön verir. Birinci Dünya Savaşı’nın ana
sebeplerinden biri, bu sorundur. İran ise Britanya ve Rusya’nın nüfuzu
altındadır.
Osmanlı
ve belirli ölçüde Kaçarlar, modernleşmeye ve batılılaşmaya karar verir. Burada
amaç, askerî sahada değilse bile ekonomi ve bilim sahasında oluşan açığı
kapatmaktır. Modernleşme sürecinin denetlenmesi için batılı uzmanlar getirilir.
Çok sayıda Osmanlı yurttaşı, yeni fikirleri öğrensinler diye yurtdışına
gönderilir. Doğu ile batı arasındaki etkileşim arttıkça Fransız Devrimi’nin
ürettiği 1848-49 ayaklanmalarında, ardından Paris Komünü sırasında sınanmış
yeni devrimci fikirler, Ortadoğu’ya doğru yol alırlar.
İlk
olarak bu fikirler, temelde İskenderiye, Beyrut ve İstanbul gibi şehirlerde
yaşayan Avrupalı topluluklar arasında yayılır. İran’da yeni fikirler, Rusya
sınırındaki Azerbaycan’da yayılmaya başlar. Arap dünyasına ve İran’a komünist
ve sosyalist fikirlerin yayılması, modernleşme sürecinde bölgenin batıya teslim
oluşuyla ilgili bir gelişmedir. Bölgenin batıya teslim olmasına yol açan
toplumsal, ekonomik, politik ve askerî sistem, bir yandan da bu sisteme karşı
koymak için gerekli ideolojiyi de üretmiştir.
Süreç
içerisinde komünizm, özünde Avrupalı bir fikir olarak görülür ve ona şüpheyle
yaklaşılır. Komünist fikirlerin yayılması noktasında milliyetçilik ve din,
dalgakıran görevi görür. Ama gene de yirminci yüzyıl boyunca komünizm, bölge
geneline yayılır ve halktan ciddi bir destek görür. Fakat Sovyetler’in
çıkarları ile bölgedeki milliyetçilik, bu fikir ve hareket karşısında galebe
çalar.
Esasen
Avrupa’ya has olan sosyalist fikirler, ilk başta Fransız, İtalyan, Rus ve
İngiliz işçiler arasında yayılır. Henüz sosyalist eserler, Arapçaya, Farsçaya
veya bölgenin herhangi bir diline tercüme edilmiş değildir. Bu da doğalında
sosyalist fikirlerin dar bir grubun dışına çıkmasına mani olur, zira bölge
halkları Avrupa dillerine hâkim değildir.
Öte
yandan belirli tarihsel ve dinsel sebeplere bağlı olarak, Avrupa dillerini
bilen kimi gayrimüslim kesimleri mevcuttur. Mısır’da Kıptiler, Lübnan’da
Marunîler, Mezopotamya’da Süryani-Keldaniler ve Anadolu dâhil tüm bölgeye
yayılmış olan Ermeniler, büyük şehirlerin önemli bir kısmında yaşamakta olan
Yahudiler, dinsel, kültürel veya ekonomik sebeplere bağlı olarak Batılı
güçlerle uzun süredir ilişki içerisindedirler. Antik dünyanın metinlerini
tercüme edip aktaran yedinci ve sekizinci yüzyıl âlimleri gibi bölgedeki
azınlıklar da yeni fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynarlar.
Sosyalizm,
sonrasında komünizmle ilgili zengin literatürü aktaranların yüzleştikleri en
önemli açmaz, terimlerin çevirisi ile ilgilidir. Avrupa’nın felsefe
geleneğinden beslenen, oranın kültürel dili olan Latinceden türetilmiş
fikirlerin Arapçaya ve diğer bölge dillerine anlam kaybına uğramaksızın
aktarılması, önemli bir meseledir.
İlk
başta “socialism” sözcüğü “sosyalizm” olarak telaffuz edilmiş, yazıya bu
şekilde aktarılmıştır. İran ve Türkiye’de bu türden bir uygulama söz konusu
iken Arapçada “iştirakiyye” kelimesi kullanılmıştır.
Şrk
kökünden türeyen iştirakiyye’nin kök anlamı, “paylaşmak”, “işbirliği
yapmak” veya “ortaklık kurmak”tır. Paylaşım ve işbirliği, sosyalist düşüncenin
temel bileşenleri olduğu için iştirakiyye uygun bir çeviri olarak kabul
edilmiştir.
Fakat
felsefî düşüncelerin bir sosyokültürel bağlamdan diğerine, farklı bir dil
ailesinden diğerine aktarılması veya çevrilmesindeki asıl güçlük, yan
anlamlarla ilgilidir. İştirakiyye ve diğer birçok felsefî terimin yan
anlamları İslamî (ve Doğu Hristiyanlığına ait) sosyokültürel bağlamdan
beslenir. Örneğin şirketle iştirakiyyenin kökü birdir. Şarika ise
Hristiyan geleneğindeki “komünyon”u ifade eder. Her iki yan anlam yanlış bir
izlenime yok açar. Aynı kökten gelen “şirk” terimi ise çoktanrıcılığı ve
putperestliği anlatır.
Aynı
sorun “komünizm” terimi için de söz konusudur. İran’da komünizm olarak
kullanılırken Araplar bu kelimeyi şuyuiyye olarak tercüme etmişlerdir. Şuyuiyye
ise kök itibarıyla “yayılmak” anlamına gelir. Şuyu kelimesinden
türetilmiş olan kelime, bağlamına göre değişmekle birlikte, “yayılmak”,
“kamusallık” veya “(haberlerin) dolaşım(ı)” gibi anlamlara sahiptir.
“Kolektivizm”
terimi ise işa’ah kökünden türer. Bunun sebebini İslam tarihinde aramak
gerekmektedir. Muşa, şeriatta ortak veya müşterek mülkiyet biçimini
ifade eder. Muşa toprakları, genelde kolektif mülkiyete tabi kabile veya
köy arazileridir. Bu uygulama, Marx’taki “ilkel komünizm” anlayışında dile
getirilen ortaklık biçimlerini anımsatır. Marx ve Engels’e göre ilkel komünizm,
toplumların gelişim tarihinde kendi başına bir aşamadır. Onu köleci toplumlar
takip etmiştir.[1]
Gelgelelim
kavramın din ve kabile kaynaklı anlamları yanlış bir izlenime yol açar. Şuyuiyye
kelimesinin köküyle Ali taraftarları anlamına gelen Şia’nın kökü aynıdır.
Komünist anlamına gelen “şuyui”, Şii gibi telaffuz edilir.[2] Bu dilsel
bağ üzerinden bir de komünizm, Irak ve Lübnan gibi yerlerde Şii cemaati
içerisinde destek bulunca komünizm, bölgenin hâkim mezhebi olan Sünniliğe karşı
koyan bir “azınlık ideolojisi” olarak anlaşılmıştır.[3]
Politika
ve felsefe sahasında İslam’ın hâkim olduğu koşullarda komünizm ve sosyalizm
gibi terimlere karşılık olarak seçilen kelimelerin dinî anlamlara sahip olması,
gayet doğal bir durumdur. İran’da ise farklı bir yol tercih edilmiş, bu tür
terimler tercüme edilmemiş, ama bu sefer de bu terimler halktan kabul görmemiş,
öte yandan İran, kelimelerin din ve İslam geleneğiyle bağının yaratacağı
güçlükten kurtulmuştur.
Ortadoğu’da
iki tür hareket vardır. Biri, Ekim Devrimi’nin, Komintern’in, dünya devriminin
evrensel düşüncelerini takip eder. Diğer hareketse Ortadoğu gerçekliğini,
emperyalizmi, milliyetçiliği ve dini dikkate alır. Komintern çizgisi,
“ideolojik saflığı” esas alır, “proletarya diktatörlüğü” meselesini öne
çıkartır, “proleter enternasyonalizmi”ni savunur.
İkinci
çizgide kabilecilik, dinî bağnazlık ve modernite mücadelesi vardır. Şiarı
enternasyonalizm değil, milliyetçiliktir. Komünizmin öncüsü, sayıca az olan
proletarya değil, efendiyye denilen meslek sahibi sınıflara mensup
kişiler ve aydınlardır.
Bu
anlamda İran’da ve Arap dünyasında birbiriyle uyumsuz iki hikâyeden söz
edilebilir. Birine yön veren Moskova’dır ve bu hatta bağlı olanlar, Rus
komünistlerinin başarılarını taklit etmeye çalışırlar. Diğer hikâyede ise
Ortadoğu’da esen rüzgârlara göre hareket edilir, Moskova yerine Kahire, Şam ve
Bağdat’ın öncülüğüne bakılır.
Birinci
Dünya Savaşı Ortadoğu üzerinde felâketlere yol açmıştır. Savaş esnasında
Almanya’dan yana saf tutan Osmanlı yenilmiş, “Doğu Sorunu” zor yoluyla, hepten
çözüme kavuşturulmuştur. İmparatorluk dağılmış, Britanya, Fransa, İtalya ve ABD
muzaffer devletler olarak yeni mandalar inşa etmiş, hepsi de Milletler Cemiyeti
himayesinde kurulmuştur.
Irak,
Ürdün ve Filistin İngilizlerin mandası olmuş, ayrıca 1882’de işgal edilen Mısır
himaye edilen devlet statüsü elde etmiştir. Fransa, Suriye ve Lübnan’ı kontrol
altına almıştır. İran, imparatorluk bakiyesini korumuş, ama İngiliz nüfuzu ile
birlikte ülke yarı bağımsız bir devlet hâline gelmiştir. Bunun en açık ispatı
ise 1925’te Kaçar hanedanlığının İngiliz destekli askerî darbe ile sona
erdirilmesidir. Darbeyi yapan Rıza Han, sonrasında kendisini şah ilân etmiş,
Pehlevi hanedanlığını kurmuştur.[4]
Arapça
konuşulan ülkelerde milliyetçi fikirler, bu dönemde kök bulmaya başlamıştır.[5]
Savaş esnasında Britanya’nın desteğiyle Mekkeli Şerif Hüseyin, Arap isyanını
başlatmış, kendisine savaşın sona ermesi ardından “bağımsız bir Arap krallığı”
vaat edilmiştir. Fakat Fransızlara verilen vaatler, Siyonistlere verilen sözler
üzerinden Arapların kontrolündeki saha iyice küçülmüştür. Uzlaşmacı bir
tutumla, kimseyi tatmin etmeyen bir çözüm yolu bulunmuş, Şerif Hüseyin’in oğlu
Faysal Irak’a, diğer oğlu Abdullah ise Ürdün’e kral olmuştur. Suriye ve Lübnan
ise Fransızlara verilmiş, Filistin Yahudilere “ulusal yurt” olarak teslim
edilmiştir.
Bu
türden dolaplar üzerinden, ayrıca sözünde durmaması sebebiyle Britanya’ya
yönelik öfke artmış, Osmanlı’nın yıkılması ile oluşan olumlu hava, kısa sürede
dağılmıştır. Arap milliyetçiliğinin merkezi olan Suriye’yi gasp ettiği için
Fransızlara öfkelenen Araplar, Siyonistlerin Filistin’e yerleşmesiyle birlikte
anti-emperyalist milliyetçilik çizgisine bağlanmış, bu hâkim görüş, halkın tüm
bilinçli kesimlerinde belirleyici hâle gelmiştir.[6]
1905-07
Anayasa Devrimi’nden beri devam eden modernleşme sürecinin yol açtığı hayal
kırıklığı ile boğuşan İran, Britanya’nın içişlerine karışması, ülkedeki
kapitalist işletmeler konusunda kendi lehine anlaşma maddeleri dayatması
sebebiyle bu ülkeye karşı öfke duymaya başlamış, bu duygu, tüm politik
yönelimlere hâkim olmuştur.
İnsanlar,
yeni düzene karşı süren direniş etrafında bir araya gelmişlerdir. 1919’da
Mısır’da bir “devrim” patlak verdiği dönemde Saad Zağlul ve destekçilerinin
Versay’daki barış görüşmelerine heyet göndermelerine izin verilmemiştir. Ertesi
yıl Filistin’de Yahudi karşıtı isyanlara tanık olunmuş, Nisan 1920’de
düzenlenen San Remo Konferansı’nda Irak’ın manda statüsü teyit edilmiş, yaz ile
birlikte tüm ülke, kapsamlı bir ayaklanma ile sarsılmıştır.
Suriye’de
ise manda sistemi onay almamış, Fransızlar, böl-yönet taktiklerini ısrarla
uygulamayı sürdürmüş, sonuçta Suriye mezhep ve dine göre bölünmüş, bu kazan,
1925-1927 arasında patlak veren ayaklanmaya dek kaynamaya devam etmiştir.
Johan Franzén
[Kaynak:
The Cambridge History of Communism, Cilt II, Yayına Hazırlayanlar:
Norman Naimark, Silvio Pons ve Sophie Quinn-Judge, Cambridge University Press,
2017, s. 544-549.]
Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz. Friedrich Engels, The Origin of Family, Private Property
and the State (Zürih, 1884).
[2]
Bu terimlerin tüm türevleri için bkz. Hans Wehr, A Dictionary of Modern
Written Arabic (Beyrut: Librairie du Liban, 1980).
[3]
Bu meseleyle ilgili olarak bkz. Silvia Naef, “Shi’i–Shuyu’i or: How to Become a
Communist in a Holy City,” Yayına Hz.: R. Brunner ve W. Ende, The Twelver
Shia in Modern Times: Religious Culture and Political History içinde
(Leiden: Brill, 2001), s. 255–67.
[4]
Bkz. Cyrus Ghani, Iran and the Rise of Reza Shah: From Qajar Collapse to
Pahlavi Power (Londra: I. B. Tauris, 1998).
[5]
Arap milliyetçiliğinin gelişimiyle ilgili bir tartışma için bkz. Albert
Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798–1939 (Oxford: Oxford
University Press, 1962).
[6]
Bkz. Timothy J. Paris, Britain, the Hashemites and Arab Rule: The Sherifian
Solution (Londra: Frank Cass, 2003).