03 Eylül 2021

,

Arap Dünyasında ve İran’da Komünizm

Arap dünyasında ve İran’da komünist hareket, bölgenin kendisi gibi karmaşık bir nitelik arz eder ve birden fazla veçheye sahiptir.

Osmanlı ve Kaçar imparatorlukları, giderek genişleyen Avrupa’nın kültürel, toplumsal, askerî ve ekonomik baskılarına maruz kalırlar. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı sarayı, Avrupa’nın satranç tahtasında basit bir piyona dönüşür. “Doğu Sorunu”, Avrupa siyasetine uzun süre yön verir. Birinci Dünya Savaşı’nın ana sebeplerinden biri, bu sorundur. İran ise Britanya ve Rusya’nın nüfuzu altındadır.

Osmanlı ve belirli ölçüde Kaçarlar, modernleşmeye ve batılılaşmaya karar verir. Burada amaç, askerî sahada değilse bile ekonomi ve bilim sahasında oluşan açığı kapatmaktır. Modernleşme sürecinin denetlenmesi için batılı uzmanlar getirilir. Çok sayıda Osmanlı yurttaşı, yeni fikirleri öğrensinler diye yurtdışına gönderilir. Doğu ile batı arasındaki etkileşim arttıkça Fransız Devrimi’nin ürettiği 1848-49 ayaklanmalarında, ardından Paris Komünü sırasında sınanmış yeni devrimci fikirler, Ortadoğu’ya doğru yol alırlar.

İlk olarak bu fikirler, temelde İskenderiye, Beyrut ve İstanbul gibi şehirlerde yaşayan Avrupalı topluluklar arasında yayılır. İran’da yeni fikirler, Rusya sınırındaki Azerbaycan’da yayılmaya başlar. Arap dünyasına ve İran’a komünist ve sosyalist fikirlerin yayılması, modernleşme sürecinde bölgenin batıya teslim oluşuyla ilgili bir gelişmedir. Bölgenin batıya teslim olmasına yol açan toplumsal, ekonomik, politik ve askerî sistem, bir yandan da bu sisteme karşı koymak için gerekli ideolojiyi de üretmiştir.

Süreç içerisinde komünizm, özünde Avrupalı bir fikir olarak görülür ve ona şüpheyle yaklaşılır. Komünist fikirlerin yayılması noktasında milliyetçilik ve din, dalgakıran görevi görür. Ama gene de yirminci yüzyıl boyunca komünizm, bölge geneline yayılır ve halktan ciddi bir destek görür. Fakat Sovyetler’in çıkarları ile bölgedeki milliyetçilik, bu fikir ve hareket karşısında galebe çalar.

Esasen Avrupa’ya has olan sosyalist fikirler, ilk başta Fransız, İtalyan, Rus ve İngiliz işçiler arasında yayılır. Henüz sosyalist eserler, Arapçaya, Farsçaya veya bölgenin herhangi bir diline tercüme edilmiş değildir. Bu da doğalında sosyalist fikirlerin dar bir grubun dışına çıkmasına mani olur, zira bölge halkları Avrupa dillerine hâkim değildir.

Öte yandan belirli tarihsel ve dinsel sebeplere bağlı olarak, Avrupa dillerini bilen kimi gayrimüslim kesimleri mevcuttur. Mısır’da Kıptiler, Lübnan’da Marunîler, Mezopotamya’da Süryani-Keldaniler ve Anadolu dâhil tüm bölgeye yayılmış olan Ermeniler, büyük şehirlerin önemli bir kısmında yaşamakta olan Yahudiler, dinsel, kültürel veya ekonomik sebeplere bağlı olarak Batılı güçlerle uzun süredir ilişki içerisindedirler. Antik dünyanın metinlerini tercüme edip aktaran yedinci ve sekizinci yüzyıl âlimleri gibi bölgedeki azınlıklar da yeni fikirlerin yayılmasında önemli bir rol oynarlar.

Sosyalizm, sonrasında komünizmle ilgili zengin literatürü aktaranların yüzleştikleri en önemli açmaz, terimlerin çevirisi ile ilgilidir. Avrupa’nın felsefe geleneğinden beslenen, oranın kültürel dili olan Latinceden türetilmiş fikirlerin Arapçaya ve diğer bölge dillerine anlam kaybına uğramaksızın aktarılması, önemli bir meseledir.

İlk başta “socialism” sözcüğü “sosyalizm” olarak telaffuz edilmiş, yazıya bu şekilde aktarılmıştır. İran ve Türkiye’de bu türden bir uygulama söz konusu iken Arapçada “iştirakiyye” kelimesi kullanılmıştır.

Şrk kökünden türeyen iştirakiyye’nin kök anlamı, “paylaşmak”, “işbirliği yapmak” veya “ortaklık kurmak”tır. Paylaşım ve işbirliği, sosyalist düşüncenin temel bileşenleri olduğu için iştirakiyye uygun bir çeviri olarak kabul edilmiştir.

Fakat felsefî düşüncelerin bir sosyokültürel bağlamdan diğerine, farklı bir dil ailesinden diğerine aktarılması veya çevrilmesindeki asıl güçlük, yan anlamlarla ilgilidir. İştirakiyye ve diğer birçok felsefî terimin yan anlamları İslamî (ve Doğu Hristiyanlığına ait) sosyokültürel bağlamdan beslenir. Örneğin şirketle iştirakiyyenin kökü birdir. Şarika ise Hristiyan geleneğindeki “komünyon”u ifade eder. Her iki yan anlam yanlış bir izlenime yok açar. Aynı kökten gelen “şirk” terimi ise çoktanrıcılığı ve putperestliği anlatır.

Aynı sorun “komünizm” terimi için de söz konusudur. İran’da komünizm olarak kullanılırken Araplar bu kelimeyi şuyuiyye olarak tercüme etmişlerdir. Şuyuiyye ise kök itibarıyla “yayılmak” anlamına gelir. Şuyu kelimesinden türetilmiş olan kelime, bağlamına göre değişmekle birlikte, “yayılmak”, “kamusallık” veya “(haberlerin) dolaşım(ı)” gibi anlamlara sahiptir.

“Kolektivizm” terimi ise işa’ah kökünden türer. Bunun sebebini İslam tarihinde aramak gerekmektedir. Muşa, şeriatta ortak veya müşterek mülkiyet biçimini ifade eder. Muşa toprakları, genelde kolektif mülkiyete tabi kabile veya köy arazileridir. Bu uygulama, Marx’taki “ilkel komünizm” anlayışında dile getirilen ortaklık biçimlerini anımsatır. Marx ve Engels’e göre ilkel komünizm, toplumların gelişim tarihinde kendi başına bir aşamadır. Onu köleci toplumlar takip etmiştir.[1]

Gelgelelim kavramın din ve kabile kaynaklı anlamları yanlış bir izlenime yol açar. Şuyuiyye kelimesinin köküyle Ali taraftarları anlamına gelen Şia’nın kökü aynıdır. Komünist anlamına gelen “şuyui”, Şii gibi telaffuz edilir.[2] Bu dilsel bağ üzerinden bir de komünizm, Irak ve Lübnan gibi yerlerde Şii cemaati içerisinde destek bulunca komünizm, bölgenin hâkim mezhebi olan Sünniliğe karşı koyan bir “azınlık ideolojisi” olarak anlaşılmıştır.[3]

Politika ve felsefe sahasında İslam’ın hâkim olduğu koşullarda komünizm ve sosyalizm gibi terimlere karşılık olarak seçilen kelimelerin dinî anlamlara sahip olması, gayet doğal bir durumdur. İran’da ise farklı bir yol tercih edilmiş, bu tür terimler tercüme edilmemiş, ama bu sefer de bu terimler halktan kabul görmemiş, öte yandan İran, kelimelerin din ve İslam geleneğiyle bağının yaratacağı güçlükten kurtulmuştur.

Ortadoğu’da iki tür hareket vardır. Biri, Ekim Devrimi’nin, Komintern’in, dünya devriminin evrensel düşüncelerini takip eder. Diğer hareketse Ortadoğu gerçekliğini, emperyalizmi, milliyetçiliği ve dini dikkate alır. Komintern çizgisi, “ideolojik saflığı” esas alır, “proletarya diktatörlüğü” meselesini öne çıkartır, “proleter enternasyonalizmi”ni savunur.

İkinci çizgide kabilecilik, dinî bağnazlık ve modernite mücadelesi vardır. Şiarı enternasyonalizm değil, milliyetçiliktir. Komünizmin öncüsü, sayıca az olan proletarya değil, efendiyye denilen meslek sahibi sınıflara mensup kişiler ve aydınlardır.

Bu anlamda İran’da ve Arap dünyasında birbiriyle uyumsuz iki hikâyeden söz edilebilir. Birine yön veren Moskova’dır ve bu hatta bağlı olanlar, Rus komünistlerinin başarılarını taklit etmeye çalışırlar. Diğer hikâyede ise Ortadoğu’da esen rüzgârlara göre hareket edilir, Moskova yerine Kahire, Şam ve Bağdat’ın öncülüğüne bakılır.

Birinci Dünya Savaşı Ortadoğu üzerinde felâketlere yol açmıştır. Savaş esnasında Almanya’dan yana saf tutan Osmanlı yenilmiş, “Doğu Sorunu” zor yoluyla, hepten çözüme kavuşturulmuştur. İmparatorluk dağılmış, Britanya, Fransa, İtalya ve ABD muzaffer devletler olarak yeni mandalar inşa etmiş, hepsi de Milletler Cemiyeti himayesinde kurulmuştur.

Irak, Ürdün ve Filistin İngilizlerin mandası olmuş, ayrıca 1882’de işgal edilen Mısır himaye edilen devlet statüsü elde etmiştir. Fransa, Suriye ve Lübnan’ı kontrol altına almıştır. İran, imparatorluk bakiyesini korumuş, ama İngiliz nüfuzu ile birlikte ülke yarı bağımsız bir devlet hâline gelmiştir. Bunun en açık ispatı ise 1925’te Kaçar hanedanlığının İngiliz destekli askerî darbe ile sona erdirilmesidir. Darbeyi yapan Rıza Han, sonrasında kendisini şah ilân etmiş, Pehlevi hanedanlığını kurmuştur.[4]

Arapça konuşulan ülkelerde milliyetçi fikirler, bu dönemde kök bulmaya başlamıştır.[5] Savaş esnasında Britanya’nın desteğiyle Mekkeli Şerif Hüseyin, Arap isyanını başlatmış, kendisine savaşın sona ermesi ardından “bağımsız bir Arap krallığı” vaat edilmiştir. Fakat Fransızlara verilen vaatler, Siyonistlere verilen sözler üzerinden Arapların kontrolündeki saha iyice küçülmüştür. Uzlaşmacı bir tutumla, kimseyi tatmin etmeyen bir çözüm yolu bulunmuş, Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal Irak’a, diğer oğlu Abdullah ise Ürdün’e kral olmuştur. Suriye ve Lübnan ise Fransızlara verilmiş, Filistin Yahudilere “ulusal yurt” olarak teslim edilmiştir.

Bu türden dolaplar üzerinden, ayrıca sözünde durmaması sebebiyle Britanya’ya yönelik öfke artmış, Osmanlı’nın yıkılması ile oluşan olumlu hava, kısa sürede dağılmıştır. Arap milliyetçiliğinin merkezi olan Suriye’yi gasp ettiği için Fransızlara öfkelenen Araplar, Siyonistlerin Filistin’e yerleşmesiyle birlikte anti-emperyalist milliyetçilik çizgisine bağlanmış, bu hâkim görüş, halkın tüm bilinçli kesimlerinde belirleyici hâle gelmiştir.[6]

1905-07 Anayasa Devrimi’nden beri devam eden modernleşme sürecinin yol açtığı hayal kırıklığı ile boğuşan İran, Britanya’nın içişlerine karışması, ülkedeki kapitalist işletmeler konusunda kendi lehine anlaşma maddeleri dayatması sebebiyle bu ülkeye karşı öfke duymaya başlamış, bu duygu, tüm politik yönelimlere hâkim olmuştur.

İnsanlar, yeni düzene karşı süren direniş etrafında bir araya gelmişlerdir. 1919’da Mısır’da bir “devrim” patlak verdiği dönemde Saad Zağlul ve destekçilerinin Versay’daki barış görüşmelerine heyet göndermelerine izin verilmemiştir. Ertesi yıl Filistin’de Yahudi karşıtı isyanlara tanık olunmuş, Nisan 1920’de düzenlenen San Remo Konferansı’nda Irak’ın manda statüsü teyit edilmiş, yaz ile birlikte tüm ülke, kapsamlı bir ayaklanma ile sarsılmıştır.

Suriye’de ise manda sistemi onay almamış, Fransızlar, böl-yönet taktiklerini ısrarla uygulamayı sürdürmüş, sonuçta Suriye mezhep ve dine göre bölünmüş, bu kazan, 1925-1927 arasında patlak veren ayaklanmaya dek kaynamaya devam etmiştir.

Johan Franzén

[Kaynak: The Cambridge History of Communism, Cilt II, Yayına Hazırlayanlar: Norman Naimark, Silvio Pons ve Sophie Quinn-Judge, Cambridge University Press, 2017, s. 544-549.]

Dipnotlar:
[1] Örneğin bkz. Friedrich Engels, The Origin of Family, Private Property and the State (Zürih, 1884).

[2] Bu terimlerin tüm türevleri için bkz. Hans Wehr, A Dictionary of Modern Written Arabic (Beyrut: Librairie du Liban, 1980).

[3] Bu meseleyle ilgili olarak bkz. Silvia Naef, “Shi’i–Shuyu’i or: How to Become a Communist in a Holy City,” Yayına Hz.: R. Brunner ve W. Ende, The Twelver Shia in Modern Times: Religious Culture and Political History içinde (Leiden: Brill, 2001), s. 255–67.

[4] Bkz. Cyrus Ghani, Iran and the Rise of Reza Shah: From Qajar Collapse to Pahlavi Power (Londra: I. B. Tauris, 1998).

[5] Arap milliyetçiliğinin gelişimiyle ilgili bir tartışma için bkz. Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age 1798–1939 (Oxford: Oxford University Press, 1962).

[6] Bkz. Timothy J. Paris, Britain, the Hashemites and Arab Rule: The Sherifian Solution (Londra: Frank Cass, 2003).