23 Eylül 2021

, ,

Emperyalist Feminizm ve Yugoslavya


Tıpkı on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi, yakın dönemde yürütülmeye başlanan terörle küresel mücadele bağlamında da feminizm, bir kez daha emperyalizmin hizmetine girdi.

Dolores E. Janiewski’nin de tespit ettiği biçimiyle ABD’deki beyaz feminist yazarlar, ABD’ye bir imparatorluk olarak karşı çıkmadılar, ABD feminizminin onun bünyesinde oynadığı role hiç itiraz etmediler.[1] Peki neden?

Britanya’da siyahî feministlerin “emperyalist feminizm” kavramını ta seksenlerin başında gündeme getirdiği koşullarda[2] ABD’li feministler, Chandra Mohanty ve Jacqui Alexander gibi Üçüncü Dünya feminizmi çalışan akademisyenler ve Hazel Carby gibi Afrikalı-Amerikalı yazarlar haricinde, bu sürece tek laf etmediler.

O hâlde ABD’de kadın çalışmaları yapan akademisyenleri ikiye ayırmak mümkün. Bir grup, ABD’nin demokrasi olduğu öncülü üzerinden yazılar yazıyor. Hâkim feminist aktivizm de bu demokrasiyi dünyaya yaymak için çalışıyor. Martha Nussbaum ve Jean Bethke Elshtain, bu kategoriye giriyor.

Nussbaum, kadın haklarının savunulması için ABD’nin başka ülkelere müdahale etmesi fikrini savunuyor ve bu bağlamda kendisi şu tür laflar edebiliyor: “Kadınların politik süreçlerden tümüyle dışlanması, ekonomik yaptırımlar veya başka türden baskı biçimleri için gerekli ahlakî zemini sağlıyor.”[3]

Buna karşılık, Alexander, Carby, Mohanty, ve Zillah R. Eisenstein gibi isimlerin yer aldığı ikinci grupsa ABD’deki anaakım feminizmi ABD’nin küresel hegemonyasının bir parçası olarak anlıyor.[4]

Terörle mücadele, anaakım feminizmin ABD dış politikası için faydalı hâle geldiği ilk zemin değil. Bu, aslında oldukça karmaşık bir mesele. Hukuk çalışan feminist akademisyenler ve onlara katkı sunan başka isimler, kadın hakları davasının yaygınlaşması için yoğun araştırmalar ve birçok eylem yaptılar, bu da tüm uluslararası hukuk alanını dönüştürdü. Savaş esnasında yaşanan tecavüz vakaları insanlığa karşı suç kapsamına alındı ki bu, dünya için önemli bir gelişmeydi.

Ne var ki bu çalışmaların bir bölümü, ABD dış politikasının belirlenen hedeflerine paralel yürütüldü. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı, ülkeleri düzenli olarak insan hakları sicillerine göre sıralıyor. Bu değerlendirmede insan hakları, genelde ekonomik veya toplumsal haklardan ziyade politik hakları ifade ediyor. Kadın hakları meselesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri uluslararası planda süren tartışmaya dâhil ediliyor. Fakat ABD dış politikası bağlamında kadın hakları, “insanî emperyalizm” cephaneliğine dâhil ediliyor.

Bu noktada Yugoslavya devletinin bölünmesiyle sonuçlanan savaşlara bakmakta fayda var.[5] ABD’deki hâkim görüşe göre biz Yugoslavya’ya, orada oluşması muhtemel felâkete mani olmak ve Miloseviç liderliğinde Sırpların uyguladığı şiddeti sonlandırmak amacıyla müdahale ettik. Şubat 1999’da Fransa’nın Rambouillet kentinde düzenlenen ve başarısızlıkla neticelenen barış görüşmesi ardından ABD, 24 Mart-10 Haziran 1999 tarihleri arasında NATO himayesinde yoğun bir hava saldırısı gerçekleştirmek zorunda kaldı. Bize söylenen bu.

Ama burada başka bir yorum üzerinde durmak gerekiyor: Aslında Yugoslavya savaşı, Sovyetler’in ve Doğu Avrupa’daki müttefiklerinin yıkılması sonrası, Avrupa’daki yarı sosyalist devletlerin yönettiği ulusal kalkınma pratiğinin geriye kalan tek kalesi olan Yugoslavya’nın karma ekonomisini ortadan kaldırma amacını güden Avrupa ve Amerika’nın yürüttüğü faaliyetlerin bir parçası idi. Savaş, aynı zamanda Balkanlar’daki doğal kaynaklara erişim imkânı elde etme amacıyla yapılmıştı.[6]

Çok farklı etnik yapıların meydana getirdiği bir federasyon olarak Yugoslavya’nın gene etnisite ile tarif edilmiş farklı devletlere bölünme sürecinin hikâyesi, epey karmaşık bir hikâyedir. Bu sürece eski federasyon içinde yer alan devletlerin milliyetçi liderleri, hem de Almanya, İngiltere ve ABD gibi dış güçler, kendi çıkarları adına dâhil olmuşlardır.

Uzun zaman ülkenin başında bulunan Josip Broz Tito’nun Mayıs 1980’de ölmesi ve ülkenin IMF ile yapısal uyum sürecine girmesi ardından Yugoslavya, sağlık hizmetlerinin ücretsiz olduğu, ortalama yaşam süresinin uzun seyrettiği birleşik, müreffeh ve çok etnisiteli federasyondan, işsizliğin ve enflasyonun tırmandığı bir duruma geçiş yaptı. Bu gelişmeyi karışıklık, iç savaşlar, etnik temizlik amacı güden saldırılar izledi. Bilhassa Bosna Hersek, bu süreçte eskiden bir arada yaşayan Müslümanların, Katoliklerin ve diğer dinî-etnik grupların ayrıştığı bir açık hava hapishanesi hâlini aldı.

Balkan coğrafyasındaki iç savaşlar, Hırvatistan ve Slovenya’nın 1991’de Yugoslavya federasyonundan ayrılması ile başladı. Yugoslav ordusunun bu ayrılma girişimlerinin karşısına güç kullanarak çıkmasıyla savaşın fitili ateşlenmiş oldu. Tüm bu savaşların sonunda, kanlı iç çatışmalarla geçen sürecin ardından, Yugoslavya dağıldı.

Bu dönemde ABD, Aliya İzzetbegoviç’in Bosna Hersek’te, Franjo Tudjman’ın Hırvatistan’da kurdukları devletlere destek sunmak için CIA personelini ve emekli Amerikan askerlerini kullandı. ABD, aynı zamanda Sırbistan’dan belirli bir bölgeyi kopartma gayreti içinde olan, bu amaç doğrultusunda uyuşturucu kaçakçılığı gibi faaliyetlere adı karışan Kosova Kurtuluş Ordusu’na aktif destek sundu. Almanya gibi ABD de el altından bu orduya hava ve kara gücü desteğinde bulundu, eğitim verdi, hatta askerlerine askerî üniforma dağıttı ama tüm bu gerçekler kamuoyundan gizlendi.[7]

Bu tür gerçekleri aktarmak yerine gazeteciler ve halkla ilişkiler şirketleri üzerinden kapsamlı bir propaganda çalışması yürütüldü. Bu çalışmalar dâhilinde Yugoslavya’da yaşanan süreç, Batılı güçlerin teşvikiyle harekete geçen fırsatçı milliyetçi liderlerin başlattığı bir iç savaş değil, Miloseviç’in öncülük ettiği Sırp milliyetçilerinin yayılmacı harekâtına karşı bir tepki olarak takdim edildi. Yugoslavya’da yaşanan olaylara dair bakış açısını tayin etme noktasında Yugoslavya’nın milli birliği için dövüşen Sırbistan’ın güttüğü dava, gayrimeşru ilân edildi.

“Kosova’daki Arnavut ayrılıkçılar, Hırvat ayrılıkçılar ve Bosnalı Müslümanlar, Sırpları kötülemek, böylelikle mücadelelerinde belirli bir mevzi elde edebilmek için Ruder Finn isminde bir Amerikan halkla ilişkiler şirketini tuttu. Ruder Finn, bu süreçte Amerika’daki Yahudi cemaati türünden belirli cemaatlere yönelik çalışma yürüttü ve onlara Sırpların Nazilere benzediğini söyledi. Ayrıca Hırvat milliyetçilerinin yürüttüğü kampanyada doğrudan feministlere seslenildi ve onlara Sırplar ‘tecavüzcü’ olarak takdim edildi.”[8]

Halkla ilişkiler kampanyasının amacı, Nazi döneminde Yahudilere uygulanan zulümle Bosna’da Bosnalı Sırpların Müslümanlara uyguladıkları zulüm arasında benzerlik kurmak, böylelikle Yahudi cemaatini savaşta taraf kılmaktı. Aynı şekilde Sırp askerlerinin Bosnalı Müslüman kadınlara yönelik toplu tecavüzleri feministlere anlatıldı. Bu sayede feministler ve Yahudiler, Yugoslavya’yı dağıtan Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılmasını destekleyen ABD ve Almanya’nın çizgisine getirildiler.

Ruder Finn Küresel Halkla İlişkiler şirketinin ABD kamuoyunu etkileme noktasında elde ettiği başarı, aslında herkesin bildiği bir sırdı. Balkanlar’da yürütülen işlerden sorumlu çalışanı James Harff, bir Fransız kanalına çıkıp gazeteci Jacques Merlino’ya, “bu operasyonun elde ettiği en büyük başarının Hırvatların ve Bosnalı Müslümanların itibarlarını temize çekmek olduğunu” söyledi. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudilere yönelik zulme iştirak etmiş olan bu iki kesim, böylece imajlarını düzeltmiş, dikkate değer bir mağduriyete kavuşmuştu:

Ağustos 1992’nin ilk günlerinde Long Island’da çıkan Newsday isimli gazete, o vakitler Zagrep’te bulunan Bonn muhabiri Roy Gutmann’ın geçtiği haberleri yayınladı. Gutmann orada, Sırpların Bosna’da kurduğu toplama kamplarındaki korkunç koşullardan bahsediyordu. Nazilerin ‘ölüm kampları’ ile yapılan kıyaslamanın epey etkili olduğunu gören Ruder Finn, o süreçte B’nai B’rith Karalama Karşıtı Birlik, Amerikan Yahudi Komitesi ve Amerika Yahudi Kongresi ile temas kurup hep birlikte bir eylem yapmasını istedi. O gösteri yapıldı. Böylelikle Sırplar, yeni dönemin Nazileri olarak takdim edildiler.”[9]

Bosnalı Sırp askerlerinin toplu tecavüzleri ile ilgili değerlendirmeler eskiden ABD’nin güçlü bir müttefiki ve Yugoslavya var iken IMF fonlarını alan Sırbistan cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç karşıtı ABD propagandasının en önemli bir parçası hâline geldi.[10]

Medyanın önemli bir kısmı ve birçok solcu gibi sayısız feminist örgüt de Sırp askerlerinin, bilhassa Bosnalı Sırpların 1992’den 1995’te imzalanan Dayton Barış Anlaşması’na dek süren bir dizi iç savaşın kötü adamları olduğuna dair görüşü benimsediler. Toplu tecavüz iddiaları gibi gerekçeler üzerinden Yugoslavya iç savaşının tüm suçu, Sırpların üzerine atıldı, dolayısıyla Yugoslavya’dan kopan devletlerle milli birliği muhafaza etmeye çalışan federal devlet arasındaki mücadele, aklanmış oldu.

Düzenli orduların, milislerin ve sokak çetelerinin şiddete başvurduğu çatışma süreçlerinin büyük kıyımlara yol açtığına hiç şüphe yok. Bilhassa ataerkiliğin hüküm sürdüğü taşrada daha fazla çatışma yaşandı, insanlar topraklarından sürülmek için yabancı olarak kodlandı. Kadınlar yaşlarına bakılmaksızın saldırılara uğradı, “bunun sebebi, ataerkillik üzerine kurulu kültürün cinsel saflığı ve utancı namus ve aile birliği için esas kabul etmesi, buna karşı gelen kadınların ailenin direnme becerisini yok ettiğini düşünmesiydi.”[11] Diana Johnstone’nun tespiti ise şu yönde:

“Hırvatistan ve Bosna Hersek’te yaşanan iç savaşlarda birçok kadına tecavüz edildiğini veya tecavüzün ciddi bir insan hakları ihlali olduğunu kimse inkâr edemez. Ama ta sürecin başından beri Bosna Hersek’te tecavüzlerle ilgili yürütülen soruşturma, sadece Müslüman kadınlara tecavüz eden Sırplara yönelik suçlamalara odaklandı. Bu, özünde kasıtlı yürütülen bir stratejinin parçasıydı. Abartılı rakamlar, bilinen vakalarının sayılarını yukarı çeken değerlendirmeleri içeren raporları medya ve uluslararası örgütler hemen kabul ettiler. Müslümanların veya Hırvatların Sırp kadınlarına yönelik tecavüzlerine yönelik ayrıntılı, belgelere dayanan herhangi bir rapor üzerinde bu kadar durulmadı.”[12]

Toplu tecavüz iddialarına ilişkin soruşturmayı Nora Beloff isminde bir gazeteci yürüttü:

“Aramızdan ayrılmış bulunan, London Observer gazetesinin eski baş siyasi muhabiri Nora Beloff, tecavüz suçlamalarını doğrulamak için yürüttüğü araştırmasını Daily Telegraph’a yazdığı 19 Ocak 1993 tarihli mektupta anlatıyor. Britanya Dışişleri Bakanlığı buradan tartışılan tecavüz rakamlarının kanıtlara dayanmadığı sonucuna ulaşıyor. Kendisini Danimarka hükümetine yönlendiriyorlar, ardından da Avrupa Birliği toplantı düzenliyor. Kopenhag, raporların kanıta dayanmadığını kabul ediyor, ama o rakamları yinelemeyi sürdürüyor. Avrupa Birliği, bu ‘tecavüz zulmü’ meselesini Aralık ayında Edinburg’da Almanya’nın öncülüğünde düzenlenen zirvede ele alıyor. Buna karşılık Almanya Dışişleri Bakanlığı Bosna Masası’ndan sorumlu kişi olan Fran Wild, Bayan Beloff’a Sırp tecavüzleri ile ilgili materyallerin kaynağının İzzetbegoviç hükümeti ve Hırvatistan’daki Katolik yardım kuruluşu Caritas olduğunu söylüyor. Başka kaynaklardan teyit edecek bilgi temini için herhangi bir çaba içine girilmiyor. Elde somut ve kapsamlı bilgi bulunmamasına karşın o günden beri aynı konu başlığıyla ilgili sınırlı başka araştırmaların altına imza atılıyor.”[13]

Yugoslavya’daki çatışmaları anlama noktasında medya, eskiden yaşanmış etnik gerilimlerin ve kültürel uyumsuzlukların oynadığı role odaklandı, ama eski devletin dağılmasının oynadığı role hiç bakmadı. Bazı feminist akademisyenler, bu konuyu derinlemesine ele aldılar. Bu yazın dâhilinde kadın hakları meselesi, ABD’nin dış politikası çerçevesinde ele alındı ve ABD hükümetini feminizmin destekçisiymiş gibi gösteren ve iyi niyetliymiş gibi görünen yaklaşım zerre sorgulanmadı. ABD’de bazı feminist akademisyenler ve birtakım solcular, zerre tereddüt etmeden, Yugoslavya gibi yerlere yapılan insanî müdahaleleri kabul ettiler. Bazı isimlerse ABD’nin bu olayların neden ve nasıl yaşandığına ilişkin değerlendirmelerini benimsediler.[14]

Feminizmin sorgulayan aklını ABD militarizminin ve emperyalizminin hizmetine koşan yazarlar, aslında tuzağa düştüler. Hatta sayıları “üç bin ilâ otuz bin arasında değişen” Bosna’daki tecavüzleri inceleyen Cynthia Enloe, Balkanlar’daki krizin Batılı güçlerin müdahalesinin değil, eski çağlara ait, kabileler arası düşmanlıkların açığa çıkmasının bir sonucu olarak gördüğünü söyledi.[15] Enloe, Bosnalı Sırp askerinin tecavüzünden bahsederken, “Sırplardaki ideal erkekliğin günümüzdeki kültürel yapısında asli unsurun savaşçılık” olduğunu yazıyordu.[16]

Savaşın yaralarını sarmaya ve milliyetine bakmaksızın tecavüz mağdurlarına ve mülteci kadınlara destek sunmaya çalışan eski Yugoslavya’dan feminist aktivistlerse, kadınlara yönelik etnik şiddetin belirli biçimlerine yönelik öfkelerini ifade etmeye çalışan ve ABD ve Almanya gibi yerlerden gelen feminist bireylerin ve örgütlerin çabalarına karşı koymaya çalıştılar.

“Hepsi de Bosnalıların çoğunlukla tecavüz üzerinden mağdur edildiklerini bilmelerine rağmen Yugoslavyalı feministler, etnisitenin ve toplumsal cinsiyetin belirli semboller ve imajlar üzerinden temsil edilmesinin şiddet ürettiğini ve düşmanlıkları körüklediğini söylediler. Onlar, tecavüz iddialarının bölgede çatışmaları tetiklemek amacıyla her iki taraf eliyle abartıldığını ve maniple edildiğini görüyorlardı. Etnisiteye dair sembolik üst-anlatılar ve mağdur kadın analizleri, şiddeti körüklemek ve insanları kavgaya teşvik etmek için kullanılmaktaydı. […] Farklı etnik gruplara mensup birçok Yugoslav kadın aktivist, daha çok, savaşların içinde yer almış olan tüm hükümetlerin tecavüzü ve abartılı mağdur sayılarını nasıl kendi çıkarları için kullandıklarıyla, onları nasıl politize ettikleriyle ilgileniyordu.”[17]

Daha geniş planda Yugoslavya’da yaşanan iç savaşların esas sebebinin eski çağlardan beri devam eden kabileler ve etnik yapılar arası düşmanlıklar olduğuna dair yorum, ABD ve Batılı güçlerin oynadığı rolün üzerini örttü, böylece daha yoğun çatışmaların körüklenmesi için ateşe odun attı, tecavüz gibi korkunç zulümlerin her grup ve yapı eliyle yapılması için gerekli zemini sağladı.

Hester Eisenstein

[Kaynak: Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 182-187.]

Dipnotlar

[1] Bu kuralın dikkati çeken tek istisnası, Cynthia Enloe’nun yazılarıdır. Örneğin bkz.: The Curious Feminist: Searching for Women in a New Age of Empire, Berkeley and Los Angeles: University of California Press, 2004.

[2] Bkz.: Valerie Amos ve Pratibha Parmar, 1984. “Challenging Imperial Feminism." Feminist Review 17 (Güz): s. 3-19.

[3] Martha Nussbaum, 2006. Frontiers of Justice: Disability, Nationality, Species Membership. Cambridge, MA: Belknap Press. 2006, s. 260.

[4] M. Jacqui ve Chandra Talpade Mohanty, ed., 1997. Feminist Genealogies: Colonial Legacies, Democratic Futures. New York: Routledge.; Hazel Carby, Reconstructing Womanhood: The Emergence of the Afro-American Woman Novelist. New York: Oxford University Press, 1987; Zillah R. Eisenstein, Sexual Decoys: Gender, Race, and War in Imperial Democracy. Melbourne, Australia: Spinifex/Zed Books, 2007.

[5] Bu bileşenler şunlar: Slovenya, Hırvatistan, bugün Bosna Müslüman-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti diye ikiye bölünmüş olan Bosna Hersek ve Makedonya ile Sırbistan/Kosova. Avrupa ve ABD’nin desteğiyle Kosova meclisi 18 Şubat 2008’de Sırbistan’dan bağımsızlığını ilân etti, bu gelişme de çatışma riskinin ortaya çıkmasına neden oldu.

[6] Michel Chossudovsky, “Dismantling Former Yugoslavia, Recolonizing BosniaHerzegovina”, Covert Action Quarterly 56 (Bahar), 1996, s. 243.

[7] Sean Gervasi, “Why Is NATO in Yugoslavia?”, Ocak 1996, Emperors, s. 5; Michael Parenti, 2000. To Kill a Nation: The Attack on Yugoslavia. Londra: Verso Books, s. 31.

[8] Diana Johnstone, “Seeing Yugoslavia Through a Dark Glass: Politics, Media, and the Ideology of Globalization.” Covert Action Quarterly 65 (Güz), 1998, s. 5.

[9] Diana Johnstone, Fool's Crusade. Londra: Pluto Press, 2002, s. 66-70.

[10] “Şu husus unutulmamalı: Yugoslavya cumhurbaşkanı Slobodan Miloseviç her zaman Panama lideri Manuel Noriega, Libya lideri Kaddafi ve Irak lideri Saddam Hüseyin gibi isimlerle birlikte anılan biri değildi. 1995 sonunda Clinton yönetimi Miloseviç’i Bosna’da yürürlüğe girecek Dayton Anlaşması konusunda müzakere yürütülecek ortak ve anlaşmanın garantörü olarak kabul etti, hatta başkan, verdiği onca tavizden ötürü övdü. Ama sonra onun bir kullanışlı bir aletten çok köstek olduğunu görünce ABD’li siyasetçiler “dört savaşın tamamını başlatan” şeytan olarak tasvir etmeye başladılar. [M. Parenti, a.g.e., s. 177.]

[11] Susan L. Woodward, Balkan Tragedy: Chaos and Dissolution After the Cold War. Washington, DC: Brookings Institution Press, 1995, s. 239.

[12] Johnstone 1998, a.g.e., s. 13n12.

[13] Johnstone 1998, a.g.e., s. 13-14n12.

[14] ABD solunun NATO müdahalesine verdiği kapsamlı destek konusunda bkz.: Jean Bricmont, Humanitarian Imperialism: Using Human Rights to Sell War. New York: Monthly Review Press. Ed Harmann ve arkadaşları İnsan Hakları Gözlemevi konusunda da benzer bir tespitte bulunuyorlar ve bu kuruluşun Yugoslavya’da yaşanan olaylar ve Miloseviç’in Eski Yugoslavya için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması konusunda ABD’nin geliştirdiği görüşe destek sunduğunu söylüyorlar.. [Edward S. Herman, David Peterson ve George Szamuely, 2007, “A Review of ‘Weighing the Evidence: Lessons from the Slobodan Milosevic Trial’ (Human Rights Watch [Aralık 2006]”, Zmag.org, 25 Şubat.

[15] Cynthia Enloe, 2004, a.g.e., s. 117.

[16] C. Enloe, a.g.e., s. 107.

[17] Aili Mari Tripp, “Challenges in Transnational Feminist Mobilization.” s. 296-312, Global Feminism: Transnational Women 's Activism, Organizing, and Human Rights içinde, yayına hazırlayan: Myra Marx Ferree ve Aili Mari Tripp. New York: New York University Press, 2006, s. 301).

0 Yorum: