22 Eylül 2021

, ,

Neden Komünistim?


Kübalı yönetmen Tomas Gutierrez Alea'nın 1976 yapımı o muhteşem filmi Son Akşam Yemeği’ni (La Ultima Cena) izlediğimizde, perdeden bir dizi mesaj çığlık misali yükseliveriyor.

En önemli mesajı şu: Tüm bir grubu veya insan ırkını köleleştirmek, en azından bu köleliği sonsuza dek sürdürmek, imkânsızdır. Özgürlük, gerçek özgürlük özlemi, sömürgecilik, emperyalizm, ırkçılık ve dinsel terör ne kadar acımasız ve ısrarla denerse denesin, kırılması mümkün olmayan bir iradedir.

İkinci ve aynı ölçüde önemli olan mesajsa, beyazların ve Hıristiyanların (ama çoğunlukla beyaz Hıristiyanların) yüzyıllardır ve dünyanın her yerinde vahşi hayvanlar ve soykırımcı manyaklar gibi davrandıkları gerçeği ile ilgilidir.

Nisan 2016'nın sonunda, beni Paris'ten Havana'ya götüren Cubana de Aviacion jetinde, elim yine bilgisayarıma gitti ve onuncu kez oturup La Ultima Cena'yı tekrar izledim.

Ekranımda Gutierrez, Granma Internacional (Fidel, 'Che' ve diğer devrimcileri Küba'ya getiren ve Devrimi tetikleyen teknenin adını taşıyan resmi Küba gazetesi) ve masamda bir bardak saf ve gerçek rom, kendimi evimde, güvende ve mesut hissettim. Paris'te geçirdiğim birkaç iç karartıcı günün ardından, nihayet o gri, giderek iç karartıcı, baskıcı ve kendini beğenmiş Avrupa'yı geride bırakıyordum.

Latin Amerika beni bekliyordu. O, Batı tarafından düzenlenen korkunç saldırılarla karşı karşıyaydı. Geleceği bir kez daha belirsizdi. “Hükümetlerimiz” kan kaybediyorlardı, bazıları ise çöküyordu. Arjantin'deki korkunç aşırı sağcı Mauricio Macri hükümeti sosyal devleti dağıtmakla meşguldü. Brezilya, yozlaşmış sağcı milletvekilleri tarafından gerçekleştirilen siyasi darbeden muzdaripti. Venezuela’nın Bolivarcı Devrimi, kelimenin tam anlamıyla hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Hain gerici güçler hem Ekvador hem de Bolivya’yı hedef hâline getirmişlerdi.

Gelmem istendi. Bana “Latin Amerika'nın sana ihtiyacı var. Hayatta kalmak için savaşıyoruz” dendi. Cubana gemisine bindim, dünyanın benim için her zaman çok değerli olan ve beni bir insan ve bir yazar olarak şu an olduğum şeye dönüştüren kısmına, “evime” gidiyordum.

O “ev”e istediğim vakit gidiyordum, ama aynı zamanda bu, benim görevimdi. Bense görevlere inanıyordum!

Sonuçta, ben bir anarşist değil, komünistim, eğitimimi Latin Amerika'da almış, çeliğine oranın suyu karışmış biriydim.

* * *

İyi de “ben komünistim” ne demek?

Ben Leninist miyim Maoist miyim yoksa bir Troçkist miyim? Sovyet modeline mi yoksa Çin modeline mi bağlıyım?

Açıkçası hiçbir fikrim yok! Açıkçası bu nüansları pek umursamıyorum.

Şahsen benim için gerçek bir komünist, emperyalizme, ırkçılığa, “Batı istisnacılığı”na, sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe karşı mücadele eden bir savaşçıdır. Kararlı bir enternasyonalist, bu dünyadaki tüm insanlar için eşitliğe ve sosyal adalete inanan bir kişidir.

Teorik tartışmaları bol bol vakti olanlara bırakacağım. Das Kapital'in tamamını iki kez okumuş değilim. Çok uzun. 16 yaşımdayken okudum. Bence bir kez okumak yeterli… O, komünizmin tek dayanağı ve sürekli alıntılanması gereken bir kutsal kitap değil.

Kapital'den daha çok, Afrika, Orta Doğu, Asya ve Latin Amerika'da gördüklerimden etkilendim. Tüm dünyayı, yaklaşık 160 ülkeyi gördüm; Tüm kıtalarda yaşadım. Nereye gidersem gideyim, gezegenin Batı eliyle hâlen devam eden yağmalanışına ve bu yağmanın yol açtığı dehşete tanıklık ettim.

İmparatorluğun ülkeleri vahşi iç savaşlara zorladığını gördüm; Çokuluslu şirketlerin rahatça yağmalayabilmesi için savaşlar çıkartıldı. Bir zamanlar Batı tarafından mahvolmuş gururlu ve zengin (veya potansiyel olarak zengin) ülkelerden gelen milyonlarca mülteci gördüm: Kongolu mülteciler, Somalili mülteciler, Libyalı ve Suriyeli mülteciler, Afganistan'dan gelen mülteciler... Mezarlıklara dönmüş fabrikalarda insanlık dışı koşullar gördüm; Korkunç atölyeler, madenler ve feodal olarak yönetilen köylerin yakınında tarlalar gördüm. Açlıktan, hastalıklardan ya da her ikisinden ötürü tüm nüfusun yok olduğu mezralar ve kasabalar gördüm.

Ayrıca günlerce işkence kurbanlarının şok edici ifadelerini dinledim. Çocuklarını kaybeden annelerle, kocasını kaybeden kadınlarla ve kızları gözlerinin önünde tecavüze uğrayan babalarla konuştum.

Ve gördükçe, daha çok şahit oldum, duyduğum hikâyeler o kadar şok ediciydi ki kendimi, taraf olmaya, çok daha iyi bir dünya olabileceğine inandığım bir şey için savaşmaya daha fazla mecbur hissettim.

Batı tarafından işlenen yüzlerce terör hikâyesini derleyen iki kitap yazdım: “İmparatorluğun Yalanlarını Açığa Çıkarma” ve “Batı Emperyalizmine Karşı Mücadele”.

İmparatorluğun hâlâ ideallerine sadık olan insanları tasvir etmekte ne kadar aşağılayıcı bir tavır takınıyor oluşu beni hiç rahatsız etmedi; o insanlar, adaletsizliğe karşı mücadele için her şeyi feda etmeye hazırlardı.

Alay edilmekten korkmuyorum. Ama bencilliği yüceltip onu en temel insani değerlerin üzerine koyarsam hayatımı boşa harcayacağımdan korkuyorum.

Bir yazarın 'tarafsız' veya apolitik olamayacağına inanıyorum. Eğer öyleyse, o bir korkaktır. Ya da bir yalancı.

Doğal olarak, dün olduğu gibi bugün de en büyük modern yazarların önemli bir kısmı komünisttir: Jose Saramago, Eduardo Galeano, Pablo Neruda, Mo Yan, Gabriel Garcia Marquez… Öyle hafife alınabilecek bir liste değil bu!

Başkaları için yaşamanın ve mücadele etmenin, yalnızca kendi bencil çıkarları ve zevkleri için yaşamaktan çok daha tatmin edici olduğuna inanıyorum.

* * *

Küba altmış yıldır var ve bu ülkenin insanlık için yaptıklarından dolayı ona hayranım. Küba Enternasyonalizmi, şahsen “benim komünizmim” olarak gördüğüm şeydir.

Küba'nın kalbi ve cesareti var. Nasıl savaşılacağını, nasıl kucaklanacağını, nasıl şarkı söyleneceğini, dans edileceğini ve ideallerine nasıl ihanet edilmeyeceğini bilir.

Küba ideal olan mıdır? Mükemmel mi peki? Hayır, elbette değil. Ben bu konuda ülkelerden, insanlardan veya devrimlerden mükemmellik talep etmiyorum. Kendi hayatım “mükemmel” olmaktan çok uzak. Bizim gibi ülkeler de, halklar da, devrimler de hatalar yapar, yanlış kararlar alırlar.

Mükemmellik beni gerçekten korkutuyor. Soğuk, kısır ve kendini beğenmiş bir hâl. Çileci, püriten ve bu nedenle insanlık dışı, hatta sapkın. Azizlere inanmam. Birinin çıkıp azizmiş gibi davranması asıl beni utandırıyor. Aslında bu küçük hatalar ve “kusurlar” insanları ve ülkeleri çok sıcak, bu kadar sevimli, çok insan yapıyor.

Küba Devrimi'nin genel seyri hiçbir zaman “mükemmel” olmadı, ancak o, her zaman hümanizmin en derin, en temel köklerine dayanıyordu. Küba kısa bir süre tek başına kaldığında, az çok yalnızlaştığında dahi (Castro’nun Düşünceler isimli çalışmasında aktardığı biçimiyle, Küba’ya kardeşlik elini uzatan Çin oldu) sayısız ihanetin yol açtığı acılar yüzünden kan kaybetti, çile çekti, bir miktar korktu ama gene de yolundan dönmedi, diz çökmedi, yalvarmadı, asla teslim olmadı!

İnsanların ve ülkelerin böyle yaşaması gerektiğini düşünüyorum. İdeallerini üç kuruşa satmamalı, güvende olacağım, avantaj elde edeceğim diye sevgiyi toprağa gömmemeli, her yanından kan damlayan, alay etmek için verilen ödülleri toplayacağım diye namusunu ayaklar altına almamalı. Küba'da “Patria no se vende” derler. Bu sözü şu şekilde çevirmek mümkün: “Vatan asla satılmamalı!”. Ben ayrıca insanlığın ve sevginin de satılmaması gerektiğine inanıyorum.

İşte ben bu yüzden komünistim!

* * *

İnsan oluşumuza aynı zamanda en yoksullara ve aramızdaki en savunmasızlara ihanet etmenin intihardan ve ölümden daha korkutucu olduğuna inanıyorum.

Başkalarının acılarından beslenen bir kişi, bir ülke veya kültür, tamamen ahlâksızdır.

Batı, onlarca yıldır tam olarak bunu yapıyordu. Başkalarını köleleştirerek yaşıyor, bu sayede gelişip serpiliyor, Dünyamızın yüzeyinde ve altındaki her şeyi gasp ediyor. Kolonilerindeki ve vekil devletlerindeki milyonlarca insanı ahlâkî ve mali olarak yozlaştırdı, onları utanmaz ve omurgasız işbirlikçilere dönüştürdü. Tüm kıtalarda, dünyanın hemen her köşesinde hainlerden oluşan devasa ordular kurdu, onları eğitti, bu askerlerine kendi fikirlerini aşıladı ve örgütledi.

İhanet ve nisyan, Batı İmparatorluğu'nun en güçlü silâhıdır.

Batı, insanları fahişelere ve uşaklara, reddedenleri esirlere, kölelere ve şehitlere dönüştürüyor.

Beyin yıkama, kendi fikirlerini aşılama faaliyeti gayet iyi planlanmış bir süreçtir. Rüyalar zehirlenir, idealler çamurlarda sürüklenir. Saf hiçbir şeyin hayatta kalmasına izin verilmez.

İnsanlar yalnızca telefonlar ve tabletler, arabalar ve televizyonlar gibi ellerine teslim edilen cihazlar konusunda hayal kurmaya yönlendirilirler. Gelgelelim mesajlar boştur, nihilizm yüklüdür, bu sığ mesajlar bıktırana dek tekrarlanır. Arabalar artık çok hızlıdır, fakat yolculuğun sonunda gerçekten önemli bir şey beklenmez. Telefonların binlerce işlevi ve uygulaması vardır, ancak giderek önemsiz mesajlar yayınlamaktadırlar. Televizyonlar propaganda ve entelektüel açıdan zehirli eğlenceler kusmaktan başka bir işe yaramazlar.

Hepsi büyük şirketlere kâr getirir. İtaati garanti eder. Rejimi güçlendirir. Fakat birçok yönden insanlık gittikçe fakirleşirken, gezegen neredeyse tümden yok oluşun eşiğindedir.

Güzellik yerini kan dolu görüntülere bırakır. Bilgi tükürülüp atılır, yerini ilkel pop alır. Üniversiteler denen beyin yıkama merkezleri tarafından verilen resmi görünümlü diplomalar ve onay pulları bizlere şunu söyler: “Mezun oldun: İmparatorluğa hizmet etmeye hazırsın!” Şiir bu diyarları terk etmiştir. Kitapçılar ve hayat artık şiirsizdir.

Aşk şimdi bazı “retro”, baskıcı ve modası geçmiş Hıristiyan dogmalarla bağlantılı olan pop kültür imgeleri üzerinden şekilleniyor.

Artık şurası açık ki gezegenimizin gördüğü en güçlü ve en yıkıcı güçlerin özü olan Batı sömürgeciliğiyle/Batı emperyalizmiyle ancak komünizmin boy ölçüşebileceği görülmüştür. O, tüm dünya genelinde fethedilmiş ve harap olmuş ülkelerdeki elitlerin meydana getirdikleri zalim feodal, kapitalist ve dinci çetelerle zoraki mide bulandırıcı ensest ilişkisi geliştirmiştir.

Hem imparatorluk hem de hizmetçileri insanlığa ihanet ediyor. Gezegeni mahvediyorlar, onu yakında yaşanmaz hâl alacağı gerçeğe doğru sürüklüyorlar. Orada hayat tüm anlamını yitirecek, burası kesin.

Bence gerçek bir komünist olmak şu anlama geliyor: İnsan beyninin, bedeninin ve haysiyetinin aralıksız tecavüzüne, kaynakların ve doğanın yağmalanmasına, bencilliğe ve bunun sonucu olan entelektüel ve duygusal boşluğa karşı sürekli mücadele içinde olmak.

Bu mücadelenin hangi bayrak altında verildiğinin bir önemi yok. Kızıl bayrağın üzerinde orak-çekiç mi var yoksa birkaç sarı yıldız mı var, bu önemsiz bir mesele. Bu bayraklar insanlığın ve gezegenimizin kaderi konusunda endişelenen dürüst insanlarca taşındığı sürece ben iki bayrağa da varım.

Kendilerine “komünistim” diyen insanlar hâlen daha düş görebiliyorsa, hiç sorun yok!

* * *

Batılı propagandacılar şunu söylüyorlar: “Hadi bakalım, bize mükemmel bir komünist toplum gösterin!”

Cevap veriyorum: “Böyle bir toplum yok. İnsanoğlu, daha önce tespit ettiğimiz üzere, mükemmel bir şey yaratma yeteneğine sahip değildir. Şükür ki sahip değildir!” Yalnızca dindar bağnazlar “mükemmelliği” amaç ediniyorlar. Muhtemelen dünya mükemmel ve kusursuz olsa, insanlar can sıkıntısından ölürlerdi.

Devrim, komünist devrim, bir yolculuktur; o, bir süreçtir. İnsan beynini, kaslarını, kalplerini, şiirlerini ve cesaretini kullanarak çok daha iyi bir dünya inşa etmek için büyük, kahramanca bir girişimdir! İnsanların aldıklarından fazlasını verdikleri, fedakârlıkta bulunmadan, sadece insanlığa karşı bir görevin yerine getirildiği kesintisiz bir süreçtir.

Che Guevara bir keresinde şöyle demişti: “Yapılan fedakârlıklar kimlik kartı gibi çıkartılıp gösterilmemelidir. Bunlar, yerine getirilen yükümlülüklerden başka bir şey değildir.”

Belki Batı'da bu tür kavramların yeşermesi için artık çok geç. Bencillik, kinizm, açgözlülük ve ilgisizlik, insanların çoğunun bilinçaltına başarıyla enjekte edildi. Belki de bu nedenle, tüm bu maddi ve sosyal ayrıcalıklara rağmen, Avrupa ve Kuzey Amerika’da (ve aynı zamanda Japonya'da) insanlar, çok bunalımlı ve kasvetli görünüyorlar. Başkalarının hilâfına olacak şekilde, sadece kendileri için yaşıyorlar. Giderek daha fazla maddi mal ve daha fazla ayrıcalık istiyorlar.

Kendi durumlarını tanımlama yeteneklerini kaybettiler, ama muhtemelen derinlerde bir boşluk hissediyorlar, sezgisel olarak bir şeylerin çok yanlış olduğunu hissediyorlar.

İşte bu yüzden komünizmden nefret ediyorlar. Bu yüzden rejimin propagandasıyla kendilerine sunulan kendini beğenmiş yalanlara, aldatmacalara ve dogmalara bağlı kalıyorlar. Komünistler haklı olsalardı, o zaman onlar hatalı olurlardı. “Acaba biz mi yanlıştayız” diye şüphe ediyorlar kendilerinden. Komünizm onların vicdan azabıdır, yalanların bir gün açığa çıkacağına dair korkudur.

Batı'daki çoğu insan, hatta solcu olduklarını iddia edenler bile, komünizmin ortadan kalkmasını istiyorlar. Bu insanların niyeti, komünizmi karalamak, üzerini pislikle örtmek ve onu kendi seviyelerine getirmek. Tek dertleri, onu susturmak. Çaresizce kendilerini komünizmin yanlış olduğuna ikna etmeye çalışıyorlar. Aksi takdirde, yüz milyonlarca kaybedilen canın sorumluluğu onların peşini bırakmazdı. Avrupalıların ve Kuzey Amerikalıların ayrıcalıklarının insanlığa karşı korkunç suçlar üzerine inşa edildiğini duymak ve hatta belki kabul etmek zorunda kalacaklardı! Ayrıca ahlâkî gerekçelerle bu ayrıcalıkları kaldırmaya zorlanacaklardı (ki Batı kültürünün zihniyeti göz önüne alındığında gerçekten düşünülemez bir şey bu).

Avrupalıların çoğunluğunun Batı'nın istikrarsızlaştırdığı ülkelerden gelen mültecilere yönelik son dönemde aldığı konum, Batı'nın gerçekte ahlaki açıdan ne denli geçersiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Avrupa, temel etik yargılardan yoksundur. Mantıklı düşünme yeteneği silinip gitmiştir.

Ama dünyayı hâlen daha Batı yönetiyor. Daha doğrusu, onun kolunu bükerek felakete doğru sürüklüyor.

Batı emperyalizminin mantığı basittir: “Tecavüz edip yağmalayalım, zira bunu biz yapmazsak başkaları yapar! Herkes aynıdır. Kılını kıpırdatmamanın kimseye hayrı olmaz. Yaptığımız şey insan doğası için çok önemlidir.”

Oysa yaptıklarının zerre bir değeri ve önemi yoktur. Batı dünyasının ve kolonilerinin dışında birçok yerde daha iyi davranışlara sahip insanlar gördü. İşkencecilerinden ve hapishanelerinden, o imparatorluktan yalnızca birkaç yıl uzaklaşmayı başardıklarında bile çok daha iyi davranışlar sergileyebiliyorlar. Ancak genellikle çok uzun süre uzaklaşmalarına izin verilmiyor: İmparatorluk, özgürlüğü hayal etmeye cesaret edenlerin başına o güçlü yumruğunu hemen indiriverir. İsyancı hükümetlere karşı darbeler tertipler, ekonomileri istikrarsızlaştırır, “muhalefeti” destekler veya o ülkeleri doğrudan işgal eder.

Suçlu Batı İmparatorluğu çökerse, insanların büyük eşitlikçi ve şefkatli toplumlar inşa etme yeteneğine sahip olacağı, hâlâ görmeye istekli olan herkes için kesinlikle açık olan bir gerçekliktir.

Bunun son olmadığına inanıyorum. İnsanlar beyin yıkama faaliyetlerinin ağır etkisinden ve tüm o uyuşukluktan kurtuluyorlar, perdeleri bir bir yırtıyorlar.

Yeni, güçlü anti-emperyalist ittifaklar kuruluyor. 2016 yılı zerre umut vermeyen 1996 yılından çok farklı.

Savaş, insanlığın hayatta kalması için veriliyor.

Bu, klasik bir mermi ve füze savaşı değildir. Bu, sinirlerin ve ideallerin, hayallerin ve bilginin savaşıdır.

Uruguaylı büyük yazar ve devrimci Eduardo Galeano, ölmeden önce bana şunları söyledi: “Dünya pek yakında o eski bayrakları tekrar göndere çekecek!”

İşte şimdi olan bu! Latin Amerika, Afrika ve Asya'da, eski Sovyetler Birliği'nin hemen hemen her yerinde ve Çin'de insanlar daha az değil, daha fazla komünizm talep ediyorlar. Komünizme her zaman adıyla hitap etmiyorlarsa da özünü talep ediyorlar: özgürlük ve dayanışma, tutku, şevk, dünyayı değiştirme cesareti, eşitlik, adalet ve enternasyonalizm.

Kazanacağımızdan hiç şüphem yok. Ama aynı zamanda, biz bunu yapmadan önce imparatorluğun tüm kıtaları kana bulacağından şüpheleniyorum. Batılıların yönetme ve kontrol etme arzusu, patolojiktir. Dizlerinin üstüne çökmek istemeyen milyonlarca insanı öldürmeye hazırlar. Yüzyıllar boyunca zaten yüz milyonları öldürdüler. Ve milyonlarcasını daha feda edecekler.

Ama bu sefer durdurulacaklar.

Buna inanıyorum ve başkalarıyla omuz omuza, bunun gerçekleşmesi için gece gündüz çalışıyorum.

Çünkü bu, benim görevim…

Çünkü ben bir komünistim!

Andre Vltchek

13 Mayıs 2016

Kaynak

0 Yorum: