Feminizm İmparatorluğun Hizmetinde
Feminizm, imparatorluğa yeni hizmet ediyor değil.
On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupalı sömürgeciler,
ellerindeki cephaneliğin bir parçası olarak gördükleri “sömürgeci feminizm”i
yaygın olarak kullandılar.
Sömürgeci feminizm, Rudyard Kipling’in şiirlerinde
geçen “beyaz adamın sırtındaki yük” olarak görülen sömürgelerde tesis edilen
hâkimiyeti meşrulaştırmak için devreye sokuldu. Bu amaçla başvurulan dil,
sömürgeci güçlerin sömürge halklardan kültürel açıdan üstün olduğunu ortaya
koymak için cinsiyet meselesine odaklanmaktaydı.
Sömürge kültürlerinin cinsiyetle ilgili
yaklaşımlarını dert edinen dilin kökleri, Avrupa’nın yayılmacı politikaları
devreye soktuğu ilk yıllara dek uzanır. Sömürgeci güçler, ele geçirdikleri
ülkelerde önceden varolan cinsiyetle alakalı alışkanlıkları dönüştürdüler.
Erkek antropologların elde ettikleri ve modern öncesi dünya genelinde erkek
egemenliğinin yaygın olduğunu söyleyen bulguların aksine, feminist antropologlar,
cinsiyetle alakalı birçok farklı düzenin yürürlükte olduğunu ortaya koydular.
Bu çalışmalara göre birçok modern öncesi kültürde kadın-erkek arasındaki
tamamlayıcılık gerçek bir olgu, ayrıca bu çalışmalar, dünyanın birçok yerine
eşitlik ilkesiyle hiyerarşik örgütlenme arasındaki çatışmanın bizzat Avrupa
sömürgeciliği eliyle taşındığına dair belgeler sunuyorlar.[1]
Sömürgeciler için çalışan ajanlar olarak Cizvitler
ve diğer Hıristiyan misyonerler, askerler, sömürge idarecileri, karşılaştıkları
cinsiyetle alakalı düzenin yeniden yapılandırılması gerektiğini tespit
ediyorlar. Örneğin misyonerler bunu, “yerli” halkların Hıristiyan yapılması
için hem bir önkoşul hem de gerekli mekanizma olarak görüyorlar.
On yedinci yüzyılda Cizvitler, Kanada yerlilerini
Hıristiyan yapma hedeflerine ulaşmak için kadınların bağımsızlığı meselesini
ele almaları gerektiğini düşünüyorlar. Bu noktada üstlerine, ortaya çıkan
sorunlarla ilgili raporlar sunuyorlar.
Sömürgelerde kontrolü tesis etme süreci, sömürge
halkların tabi oldukları toplumsal yapılara göre farklılık arz ediyor. Buna
göre bu toplumlarda kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan görevler ifa ettiği
eşitlikçi kültürlere veya (örneğin Azteklerde görüldüğü üzere) ilk aşamasında
olan ve patriarkal-hiyerarşik toplumsal yapılar inşa eden devletin hâkim olduğu
katmanlanmış kültürlere rastlanıyor.
Daha önceden ne tür bir kültürün varolduğundan
bağımsız olarak, sömürgeci güçler sebep oldukları ekonomik dönüşümün yanında
kadınların statüsünde de kapsamlı bir dönüşüme yol açıyorlar ve bu dönüşüm,
genelde kadınların ekonomik, kültürel ve politik güçlerini yitirmeleriyle
sonuçlanıyor.[2]
Leyla Ahmed’in kadın ve İslam ile ilgili, artık
klasikleşmiş olan çalışmasında İslam’la ilgili olarak şu tespite yer veriliyor:
“On
dokuzuncu yüzyılda İngiliz ve Fransız sömürgeciler, yanlış bilgi aktarımından
ve bağnazlıktan epey istifade ettiler. […] Sömürgeciler, ta Haçlı Seferleri’nden
beri İslam’ın belirli uygulamalarında kadının yerine dair değerlendirmeleri
İslam’ı ötekileştirme ve aşağılama maksadıyla kullandılar.”[3]
Ahmed kitabında, sömürgeci feminizmin nasıl
kullanıldığını Lord Cromer (Evelyn Baring) örneği üzerinden aktarıyor. Bankacı bir
ailenin oğlu olan Cromer, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Mısır’da başkonsolos
olarak çalışıyor.[4] Kendi ülkesinde kadınlara oy hakkı verilmesini talep eden
harekete karşı çıkmasına ve kadının yeri konusunda Viktoryen dönemin
kurallarına bağlı olmasına karşın Cromer, o dönemde Osmanlı’nın elinde olan
Mısır’da kadınlara yönelik muameleyi ve âdetleri ideolojik planda eleştiriyor,
üstelik bunu Mısır’ın kültürünü itibarsızlaştırmak için yapıyor:
“Esasen
Viktoryen dönemde pekişmiş olan sömürgeci ataerkil nizam, öteki halkın,
bilhassa Müslümanların dinine ve kültürlerine yönelik saldırıda feminizmin
dilini kullanıyor. Buradan, söz konusu saldırıya ahlakî bir kılıf bulunuyor. Kendi
toplumunda feminizmle mücadele ederken, onu sömürge ülkede sömürgecinin sözü ve
eylemini tasdik etmek için kullanıyor. Lord Cramer’ın faaliyetleri konuyu
anlama noktasında önemli şeyler söylüyor, zira Cramer, öteki insanların
kültürleri mevzubahis olduğunda, üstünlükçü görüşlerin, erkek merkezci ve
ataerkil anlayışların feminizmle nasıl uyumlu kılınabileceğine, emperyalist
düşüncenin hizmetinde mantıksal açıdan nasıl bağlaşık hâle getirilebileceğine
dair gayet iyi bir örnek sunuyor.”[5]
Cromer, “Doğulular”ın aşağılık insanlar
olduklarına inanan bir isim. Hatta ona göre aşağılık varlıklar olduklarını
kadınlara yönelik muamelelerinden anlamak mümkün:
“İslam’da
kadınların konumu değiştirilmelidir, zira İslam, kadınları aşağıda görmektedir.
Onların çarşafa sokulması ve toplumdan uzak tutulması, bu durumun bir yansımasıdır.
Eğer Batı medeniyetinin kabulüne eşlik etmesi gereken, düşüncedeki ve
karakterdeki yücelme gerçekleşecekse, Mısır, bu 'zararlı engel’den kurtulmalıdır.”[6]
Sömürgeci feminizm, yerli halkların aşağılık
olduğunu ortaya koymak için o dönemin antropoloji çalışmalarından da
yararlanıyor. Feministler de misyonerler de sömürgeciliğin odalıkları olarak
faaliyet yürütüyorlar, kadınların İslam’da erkeğe tabi olan rolünü tüm kültürü
mahkûm etmek amacıyla gerçekleştirdikleri saldırıda önemli bir unsur olarak
kullanıyorlar.
Bugün Avrupa’da başörtüsüne yönelik saldırıları
anlamak için Ahmed’in yirminci yüzyılın başlarında tesettür üzerinden patlak
veren savaşa dair değerlendirmelerini okumak gerekiyor.
Küreselleşme sürecinin o ilk döneminde Mısır, İran
ve Türkiye’nin başında bulunan ve ülkelerinin modernize edilmesini savunan
liderler, Batılı güçlerin İslam’da kadının konumuna dönük saldırıları, en
azından sembolik düzeyde, “başörtüsü veya çarşaf”a karşı yürütülen
mücadeleleri, ikna edici buluyorlar ve bu uygulamanın yürürlükten kaldırılmasına
karar veriyorlar. Bu ülkeler, modern kapitalist dünyaya adım atmak için Batı’yı
taklit etmenin ve Batı’ya göre gericiymiş gibi görünen her şeyin ortadan
kaldırılmasının zaruri olduğunu düşünüyorlar. Gelgelelim, ülkelerini
modernleştiren ulusal liderlerin gerçekleştirdikleri kıyafet reformlarının
kabul edilmesiyle birlikte halkta güçlü bir tepki açığa çıkıyor.
Ahmed’in kullandığı ifadeye başvuracak olursak, bu
süreç “anlatı karşıtlığı” ile sonuçlanıyor. “Medenileştirici” bir güç olarak
Batı, tesettürü kadına yönelik zulme ve Müslüman kültürünün aşağılık oluşuna
ait bir sembol olarak hedefe koyunca İslam’ı savunan bazı kesimler de tesettürü
savunmaya başlıyorlar.
“Avrupa kültürünü benimseyecek miyiz yoksa onunla
mücadele mi edeceğiz” tartışması üzerinden yaşanan ayrışma, esasen sınıfsal
meselelerle derinden bağlantılı. Modern tarım tekniklerini kullanan pamuk
üretimi, Mısır’da ekonomik dönüşümden geçiyor, öte yandan bu dönüşüm, Avrupa
ürünlerinin kabulünü zorunlu kılıyor, böylece yerel üretime zarar veriyor. Söz konusu
değişimin yararını gören seçkinler ve yeni orta sınıf, hem sömürgeciliğin yeni
politik ekonomisini, hem de onunla birlikte ülkeye giriş yapan Avrupa kültürünü
benimsiyor. Bu kesimle net bir karşıtlık içinde olan, topraklarından sürülen
köylülerse sürece öfkeleniyorlar ve karşı çıkıyorlar.
Ortadoğu’da modernleşme sürecini Türkiye’nin
lideri, Kemal Atatürk, İran’ın lideri Rıza Şah ve yazar Kasım Emin gibi
isimlerde temsil olunan liderlerince kaleme alınmış yeni “feminist” yazılar,
sömürgeci Batı’ya bağlanmayı kader olarak görüyorlar. Bu liderler, bir yandan
da gayri medeni olduklarına dair fikri çürütmek istiyorlar. Bu noktada Müslüman
kültürün zayıflığına itiraz etmek adına başörtüsü ve çarşafla ilgili eleştirilere
bunları yasaklayarak cevap veriyorlar.
Başka isimlerse İslam’ı savunuyor, tesettüre tek
bir eleştiri getirmeden ona destek sunuyorlar.[8]. Ya Batı’nın anlatısı
tekrarlanıyor ya da ona karşı çıkılıyor. Fakat bu tartışmada her iki taraf da
temelde kadınlara dair geleneklerin tüm kültür nezdinde engel teşkil ettiği
anlayışını kabul ediyor.
Peki Atatürk, Rıza Şah ve Mısırlı yazar Kasım Emin
gibi liderler, bu denklemi neden kabul ediyorlar? Leyla Ahmed’e göre bunun
nedeni, bu milliyetçi ve modernleştirici liderlerin algısına göre kadınların
Batı’daki nispi özgürlüğü ile Batı bilimi, teknolojisi ve sanayisi arasında
yapısal bir bağ var.
Japonya ve Çin’deki liderler gibi yirminci
yüzyılın başlarında karşımıza çıkan Mısırlı ve Türk liderler de Batı
teknolojisini edinmenin zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Ama İslam bağlamında bu
liderler, Batı’nın teknolojik imkânlarına kavuşmanın yanında, modernleşme
sürecine uyum göstermek için belirli bir feminizm türünü kabul ediyorlar.
Avrupalılaşma sürecine muhalif olanlarsa bu görüşe
karşı çıkıyorlar. Milletin aşağıda olduğu noktasında kadının erkeğe tabi
oluşuna ve tesettürüne odaklananlara karşı bu yazarlar zıt bir konum alıyorlar.
Tesettürü ve kadının toplumdan uzak tutulmasını İslam’a içkin unsurlar olarak
görüyorlar, hatta bunların modernleşmeyi dengelediğini düşünüyorlar. Günümüzde
karşımıza çıkan İslamî köktenciliğin köklerini bünyesinde barındıran bu tutum,
doğalında, bugün Müslüman feministlerin işaret ettikleri, kadın haklarına saygı
gösteren, İslamî düşünce ve pratiğe ait farklı yönelimleri görmezden geliyor.
Bugün tesettürle ilgili kavgaya tekrar tanık
olunuyor. 1979 İran Devrimi ve Afganistan’da kurulan Taliban rejimi, bu noktada
gerekli zemini sağlıyor. ABD’nin önemli müttefiklerinden olan Şah’ın devrilmesi
sonrası Humeyni’ye bağlı güçler, açıktan İslamcı olduğunu ortaya koyan bir
hükümet kuruyorlar. Şah’ın zulüm üzerine bina edilmiş düzeni karşısında geniş
bir muhalefet hareketinin oluştuğu süreçte sol, İran Devrimi’ne destek sunuyor.
Fakat İslamcı güçler kurulan düzen içerisinde
güçlendikçe, kadın haklarının budanacağı, baskılara tanık olacak bir süreç
başlıyor. İran Devrimi, dünyanın yeni bir politik gelişime sahne olmasını
sağlıyor.
“Sadece
İslamcı ve anti-komünist değil, aynı zamanda milliyetçi olan yeni düzen, tüm
yabancı nüfuzundan, bilhassa ABD’nin nüfuzundan bağımsız hareket etmeye kararlı
olduğunu ortaya koyuyor.”[9]
ABD ülkeden kaçmış olan Şah’ın tedavi görmesi için
New York’a gelmesine izin verince Humeyni ABD’yi “büyük şeytan” olarak
nitelendiriyor. Bunun üzerine üç bin kadar öğrenci Tahran’daki ABD
Büyükelçiliği’ne baskın düzenliyor ve doksan kişiyi rehin alıyor. 444 gün süren
bu rehine mücadelesi esnasında Humeyni güçleri tüm dizginleri ele geçiriyorlar.
Bu kriz süresince yeni kurulan düzene muhalif on
binlerce insan hapse atılıp idam ediliyor. Kadınların ev dışında çalışmalarına
kısıtlamalar getiriliyor, ayrıca kadınların çador denilen, vücudu bütünüyle
saran siyah kıyafetler giymeden dışarı çıkmaları yasaklanıyor.[9]. Sonradan
Irak’ı silahlandırıp İran’la sekiz yıl boyunca savaştıran ABD’nin resmi düşman
kabul edildiği İran’da çador, İran İslam Cumhuriyeti’nin kadın karşıtı bir yapı
olarak tanımlanmasında merkezî bir unsur hâline geliyor.
Aynı şekilde, ülkelerindeki Sovyet işgalini
başarıyla sonlandırmış, artık kendi aralarında savaşan savaş ağalarının yol
açtığı karışıklığa ve tahribata cevap olarak doğmuş bir tür asayiş sağlama
hareketi anlamında Taliban, kadınlarla ilgili kimi ağır hükümleri yürürlüğe
koyuyor. Kadınlara zorla burka giydirilmesi, ABD’li feministlerin en fazla
üzerinde durdukları konu hâline geliyor.
Bu gelişme üzerine Feminist Çoğunluk Vakfı, Eleanor
Smeal liderliğinde Cinsiyet Ayrımcılığını Durdurun Kampanyası’nı yürürlüğe
koyuyor. Bu süreçte Başkan Clinton’ı Taliban rejimine verdiği destekten
caydırmak için çalışan vakıf, kampanya esnasında binlerce dolar para topluyor. Burka
karşıtı kampanya ve vakıftaki etnik merkezci yaklaşım konusunda Aili Mari Tripp
şunu söylüyor: “Açlık, savaş, askerîleşme süreci ve güvende olmama hâli, o
dönemde Afgan kadınlarının gözünde çok büyük ve çok daha önemli sorunlardı.”[11]
İran Devrimi ve Taliban’ın iktidara gelişiyle
birlikte Batılıların zihninde kurulu olan ve “tesettür”de simgeleşen, İslamî
köktencilikle kadın haklarına yönelik baskılar arasındaki denklik yeniden
gündeme geliyor. Tekrar dirilen bu anlayış dâhilinde çador ve burka kadın
haklarının yok edilişini simgeliyorlar. Bu sayede de kadın hakları kapitalist
demokrasiyle denkleştiriliyor, terörle küresel mücadele tam da bu zemin
üzerinden başlatılıyor.
Hester
Eisenstein
[Kaynak:
Feminism Seduced: How Global Elites Use
Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra,
2009, s. 178-182.]
Dipnotlar
[1] Mona Etienne ve Eleanor Burke Leacock, “Introduction.”
Women and Colonization: Anthropological
Perspectives içinde (s. 1 -24), Yayına Hazırlayan: Mona Etienne ve Eleanor Burke
Leacock. New York: Praeger. 1980, s. 10.
[2] Mona Etienne ve Eleanor Burke Leacock, Women and Colonization: Anthropological Perspectives.
New York: Praeger. 1980.
[3] Leila Ahmed, Women and Gender in Islam: Historical Roots of a Modern Debate. New
Haven, CT: Yale University Press. 1992, s. 149, 151.
[4] 1883’ten 1907’de emekli oluşuna dek sonrasında
Lord Cromer ismini alacak olan Evelyn Baring, esasen Mısır’ın gerçek
yöneticisidir. Büyük bir bankacı ailenin ferdi olan Baring Britanya’nın mani
çıkarlarını gözetme konusunda güvenilecek az sayıda kişiden biridir.” [John
Newsinger, "Liberal Imperialism and the Occupation of Egypt in 1882.” Race and Class 49, 2008, Sayı. 3: s. 72.]
[5] Ahmed, a.g.e.,
s. 152.
[6] Cromer’dan aktaran: Ahmed, a.g.e., s. 153.
[7] Ahmed, a.g.e.,
s. 151-155.
[8] Ahmed, a.g.e.,
s. 165-168.
[9] Mahmood Mamdani, Good Muslim, Bad Muslim: America, the Cold War, and the Roots of
Terror. Johannesburg, South Africa: Jacana Media. 2004, s. 122.
[10] Mamdani, a.g.e.,
s. 121-122.
[11] Aili Mari Tripp, “Challenges in Transnational
Feminist Mobilization.” Global Feminism:
Transnational Women 's Activism, Organizing, and Human Rights içinde (s.
296-312), Yayına Hazırlayan: Myra Marx Ferree ve Aili Mari Tripp. New York: New
York University Press, 2006: s. 304.305.
0 Yorum:
Yorum Gönder