18 Eylül 2021

Feminizm İmparatorluğun Hizmetinde


Feminizm, imparatorluğa yeni hizmet ediyor değil. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın başlarında Avrupalı sömürgeciler, ellerindeki cephaneliğin bir parçası olarak gördükleri “sömürgeci feminizm”i yaygın olarak kullandılar.

Sömürgeci feminizm, Rudyard Kipling’in şiirlerinde geçen “beyaz adamın sırtındaki yük” olarak görülen sömürgelerde tesis edilen hâkimiyeti meşrulaştırmak için devreye sokuldu. Bu amaçla başvurulan dil, sömürgeci güçlerin sömürge halklardan kültürel açıdan üstün olduğunu ortaya koymak için cinsiyet meselesine odaklanmaktaydı.

Sömürge kültürlerinin cinsiyetle ilgili yaklaşımlarını dert edinen dilin kökleri, Avrupa’nın yayılmacı politikaları devreye soktuğu ilk yıllara dek uzanır. Sömürgeci güçler, ele geçirdikleri ülkelerde önceden varolan cinsiyetle alakalı alışkanlıkları dönüştürdüler. Erkek antropologların elde ettikleri ve modern öncesi dünya genelinde erkek egemenliğinin yaygın olduğunu söyleyen bulguların aksine, feminist antropologlar, cinsiyetle alakalı birçok farklı düzenin yürürlükte olduğunu ortaya koydular. Bu çalışmalara göre birçok modern öncesi kültürde kadın-erkek arasındaki tamamlayıcılık gerçek bir olgu, ayrıca bu çalışmalar, dünyanın birçok yerine eşitlik ilkesiyle hiyerarşik örgütlenme arasındaki çatışmanın bizzat Avrupa sömürgeciliği eliyle taşındığına dair belgeler sunuyorlar.[1]

Sömürgeciler için çalışan ajanlar olarak Cizvitler ve diğer Hıristiyan misyonerler, askerler, sömürge idarecileri, karşılaştıkları cinsiyetle alakalı düzenin yeniden yapılandırılması gerektiğini tespit ediyorlar. Örneğin misyonerler bunu, “yerli” halkların Hıristiyan yapılması için hem bir önkoşul hem de gerekli mekanizma olarak görüyorlar.

On yedinci yüzyılda Cizvitler, Kanada yerlilerini Hıristiyan yapma hedeflerine ulaşmak için kadınların bağımsızlığı meselesini ele almaları gerektiğini düşünüyorlar. Bu noktada üstlerine, ortaya çıkan sorunlarla ilgili raporlar sunuyorlar.

Sömürgelerde kontrolü tesis etme süreci, sömürge halkların tabi oldukları toplumsal yapılara göre farklılık arz ediyor. Buna göre bu toplumlarda kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan görevler ifa ettiği eşitlikçi kültürlere veya (örneğin Azteklerde görüldüğü üzere) ilk aşamasında olan ve patriarkal-hiyerarşik toplumsal yapılar inşa eden devletin hâkim olduğu katmanlanmış kültürlere rastlanıyor.

Daha önceden ne tür bir kültürün varolduğundan bağımsız olarak, sömürgeci güçler sebep oldukları ekonomik dönüşümün yanında kadınların statüsünde de kapsamlı bir dönüşüme yol açıyorlar ve bu dönüşüm, genelde kadınların ekonomik, kültürel ve politik güçlerini yitirmeleriyle sonuçlanıyor.[2]

Leyla Ahmed’in kadın ve İslam ile ilgili, artık klasikleşmiş olan çalışmasında İslam’la ilgili olarak şu tespite yer veriliyor:

“On dokuzuncu yüzyılda İngiliz ve Fransız sömürgeciler, yanlış bilgi aktarımından ve bağnazlıktan epey istifade ettiler. […] Sömürgeciler, ta Haçlı Seferleri’nden beri İslam’ın belirli uygulamalarında kadının yerine dair değerlendirmeleri İslam’ı ötekileştirme ve aşağılama maksadıyla kullandılar.”[3]

Ahmed kitabında, sömürgeci feminizmin nasıl kullanıldığını Lord Cromer (Evelyn Baring) örneği üzerinden aktarıyor. Bankacı bir ailenin oğlu olan Cromer, on dokuzuncu yüzyılın sonlarında Mısır’da başkonsolos olarak çalışıyor.[4] Kendi ülkesinde kadınlara oy hakkı verilmesini talep eden harekete karşı çıkmasına ve kadının yeri konusunda Viktoryen dönemin kurallarına bağlı olmasına karşın Cromer, o dönemde Osmanlı’nın elinde olan Mısır’da kadınlara yönelik muameleyi ve âdetleri ideolojik planda eleştiriyor, üstelik bunu Mısır’ın kültürünü itibarsızlaştırmak için yapıyor:

“Esasen Viktoryen dönemde pekişmiş olan sömürgeci ataerkil nizam, öteki halkın, bilhassa Müslümanların dinine ve kültürlerine yönelik saldırıda feminizmin dilini kullanıyor. Buradan, söz konusu saldırıya ahlakî bir kılıf bulunuyor. Kendi toplumunda feminizmle mücadele ederken, onu sömürge ülkede sömürgecinin sözü ve eylemini tasdik etmek için kullanıyor. Lord Cramer’ın faaliyetleri konuyu anlama noktasında önemli şeyler söylüyor, zira Cramer, öteki insanların kültürleri mevzubahis olduğunda, üstünlükçü görüşlerin, erkek merkezci ve ataerkil anlayışların feminizmle nasıl uyumlu kılınabileceğine, emperyalist düşüncenin hizmetinde mantıksal açıdan nasıl bağlaşık hâle getirilebileceğine dair gayet iyi bir örnek sunuyor.”[5]

Cromer, “Doğulular”ın aşağılık insanlar olduklarına inanan bir isim. Hatta ona göre aşağılık varlıklar olduklarını kadınlara yönelik muamelelerinden anlamak mümkün:

“İslam’da kadınların konumu değiştirilmelidir, zira İslam, kadınları aşağıda görmektedir. Onların çarşafa sokulması ve toplumdan uzak tutulması, bu durumun bir yansımasıdır. Eğer Batı medeniyetinin kabulüne eşlik etmesi gereken, düşüncedeki ve karakterdeki yücelme gerçekleşecekse, Mısır, bu 'zararlı engel’den kurtulmalıdır.”[6]

Sömürgeci feminizm, yerli halkların aşağılık olduğunu ortaya koymak için o dönemin antropoloji çalışmalarından da yararlanıyor. Feministler de misyonerler de sömürgeciliğin odalıkları olarak faaliyet yürütüyorlar, kadınların İslam’da erkeğe tabi olan rolünü tüm kültürü mahkûm etmek amacıyla gerçekleştirdikleri saldırıda önemli bir unsur olarak kullanıyorlar.

Bugün Avrupa’da başörtüsüne yönelik saldırıları anlamak için Ahmed’in yirminci yüzyılın başlarında tesettür üzerinden patlak veren savaşa dair değerlendirmelerini okumak gerekiyor.

Küreselleşme sürecinin o ilk döneminde Mısır, İran ve Türkiye’nin başında bulunan ve ülkelerinin modernize edilmesini savunan liderler, Batılı güçlerin İslam’da kadının konumuna dönük saldırıları, en azından sembolik düzeyde, “başörtüsü veya çarşaf”a karşı yürütülen mücadeleleri, ikna edici buluyorlar ve bu uygulamanın yürürlükten kaldırılmasına karar veriyorlar. Bu ülkeler, modern kapitalist dünyaya adım atmak için Batı’yı taklit etmenin ve Batı’ya göre gericiymiş gibi görünen her şeyin ortadan kaldırılmasının zaruri olduğunu düşünüyorlar. Gelgelelim, ülkelerini modernleştiren ulusal liderlerin gerçekleştirdikleri kıyafet reformlarının kabul edilmesiyle birlikte halkta güçlü bir tepki açığa çıkıyor.

Ahmed’in kullandığı ifadeye başvuracak olursak, bu süreç “anlatı karşıtlığı” ile sonuçlanıyor. “Medenileştirici” bir güç olarak Batı, tesettürü kadına yönelik zulme ve Müslüman kültürünün aşağılık oluşuna ait bir sembol olarak hedefe koyunca İslam’ı savunan bazı kesimler de tesettürü savunmaya başlıyorlar.

“Avrupa kültürünü benimseyecek miyiz yoksa onunla mücadele mi edeceğiz” tartışması üzerinden yaşanan ayrışma, esasen sınıfsal meselelerle derinden bağlantılı. Modern tarım tekniklerini kullanan pamuk üretimi, Mısır’da ekonomik dönüşümden geçiyor, öte yandan bu dönüşüm, Avrupa ürünlerinin kabulünü zorunlu kılıyor, böylece yerel üretime zarar veriyor. Söz konusu değişimin yararını gören seçkinler ve yeni orta sınıf, hem sömürgeciliğin yeni politik ekonomisini, hem de onunla birlikte ülkeye giriş yapan Avrupa kültürünü benimsiyor. Bu kesimle net bir karşıtlık içinde olan, topraklarından sürülen köylülerse sürece öfkeleniyorlar ve karşı çıkıyorlar.

Ortadoğu’da modernleşme sürecini Türkiye’nin lideri, Kemal Atatürk, İran’ın lideri Rıza Şah ve yazar Kasım Emin gibi isimlerde temsil olunan liderlerince kaleme alınmış yeni “feminist” yazılar, sömürgeci Batı’ya bağlanmayı kader olarak görüyorlar. Bu liderler, bir yandan da gayri medeni olduklarına dair fikri çürütmek istiyorlar. Bu noktada Müslüman kültürün zayıflığına itiraz etmek adına başörtüsü ve çarşafla ilgili eleştirilere bunları yasaklayarak cevap veriyorlar.

Başka isimlerse İslam’ı savunuyor, tesettüre tek bir eleştiri getirmeden ona destek sunuyorlar.[8]. Ya Batı’nın anlatısı tekrarlanıyor ya da ona karşı çıkılıyor. Fakat bu tartışmada her iki taraf da temelde kadınlara dair geleneklerin tüm kültür nezdinde engel teşkil ettiği anlayışını kabul ediyor.

Peki Atatürk, Rıza Şah ve Mısırlı yazar Kasım Emin gibi liderler, bu denklemi neden kabul ediyorlar? Leyla Ahmed’e göre bunun nedeni, bu milliyetçi ve modernleştirici liderlerin algısına göre kadınların Batı’daki nispi özgürlüğü ile Batı bilimi, teknolojisi ve sanayisi arasında yapısal bir bağ var.

Japonya ve Çin’deki liderler gibi yirminci yüzyılın başlarında karşımıza çıkan Mısırlı ve Türk liderler de Batı teknolojisini edinmenin zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Ama İslam bağlamında bu liderler, Batı’nın teknolojik imkânlarına kavuşmanın yanında, modernleşme sürecine uyum göstermek için belirli bir feminizm türünü kabul ediyorlar.

Avrupalılaşma sürecine muhalif olanlarsa bu görüşe karşı çıkıyorlar. Milletin aşağıda olduğu noktasında kadının erkeğe tabi oluşuna ve tesettürüne odaklananlara karşı bu yazarlar zıt bir konum alıyorlar. Tesettürü ve kadının toplumdan uzak tutulmasını İslam’a içkin unsurlar olarak görüyorlar, hatta bunların modernleşmeyi dengelediğini düşünüyorlar. Günümüzde karşımıza çıkan İslamî köktenciliğin köklerini bünyesinde barındıran bu tutum, doğalında, bugün Müslüman feministlerin işaret ettikleri, kadın haklarına saygı gösteren, İslamî düşünce ve pratiğe ait farklı yönelimleri görmezden geliyor.

Bugün tesettürle ilgili kavgaya tekrar tanık olunuyor. 1979 İran Devrimi ve Afganistan’da kurulan Taliban rejimi, bu noktada gerekli zemini sağlıyor. ABD’nin önemli müttefiklerinden olan Şah’ın devrilmesi sonrası Humeyni’ye bağlı güçler, açıktan İslamcı olduğunu ortaya koyan bir hükümet kuruyorlar. Şah’ın zulüm üzerine bina edilmiş düzeni karşısında geniş bir muhalefet hareketinin oluştuğu süreçte sol, İran Devrimi’ne destek sunuyor.

Fakat İslamcı güçler kurulan düzen içerisinde güçlendikçe, kadın haklarının budanacağı, baskılara tanık olacak bir süreç başlıyor. İran Devrimi, dünyanın yeni bir politik gelişime sahne olmasını sağlıyor.

“Sadece İslamcı ve anti-komünist değil, aynı zamanda milliyetçi olan yeni düzen, tüm yabancı nüfuzundan, bilhassa ABD’nin nüfuzundan bağımsız hareket etmeye kararlı olduğunu ortaya koyuyor.”[9]

ABD ülkeden kaçmış olan Şah’ın tedavi görmesi için New York’a gelmesine izin verince Humeyni ABD’yi “büyük şeytan” olarak nitelendiriyor. Bunun üzerine üç bin kadar öğrenci Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ne baskın düzenliyor ve doksan kişiyi rehin alıyor. 444 gün süren bu rehine mücadelesi esnasında Humeyni güçleri tüm dizginleri ele geçiriyorlar.

Bu kriz süresince yeni kurulan düzene muhalif on binlerce insan hapse atılıp idam ediliyor. Kadınların ev dışında çalışmalarına kısıtlamalar getiriliyor, ayrıca kadınların çador denilen, vücudu bütünüyle saran siyah kıyafetler giymeden dışarı çıkmaları yasaklanıyor.[9]. Sonradan Irak’ı silahlandırıp İran’la sekiz yıl boyunca savaştıran ABD’nin resmi düşman kabul edildiği İran’da çador, İran İslam Cumhuriyeti’nin kadın karşıtı bir yapı olarak tanımlanmasında merkezî bir unsur hâline geliyor.

Aynı şekilde, ülkelerindeki Sovyet işgalini başarıyla sonlandırmış, artık kendi aralarında savaşan savaş ağalarının yol açtığı karışıklığa ve tahribata cevap olarak doğmuş bir tür asayiş sağlama hareketi anlamında Taliban, kadınlarla ilgili kimi ağır hükümleri yürürlüğe koyuyor. Kadınlara zorla burka giydirilmesi, ABD’li feministlerin en fazla üzerinde durdukları konu hâline geliyor.

Bu gelişme üzerine Feminist Çoğunluk Vakfı, Eleanor Smeal liderliğinde Cinsiyet Ayrımcılığını Durdurun Kampanyası’nı yürürlüğe koyuyor. Bu süreçte Başkan Clinton’ı Taliban rejimine verdiği destekten caydırmak için çalışan vakıf, kampanya esnasında binlerce dolar para topluyor. Burka karşıtı kampanya ve vakıftaki etnik merkezci yaklaşım konusunda Aili Mari Tripp şunu söylüyor: “Açlık, savaş, askerîleşme süreci ve güvende olmama hâli, o dönemde Afgan kadınlarının gözünde çok büyük ve çok daha önemli sorunlardı.”[11]

İran Devrimi ve Taliban’ın iktidara gelişiyle birlikte Batılıların zihninde kurulu olan ve “tesettür”de simgeleşen, İslamî köktencilikle kadın haklarına yönelik baskılar arasındaki denklik yeniden gündeme geliyor. Tekrar dirilen bu anlayış dâhilinde çador ve burka kadın haklarının yok edilişini simgeliyorlar. Bu sayede de kadın hakları kapitalist demokrasiyle denkleştiriliyor, terörle küresel mücadele tam da bu zemin üzerinden başlatılıyor.

Hester Eisenstein

[Kaynak: Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and Ideas to Exploit the World, Paradigm Publishers, Londra, 2009, s. 178-182.]

Dipnotlar:
[1] Mona Etienne ve Eleanor Burke Leacock, “Introduction.” Women and Colonization: Anthropological Perspectives içinde (s. 1 -24), Yayına Hazırlayan: Mona Etienne ve Eleanor Burke Leacock. New York: Praeger. 1980, s. 10.

[2] Mona Etienne ve Eleanor Burke Leacock, Women and Colonization: Anthropological Perspectives. New York: Praeger. 1980.

[3] Leila Ahmed, Women and Gender in Islam: Historical Roots of a Modern Debate. New Haven, CT: Yale University Press. 1992, s. 149, 151.

[4] 1883’ten 1907’de emekli oluşuna dek sonrasında Lord Cromer ismini alacak olan Evelyn Baring, esasen Mısır’ın gerçek yöneticisidir. Büyük bir bankacı ailenin ferdi olan Baring Britanya’nın mani çıkarlarını gözetme konusunda güvenilecek az sayıda kişiden biridir.” [John Newsinger, "Liberal Imperialism and the Occupation of Egypt in 1882.” Race and Class 49, 2008, Sayı. 3: s. 72.]

[5] Ahmed, a.g.e., s. 152.

[6] Cromer’dan aktaran: Ahmed, a.g.e., s. 153.

[7] Ahmed, a.g.e., s. 151-155.

[8] Ahmed, a.g.e., s. 165-168.

[9] Mahmood Mamdani, Good Muslim, Bad Muslim: America, the Cold War, and the Roots of Terror. Johannesburg, South Africa: Jacana Media. 2004, s. 122.

[10] Mamdani, a.g.e., s. 121-122.

[11] Aili Mari Tripp, “Challenges in Transnational Feminist Mobilization.” Global Feminism: Transnational Women 's Activism, Organizing, and Human Rights içinde (s. 296-312), Yayına Hazırlayan: Myra Marx Ferree ve Aili Mari Tripp. New York: New York University Press, 2006: s. 304.305.

0 Yorum: