Kadın Hareketi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kadın Hareketi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Haziran 2025

,

Yusuf Said Uçak'ın İntiharı: Sol, Feminizm, İfşa ve Linç



Beş gün önce Yusuf Said Uçak isminde üniversite öğrencisi bir gencin intihar haberi sosyal medyaya yansıdı. Ben olaydan “Devrimci Gençlik Dernekleri” (DGD) isimli hesabın yaptığı açıklamayla haberdar oldum.

Açıklamayı ve bu açıklamanın “alıntılandığı” bütün retwitleri okudum. Daha sonra DGD, biri “Yeni Demokrat Kadın” (YDK) hesabının yaptığı açıklamaya cevap olmak üzere, iki açıklama daha yaptı. Onları ve konuya ilişkin bulabildiğim başka paylaşımları da okudum.

Bu arada intihara ilişkin internette bir tarama yaptım. Maalesef Yusuf Said’in kimliğine ve olayın nasıl gerçekleştiğine ilişkin yeteri kadar bilgi olmadığını belirtmeliyim. Bu arada Yusuf Said’in İmamoğlu eylemlerinde DGD’ye örgütlendiğini de ifade edelim. Nitekim ilk üç gün boyunca tartışmalar, bir kişinin intiharından çok, örgütsel savunu ve suçlamalar bağlamında yürüdü.

Olayın merkezinde “Yusuf Said’in bir kadına cinsel taciz”de bulunduğu iddiası yer alıyor. İddia, henüz somut bir kanıt olmadan, 3 Haziran günü “anonim” bir hesap tarafından “Teşhir Ediyoruz! Bu Bir Cinsel İstismar İfşasıdır!” üst başlığıyla sosyal medyada paylaşılıyor. Yapılan paylaşımlarda Yusuf Said’in dört kadın tarafından dövüldüğü (bazı feministlerin ifadesiyle “cezalandırıldığı”) görülüyor. Ardından Yusuf Said’e yönelik sosyal medyada bir linç kampanyası başlıyor. Bu paylaşımların yapılmasından bir gün sonra, 4 Haziran günü, Yusuf Said Uçak intihar ediyor. Yusuf’un intiharından sonra ifşa ve linç mekanizmasını işleten kişiler, sosyal medya hesaplarını kapatıp kayıplara karışıyorlar.

Devrimci Gençlik Dernekleri (DGD) yaptığı açıklamalarda -öz olarak- Yusuf’la ilgili iddiaları soruşturmak ve açıklığa kavuşturmak üzere bir süreç işletirken, iddia sahiplerinin konuyu sosyal medyaya taşıyıp ifşa mekanizmasını işletmesiyle sürecin akamete uğradığını ve bu trajik sonucun ortaya çıktığını vurguluyor. Fakat gerek DGD’nin yaptığı açıklama gerekse Yusuf’un arkadaşlarının yaptığı açıklamalar “ifşa ve linçi” savunan feministler tarafından “fail aklama” olarak tanımlandı. Örneğin Yeni Demokrat Kadın hesabının yaptığı açıklama, ifşa ve linç mekanizmasını savunurken, bu mekanizmanın ardındaki mantığı da vurguluyor:

“Bütün bunların esas sebebi, sistemin kadın ve LGBTİ+’lara yönelik şiddet karşısında failleri ve erkekleri cezasızlıkla ödüllendiren tutumlarının karşısında bir alternatif olabilmenin bize yolunu açan ‘kadının beyanı esastır, aksini ispat yükümlülüğü faile aittir’ ifadesinin devrimci saflarda adından çokça söz edilse de yaşam bulamamasıdır.”

Aralık Feminist Kolektif’in (@aralikfeminist) konuya ilişkin 8 Haziran’da yaptığı açıklama da “Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesini feminist mücadelenin en temel ilkelerinden biri olarak tanımlıyor.

Yusuf Said’e yönelik “ifşa ve linç mekanizmasını” işleten feministlerin örgütlü olduğu “Öğrenci Kolektifleri” (@kolektifler3) ise intiharın ardından 3 gün sessiz kaldıktan sonra bir açıklama yaptı. Açıklamada videoyu paylaşan kişinin örgütsel ilişkisinin kesildiği belirtilmekteydi. Olaya ilişkin belirsizlikleri aydınlatmasa da Öğrenci Kolektifleri’nin yaptığı açıklama ifşanın mantığını savunurken, Yusuf’a yönelik gerçekleştirilen muameleyi “bireysel” bir karar olduğu gerekçesiyle sahiplenmemekteydi:

“Yaşananların muhatabıyız, çünkü bu süreç, bilgimiz ve örgütlü tavrımız dışında gelişmiş olsa dahi içimizden bir kişi de bireysel kararıyla ve tarafımıza hiçbir bilgi vermeden bu sürecin parçası olmuştur.”

Diğer taraftan Yusuf’un yakın arkadaşları, onun asla böyle biri olmadığını söylüyor, “taciz” iddialarını reddediyor ve Yusuf’un “yargısız infaza” uğradığını belirtiyor. Özellikle @oliviagrace1312 hesabının “Dostundan Biricik Yusuf İçin Birkaç Söz” başlığıyla yaptığı paylaşım, ifşa ve linç mekanizmasının mantığını ve sonuçlarını kavramak açısından önemli ipuçları veriyor:

“Bu videoda bulunan kişiler, Yusuf’un vefatını duyunca gönderilerini silip hesaplarını kapatıp sessiz kalsalar da yaptıklarıyla övünmüştür. Şahsımca feminist hareket olarak gördükleri şey, tam da feminizmi baltalamıştır. Karşı olunması gereken şiddet, linç kültürü, yargısız infaz ve ahlaki-hukuki değerlerin yok sayılması yaşanmıştır. Ortada sadece iddia vardı, küçük bir açıklama yapılmadı, detaylar paylaşılmadı, bahsedilen taciz nedir, hiç bahsedilmedi. Böyle ciddi bir süreci ciddiyetsizlikle yürütmüşlerdir. Hepsini geçiyorum, bunca ağır ve arkasında durulan bir ifşa varsa hukuki süreç başlatılmalıydı. ‘Adalet zaten işlemiyor. Biz kadınların beyanını esas alırız.’ diyerek Yusuf’a istediklerini yapmakta kendilerine hak biçtiler. Kadının beyanı hukuki süreçte esastır. Bir insanın hak savunuculuğunu yaptığını düşündüler ama Yusuf’un haklarını elinden aldılar. Hakkı yendi ve yok edildi. Yusuf bunları hak etmedi, aynı karşı taraf gibi Yusuf’a da kulak verilmeliydi.”

Olay, kısaca böyle. Kuşkusuz bu olayın tartışılması gereken çok yönü var. Her şeyden önce taciz iddiasına konu olan eylemin ne olduğu hakkında bir belirsizlik söz konusu. Arkadaşlarının yaptığı paylaşımlardan anladığım kadarıyla Yusuf Said’in taciz iddiasında bulunan kızla bir ilişkisi var. Kızla fiziksel anlamda yakınlaşıyorlar ama Yusuf Said yakınlaşmayı bir adım daha ilerletmek istediğinde kızın tepkisiyle karşılaşıyor ve Yusuf hemen geri çekilip özür diliyor. Sonrasında kızdan uzaklaşıyor, kız yeniden iletişim kurmak istediğinde Yusuf mesafeli davranıyor. Daha sonra “taciz” iddiaları gündeme geliyor.

Bunlar ne kadar doğru, bilemiyorum. Fakat nihayetinde ortada bir kadının “taciz iddiası”, bu iddiaya dayanarak yapılan bir “ifşa ve linç” ve bunun sonucunda onurunu ve itibarını kaybettiğini düşünüp “intihar” eden bir genç var.

Fakat benim üzerinde asıl durmak istediğim nokta “ifşa ve linç” mekanizmasının feminist harekette bir “mücadele aracı” olarak kullanılıyor olmasıdır. Taraflar yeterince sorgulama konusu yapmasa da asıl sorun budur.

Bu mekanizma, cinsiyete dayalı herhangi bir taciz/şiddet iddiasında, kadının beyanını kategorik olarak eksene almakta, erkeği ise “olağan sabıkalı” konumunda sürece dâhil etmektedir. Olayın ne olduğundan bağımsız olarak, tarafların iddia ve savunuları “eşit doğruluk değerinde” görülmemektedir. Bunun böyle görülmesi beklenemez de zaten. Çünkü tekil bir olayda erkek, “erkek egemen hegemonyanın” bir üyesi; kadın ise bu hegemonyayı aşmak, asimetrik güç dengesini kadınlar lehine değiştirmenin temsilcisi olarak görülmektedir. Nitekim erkeğin savunusu daha başlangıçta “mansplaining” (erkek egemen açıklama) olarak tanımlanabilmekte, savununun kendisi “patriyarkanın yeniden üretimi”, “fail aklama” gibi “susturucu şablonlar” (buna tekfir mekanizmaları da diyebiliriz) aracılığıyla hükümsüz kılınmaktadır.

Yani ortada, müddeinin ya da failin cinsiyetinden bağımsız bir şekilde, kendi özgün koşullarında değerlendirilmesi gereken bir olay yoktur. Bu olayın nasıl değerlendirileceğine dair olay öncesi hazırlanmış “ideolojik kalıplar” vardır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse bu, “davalı ve davacı” arasındaki hukuki bir davadan çok davalı ve davacının temsil ettiği ideolojik bir davadır. Nitekim DGD’yi konuyu “Yusuf’un ölümüne indirgemekle” itham eden Yeni Demokrat Kadın’ın (YDK) yaptığı açıklama bunu soğukkanlılıkla yansıtmaktadır:

“Konunun muhatabı politik öznelerden biri olan DGD’nin kamuoyuna ilk elden yaptığı ve sürecin bütününe dair bilgilendirme içermeyen açıklamanın ruhu, devrimci değerlerin büyük savunuculuğu adı altında en yakınımıza, mücadele alanlarımıza sirayet eden erkekliği bir kere daha üretmiştir. Bunu yaparken de aslında kadın mücadelesinin ürettiği değerler de mücadeleden dışlanmaktadır.”

Dahası, YDK’ya göre ifşa bir mücadele yöntemidir ve Yusuf’un ölümü üzerinden kadınların bu yöntemi ellerinden alınmak istenmektedir. YDK, açıklamasına buna dikkat çekerek başlamaktadır:

“İfşalara dönük tepkiler, kadınların sorgulanması, yargılanması, mücadele yöntemlerinin mahkûm edilmesine dönüşen sonuçlar yaratıyor. Bunun erkek egemenliğinin bilinçli olarak yaptığı manipülasyonlardan bir tanesi olduğunun altını çiziyoruz.”

“Bazı hatalar insanların canına mal” olsa da onlara göre bunun pek bir önemi yoktur. Önemli olan, hegemonya savaşının kazanılmasıdır:

“Devrimci mücadelenin tarihinden biliyoruz ki bazı hatalar insanların canına mal oluyor. Coğrafyamızdaki mücadelenin tarihi maalesef bunun gibi onlarca örnek içermektedir. İfşa veya ezilenin ezene yönelik şiddeti, devrimci mücadelenin yöntemlerinden biri olarak meşrudur, istenmedik sonuçlar üretmesi hem araçların hem de bu araçları uygulayanların hedef haline getirilmesine neden olmamalıdır. Olaya özne kadınları politik olarak yönlendirenler, bugün sus pus olsa da özneler devrimciler tarafından sahiplenmelidir.”

Son cümleye özellikle dikkatinizi çekmek istiyorum: “Olaya özne kadınları politik olarak yönlendirenler, bugün sus pus olsa da özneler devrimciler tarafından sahiplenmelidir.”

Kanaatimce konunun özü tam da burasıdır. Bazı hesaplar tarafından Yusuf’un kaybının verdiği duygusallıkla “acımasız” bir yaklaşım olarak görülse de YDK, burada bir gerçeği “saf haliyle” dile getirmektedir. Yusuf’a kaba şiddet uygulayan kadınları “karşı linçle” hedef tahtasına oturtarak ya da “örgütsel ilişkilerini keserek” sorunu çözemezsiniz. Bu kadınları “politik olarak yönlendiren”, onları güç dengelerinin asimetrik olarak dağıtıldığı bir savaşta asimetrik yöntemler kullanmaya ikna eden politik anlayışı masaya yatırmadan neyi halledeceksiniz? YDK’nın “cesaretle” ifade ettiği gibi, bu güç dengesizliğinin zaman zaman can kaybı gibi “istenmedik sonuçlar üretmesi” normaldir.

Bu açıdan bakıldığında YDK’nın DGD’ye yönelik ithamları haklıdır. Nitekim DGD, Yusuf Said’e uygulanan ifşa ve linçi eleştirirken, bu eleştiriyi yöntemin kendisine kadar derinleştirmemeyi tercih etmekte; bilakis, yöntemin kendisini meşru görmektedir:

“İlgili süreç güvenli şekilde işletilirken ve şikayetçi kadın arkadaş ile tam bir iletişim sağlanmışken sosyal medyada plansız, ucu açık ve istismar edilmeye açık bir paylaşımın yer alması teşhir gibi kadın hareketinin önemli bir aracının bu biçimde kullanılması mekanizmanın zayıflatılmasına da yol açmaktadır. Yapılanların öz savunma manasında bir teşhir olmadığı açıktır. Bu araçların yanlış kullanılmasının tüm kadınlar açısından olumsuz sonuçları olabileceği için, azami hassasiyet gösterilmesi elzem olduğu halde bu aracı alelade bir linçten farksız biçimde hayata geçirenler tarafından gösterilen bu sorumsuzluk herkesin malumudur ki çok vahim bir sonuca yol açmıştır.”

Yusuf Said’i intihara götüren süreç, sadece birkaç feministin paylaştığı video değildir. DGD, şunu kendine sormaktan imtina ediyor: Yusuf Said’i asıl umutsuzluğa yönelten şey neydi? Daha başlangıçta kadının beyanının esas alındığı bir soruşturma sürecinden çıkacak sonuca güvenmemesi olabilir mi? “Olağan sabıkalı” olarak dâhil edildiğiniz bir soruşturmanın sonucuna ne kadar güvenebilirsiniz ki? Kaldı ki, DGD konu kendilerine intikal eder etmez Yusuf Said’e “yaptırım” uyguladığını belirtmektedir:

“Komitede konuyla görevli kadın arkadaşımız, müşteki kadına ulaşarak ilk teması yaklaşık 15 dakika içinde 19.50 civarı sağlamıştır. İlk temasın ardından iddianın kategorik olarak karantina prosedürü gerekli konulardan ‘kadına yönelik suçlar’ kapsamında olduğu anlaşıldığından, hakkında suç isnat edilen geçici üyemiz Yusuf’un üyelik süreci askıya alınmış ve soruşturma sonuçlanana kadar tüm dernek faaliyetlerinden el çektirilmiştir.”

Şunu tekrar sormak istiyorum: Yusuf Said, böyle başlayan bir soruşturma sürecinden çıkacak sonuca güvenmemiş olabilir mi? İddiaya karşı kanıt sorumluluğunun size yüklendiği, aksini ispat etmekle yükümlü tutulduğunuz ve söylediğiniz her şeyin “erkek” olarak söylediğinizi kenara not eden bir soruşturma süreci, size ne kadar umut verici geliyor?

Nitekim bazı paylaşımlarda Yusuf’un kendini savunmak istemediği, sürekli “özür dileyerek” ve yapılan ithamlara boyun eğerek kendini suçladığı belirtilmektedir. Oysa her sorun aşılabilir, her iddia cevaplanabilir, her linçle mücadele edilebilir. Yeter ki umut olsun. Umudun bittiği yerde sadece savunma değil, hayat da anlamsızlaşır ve yaşama sevinci biter.

Burada bir parantez açarak, şunu da vurgulamak istiyorum: Gerek DGD’nin gerekse Öğrenci Kolektifleri’nin açıklamalarında “soruşturma”, “yargılama”, “cezalandırma” süreçlerinin bu yapılar tarafından işletilen rutin süreçler olduğunu görüyoruz. Belki de pek çoğu öğrenci olan, ideolojik saiklerle hareket etmeye yatkın kişilerin üç ay önce tanıştıkları bir kişinin geleceği hakkında karar vermesi, size mantıklı geliyor mu?

Diğer taraftan, konuya ilişkin bazı feminist hesaplar, ifşa yönteminin yanlış kullanımının feminist kazanımlara zarar vereceğini belirtmekte; “kadının beyanının soruşturmanın başlaması için esas” olduğunu, sonrası için sürecin iddialarla değil, kanıtlarla yürümesi gerektiğini vurgulamaktadırlar. Ancak yukarıda da vurguladığım gibi, erkek cinsiyetini kategorik olarak “şaibeli” gören bir önvarsayım, tarafların açıklamalarını aynı doğruluk değerinde görmeye ne kadar açık olacaktır? Örneğin her iki taraf için de kanıt getirmenin mümkün olmadığı, sadece iddia ve savunuların söz konusu olduğu bir olayda erkek tekil bir kişi olarak değil, erkeklik kategorisi içinde değerlendirilecek ve hakkında öyle karar verilecektir.

Sonuç olarak şunu belirtmekte fayda var: Yusuf Said’in “sol ve feminist” bir örgütün üyesi olarak feminizmin hışmına maruz kalması, daha derin bir tartışmayı gerekli kılmaktadır. Bu yazıda ayrıntısına girmeyecek olsam da, YDK gibi yapıların “devrimci şiddet” olarak meşrulaştırdığı ifşa ve linç mekanizması, ne sadece solcularla ne de sadece erkeklerle sınırlıdır. Bu mekanizmanın 2019’daki TERF tartışmalarında Zeynep Direk, Yasemin Varlık, Ebru Pektaş, Hale Akay gibi feminist kadınlara karşı da işletildiğini hatırlatmak gerekir. Nitekim 2020’de bu kişiler LGBTİ Onur Haftası Düzenleme Komitesi tarafından ifşa etmeyi ve “hizaya getirmeyi” amaçlayan “hormonlu domates” ödüllerine layık görülmüşlerdi.

Kadının biyolojik cinsiyetine inanan feminist kadınlara bile acımayan bu kültürün nerede duracağını kim bilebilir? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: “Devrimci şiddet” olarak meşrulaştırılan ifşa mekanizmasının meşruluk sınırını ne belirlemektedir? Eğer “ifşa”, normatif olana en uzakta duranın normatif olana karşı elinde meşrulaşıyorsa, herkes norma en uzak olanın söylem gücüne boyun eğmek zorunda kalmayacak mıdır?

Son olarak, belki başka bir yazıda açılması gereken bir noktaya daha değinmekte fayda var. Yusuf Said’in intiharıyla yeniden alevlenen tartışmaların bir ekseninde de -Aralık Feminist Kolektif’in açıklamasında görülebileceği üzere- Marksizm ve feminizm arasındaki geçmişi uzun yıllara dayanan gerilimin olduğunu belirtmek gerekiyor: Siyasal mücadelenin ekseninde “cinsiyet/cinsellik ve ataerki/heteronormativite” mi yer alacak yoksa “sınıf ve sermaye” mi? Nitekim Heidi Hartmann, 45 yıl önce yazdığı “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” yazısına bu gerçeği işaret ederek başlar:

“Marksizmi ve feminizmi son zamanlardaki birleştirme çabaları, feministler olarak bize tatmin edici gelmiyor, çünkü bu girişimler, feminist mücadeleyi sermayeye karşı verilen ‘daha geniş’ mücadelenin kapsamı içine alıyor. Benzetmemizi sürdürürsek, ya daha sağlıklı bir evliliğe varmamız ya da boşanmamız gerekmektedir.”

Mücahit Gültekin
9 Haziran 2025
Kaynak

08 Mart 2025

Bolşevikler ve Feministler

Şubat 1917 Sonrası Kadın Örgütlenmesi: Sınıf Bilinci Kadınlarla Buluşuyor

Rus radikalizmi, on dokuzuncu yüzyıldan beri belirli bir feminist damara sahipti. 1905 devrimi, farklı tiplerde kadın hakları örgütlerinin ortaya çıkışına tanıklık etti. Anna Kalmanoviç gibi kimi feministlerin sosyalistlerle bağları mevcuttu. Bir de Anna Miliukova gibi liberaller vardı.

Anna Miliukova, Meşruti Demokrasi Partisi’nin kuruluş kongresinde yeni kurulan partinin tüzüğüne kadınlara oy hakkı talebinin eklenmesiyle ilgili bir kararın dâhil edilmesi gerektiğini söyledi. Bu hararetli tartışmada partinin ileride başına geçecek olan kocası, tarihçi Pavel Miliukov’u karşısında buldu.[1]

Kollontay’ın iştirak ettiği ilk Tüm Rusya Kadınlar Kongresi’ni esas olarak liberal kadınlar örgütlediler. Birçok kararın alındığı kongrede, asıl mesele, kadınlara oy hakkı verilmesiydi. Gelgelelim, Meşruti Demokrasi Partisi üyeleri, oy hakkının sınırlanması talebinde bulununca sosyal demokratlar kongreyi terk ettiler.

Her türden devrim fikrinden tiksinen liberaller, geçici hükümeti kurmak için adım attılar. Menşevikler çevresine mensup ılımlı sosyalistler, sosyalist devrimciler ve halkçı sosyalist partiler, bu hükümete onay verdiler, zira bu kişiler, ilgili hükümetin burjuvazinin öncülük etmesi gereken burjuva demokratik devrimi ifade ettiğini düşünüyorlardı.

Bu geçici hükümet, kurucu meclis seçimlerinin çalışmalarını başlattı. Yahudilerle ilgili kısıtlamaları kaldıran meclis, başka adımlar attı. Ancak gene de görüldü ki 3 Mart’ta duyurulan programında hükümetin kadınlara oy hakkı verilmesi meselesinden hiç bahsedilmiyordu.

İlk geçici hükümette görev almış olan tek sosyalist bakan Aleksandır Kerenski, 11 Mart günü kadınlara oy hakkı meselesiyle kararın kurucu mecliste alınacağını, zira bu değişikliğin alelacele alınacak bir kararla gerçekleştirilemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Kadınlar Birliği, Petrograd’da büyük bir gösteri düzenledi. Süreçte hükümet, herkese “oy hakkı verileceği”ne dair söz vermişti ama o “herkes”in kadınları içermediği görüldü.

Nevski Bulvarı’nda yürüyen yaklaşık kırk bin kişilik kitle, hem hükümetin hem de Petrograd Sovyeti işçi ve Asker Vekilleri’nin resmi bina olarak kullandığı Tauride Sarayı’nın önüne geldi. İlk olarak sovyet temsilcileriyle bir araya gelen eylemciler, uyguladıkları baskı sonucu temsilcilerden kadın haklarına destek sözü aldılar. Geçici hükümetin başında bulunan Prens Lvov, kısa süre önce hapisten çıkmış olan eski devrimci Vera Figner’in öncülük ettiği ikinci heyetin ziyareti sonrası oy hakkı taleplerini kabul etti. Ancak oy hakkı, ancak Temmuz ayı içerisinde resmileşebildi.[2]

19 Mart eyleminde feministler, Aleksandra Kollontay’ın konuşmasına izin vermediler. Konuşmaya çalıştığında birkaç kadın, onu Tauride Sarayı’nın merdivenlerinden aşağıya itti. O dönemde sosyalistler, liberal veya burjuva feministlere karşı çıktıkları için ağır bir biçimde eleştiriliyorlardı.

Önemli sayıda işçinin katılım gösterdiği eylemin ulaştığı başarı sayesinde sosyalist liderler kadın yoldaşlarının sözlerinin değerini fark ettiler.

1917 yılı süresince Bolşevik kadınların yoğun çalışmaları sayesinde on binlerce kadın işçi partiye katıldı. Bu kadınlar, sendikal harekette belirli bir ağırlığa kavuştular ve zamanla kadın meseleleriyle ilgili hassasiyeti sosyalizm mücadelesine taşıdılar. Prens Lvov’un kurduğu ilk geçici hükümetle birlikte Sosyalist Devrimcilerle Menşevikler arasında kurulan ve döneme hâkim olan ittifak, sınıflararası ateşkes zeminini koşulladı.

Bolşevik kadınlar, bu ateşkes zeminini parçalamak adına, iki alanda faaliyet yürüttüler. Geçici hükümet ve Petrograd Sovyeti liderleri, enflasyon ile gıda kıtlığının önemli meseleler olduğunu kabul etseler de bu konularda hiçbir şey yapmadılar. Savaş sürdüğü müddetçe bu sorunların çözülmesi imkânsızdı. Fakat mevcut koşullarda burjuvazinin yönettiği geçici hükümet savaşa son veremez, Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler ise geçici hükümeti aşacak bir adım atamazdı.

Ne var ki ilgili dönemde kadınlar seslerini yükseltmeye başladı. Asker eşleri, hükümetin hiçbir ilerlemeye imza atmamış olmasına karşı tepkilerini ortaya koydular. 11 Nisan günü bu kadınlar Tauride Sarayı’na bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Bu eylemle kadınlar geçici hükümetten çok sovyete güvendiklerini ortaya koydular. Ancak eylem sırasında Menşevik lider Dan, sovyet adına yaptığı konuşmada, kadınları hazinenin boş olduğu bir dönemde para istedikleri için azarladı. Dan, aynı zamanda sovyet üyesi Kollontay’ın kadınlarla konuşmasına da izin vermedi. Kollontay, gene de kadınlarla konuştu, bu gayriresmi konuşmada Kollontay, kadınların Sovyet’e kendi delegelerini sokmalarını istedi.

Bu noktadan sonra Bolşevik kadınlar, asker eşleri arasında önemli bir mevzi elde ettiler. İlk darbeyi kırk bin civarında kadın çamaşırhane işçisinin asgari ücret ve sekiz saatlik işgünü talep ettikleri grev indirdi. Bu kadınlar, Gonçarova, Novi Kondratyeva ve Saharova gibi Bolşevik kadınlar önderliğinde sendikalaştılar. Grev, bir ay sonra kısmi bir zaferle neticelendi. O dönemde ilk geçici hükümet büyük ölçüde savaşla alakalı güttüğü yayılmacı emeller üzerinden dağıldı. Sovyet içerisindeki kimi önde gelen Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler savaşa devam etmeye kararlı eski meclis (Duma[3]) üyeleriyle bir koalisyon hükümeti kurdu. Neticede ülke için hazırladıkları planları tehlikeye soktuğu için hükümet, çamaşırhane işçilerinin eyleminden epey rahatsız oldu.

Ülkenin dört bir yanına dağılmış halde oldukları için bu çamaşırhane işçilerinin örgütlenmesi büyük ve orta ölçekli işletmelerde çalışan işçilerin örgütlenmesine nazaran daha zor bir işti. Bolşevik basını, grevle ilgili haberleri düzenli olarak aktarıyor, işçilerin mücadelesini militanlık konusunda model alınacak bir mücadele örneği olarak takdim ediyordu.

Kadınlar, başka sektörlerde de mücadele yürütüyorlardı. Ücretlerin artırılmasını talep eden kadın işçiler, çalışma koşullarının iyileştirilmesini, bilhassa işyerlerinin temizlenmesini istiyor, aynı zamanda doğum yardımı ve çocuk emeğinin ortadan kaldırılmasını talep ediyorlardı. İşyerlerinde cinsel taciz vakalarına karşı epey öfkeli olan kadınlar, vücut aramalarına son verilmesini istiyorlardı.[4]

Kollontay, Lenin’in sürgünden döndüğü günlerde ona parti içerisinde destek veren isimlerden biriydi. Lenin, o dönemde devrim stratejisine ve Menşeviklerle birlik meselesine dair fikirleri konusunda parti yönetimi içerisinde pek destek bulmuyordu. Lenin ülkeye döndüğünde, Bolşevikler Menşeviklerle birleşme meselesini tartışıyorlardı. Kollontay, kadın bürosunun kurulması önerisini ilk dillendiren isimlerden biriydi.

Kadınlar İçin Ayrı Örgütsel Yapı Kurulması Fikrine Karşı Direnç

Bolşevikler, pratik sebeplere bağlı olarak, kadınlara yönelik ayrı çalışma yürütülmesi fikrine onay verdiler. Sosyalist hareket içerisindeki rakipleri olarak Menşevikler ve Sosyalist Devrimcilerse bu alanda daha hızlı örgütleniyorlardı. Bolşeviklerse partili olmasından önce bir işçinin belirli bir politik eğitimden geçmesi gerektiği konusunda ısrarcı oldukları için geriden geliyorlardı. Bu düzlemde, kadınlar arasında ayrı bir çalışma yürütülmesi fikrinin uygulamaya konulması, Bolşevik partinin gelişimi için gerekli görüldü. Fakat bu kadınlara özel çalışma fikrine parti içerisinden belirli bir direnç geliştirildi. Bilhassa kadınlar için ayrı bir örgüt kurulması meselesi yoğun bir biçimde tartışıldı. Krupskaya, Kollontay, Samoilova, Stal ve Slutskaya gibi kadınlar, teorik saflık merakının sınıf mücadelesini iki açıdan geriye çektiğini söylediler:

1. Böylesi bir yaklaşım, kadınların dikkate alınması gereken bir güç olduğunu kabul etmiyor, ayrıca kadınların militanlıklarının hayati önemde olduğunu görmüyordu.

2. Militan olmalarına rağmen kadın işçilerin erkek işçilere göre politik bilinç ve örgütsel deneyim açısından geri durumda olduğunu anlamıyordu.

Kadın mücadelesine yönelik vurgu yapan bu Bolşevik kadınlar içerisinde Kollontay öne çıkan bir isimdi. Hayat hikâyesini kaleme alan isimlerin dediğinin aksine Kollontay, bu konuya eğilen tek isim değildi.[5]

Diğer kadınları inceleyen, yakın döneme ait çalışmalar (McDermid ve Hillyar 1999; Clements 1997; Turton 2007) çok sayıda kadının birlikte çalışma yürüttüğü üzerinde duruyor. Vera Slutskaya, daha Kollontay Rusya’ya dönmeden önce benzer öneriler sunmuş olan bir isimdi.

Ama tabii Bolşeviklerin özdeş gördükleri feminizme ve ayrılıkçılığa karşı belirgin bir korkuya sahip olduğu gerçeğini kimse inkâr edemez. Bu sebeple Bolşevikler, kadınlar için ayrı bir örgüt veya büro kurmak yerine Rabotnitsa [“Kadın İşçi”] isminde bir dergi çıkartmaya ve bu dergi üzerinden kadınlar arasında çalışma yürütmeye karar verdiler.

Fakat 19 Mart eylemi Bolşevikler, müdahale etmediği takdirde dünyanın değişmeyeceğini ortaya koydu. Bu eylem Bolşevikleri harekete geçirdi. Rodyonova ismindeki bir kadın tramvay işçisi, üç günlük ücretini dergiye teslim etti ve dergi yayın hayatına başlama imkânı buldu. Bu toplantıda 800 ruble toplandı. Rodyonova, dergi için çalışmaya, büro işlerini görmeye, ardından da dergi için yazılar yazmaya başladı. Bu süreç üzerinden Rodyonova parti üyesi oldu.

Samoilova kadınlara eğitim verdi. Rusya’ya dönen Krupskaya Petrograd’ın işçi mahallesi Viborg’da eğitim çalışmaları düzenledi. Hayat hikâyesini kaleme alan R H McNeal’ın dediğine göre[6] Krupskaya Lenin’in sosyalist devrim çağrısına bu yürüttüğü çalışmalar yüzünden şüpheyle yaklaşmıştı. Bolşevik stratejinin bir tür darbe planına doğru evrildiğini düşünen Krupskaya politik eğitimi önemli görüyor, olduğunu, devrimi işçi sınıfının kendisini kurtarmasına dönük bir eylem olarak değerlendiriyordu.

Üyelerinin tek tek fikirlerinden bağımsız olarak Rabotnitsa dergisi, sınıf bilincinin kadınlara taşınmasında önemli bir rol oynadı. Dergi çalışanları, bir yandan kadınlarla alakalı klişelerle mücadele ederken bir yandan da erkek ve kadın işçilerin aynı talepleri dillendirmediğini, benzer sömürü biçimlerine maruz kalmadığını söyleyen makale ve haberlere imza attılar.

Bolşevikler, aynı zamanda ataerkil davranışların sınıfı bölmekle kalmadığını ayrıca erkek işçilerin birçok kadının aileye liderlik ettiği koşullarda ailenin ihtiyaçları adına kadınlara karşı konum almalarını sağlamak için kullanıldığını tespit ettiler. Böylelikle zaman geçtikçe cinsiyet meselesi sadece kadın işçileri değil, sınıfları kesen önemli bir mesele olarak görülmeye başlandı.

Bolşevikler, bu süreçte kadınların fabrika komitelerinde temsiliyet imkânı bulması için mücadele yürüttüler, bunun için erkekleri kadınlara oy vermeye ikna ettiler.

Haziran ayından itibaren erkek işçilerin temsilcileri, işten çıkartma meselesinin ele alınması yönünde çağrıda bulundular. Bu düzlemde erkek işçilerin eve ekmek götürdüğü fikri üzerinden, kadınların işten çıkartılmalarına ses edilmiyordu. Kadın emeği, yedek güç olarak görülüyordu. Bolşevikler ve metal işçileri birlikte bu fikre karşı mücadele yürüttüler ama bir yandan da kadın-erkek eşitliği yerine sınıfın birliği meselesine vurgu yaptılar.[7]

Kadın işçiler yüzleştikleri sorunların farkındalardı. Deri tabaklama sektöründe çalışan Zvetskova ismindeki bir kadın, sendika dergisine yazdığı yazıda, “sosyalizm eğer kadınların sesini dikkate almazsa kadınlara olumsuz tavırlar geliştirecek bir toplum meydana getirir” diyordu. Tekstil işçileri sendikasının dergisi Tkaç’ta [“Dokumacı”] yazdığı yazıda İlyina isimli kadın, kadınların evdeki angarya işler yaptığı sırada erkek işçilerin toplantılara katılma veya gezip dolaşma imkânı bulabildiğini söylüyordu. Bu ifadesinde “angarya işler” derken serf emeğine denk düşen “barşçina” kelimesini kullanıyordu.[8]

Temmuz Günleri[9] ardından Bolşevik Parti saldırıya uğradı. Lenin, Almanlardan altın almakla suçlandı. Bu tür söylentilerin işitildiği dönemde Lenin saklanmak zorunda kaldı. Trotskiy gibi kimi isimler gözaltına alındılar. Pravda gazetesi kapatıldı. Parti çalışmalarını bir süre Rabotnitsa üzerinden yürüttü.

Temmuz Günleri ardından ülke, askeri düzlemde aldığı yenilgiyle yüzleşti. Ardından General Kornilov’un darbe girişimi geldi. Bu gelişmeler üzerinden halkın Menşeviklerle Sosyalist Devrimcilerin güçlü oldukları geçici hükümete yönelik hoşnutsuzluğu iyice arttı. Artık hükümetin başında Prens Lvov değil Kerenski vardı.

Neticede Bolşeviklere yönelik destek iyice arttı. Kadın işçiler yüzlerini Bolşeviklere çevirdiler. General Kornilov’un güçlerini savuşturmak için kadınlar erkeklerle birlikte savaştılar, birlikte barikatlar inşa ettiler, Kızıl Bacılar gibi yapılar inşa ederek tıbbi yardım işini örgütlediler.[10]

Liberal feministler, bu dönemde Bolşeviklerin konumuna karşıt bir konum aldılar. Savaşa destek verdiler. Bazı liberal feministler, orduya katılıp savaşta asker olarak yer almanın kadın-erkek eşitliğiyle alakalı bir mesele olduğunu söylediler. Bu tavır sebebiyle burjuva veya aydın kadınlarla savaşın son bulmasını isteyen işçi, alt küçük burjuva ve köylü kadınlar arasındaki uçurum daha da derinleşti.

Davasına bağlı bir yurtsever olan ve bir dönem asker olarak savaşta görev alan Maria Boçkareva isimli bir kadın, Mayıs 1917’de kadınlardan oluşan askeri birliklerin kurulması için geçici hükümete dilekçe sundu. Üst sınıflara mensup kadınlar bu talebe hemen destek verdiler. Boçkareva için bu kadınların davasıyla ilgili bir talep olarak görmemesine rağmen birçok feminist talebi bu şekilde değerlendirdi. Bu talep üzerine bir kadın taburu oluşturuldu.

Olga Neçaeva ve Ariadna Tirkova gibi feministler, Boçkareva’nın talebi üzerinden, başbakana 18-45 yaş arası kadınların askere alınmasını, askere alınabilecek erkeklerin yerini bu kadınların almasını istediler. Petrograd’daki Kışlık Saray’da geçici hükümete bağlı bakanları korumakla görevli üç bin askerin yaklaşık 200’ü bu kadın taburuna bağlı isimlerden oluşuyordu. Zamanla hükümete yönelik güven azaldı ve hükümet üyeleri toplumdaki desteklerini yitirdi.

Savaşın harap ettiği Rusya’da kadın işçiler bu kadın taburunu kız kardeşlik üzerinden sahiplenmek yerine onu nefretle anıyorlardı. Stites gibi tarihçiler, Ölüm Taburu üyelerine yönelik tecavüz suçlamalarına itiraz etseler de üç kadının cinsel saldırıya uğradığı biliniyor.[11]

Klişelere İtiraz Ediliyor

Kasım 1917’de Kollontay ve Samoilova gibi isimler bir toplantı düzenlediler ve burada 70 ayrı hazırlık toplantısında seksen binin üzerinde kadının seçtiği 500’den fazla delegenin bulunduğu kurucu meclis için yapılacak seçimleri tartıştılar.

Ekim ayaklanmasına doğru Bolşevikler kadınlar için ayrı bir çalışma yürütülmesini ayrılıkçılık olarak görmek şöyle dursun, bu çalışmanın zaruri olduğunu tespit ettiler. Ayrıca Bolşevikler, kadınların mücadele edemeyeceğine dair bir değerlendirmeye kesinlikle sahip değillerdi. Bilâkis, Bolşevikler, esas olarak kadınların hangi sınıf ve hangi hedef için mücadele etmeleri gerektiği sorusu üzerinde duruyorlardı. Sayısal açıdan azınlık konumda oldukları dönemde Kızıl Muhafızlar içerisinde yer alan silahlı kadınların sayısı karşı devrim için dövüşen kadınlardan daha fazlaydı.

Slutskaya, Petrograd’daki bir mahallenin ayaklanma sırasında örgütlenmesinde önemli bir rol oynadı. L. R. Menjinskaya ve D A Lazurkina Birinci Şehir’de, A. I. Kruglova ise Ohta mahallesinde sürece öncülük etti. Partinin Liza Playeva ve Evgenya Gerr isimli genç üyeleri, aynı zamanda Kızıl Muhafızlar içerisinde faaliyet yürütüyordu. Temmuz Günleri sonrası kendi deposunda 42 tüfeği ve diğer silahları saklayan tramvay işçisi Rodyonova, Ekim ayında iki vagon dolusu makineli tüfeğin Kışlık Saray baskını için kullanılmasını sağladı.[12]. Bu çalışmalar, 1918-1920 arası dönemde Kızıl Ordu’ya çok sayıda kadının katılacağı sürecin zeminini oluşturdu. 1917-1920 arası dönemde kadınlarla alakalı klişelerle mücadele eden Bolşevik kadınlar devrimde önemli roller oynadılar.

1917 sonrası, yaşanan iç savaşa ve büyük güçlüklere rağmen, hukuk gibi birçok alanda kadın hakları meselesi ele alındı, eşitlik konusunda somut adımlar atıldı, marjinal cinsel kimlikler meselesi ele alındı. Tabii itirazlarla da yüzleşildi.

Her ne kadar devrimin ilk yılları konusunda farklı değerlendirmelere sahip olsalar da Goldman ve Wood, yirmilerin sonu itibarıyla kadınların alanının giderek daraldığını tespit ediyor. Ama gene de Bolşeviklerin cinsiyet meselesine kör olduğunu veya kadınların davasına yönelik desteklerinin araçsalcı bir yaklaşım geliştirdiklerini söyleyemeyiz. Yirmiler boyunca keskin çelişkilerle yüzleşildi, ama bir yandan da kadınlar önemli haklar elde ettiler. Örneğin Müslümanların çoğunlukta olduğu Orta Asya’nın dönüştürülmesi için önemli adımlar atıldı. Yeni aile kanunu çıkartıldı. Tartışmalar yürütüldü. Yeni Ekonomi Politikası dâhilinde köylülük ve toprak meselesi tartışıldı. Parti içerisinde kadın-erkek eşitliği meselesi ele alındı. Ama bir yandan da yeni sovyet bürokrasisinin güçlenmesiyle birlikte kadın sahasında gerilemeye tanık olundu.[13]

Soma Marik
4 Kasım 2017
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Ruthchild, Rochelle Goldberg, Equality & Revolution: Women’s Rights in the Russian Empire, 1905–1917, Pittsburgh: University of Pittsburgh Press, 2010: s. 65.

[2] Ruthchild, a.g.e., s. 223–29.

[3] Duma 1905 devrimi sonrası kurulan, üyelerin seçimle belirlendiği alt yasama meclisini ifade ediyor. 1906’da kurulan meclis 1917’de kapandı.

[4] Figes, Orlando, A People’s Tragedy: The Russian Revolution, 1890–1924, Londra: Jonathan Cape, 1996: s. 368.

[5] Farnsworth, Beatrice, Aleksandra Kollontai: Socialism, Feminism and the Bolshevik Revolution, Stanford, California: Stanford University Press; Porter, Cathy, Alexandra Kollontai: A Biography, Londra: Virago, 1980.

[6] R. H. McNeal, McNeal, R H., Bride of the Revolution: Krupskaia and Lenin, Londra: Victor Gollancz, 1973: s. 73.

[7] McDermid, J. ve A. Hillyar, Midwives of the Revolution: Female Bolsheviks and Women Workers in 1917, Londra: UCL Press, 1999: s. 168.

[8] Smith, S. A., Red Petrograd, Cambridge: Cambridge University Press, 1986, s. 155–73.

[9] Temmuz Günleri, ilgili ayda yaşanan ayaklanmayı ifade ediyor. Bolşeviklerin tavsiyesi hilafına başlayan ayaklanmada Bolşevikler ayaklanmayı gerçekleştirenlere destek vermeyi sürdürdü, zira işçileri ve askerleri yüz üstü bırakmanın büyük bir hata olduğunu düşündü. Ayaklanmanın bozguna uğraması neticesinde kitleler geri çekildi.

[10] McDermid ve Hillyar, a.g.e., s. 179.

[11] Yayına Hz.: Shukman, H., The Blackwell Encyclopaedia of the Russian Revolution, Oxford: Blackwell, 1988, s. 36.

[12] McDermid ve Hillyar, a.g.e., s. 185–86.

[13] Marik, Soma, Reinterrogating the Classical Marxist Discourses of Revolutionary Democracy, Delhi: Aakar, 2008, s. 419–27, s. 487–88; Goldman, W. Z., Women, the State, and Revolution, Cambridge: Cambridge University Press, 1993: s. 337.

04 Aralık 2024

,

Feminist Atılım

Bir hareketin öncü isminin Marksizm, Leninizm, Komünizm gibi gerici ve ilkel ideolojileri terk edip feminist olması, birlikte gerçekleştirilen atılımın zaferidir. Bu feminist oluş süreci, önemli ve hayırlı bir gelişmedir.

Mukaddes Erdoğdu Çelik verdiği mülâkatta[1] Muazzez İlmiye Çığ’dan söz ediyor. Toplamda mülâkat boyunca ettiği laflar, onun İlmiye Çığ’ın vakfının solculara benimsetmeye çalıştığı “örgüt olduk ama birey olamadık” düsturuna bağlandığını ortaya koyuyor. 

Kendisine “71 kopuşu ardından oluşan politik-teorik hat, örgütlenme biçimleri, devrim tahayyülü ve kitleyle kurulan ilişkiler” soruluyor. Çelik, söz konusu düstura olan inancı üzerinden, kendi kişisel hikâyesini ve deneyimlerini aktarıyor, ilgili dönemde “faşizm, emperyalizm, antifaşizm gibi büyük sözler” işitildiğini söylüyor. Bu “büyük” sıfatı, aslında “bireyden büyük” anlamına geliyor. Çelik, iktidarla tokalaşıldığı dönemin serinliğinde konuşuyor. O serinlik için konuştuğunun bilinciyle diziyor cümlelerini.

Her fırsatta, her satır arasında, feminist bir yerden, “kişisel olan politiktir” diye bağıran Çelik, doğru bir yaklaşımla, politikayı kendisi üzerinden inşa ediyor. Onun Çığ’ın gösterdiği yola girmesi de yerinde, çünkü bu geri kalmış topraklara özgürlüğü ancak emperyalizm ve sermaye getirebilir. Çünkü burjuvazi dışında bir özne yoktur, olamaz. Başka bir güç, ancak burjuvaziyi taklit ederek özneleşebilir. Neyse ki Çelik, bu gerçeği idrak ve kabul etmiş görünüyor.

Çelik, çocuk doğurma hikâyesini de aynı birey merkezinden anlatıyor. Yoldaşlarının gıybetini, dedikodusunu yaptığı bölümde eşit olmadığını gördüğünü, o an aydınlanıp feminist olduğunu söylüyor. Bizim bu hikâyeye inanmamızı istiyor. Feministleri kandırmak için edilmiyorsa, bunlar kıymetli ifadeler.

Çelik, özgürleşmiş, ilerlemiş, gelişmiş, neticede feminist olmuştur. Ama hâlâ “feodal kırıntılar”ın, geçmişin eril tahakkümünün tesiri altındadır. İşkenceye dair anlattığı her şey, toksik ve erildir. Bir yerde sarf ettiği “erkekler kadınlardan daha fazla işkence görüyordu” sözü, tümüyle antifeministtir. Üstelik erkeklerin neden daha fazla işkence gördüğünü izah etmiyor. Ama gene de bu tür kusurlarına rağmen, karşımıza feminist teorinin eksikli tecessümü olarak çıkan Çelik, Batı emperyalizminin ve akademyasının feminist külliyatına, o külliyatın da kendisine hâkim olduğunu ortaya koyuyor.

Kusurları ise muhtemelen sosyalist kesimi feminizme ikna etme çabasıyla ilgili olsa gerek. Onlardanmış gibi görünme çabası, doğalında onu hataya sürüklüyor. 

Bir yerde Lenin gibi antifeminist isimleri anıyor, onlar üzerinden inanmadığı sözler sarf ediyor, bu noktada Lenin’in Zetkin’le görüşmesine değiniyor. Lenin o görüşmede Zetkin’e, “işlediğin günahların listesi hâlâ çok kabarık” diyor, mansplaining yapıyor, özünde toksik ve eril bir dil kullanıyor.[2] O dönemde kadınların istedikleri kişilerle özgürce seks yapması gerektiğini söyleyen, evlilik ve aile karşıtı broşürü eleştiren Lenin, o erkekkk hâliyle bir kadına ahkam kesiyor. Çelik ve hareketi, söz ve eylemini tutarlı kılmak istiyorsa, bu tür isimlerden kopmalı.

Tutarlılık, bize Çelik’in doğurduğu kızına hormon tedavisi uygulatıp kısırlaştırmasını, çocuk doğurulmamasını telkin etmesini de emrediyor. Zira ekolojik kriz koşullarında verilen polenlerin özgürlüğü mücadelesi, çocuk doğurmamayı gerekli kılıyor. Çelik, yoldaşlarına da bu talimatı bir kararnameyle vermeli, verebilmeli. Bir yandan da vegan yemek dolu kasesine kaşık sallamalı.

Feminizmle özgürleşen Çelik, özgürlükten hâlâ daha korkuyor. Tüm mülâkat boyunca siyaseti ve teoriyi birey ve ben merkezinde inşa eden Çelik, hâlâ daha Lenin gibi bu anlayışı eleştirmiş isimlere atıfta bulunuyor. Feminizmin önder partisi olacaksa, otuz yıldır aradığı kitleyi nihayet bulacaksa, bu yanlıştan kurtulmalı.

Feminist olduğuna göre o da şunu biliyor olmalı: Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi’nden beri özne olmak, sadece burjuvaziye hastır, ona özeldir, onunla tanımlıdır. Dolayısıyla, işçi-burjuva karşıtlığına ancak küçük burjuva gibi bakılabilir. Bu bakış açısında işçi burjuvayla eşitlenir, burjuva, işçinin öfkesini soğurur. Söz konusu ilişki biçimi, sömürge-sömürgeci, kadın-erkek için de geçerlidir. İşçinin burjuvalaşması, sömürgenin sömürgecileşmesi, kadının erkekleşmesi, burjuva siyaset düzleminde tek çözümdür. 

Fuhuş, porno, onlifens, Epstein adası, pedofili vs. kadını özgür kılan eylemlerdir. Bir feminist olarak Çelik, bunları açıktan savunabilmelidir. 

Kadın, sadece kahve kahve gezip erkeklerin demliğine atılan şapla erkekliği öldürerek özgürleşemez. Kriz ve savaş koşullarında en doğru eylem biçimi, emekçi mahallelerinde erkekliği öldürmektir.

Bu açıdan, özellikle 11 Eylül sonrası geliştirilen ve uygulanan terörle küresel mücadeleye yedeklenen feministler gibi buranın feministleri de kadını zevk noktaları, bireysel tercihleri ve bedensel kurgusu üzerinden tarif etmeli, onu birer askere dönüştürüp emperyalizmin emir eri hâline getirmeyi bilmelidir. 

Neticede kadın, emperyalistlerin ve sermayenin işgal ettiği topraksa[3] bu toprak, onların üssü hâline gelebilmelidir. Böylelikle emperyalizm bir zırha kavuşacak, ona yönelik eleştiriler "kadın düşmanlığı" denilerek savuşturulacaktır. Bu sayede hayat, canlılık ve ilerleme için emperyalizme muhtaç olduğumuz bilincine herkes varacaktır. Sol için yaşam, kadın, özgürlük, Sermaye’nin ayetleridir.

Artık nüfusun oluştuğu, erkeklerin değersizleştiği, işsizleştirilip çöpe atıldığı momentte onlara yönelik yürütülen savaşın kahyalara ve bekçilere ihtiyacı vardır. Bunun için kadının toplumla ve tarihle kurduğu her türden bağ kesilip atılmalı, o, metafizik âlemin efendisi kılınmalıdır. Feminizm, aslolarak, kadının diyalektikten ve maddeden kopartılmasıdır. Özgürlük budur.

Candan Badem gibi emperyalizm solcularının dile getirdiği gibi, “emperyalizm ilericidir, ilerleticidir.” Çelik’in feyz aldığı TKP’nin eski elemanı Ayşe Hür’ün dediği gibi, “emperyalizmin nimetlerinden yararlanmak gerekir.” Ama önce onun Allah olduğu idrak edilmelidir. Rızkımızı veren Hüda, odur. 

Çelik gibi iki solcuyu feminizme kandıracağım diye feminizmi sulandırmanın, sündürmenin bir anlamı yoktur. Bu açıdan, seksen öncesinde “kadın diye bir şey yoktu” diyen Çelik, bu sözüne ve feminizme sadıksa, o geçmişle ve ideolojik birikimiyle tüm bağlarını kopartmalı, saçlarını Batı’nın özgürlük rüzgârlarına bırakabilmelidir. Çelik’in örgütlendiği feminizm, neticede Rockefeller Center binası önünde yola koyulmuş bir harekettir. Özüne, manasına kimse ihanet etmesin!

Erkeği öldüreceğini söyleyen hareket, önce erkek-egemen geçmişinden, eril ve toksik ezberinden kurtulmalıdır. Neticede uzay mekiği, Marksizm, Leninizm, Maoizm, Enverizm kapsüllerini geride bırakıp feminizm uzayına açılmıştır. Geriye dönüş mümkün değildir. İlkel gerici milliyetçiliğin geliştiği Bakû Kurultayı’nda feminizmi eleştiren Naciye Hanım, Doğulu kadınlara feminizmi karalayan Stalin, Zetkin gibi isimlerin feminizmini aşağılayan Lenin, ilk dalga feminizmin kurucu ismini ABD’de Enternasyonal’den kovan Karl Marx, artık geride bırakılmalı, terk edilmelidir. 

Bireyden büyük, bireyi aşan, bireyi görmeyen, bireyin özgürlüğünü boğan her şey, reddedilmelidir. Neticede Sinan Çetin o filmleri boşuna çekmedi!

Son söz olarak şu uyarı yapılmalı: madem feminist olundu, yukarıdaki resimde görüldüğü üzere, yayın organının yönetmeni, İslamcı, Stalinist, mollacı, aşı karşıtı, İran’ın etki ajanı, meczup bir yayın olan İştirakî dergisiyle poz vermemelidir.

Eren Balkır
3 Aralık 2024

Dipnotlar:
[1] “Kadın Devriminin Programı “Jin, Jîyan, Azadî”, 30 Kasım 2024, Komün.

[2] Clara Zetkin, “Lenin on the Women’s Question”, MIA. Türkçesi: İştiraki.

[3] Jennifer Bilek, “İşgal Altındaki Toprak: Kadınlık”, 27 Kasım 2021, İştiraki.

26 Kasım 2024

Batı Solundaki Sahtelik



Sol, Temmuz 2024’te Fransa’da yapılan seçimlerden zaferle çıktığına, hatta ülkeyi yönetmenin eşiğine geldiğine inanıyor. İyi ama gerçekte “sol” nedir?

Bugün Batı toplumlarında ve bu toplumların etkilediği Latin Amerika’daki kimi ülkelerde sol derken ırkçılık karşıtlığı, çevrecilik ve feminizm denilen eğilimlerin bileşkesi kastediliyor. Bireyci bir teoriyi esas alan bu eğilimler, ahlakçı ve müsamahasız bir tarzı benimsiyorlar.

Ama bir yandan da bu üç eğilim, mevcuttaki hâkim ideolojilerin, en azından hâkim söylemin dayandığı ana sütunlar. Bu eğilimleri savunanlar, mücadele ve baskılarla yüzleşmek şöyle dursun, devlet kurumlarınca ve sermayeye ait medya kuruluşlarınca göklere çıkartılıyorlar.

Buna rağmen, ilgili eğilimlere mensup kişiler, kendilerini direnişçiler olarak görüyorlar. Gençleri kanun ve polisle karşı karşıya getiriyorlar. Ama kendileri pek baskı görmüyorlar. Medya, onları zaferden zafere taşıyor.

Çevrecilerde, feministlerde, LGBT aktivistlerinde ve ırkçılık karşıtlarında bizi asıl rahatsız eden husus, bunların politik kültürde hâkim ve resmi konumu işgal ediyor olmaları. Bu insanlar, kapitalizme ve emperyalizme yönelik gerçek muhalefetin yerini alıyorlar.

Ama Greta Thunberg örneğinde görüldüğü üzere, Gazze’de Filistinlilerin yok edildiği gerçeğine işaret ettikleri vakit arkalarındaki destek ve onlara yönelik beğeni bir anda yok olup gidiyor.

Bizi asıl rahatsız eden, onları harekete geçiren meselelerle ilgili konumları değil. Gerçeklere soğukkanlılıkla baktığımızda, onlarla muarrızlarından daha çok teorik oydaşma içerisinde olduğumuz görülüyor. O muarrızlar ki geçmişte kalmış ideolojik ve ahlaki düzene nostaljik bir bağla bağlılar.

Bizi asıl rahatsız eden, bu direnişçilerin kültür sahasına hâkim oldukları koşullarda sermayeye ait kurumlarca ve medya eliyle göklere çıkartılıyor olması. Medya, onların iletişim konusunda gösterdikleri başarıya dair tek bir soru bile sormuyor. Sömürülenlerin temsilcileri olsalar medyada bu kadar yer bulamazlar oysa.

Ama bir yandan da bakıyoruz ki aynı direnişçiler, her türden yalanla reel sosyalizmi karalıyorlar, şeytani bir güçmüş gibi takdim ediyorlar. Kadın hakları ve ezilen azınlıklar için dövüştüğünü söyleyen aynı kişiler sosyalizme saldırıyorlar. Oysa sosyalizm, kendi döneminde gerçek manada kadından yana olan, ırkçılık karşıtı ve sömürgecilik karşıtı politikaların öncüsüydü.

Bir ülkede hâkimlerin yüzde 60’ı, sulh hâkimlerininse yüzde 80’inin kadın olduğu, kadınların, siyahilerin, Müslümanların, eşcinsellerin en üst mevkilere geldiği koşullarda, bu bireylerin ezilen gruplarına mensup olduklarını iddia etmenin bir anlamı bulunmuyor.

Aynı şekilde, bugün ekoloji temelli ideolojilerin ve normların hegemonik bir konumda olmadığını iddia edenler, gerçekliği inkâr ediyorlar. Ekolojiyle ilgili fikirlerin pratiğe konulamamasının nedeni, kapitalist sistemde ekolojik planlamanın imkânsız olması.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında azınlıkların temel insan haklarına kavuşması ve birinci feminist dalganın kimi kazanımlar elde etmesi, bunun yanında, farkındalığın artması, medeniyet düzleminde oluşturulmuş önemli mevziler. Ama çeşitlilik ve kapsayıcılık gibi fikirlerin galebe çalması, bize genele teşmil edilmiş din tüccarlığının somut bir tezahürü olarak geliyor.

Bu eğilimler, esasında zaten elde edilmiş bir şey için dövüşüyorlar. Onların ilmihalini ezbere yinelemeyip, yeni konformizmin bayrağı altında toplanmak istemeyenlere kara çalıyorlar.

Eğer burjuva siyaseti denilen temaşada birileri sizi övüp duruyorsa, oturup kendinize “benim bu temaşadaki rolüm nedir?” sorusunu sorun.

Not: Yirminci yüzyılda kadınların özgürleşme mücadelesinin elde ettiği başarı ve ulaştığı hız, bu sürecin mümkün kıldığı teknolojik ve ekonomik dönüşümler, bunun yanında, yol açtığı tehditler konusunda Vera Nikolski’nin Féminicène kitabına bakılabilir.

Gilles Questiaux
22 Ağustos 2022
Kaynak

29 Ağustos 2024

,

Devletin İdeolojik Aygıtı Olarak Feminizm


Leninizmin ve komünist hareketin tasfiye edildiği koşullarda bir sol örgüt şefi, “bugünün proletaryası kadındır” diyebiliyor. Bu laf, tasfiyenin hem nedeni hem de sonucu. Bu şefin dilindeki Kadın, liberalizmin putu olarak “Birey”in mecazından başka bir şey değil.

Burjuvaziye haset edenler, proletaryadan nefret ediyorlar. Kadın, proletaryanın politik, ideolojik, teorik ağırlığını silmek için kullanılıyor. “Örgüt olduk, birey olamadık” diyenler, proletaryayı da düşman olarak görüyorlar. Birey olmaya mani olan her şey, yasaklanıyor. Sermaye adına yasaklanıyor.

Kadın, doğrudan burjuva Birey kurgusuna denk düşüyor. Özünde sol şefler, basit manada, birey-devlet ikiliği, kavgası üzerinden düşünüp hareket ediyorlar. Tüm eylemlerini şu veya bu ölçüde liberalizm belirliyor. Devletin karşısına çıkartılan birey, burjuvazinin özel devleti olarak tanımlanıyor. Bu anlamda, bireyin karşısına yerleştirilen Devlet, Tansu Çiller’in “dünyadaki son sosyalist devlet Türkiye devleti” lafında da görüldüğü üzere, işçiye-emekçiye, onun kolektif mücadelesine dair her şeyi anlatan bir tür mecaz olarak iş görüyor. Sol, devletteki bu liberal dönüşüme ayak uyduruyor, daha dün “lezbiyen” ve “burjuva ideolojisi” dediği feministlere örgütleniyor.

Feministler, feminist teoriyle çelişecek biçimde, devlete “aileyi değil, kadını koru” diyorlar. Kadını korunacak nesne olmaktan çıkartmanın, özne yapmanın teorisi olduğunu iddia eden feminizm, devletin ideolojik aygıtına dönüşüyor. Aileyi tasfiye etme girişiminin sınıfsallığını ve ekonomi-politiğini kimse sorgulamıyor.

CHP’nin tüzük kararı uyarınca altı ok programının ana eksenini oluşturan Devletçilik okunu mora ve yeşile boyaması, devletçilik okunun tasfiyesine delalet. Pembe ve mor boyalarla “cancel”lanan devletçilik, bireyi aşan, kolektife işaret eden her şeyi anlatıyor. “Beton sol”u tasfiye eden CHP kurmayları, emperyalist efendilere “bizi tercih edin!” diye yalvarıyorlar.

Bugünün “şeriatçı gerici yobaz” hükümetinin kurduğu aile bakanlığının önünde eylem yapan feministler, ailenin tarihsel kolektif bir mevzi olarak tasfiye edilmesini istiyorlar. Kadın’ı Aile bağlamından kurtarmak isteyen feministler, küresel pezevenklere hizmet ediyorlar. Çünkü Kadın’ı, onların pazarlarına ve sermaye kanallarına kul etmek istiyorlar.

O devletçilik oku, otuzlarda “cehaletle mücadele aracı” olarak görülüyordu. Sosyalistlerin sandığından farklı bir anlama sahipti. Sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlıydı. Devlet, işgal altındaki geri kalmış halkın dişe uygun şekilde dönüştürülmesiyle ilgili bir araç olarak görülüyordu. Sosyalistler de o burjuva ilerlemeci anlama örgütlendiler. Bugün CHP, devletçilik okunu, “devlet don üretmez” diyen anlayışın önünü açmak için kırıyor. Bu yüzden mora-yeşile boyuyor. Devleti tekellere uygun hâle sokacağına dair yemin ediyor.

İşin tuhafı şu ki solcuların ve feministlerin “gerici yobaz şeriatçı” diyerek eleştirdiği hükümete bağlı aile bakanlığı, bugün Gezi eylemlerinde feministlerin yaptığı tek iş olan “küfür avcılığı” işine soyunuyor. Devletçilik okuna bağlı olan Türk Dil Kurumu ile birlikte Aile Bakanlığı, “cinsiyetçi” kelimeleri lügatten silmek için operasyon başlatıyor.[1] Toplumda işleyen, işlenen ve yaşayan bir olgu olarak dilin ürettiği “cinsiyetçi” ifadeleri derleyip kataloglamaktan başka bir işi olmayan TDK, feministlerle birlikte dil polisliği yapıyor. Bu arındırma çalışması, Arap ve Müslüman’ın kir olarak görüldüğü, neoloji çabalarının devreye sokulduğu dönemin uzantısı olarak yürütülüyor. Bu operasyon, tekellerin emri gereği yürütülüyor.

Aynı aile bakanlığının başındaki isim, Eskişehir’deki “Neonazi” saldırısı sonrası “mesele, gencin oynadığı bilgisayar oyunu” diyor. Bu açıklama sonrası o bilgisayar oyununun yasaklanması gündeme geliyor. “Cinsiyetçi ifadeler”i yasaklayan kafa ile bilgisayar oyununu yasaklayınca Neonazi şiddetini durduracağını sanan kafa, aynı. Ölçü aldıkları, Birey’in huzuru ve güveni. Feminizm de bundan başka bir şey söylemiyor. O, sahaya izinsiz ve nobran bir üslupla girme hakkını kendisinde gören Ali Koç’a sahip çıkan spor yorumcuları gibi! Onun “birey” dediği de Ali Koç çünkü…

Söz konusu Neonazi kafası, “Elin Arap’ı için” diye başlayan cümlenin sahibinde de var. Feminizm, bu ülkede faşizmle birlikte ilerliyor. Aile bakanlığındaki kaynaşma, feministlerin istihdamı, bunun delili. “Terörist” ilân edilen “Beyaz Erkek”e yönelik saldırının sınıfsallığı ve ekonomi-politiği üzerinde kimse durmuyor.

1958’de İsrail, Müslüman Arap’ı kuşatmak amacıyla bir istihbarat ağı kuruyor. Ağın içerisinde İran, Türkiye ve Sudan var. Yerli ve milli Neonazi olarak Ümit Özdağ, o tarihte yapılan anlaşmanın ürünü. Özbeöz Siyonist olan bu şahıs, siyasetini Arap ve Müslüman düşmanlığı üzerine kuruyor. Sosyalistler, onun içişleri bakanlığına bu sebeple oy ve destek veriyorlar.


7 Ekim sonrası şu net olarak görüldü: Sosyal medyadaki Ateist TV gibi propaganda aygıtlarının arkasında İsrail ve yerli ajanları var. Arap ve Müslüman’a düşmanlık üzerinden bir kitle inşa ediyorlar. AKP karşıtlığını bu küçük burjuva gevezeliğe kapatıyorlar. Kadınları feminizm üzerinden, bu Arap ve Müslüman düşmanlığına örgütlemeye çalışıyorlar. Kirli, geri, tehlikeli ve zararlı olan her şeyin bir mecazı olarak gösterilen Arap ve Müslüman, karalanıyor. Irkçı-faşist dil, sola da sirayet ediyor.

Bugün feministler, “Kadın-İşçi” veya “İşçi-Kadın” diye imzalıyorlar yazılarını. İşçilikle alakaları olmayan bu şahıslar, İşçi’nin topraktan özgürleşmiş, kente gelmiş, burjuvazinin işini gören birey olduğunu düşünüyorlar. “İşçi”, liberal ve kapitalizm yanlısı olmanın mecazından başka bir şey değil. Onun kapitalizm içre yanını önemsiyorlar. Yoksa dertleri, üretim araçlarının emeğe ait olması veya işçi iktidarı kurulması değil. Bu ikisi olsa ilkin bu feministler, Batı’ya kaçıp oranın imkânlarıyla karşı-devrimcilik yaparlar. Ki burada yaptıkları da bilfiil karşı-devrimcilik!

Türkiye’yi Doğu Avrupa ülkesi kabul eden feministler[2], Avrupa emperyalizminden aldıkları ödüle seviniyorlar. Doğu Avrupa’nın Sovyetler ve Berlin Duvarı sonrası yaşadığı dönüşümün kadın üzerinden gerçekleştirilen kısmına omuz ve destek veriyorlar. Bu dönüşüm, fuhuş ve kadın ticareti üzerinden yaşanıyor.

Burjuvazinin topraktan kopartıp özgürleştirdiği metafizik Birey, İşçi donuna giriyor. O bitmeyen burjuva devrimleri çağı dâhilinde bu işçiye “senin de sermayen, mülkiyetin var, o da kol gücün. Sen de burjuvaya eşsin, denksin” diyorlar. Bu kandırmacaya “sendikalizm” deniliyor. Sendikalizmin inşa ettiği bireyci işçiyle dövüşmek gerekiyor. Topraktan özgürleşmek anlamında, işçinin burjuva kadar özgür olduğu yalanına imanın adı olarak anarşizm de bir işçici birey inşa ediyor. Onunla da mücadele etmek gerekiyor.

Dün “sermaye küreselleşiyor, yaşasın! O hâlde emek de küreselleşsin, bana vize verin!” diyen solcular, bugün “yürüyen cinsel organlar” olarak gördüğü kadının da küreselleşmesini istiyorlar. Küre genelinde işleyen fuhuş ağının ve kadın ticaretinin aktığı yolların ideolojisini benimsiyorlar.

Sendikalizmin birey-işçisi, feminizmde kadın-işçiye; anarşizmin işçi-bireyi, kadın-bireye dönüşüyor. Her ikisi de kadını cinsel organlarına indirgiyor. Oraların serbestleşmesini özgürleşme ve burjuvaziyle eşleşme-denkleşme imkânı olarak satıyor. Feminizm, bugün kadına fuhuştan başka bir şey öneremiyor. Cinsel organları teşhir eden kıyafetleri AKP üretiyor, onun bakanlığında feministler, aileye karşı savaş yürütüyor. Tüm bunlar Türkiye’de oluyor.

Sosyalist hareket içerisinde sendikalizm ve anarşizm, feminizmin imkânlarını kullanarak ilerliyor. Burjuvazinin ve sermayenin akıncı birlikleri olarak birey-kadınlar ve kadın-bireyler, her köşeyi tutuyor, her suyun başına oturuyor. Aldıkları kararların emekçi kadınlarla, sömürülen-ezilen kadınlarla bir alakası bulunmuyor. Bu nedenle, AKP-MHP’nin Batı’nın emriyle kurduğu aile bakanlığı içerisinde rahat rahat çalışabiliyorlar.

8 yıl önce Koç ailesi, 8 Mart’ta bir reklâm yayınlıyor. Burada şirketin “adam” ve “bayan” gibi kelimeleri yasakladığı görülüyor. Buradan da anlaşılıyor ki Gezi zamanı dil atölyeleri kuranlar, Koç’un promosyon ekibindenmiş.[3] “Devletle hep iç içeyiz” diyen Koç’un şirketinde çalışan kadınlara ettiklerini kimse sorgulamıyor.

Devletçilik okunun mora boyanması ve aile bakanlığının feminist operasyon yürütüyor olması, feminizmin devletin ideolojik aygıtı hâline geldiğinin delili. Sömürü ve zulüm koşullarında kadının cinsel organlarının pazardaki serbestiyetinden başka bir önerisi olmayan feminizm, o pazarın bekçisi olan devletin ajanıdır.

Eren Balkır
18 Ağustos 2024

Dipnotlar:
[1] “Türkçe, cinsiyetçi ifadelerden arındırılacak”, 23 Haziran 2024, TRT.

[2] Eren Balkır, “Emir Erleri”, 25 Temmuz 2024, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Raptiye”, 8 Mart 2016, İştiraki.

24 Haziran 2024

,

Tek Boynuzlu Truva Atı: Kuir Teori ve Pedofili


Kuir Teori, çocukların yetişkinlerle cinsel ilişkiye rıza gösterebileceğini iddia eden bir iktidar yorumuna dayanıyor.

“Kuir Feminist” ya da “Kuir Feminizmi” sözcüklerini gördüğümde, onları kullanan kişilerin hiç okumadıklarından şüpheleniyorum ya da belki de okumamış olmalarını umuyorum. Eski bir deyişte belirtildiği gibi: “Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir.” Tüm bu genç woke insanların, hayır kurumlarının, enstitülerin, sanat festivallerinin tecavüzü ve pedofiliyi, kuirleşmeyi ve feministlerin kurmak için yorulmadan çalıştıkları sınırları aşmayı desteklediğine inanmıyorum.[1] Oysa kuir teorinin amacı tam da bu.[2]

Sarah Beresford’un analiz ettiği gibi, “Kuir terimi... tanımı gereği normal, meşru ve egemen olanla çelişen her şeydir ve ister bireysel ve toplumsal cinsiyetle ister etnik, ulusal ve politik kimlikle ilgili olsun, egemen kimlik fikirlerini istikrarsızlaştırmayı hedefler.”[3]

Bu, kulağa özgürlükçü ve yenilikçi gelir, ta ki “normal, meşru ve egemen” olanın yetişkinlerin çocuklarla cinsel münasebette bulunmaması gerektiği fikrini de içerdiğini hatırlayana kadar.

Rahatsız edici bir şekilde, çocuk istismarının yeniden çerçevelendirilmesi ve pedofilinin toplumun marjinlerinden kurtarılması, kuir teori içinde baskın bir fikirdir. Her ne kadar kendini gökkuşağının altına gizleyip gey, lezbiyen ve biseksüellerin onlarca yıldır uğruna mücadele ettiği enerjiyi, iyi niyeti ve kazanımları kullanmaya çalışsa da kuir teori her şey olabilir ama ilerici olamaz. Gerçekte kuir teori, aynı cinsiyetteki iki kişi arasındaki çekime karşıdır.

Profesör Alassandra Tanesini’nin de belirttiği gibi, “Kuir teorinin karakteristik özelliklerinden biri, cinsel yönelimi sosyal olarak inşa edilmiş bir şey olarak ele alan her türlü görüşe karşı çıkmasıdır”.[4] Dolayısıyla, aynı cinsiyete duyulan çekim, öğrenilemeyen ya da dışlayıcı olduğu için bağnaz olarak nitelendirilebilen bir tercih haline gelmektedir. Bu da homofobinin parlak ve yeni kılıfıdır.[5] Kuir teorinin içerdiği gerçek homofobi hakkındaki analizimi sonraki makalelerde paylaşacağım. Kuir teori tarafından desteklenen trans ideolojinin aksine, elimizde, kuir teorinin ana savunucularını sorgulayabileceğimiz bir alanyazın külliyatı mevcut. Dört bölümden oluşan bu makale dizisinin birinci bölümü, kuir teori ve pedofili meselesine geçmezden evvel, teorinin postmodernist temellerini ele alacak.

Kuir Teorinin Postmodernist Temelleri

Kuir teori, postyapısalcılık ve postmodernizm felsefi anlayışlarının üzerine inşa edilmiştir. Michel Foucault, gerçekliği ve insanlık durumunu kavramsallaştırmanın bu yeni yolunun kurucu babasıydı.[6] Tamsin Spargo, Foucault’nun “cinsellik, iktidar ve bilgi arasındaki ilişkiler üzerine analizi”nin kuir teori için en önemli çalışma olduğunu iddia ediyor.[7] Aynı şekilde, Margaret A. McLaren da Foucault’nun çalışmasının kuir teori için bir temel niteliğinde olduğunu öne sürüyor.[8]

Foucault, iktidarın ilişkilerde mündemiç olduğu, her yerde ve her şeyin içinde bulunduğu fikrini geliştirmiştir. Foucault, iktidarın ve yasaklamanın yukarıdan dikte edilen ve tek yönlü bir şey olmaktan ziyade, söylem aracılığıyla inşa edilen menkul ve nüfuz edici olduğunu iddia etmiştir. Jane Clare Jones’un açıkladığı üzere Foucault, iktidar ve bilgi rejimleri türünden söylemsel rejimlerin açıkladıklarını iddia ettikleri konu başlıklarını kendilerinin ürettiklerini” söyler.[9]

Pratikte bu yaklaşım misal tecavüz konusunda şunu iddia eder: mesele, tecavüz denilen fiziki eylemin kendisi değil, mağdurun ve suçun failinin söylem düzeyinde nasıl inşa edildiğidir. Dahası Foucault, olaylar ya da materyallerle desteklenen temel ya da gerçek yapıların, örneğin metinlerin, birer safsata olduğunu söyler.

Foucault'nun söylemi, iktidarı ve bilgiyi anlama çabası direniş meselesinin de yeniden ele alınmasını gerekli kılıyordu. Normların özellikle de cinsel normların ihlali, Fukocu düşüncede iktidara ve baskıya meydan okuyacak ceza ve sınıflandırmaya verilecek yegâne cevap hâline geldi. Foucault’nun heteronormatife, hâkim düşünceye meydan okuyuşu, hoş bir müdahale olmasına rağmen, tüm normların kötü, bastırılmış sapkın cinselliği serbest bırakmanın iyi olduğu şeklinde dile getirdiği fikir, ciddi problemler oluşturmaktadır.

Feministler, tecavüzün kötü olduğu, çocukların cinsel aktiviteye rıza göstermelerinin mümkün olmadığı tespitini kültürel bir norm hâline getirmek için uğraşıp durdular. Ama postmodernizm, tecavüzü ve çocuklara yönelik cinsel istismarı yeni bir çerçeveye kavuşturdu. Onu, sınırları silip aşmanın iktidara meydan okumak olduğunu, bunun bireyi özgürleştireceğini söyleyen kuir teori takip etti. Örneğin, Foucault, bir çocuk tacizcisinin yargılanması olayını, söylemin bir suçlu ve mağdur inşa ettiği, devlet iktidarının bir birey üzerinde uygulandığı önemsiz bir kolektif hoşgörüsüzlük örneği olarak takdim etti.

“1867’de bir gün Lapcourt’dan cahil, mevsime göre oradan oraya dolaşarak çalışan, sadakayla ya da emeğin en kötü türünü takas ede ede kıt kanaat geçinen, ahırlarda ve damlarda yatan bir çiftlik işçisi yetkililere teslim edildi. Bir tarlanın kenarında küçük bir kızdan birkaç okşama alınmıştı, tıpkı köyün civarındaki çocuklar gibi, çünkü ormanın tenha bir kenarında ya da Saint Nicolas’ya uzanan hendeğin içinde onlarla ‘kesik süt’ denen oyunu oynardı. Bu yüzden, çiftlik işçisi, kızın ailesi tarafından belediye başkanına ihbar edildi, olaya jandarma komutanı karıştı, jandarmalar tarafından dava edilen adam, incelenmesi için bir doktora yönlendirecek olan hâkime götürüldü, ardından iki uzman durum hakkında yalnızca raporlarını yazmakla kalmadı bir de bu raporları yayımladı. Bu hikâye neden önemli? Oysa gayet olağan bir olay. Taşrada her gün beliren bu taşra cinselliğinin, bu pastoral önemsiz zevklerin, belirli bir zamandan itibaren yalnızca toplumsal hoşgörüsüzlüğün değil, aynı zamanda hukuki işlemin, tıbbi muayenenin, titiz klinik incelemenin ve bütün bir teorik açıklamanın konu haline gelmiş olmasıdır mesele.”[10]

Foucault'ya göre bu senaryodaki kötülük, “köyün yarım akıllısını”, “büyüklerin reddettiği iyilikler için küçük kızlara birkaç kuruş vermekten” bahsetmeye zorlayan “otoriter soruşturmaydı.”[11] J. C. Jones, Foucault’nun bu çocuk istismarı vakasına olan yaklaşımı için daha fazla bilgi sunar ve bunu şu şekilde detaylandırır:

Abnormal’in (1974-75 yıllarında College de France’da verdiği derslerden oluşur) yayımlanmasıyla birlikte, Foucault’nun Cinselliğin Tarihi adlı eserinde bu vakaya yaklaşma şeklinin yeni bir şey olmadığını artık biliyoruz. Bu vesileyle, ‘alınan okşamalar’ hakkında baskıya koymak istediğinden daha fazla ayrıntı verirken, yine de kararlı gizleme tutumunu sürdürür ve izleyicisine konunun ‘son derece sıradan’ olduğu konusunda güvence verir. […] Foucault'nun eğlenceli bir şekilde hayal ettiği Jouy adındaki çiftlik işçisinin, ‘neredeyse, kısmen ya da az çok tecavüz ettiği küçük bir kızın ailesi tarafından ihbar edildiğini’ öğreniyoruz. Saldırı, ‘köy festivalinin yapıldığı gün’, ‘Jouy, genç Sophie Adam’ı (Charles Jouy'u sürükleyen Sophie Adam değilse tabii) Nancy yolunun kenarındaki hendeğe sürüklediğinde meydana geldi. Orada bir şeyler oldu: belki de neredeyse tecavüz.’ Ama bu kendimize dert edeceğimiz bir şey değil. Jouy, içiniz rahat olsun, ‘çok terbiyeli bir şekilde küçük kıza dört kuruş verir’ ve kız da hiç rahatsızlık duymadan, ‘kavrulmuş badem almak için hemen panayıra koşar’ […]”[12]

Cinsel şiddet ve çocuk istismarı Foucault için ‘son derece sıradan’ şeyler. Gerçekleştirilen eylemden sonra verilen parayı çocuğun rızasını satın alma ve böylece olayın gerçekliğini değiştiren bir şey olarak sunar. Söylemi değiştiren anlayış, tecrübe edileni de gerçeği de erkeklerin cinsel haklarını ve pedofiliyi destekleyen kuir teorinin özellikle istifade edebileceği şekilde değiştirir.

Çocuklarla yetişkin cinsel faaliyetinin sözde sıradanlığına rağmen, Foucault rıza yaşı mevzuatıyla ilgilenmeye devam etmiştir. Foucault, 1977’de Fransız Parlamentosu’na rıza yaşına ilişkin tüm mevzuatın kaldırılmasını, yani pedofilinin etkin bir şekilde yasallaştırılmasını savunan bir dilekçeyi imzalamıştır.[13]

1978 yılında Foucault, bir kez daha rıza yaşı yasasının kaldırılması ve çocukların cinselliğinin ve yetişkinlerle cinsel ilişkiye girme arzularının kabul edilmesi gerektiğini savunan bir radyo yayınına katıldı. “The Danger of Child Sexuality, Michel Foucault ile söyleşi” adını taşıyan bu yayında Foucault’nun giriş yazısının ardından, Guy Hocquenghem üç erkek düşünürün pozisyonunu özetlemektedir:

“Altı ay önce yasadaki bazı maddelerin, özellikle de yetişkinler ile on beş yaşından küçükler arasındaki ilişkilerin suç olmaktan çıkarılmasını talep eden bir imza kampanyası başlattık. Bu dilekçeyi çeşitli siyasi görüşlere mensup çok sayıda insan imzaladı.”[14]

İşte pedofilinin sözde popülaritesine dayanarak yasallaştırılması için bir gerekçe. Bu radyo yayını aynı zamanda çocukların cinsel istismarına ilişkin videoların ürkütücü bir savunmasını da içeriyordu. Hocquenghem şunu belirtiyordu:

“Biri, çocuk pornografisinin günümüz skandalları arasında en korkuncu olduğunu söylediğinde, insan fuhuş bile olmayan çocuk pornografisi ile örneğin ABD’deki siyahî insanların dayanmak zorunda olduğu şeylerle arasındaki orantısızlığa bakınca şaşırmadan edemiyor.”[15]

Evet, Foucault ve onun iki çağdaşı, bu radyo yayınında “Amerika’daki siyahîler ırkçılıktan muzdarip olduğu için, çocuk cinsel istismarı filme alınmalı ve dağıtımı yapılmalı” diyor. Şok edici. Foucault, şöyle devam ediyor:

“Kendi cinsel arzularına sahip olan çocuk o yetişkini arzulamış olabilir, hatta rıza göstermiş ve ilk adımı atmış olabilir. Hatta şu konuda fikir birliğine varabiliriz: yetişkin tarafından ayartılan değil de yetişkini ayartan o olabilir ve kanunların çocuk ile yetişkin arasındaki cinselliği had safhada sorgulanabilir gördüğünü iddia edebiliriz.”[16]

İşte postmodernizmin kurucu babası ve kuir teorinin dayanak noktası olan kişi. Hocquenghem bu fikre katılarak devam ediyor:

Burada hem oğlancılığa yönelik dini yasaklamaları hem de Michel Foucault’nun az önce söz ettiği, insanların bir çocuğun dünyası ile bir yetişkinin dünyası arasındaki toplam fark hakkında düşündükleri şeylerle ilgili tamamen yeni fikirlerden oluşan bir ahlaka karşı saldırı ya da suç fikrini üretmeyi mümkün kılan bir düşünceler bütünü söz konusu. Fakat bugünlerde genel eğilim, şüpheye yer bırakmayan bir şekilde, sadece bir yetişkin ile bir çocuk arasındaki oldukça basit bir erotik ya da tensel ilişkiden ibaret olan bir tür suç türü icat etmek değildir.[17]

Evet, bu adamlar açıktan, “Çocuk ile yetişkin arasındaki cinsel ilişki yapay, üretilmiş, bir suçtur çünkü insanlar, bir çocuğun ve yetişkinin dünyası arasındaki farkı değerlendiremeyecek ve anlayamayacak kadar cahil ve kendini beğenmiştir,” diyor. Onların bir sonraki kampanyalarının çocuk başbakanlar, çocuk entelektüeller ve eğer tıbbi yardıma ihtiyaçları olursa onlarla ilgilenmesine izin verecekleri bir çocuk için olacağını mı varsaymalıyız? Çocuk istismarcısı, bir çocuğun cinselliğini anlayabildiğini ve yetişkinlerle seks yapmaktan zevk aldığı yönünde entelektüel tartışmalar yaptığında, bunu hayatlarının diğer alanlarına taşımazlar. Çocuğun rızası kavramı ve çocuğun aktivitelerinin genital bölgelerine odaklanan bir şey olduğu fikrini kuir teori tarafından sürdürülen trans çocuk konseptinde görüyoruz. Bu tür bir entelektüel soyağacıyla alarm çanlarının çalması şaşırtıcı değil.

Üçüncü konuşmacı, Jean Danet, pedofili ve rıza üzerine daha fazla kuram öne sürüyor:

“Biz rıza, pedofili konusunda oldukça merkezi bir konudur dediğimizde, rızanın her zaman var olduğunu söylemiş olmuyoruz. Ancak bu noktada hukukun tecavüz ve pedofili konusundaki tutumunu birbirinden ayırabiliriz, tecavüz durumunda hâkimler kadının rızası olduğuna dair bir varsayım olduğunu ve bunun aksinin kanıtlanması gerektiğini düşünmektedir. Pedofili söz konusu olduğunda ise... Şiddet içeren, yani... rızaya dayalı zevk içeren bir uygunsuz eylem suçlamasının yapılmadığı bir davada bile bir rıza göstermeme karinesi, bir şiddet karinesi olduğu düşünülmektedir; çünkü bu şiddetsiz eylemin rızaya dayalı zevkin baskıcı, yasal tercümesi olduğu söylenmelidir. İspat sisteminin kadınlara tecavüz ve reşit olmayan bir kişiye uygunsuz saldırı davalarında farklı şekillerde manipüle edildiği oldukça açıktır.”[18]

“Rızaya dayalı zevk” ifadesinde meseleyi olumlu gören bir yan var. Kadın ve çocuk rızası kıyaslanabilecek şeyler değil. Kadınlar cinsel faaliyette bulunmak için yetişkin yetilerine ve anlayışına sahiptir, çocuklar değil. Foucault, “yasalar tarafından konulan bir yaş engelinin pek bir anlamı olmadığı” konusunda netti. “Çocuğun şiddete maruz kalıp kalmadığına dair sözüne güvenilebilir” diyordu.[19]

Foucault’nun, “bir çocuğun ne olup bittiğini açıklamaktan ve rıza göstermekten aciz olduğunu varsaymak, tahammül edilemez, kabul edilemez iki suistimal biçimidir”[20] görüşüyle bu söylediklerini destekliyordu. İşte postmodernizmin babası ve kuir teorinin büyükbabası, bir çocuğun bir yetişkinle cinsel aktiviteye rıza gösteremeyeceği, kendi istismarını onaylayamayacağı fikrinin “tahammül edilemez” ve “kabul edilemez” olduğunu beyan ediyor. Bu tür fikirleri öne süren düşünürler, nasıl oluyor da felsefi dehalar olarak övülüyorlar? Kabul edilemez olanın bu şekilde yeni bir çerçeveye oturtulması ve dilin gerçekliğin yerine geçtiği düşüncesi, kuir teorinin kendini oturtacağı kaideyi sunmuştur.

Dr. Em
10 Ağustos 2019
Kaynak
Çeviri: Funda Deniz

Dipnotlar:
[1] Rıza yaşı ve tecavüz yasası, birinci dalga feminizmin ajandasının önemli bir kısmını teşkil ediyordu: Bkz.: J. E. Larson, “Even a Worm Will Turn at Last”: Rape Reform in Late Nineteenth-Century America’, Yale Journal of Law & the Humanities, Cilt. 9, Sayı. 1 (Ocak 1997), s. 1–71.

[2] J. C. Jones, “Queer Theory, Foucauldian Feminism and the Erasure of Rape Historical Notes for a Present War”, PDF.

[3] Beresford, ‘The Age of Consent and the Ending of Queer Theory’, Laws (2014), 3, s. 763.

[4] A. Tanesini, Feminism: Oxford Bibliographies Online Research Guide (Oxford, Oxford University Press, 2010), s. 12.

[5] Kuir teorinin doğası gereği homofobik olduğuna dair görüşlerimi ilerleyen makalelerde dile getireceğim.

[6] Dr. Em, ‘Sex and Social Constructionism’, s. 7–9. Uncommon.

[7] Spargo, Postmodern Encounters: Foucault and Queer Theory (Icon Books, Cambridge, 2000), p. 8.

[8] M. A. Mclaren, Feminism. Foucault, and Embodied Subjectivity (State University of New York Press, Albany, 2002), s. 144.

[9] J. C. Jones, ‘Queer Theory, Foucauldian Feminism and the Erasure of Rape Historical Notes for a Present War’, s. 8 PDF.

[10] M. Foucault, The History of Sexuality Volume I: An Introduction (Pantheon Books, New York, 1978), s. 31.

[11] A.g.e., s. 32.

[12] J. C. Jones, ‘Queer Theory, Foucauldian Feminism and the Erasure of Rape Historical Notes for a Present War’, s. 11–12. PDF.

[13] Yayına Hz.: L. D. Krizman, Sexual Morality and the Law (Routledge, London, 1990), s. 275.

[14] “The Danger of Child Sexuality”, s. 2-3. Foucault’nun Guy Hocquenghem ve Jean Danet ile gerçekleştirdiği sohbeti yayınlayan 4 Nisan 1978 tarihli programın yapımcısı Roger Pillaudin. Program France Culture’da yayınlandı. Yazılı hâli şurada: “La Loi de la pudeur”, RECHERCHES 37, Nisan 1979. İlk İngilizce baskı. Semiotext(e) Magazine (New York): Semiotext(e) Special Intervention Series 2: Loving Boys / Loving Children (Yaz 1980), çeviri: Daniel Moshenberg. PDF.

[15] A.g.e., s. 3.

[16] A.g.e., s. 7-8.

[17] A.g.e., s. 8.

[18] A.g.e., s. 14-15.

[19] A.g.e., s. 16.

[20] A.g.e., s. 15.