Kadınlar,
tıpkı 1500'lerdeki Amerika gibi işgal edilmiş bir toprak hâline geldi. Tıpkı topraklarına
tutunmaya çalışan yerliler gibi kadınlar da cinsiyete göre ayrılmış alanlara
tutunmak için mücadele ediyorlar, lâkin birçoğu, cinsiyete göre ayrılmış
alanları yok etmenin sömürgecilerin nihai hedefi olmadığının farkında bile
değil.
Şirketler,
zaten istenen alana yerleştiler ve kaynakların çıkarılmasına devam etmek için
hazırlanıyorlar. Erkeklerin kadın banyoları ve hapishaneler gibi cinsiyete göre
bölünmüş alanlar üzerindeki hak iddiaları, iş bittikten sonra bir yere bayrak
dikmek gibidir; ama buna “sömürgeleştirme” denilemez.
Bugün
kadın biyolojisi, bilhassa üreme becerisi, işgal altındadır.
Şirketler,
“toplumsal cinsiyet kimliği” denilen dini, Amerika’nın ilk sömürgecilerinin
Hıristiyanlığı “ruhları kurtarmak” için kullandıkları şekilde kullanıyorlar.
LGBT STK’ları gibi şirketler de yeni peyda olan duyarcılık dini için toplumsal
cinsiyet kampları ve kurumları kuruyorlar, bu dini yaymak adına misyonerlik
faaliyetleri yürütüyorlar.
Şirketler
de LGBT STK’ları da selamet/kurtuluş hayali ile sömürgeyi sakinleştirmek
suretiyle kaynakları soğurmak, sömürmek, en nihayetinde yok etmek için gerekli
zemini oluşturuyorlar.
Bugün
kadın bedeni, kâr için fethedilen yeni topraktır. Queer (lubunya) teorisi,
insanları iki cinsliliğin “hetero-üstünlüğü”nden kurtarmak için çabalarken,
kapitalist sömürgeciler de yeni ülkeyi yağmalıyor.
Sömürgeci,
karargâhını sadece kadınlık değil, tüm cinsiyet arazisine kuruyor. Erkeklerin
üreme kapasiteleri (hayatı yaratmak için tek bir sperm hücresi yeterlidir)
sömürünün ve yağmanın konusu olurken, kadınların biyolojisine el konuluyor, o
yok ediliyor. Bu sürece “insan hakları hareketi” demekse psikolojik savaşın bir
parçasıdır.
Kadın
biyolojisine yönelik bu işgal ve sömürgeleştirme faaliyeti, soyut âlemde
cereyan eden bir olay değil. Olan biten her şey, sadece dil veya hukuk alanında
değil, tüm maddi gerçeklikte cereyan ediyor.
Bu
yıl içerisinde RadFem Italia için yazan Marina Terragni, kadın gibi
davranan erkeklerin, erkek gibi davranan kadınlara nispetle sahip oldukları
oranın arttığından bahsediyor. Terragni, seçimdeki farklılıkları işaret ederek
şunları söylüyor:
“İki kesim arasında önemli
bir farklılık söz konusu: kadın gibi davranan erkeklerde hormon tedavisi ve
ameliyat (kastrasyon) bedene hiç dokunmadan kendisini kadın gibi tanımlamaya
kıyasla daha nadir görülürken, erkek gibi davranan kadınlar, kimyasal desteğe
ve memelerin alınması ameliyatına (mastektomiye) daha sık başvuruyorlar.”
Terragni,
devamında tespitine şu cümleyi ekliyor:
“Sembolik düzeyde her iki
geçiş türü de aynı hikâyeyi anlatıyor: geçiş, esasında her daim kadın bedeninin
iptaliyle ilgilidir.”
Bence
bu iptal etme işlemi, hiç de sembolik düzlemde gerçekleşmiyor. Kadın ve
biyolojisi, gerçek anlamda iptal ediliyor, yapısal anlamda dağıtılıyor,
siliniyor ve çalınıyor. Tüm bunları yapansa teknoloji ve onu kullanan
zenginler.
2019
yılında, Johnson & Johnson ilâç devi tarafından işe alınan Dr. Giancarlo
McEvenue, kendinden geçmiş bir dinleyici kitlesine yaptığı konuşmada, sağlıklı
genç kadınların kimlikle alakalı amaçlar doğrultusunda memelerini aldırması
meselesinden bahsetti. 2018’de Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nde
bir kadın doğum uzmanı, erkek olmak isteyen genç kadınlara uygulanan çeşitli
histerektomi (rahim alma ameliyatı) türlerini anlatan bir sunum yaptı. Para
toplama amaçlı kampanyalarda kullanılan GoFundMe aplikasyonunda para dilenen
kadın sayısı kırk bini aştı. Tüm bu kadınlar, aslında toplumsal cinsiyet
kimliği denilen dinin tanrılarına sunulmuş birer kurban.
2018’de
NPR için kaleme aldığı yazıda Michaeleen Doucleff, dünya çapında
sezaryen ameliyatı yapan cerrahların artan oranları konusunda uyarıda
bulunuyor. Lancet'te yayımlanan üç çalışma, “1990 yılından beri toplam
doğum içerisinde sezaryen doğumlarının oranının yüzde altıdan yirmi bire
çıkarak üç kat arttığını ortaya koyuyor. ABD’de bu oran, 2015’te yüzde 32’ye
sıçradı, bu sıçrama, bir kuşak baz alındığında, yüzde 540’lık bir artışa
tekabül ediyor. Brezilyalı kadınlar için oranlar daha da yüksek, Brezilya,
dünyadaki en yüksek cerrahi doğum oranına sahip. Brezilya’da özel
hastanelerdeki kadınlar için sezaryen oranı %80-90’a fırlıyor. Pek çok kadın,
teknolojinin üreme sahasını ele geçirmesine karşı direnmeye devam etse de
elitler, sezaryen doğumu bir statü sembolü hâline getirdi bile.”
Sezaryen
doğum yapması konusunda baskı gördüğünü söyleyen bir kadın, “sezaryenin para
basan bir darphane” olduğuna vurgu yapıyor. Devamında ise şu hususa işaret
ediyor:
“Hastanelerde sezaryen
bölümleri kolaylıkla planlanıp hızlı bir biçimde işletilebilen yerlerdir.
Dolayısıyla doktorlar, bir ya da doğal doğumun tamamlanmasını beklemek yerine
günde sekiz işlemi planlıyor, daha çok işlem için fatura kesme imkânı buluyorlar.”
Dünya
Sağlık Örgütü, isteğe bağlı olarak kullanılan sezaryen bölümlerinin sayılarının
azaltılması yönünde uzun zamandır kampanya yürütüyor. Kurumun iddiasına göre
sezaryen doğum, doğal doğuma göre en az iki kat daha tehlikeli, ayrıca anne ile
bebeğin toparlanma süreleri sezaryende daha uzun. Bu somut bilgiye rağmen, kâr,
çağın ana kuralı olduğu için, sezaryen tercih ediliyor.
Brezilya’da
bulunan Oswaldo Cruz Vakfı’ndaki Ulusal Halk Sağlığı Okulu’nda araştırmacı olan
Maria do Carmo Leal, “Yüksek sezaryen oranının, doğumu doğal bir süreç değil de
bir sağlık sorunu olarak ele alan mevcut tıp kültürünün somut bir tezahürü”
olduğunu söylüyor. Aynı endüstri, “toplumsal cinsiyet kimliği” ideolojisi yoluyla
sağlıklı çocukların doğal ergenliklerinden bir sağlık krizi yaratıyor, normal
cinsel büyüme süreçlerini tıbbi mesele hâline getiriyor, karşılığında da
teknolojik üreme endüstrisini besliyor.”
Arcus
ve Açık Toplum vakıfları türünden büyük STK’ların “trans” çocuklar kavramını
normalleştirip kurumsal zemine kavuşturduğu koşullarda kimlikler tıbbi mesele
hâline geliyor, buradan da kısırlaştırma işlemi çocukları, doğurganlık
sahasında tekel olup kârına kâr katan şirketler için sermaye hâline getiriyor.
Karşı
cins gibi davranan insanlar için kurulan doğurganlık tedavisi pazarı hâlâ küçük
olsa da, bu bireyler için doğurganlığı koruma girişimleri şimdiden kendilerine
bir yol bulmaya başladı. Kimliğiyle ilgili gördüğü sorun üzerinden cinsel
organlarını ameliyat ettirenleri sömüren pazar, 2026 yılına dek milyarlar
dolarlara ulaşması bekleniyor. Bu tür tedaviler dâhilinde çok fazla sayıda
genç, yanlış cinsellik hormonları almak durumunda kalıyor. Tedavilerin
yapıldığı klinikler, eskinin toplumsal cinsiyet kliniklerinin yerini alıyor ve
sayıları hızla çoğalıyor.
Toplumsal
cinsiyet ideolojisi, iki cinsliliği ortadan kaldırmaya çalışıyor, bağlardaki
kopukluğu ve dağılmayı normalleştiriyor, böylece insanlar, teknolojik üreme
işlemlerinin nispeten daha fazla müdahale gerektiren biçimleriyle rahatlama
yoluna gidiyorlar. Bu ideoloji, tüm çocukları belirli bir cinsiyete sahip olan
bedenlerinden kopma konusunda eğitiyor. Çocuklara cinsel üreme işlevlerinin kim
ve ne olduklarından ayrı bir süreç olduğu öğretiliyor.
Toplumsal
cinsiyet endüstrisi, bugün taşıyıcı annelik endüstrisiyle şahikasına ulaşma
imkânı buluyor. Bu endüstri, Marc Benioff gibi milyarderlerin ve kimi
şirketlerin parasına sırtını yaslıyor. Benioff, çocukların doğal olarak tecrübe
ettikleri buluğ çağlarını tıbbın konusu hâline getirmek amacıyla birçok yere
klinik açmış bir isim. Bu adam, aynı zamanda embriyoloji laboratuvarını
otomasyona bağlamayı amaçlayan, in vitro (lab ortamında) döllenmeyi eskisine
nazaran daha erişilir kılan Overture Life şirketinin de sahibi.
Tüm
bu süreçte Amazon’un eksik kalması mümkün mü? Şirket, 2019’da ilk doğurganlık
merkezini açtı. Bezos ailesinin kimliğiyle ilgili amaçlar doğrultusunda cinsel
organlarını ameliyat ettirmek isteyenlerin gittiği Brooklyn’de bulunan Langone
Hastanesi’ne yaptığı bağış, kısa süre önce 166 milyon doları buldu.
Taşıyıcı
annelik endüstrisi ise LGBT cemaati ile toplumsal cinsiyet endüstrisi
arasındaki bağı teşkil ediyor. Bu endüstri, aynı zamanda uyuşturucu ve karşı
cinse geçiş ameliyatları yüzünden üreme becerilerini yitirmiş ama bir yandan da
çocuk sahibi olmak isteyen kişilere de hitap ediyor.
Biyoetik
ve Kültür Ağı Merkezi’nin kurucusu ve başkanı Jennifer Lahl, kadınların
yumurtaları ve rahimlerinin ticarileştirilmesi ve sömürülmesinin yol açtığı
zararları ortaya döken ve milyonlarca dolarlık sperm donörü piyasasını ifşa
eden bir film üçlemesi çekti.
Kısa
süre önce bir veri tabanındaki taşıyıcı annelerin ve yumurta donörlerinin
hikâyelerini kayda alan yeni kurulmuş bir teknoloji şirketi, ABD ve İsrailli
yatırımcılardan bir milyon dolarlık sermaye topladı.
Cinselliğin
ve bedenin kâr amacıyla sömürgeleştirilmesi, bir yandan da dünya genelinde
kadınlara yönelik saldırıları tetikliyor. Yüzyıllar önce yaşamış yerli halklar
gibi, kadınlar da ilerleme yolunda kendi bedenlerinden kopartılarak, birer
“acımasız vahşi”ye dönüştürüldüler. Kadınların, kendilerine yönelik saldırıları
olduğu gibi, adlı adınca anlattıkları için gördükleri nefret, bir yandan da
sömürgeleştirme sürecini besliyor.
Kadınların
yumurtalarını ve kadınların kendilerini rahim olarak kullanmak, üremeyi
teknolojiyle ele geçirmeyi amaçlayan toplumsal cinsiyet endüstrisinin ulaştığı
nihai zirvedir. Kadınların silinmesini ve insan sınırlarının ötesine geçen bir
nüfusu tamamlayacak şirketlerin ulaşmaya çalıştıkları başka bir zirve daha var.
Guardian’da çıkan
habere göre İsrailli bilim insanları, yapay bir rahim içinde yüzlerce fareyi
başarıyla hamile bıraktılar. Yeni döllenmiş yumurtaları havalandırmalı bir
kuluçka makinesinde dönen cam şişelerin içine yerleştirdiler ve embriyoları
annelerinin vücutlarının dışında 11 gün boyunca (fare hamileliğinin orta
noktası) büyüttüler. Guardian’daki makale, aynı zamanda Martine
Rothblatt ve Petra De Sutter gibi önde gelen transseksüellerin yanı sıra kadın
gibi davranan ve emzirmekle, çocukları emzirmekle ve rahim nakli yaptırmakla
ilgilenen erkeklerin ulaşmak istedikleri hedef anlamında, hamileliksiz üreme
meselesini inceliyor.
İlk
“toplumsal cinsiyet yasası”nı kaleme alan isim olan Rothblatt, İnsan Genomu
Projesi ile ilgili çalışmasını temel alan Unzipped Genes adlı kitabında
teknolojik üreme konusunu ele alıyor.
Petra
De Sutter, İngiltere’deki “fedakâr taşıyıcı annelik” hareketinin merkezinde
duran bir isim. Yeşiller Partisi’ni temsil eden Belçikalı bir jinekolog ve
politikacı olan bu zat, 2020’den beri Başbakan Alexander De Croo hükümetinde
Başbakan Yardımcısı olarak görev yapıyor. Ayrıca Gent Üniversitesi’nde
jinekoloji profesörü ve Gent Üniversite Hastanesi Üreme Tıbbı Bölüm Başkanı
olarak çalıştı. Kendileri aynı zamanda Avrupa’nın ilk transseksüel bakanıdır.
Petra
De Sutter, Senato’daki rolüne ek olarak, 2014’ten 2019’a kadar Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi’nde Belçika delegasyonu üyesi olarak görev yaptı.
Taşıyıcı annelik düzenlemeleriyle ilgili olarak Meclis’te çocuk hakları
raportörlüğü yaptı (2016), aynı zamanda insanlarda yeni genetik teknolojilerin
kullanımı üzerine çalışmalar yürüttü (2017). 2018’de gerçekleştirdiği bir TED
sohbetinde De Sutter, gen düzenleme, transhümanizm ve kadın harici teknolojik
üreme meselesinin geleceğini tartıştı.
Kadın
bedeni işgal edilmiş topraktır ve bu toprağın madenlerini, taşıyıcı annelik
endüstrisi sömürüyor. Kadınların rahimleri kullanılıyor, yumurtaları
toplanıyor, koruma altına alınıyor, fallop tüpleri ve rahimleri ameliyatla
alınıyor (kadınların üçte biri rahim alma ameliyatı oluyor), sağlıklı memeleri
kesiliyor. Tüm bunlar, ilerleme olarak takdim ediliyor. Üstelik bu işgal ve
sömürü normalleşiyor.
Tek
istediğimiz şey kendimizi güvende hissetmek, dolayısıyla, cinsiyete göre
ayrışmış mekânlar için dövüşmek artık bize kâfi gelmiyor. Tüm dünya,
cinselliğin konusu hâline gelmiş bedenlerin gözetlendiği, hepimizin teslim
alınıp aşağılandığı bir yer hâline geldiyse saklanacak bir yerimiz olsa ne olur
olmasa ne olur?
Bedenlerimizin
belirli sınırları var ve artık o sınırlar yeniden çizilmeli. Porno endüstrisi
tarafından aşağılandık, horlandık, seks ticaretinde kullanıldık. Erkekler,
cinselleştirilmiş kadın bedenini kendi bedenleriymiş gibi poz kesiyorlar,
kendilerine “feministim” diyenlerin ağzıyla konuşuyorlar, hatta kadın
olduklarını söylüyorlar. Erkekler, kadınlar adına konuşmakla
kalmıyorlar, kadınmış gibi konuşuyorlar.
İşte
şirketlerin uğruna mücadele ettiği şey tam da bu: Onlar, sınırların
silinmesini, böylelikle hepimizi tümüyle işgal edebilmeyi istiyorlar. Trans
hakları aktivistlerinin tuvaletler ve hapishaneler için üçüncü seçenek fikrine
bu yüzden tahammül edemiyorlar.
Kadınların,
tüm bu gerçekleri başkalarının görmesine ve anlamasına katkıda bulunabilmeleri
gerekiyor. Bunun için hâlâ vakit var, ama önce kadınların gerçekleri dile
getirme ve haykırma konusunda yaşadıkları korkuyu aşmaları şart. Çünkü üreme
meselesini pazarın ve ticaretin konusu hâline getirmiş olan Büyük Doğurganlık
Endüstrisi hızla büyüyor.
Toplumsal
cinsiyet endüstrisinin ve Büyük Doğurganlık endüstrisinin kadınların başlarına
ördükleri çoraplar, sahip oldukları büyüklük ve önem bakımından, artık
fahişelik, porno endüstrisi ve seks ticareti gibi meseleleri bile gölgede
bırakıyor. Sırf kâr elde etmek adına iki cinslilik gerçeğini ortadan kaldırmaya
ahdetmiş olan endüstrileri yönetenler, krallığın anahtarlarına sahip
olduklarında, iliğimizi sömürüp, içimizi boşalttıklarında, üreme kapasitemizi,
cinsiyetimizi bizden alıp yerine teknolojiyi koyduklarında, böylelikle bizi içi
boş patates çuvalına dönüştürdüklerinde, bu bedenlerimizden geriye hiçbir şey
kalmayacak.
Jennifer Bilek
27 Kasım 2021
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder