Daha ilk günlerinden, Rusya’da çarlığın devrilmesi
ve işçi sınıfının, varlıklı sınıfları başından def ederek, hükümeti ele
geçirmesi, aklı başında Türkler arasında çok derin bir tesir yapmıştır. İster
cephelerde bulunsunlar, ister cephe gerilerinde, işçi ve aydınlar, bu
memlekette olup bitenlere dair kulaklarına ulaşan çok kısa havadisleri büyük
bir merakla dinliyor veya okuyor ve bunlar üzerinde uzun uzun düşünüyorlardı.
Memleket dışında yaşayanlar ise bol havadis alabiliyor ve meseleleri daha da
yakından inceleyebiliyorlardı.
Birçoklarımız, büyük Ekim Devrimi ile dünya tarihinde
yeni bir devre açıldığını sezinliyorduk. Hele Türkiye için durumun baştan aşağı
değiştiğini, emperyalizm pençesinden yakamız sıyırmak için hesapsız yeni
imkânlar doğduğunu görüyorduk. Bu imkânlardan istifade şekilleri üzerinde
zihinlerini yoranlar içimizde az değildi.
Milletin tüm fertlerinin yüreklerini kan ağlatacak
bir tarzda memleketin kapıları emperyalistlere açılınca, hemen aynı zamanda
İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ve o sıralarda yabancı ellerde
bulunan vatandaşlarımız arasında, millî kurtuluşun en emin çaresini Rusların
gittiği devrim yoluna girmekte gören, komünist grupları doğdu. Bunların savaş
meydanında düşe kalka derlenip toplanmaları ve bir birlerine eklenmeleriyle
nihayet Komünist Partisi sağlam bir temel üzerinde kuruldu ve Türkiye emekçi
kütlelerine mal oldu.
Bu gruplardan bir tanesi de bizzat Sovyetler
Birliği topraklarında ve bu topraklar üzerinde cereyan eden devrim çarpışmaları
içinde çalkalanmış durmuş olan asker ve sivil Türk esirleri içinden çıkmıştır.
Çok kıymetli bir savaşçı, bunların önüne düşmüş, Türkiye’nin devrimci işçi hareketini
Komintern’in kuruluş kongresinde temsil etmişti.
Memleket dışında ortaya çıkan bu hareket, az
zamanda oldukça büyük bir önem kazanarak Türkiye’ye etkide bulunmaya başladı.
İstanbul ve Anadolu’da çarpışan komünistlerin kendi kuvvetlerine güvenlerini artırdı
ve millî kurtuluş savaşının burjuva rehberlerini sinirlendirdi ve korkuttu.
Millî Türk burjuvazisi, komünist hareketlerine daha
baştan düşman gözüyle bakmıştı. O zamanki durumun nezaketi dolayısıyla bu
hareketler, bir fikir propagandası sınırlarını aşmadıkları ve emekçi
kütlelerden uzak kaldıkları nispette, ses çıkarmamayı işine daha uygun
saymışlardı. Fakat komünistler, işçilere, köylülere ve genç aydınlara seslerini
duyurmaya, onları inkılâpçı parolaları arkasından sürüklemeye becerdiklerini
görür görmez, onlar üzerine yumruklarını indirmekte bir saniye bile tereddüt
etmemişti:
Bunun örneklerini birçok kez gördük:
1921 senesi başlangıcında Yeşil Ordu teşkilâtında
ve silâhlı köylü kuvvetleri üzerinde büyük bir nüfuz kazanmış olan Halk
İştirakiyun Partisi rehberlerinin İstiklâl Mahkemesi’ne verilmeleri ve uzun senelere
mahkûm edilmeleri.
1923’te Komünist Partisi’nin Kemalistlerin işçi
sınıfını milliyetçi bir merkez etrafında toplama girişimlerini boşa düşürdüğü
ve emekçi kütlelere sesini işittirmeye başladığı sıralarda, İstanbul’daki
tanınmış komünistlerin “vatana ihanet” suçlamasıyla zindanlara atılmaları.
1925’te Komünist Partisi örgütlü bir biçime
kavuştukça kışlalarda ve askerî mekteplerde nüfuz elde ettiği, milletin soyulan
ve ezilen en duygulu tabakalarında saygı kazandığı günlerde bütün memleketteki
adı çıkmış komünistlerin ve aydınlıkçıların Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde
sorguya çekilmeleri ve uzun seneler için kürek cezasına mahkûm edilmeleri.
Daha sonraları, millî burjuvazinin açık
diktatörlüğü esnasında bu diktatörlüğün yıldırma ve ezme cihazlarıyla Türk
emekçilerinin devrimci rehberleri işini gören Komünist Partisi savaşçıları
arasında hemen aralıksız bir tarzda cereyan eden boğazlaşmalardan
bahsetmeyeceğiz.
Bu saldırıların en kudurmuşçası, 1921 yılının Ocak
ayında olmuştu, o gün Partimiz ilk kurbanlarını vermişti. Emperyalist düşman
ana topraklarımızı çiğniyordu. Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan komünist
teşkilâtının başları, bu düşmanı memleketten dışarı atmaya çalışanlara yardım
etmek, emperyalizme karşı savaşı kuvvetlendirmek için uğraşırken, millî
burjuvaziye önderlik edenler ise kendilerine samimi bir dost eli uzatan 15
komünisti alçakçasına kurulmuş bir tuzağa düşürmüşler ve cellâtlarına
parçalatmışlardır.
15 komünist, kahramanca can verdi. Burjuvazi,
muradına erdi. Acaba burjuvazinin bu kanlı cinayetten umduğu yerine geldi mi? O
ne ummuştu? O ummuştu ki bu suretle komünist hareketi akışını değiştirecek;
uzun seneler duraklamaya, bocalamaya mahkûm olacak. Bu netice elde edildi mi?..
Ne gezer!
Meseleyi bu şekilde koymak bile abes. Bir taraftan
devrimci kalkışmaları ve çarpışmaları esnasında onları ve onlarla beraber bugün
partimizin başında yürüyenlerden bazılarını, o zaman da işçi sınıfı bizzat
kendisi doğurmuştu. Ve o durmaksızın sınıf mücadeleleri geliştikçe kendi
içinden yeni yeni kadrolar çıkardı ve çıkartmaya da devam ediyor. Günün
birinde, olmayacak şey ama, burjuvazi onun tüm devrimci kadrosunu yok etse
bile, komünist hareketi gene durmayacak, işçi hareketlerinin derinliklerinden
yeniden taze, atılgan savaşçılar çıkacak, işçi sınıfının önüne düşerek, onu kurtuluş
gayesine doğru ilerletecektir.
Diğer taraftan da bu kıymetli yoldaşlarımızın kanlarını
yiğitlere yakışır şekilde dökmüş olmaları, işçilere önderlik edenlerin büyük
bir yüreklilikle mücadele etmesini bildiklerini, işçiler uğrunda gözlerini
kırpmadan ölmesini de bildiklerini gösterdi. Böylece onlarda kendilerine güveni
ve sınıf düşmanlarına karşı yüreklerinde yanan kin ve nefreti büsbütün
parlattı. Burjuvazi sınıfı, Türkiye işçilerinin gözünde barışılmaz sınıf düşmanı
olarak damgalandı.
Böyle olmasına böyle ama “onbeşlerin ortadan kaybolmalarının
hareketimiz üzerinde hiçbir etkisi olmadı” demek de doğru olmaz. Hele
kaybettiklerimiz içinde, gelişkin bir anlayışa sahip, tecrübesi bol ve
memleketi iyi tanıyan Mustafa Subhi ve idarecilik ve kütlelere sokulma ve
kendini sevdirme kabiliyetleri çok yüksek Ethem Nejat gibi marksizmi iyi
kavramış ve memleket meselelerini o mihenge vurmak ve onun ışığıyla aydınlatma
hususunda büyük bir beceriye kavuşmuş Hilmi oğlu Hakkı gibi yoldaşların
bulunduğu göz önünde bulundurulacak olursa, böyle bir hükmün ne kadar yanlış
olacağı çabucak görülecektir.
Bu ayardaki yoldaşların sayısı aramızda çok azdır.
Bir tanesinin bile eksikliği derhal hissedilir. Arkalarında bıraktıkları boşluk,
öyle kolay kolay doldurulamaz.
Bu bakımdan, o zaman Sovyetler Birliği’nin iç
savaş tecrübelerini az veya çok kafalarında biriktirmiş olan bu yoldaşların,
günün birinde canlı birer hareket ettirici mevkiinden çıkarak sevgili birer
hatıra şekline girivermeleri, hiç şüphesiz partimizi çok sarstı ve bir an için
kan yoksuzluğuna uğrattı.
Fakat bu facia, partinin mücadeleciliğinde, siyasî
rotasındaki dayanıklılığında bir değişiklik doğurmadı ve esasen doğuramazdı da.
Bir kaza neticesi fazlaca kan kaybeden gürbüz bir adam gibi –hatta
sendelemeksizin– parti, ölüler önünde eğildi ve kendi yolunda ilerledi. Değişen
vaziyetlerin icaplarına göre siyasetini ve mücadele usullerini geliştiren
parti, millî bağımsızlık ve devrim davasına sadakat ve fedakârlığıyla, amele
sınıfının ve bütün emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Bu sayede Türkiye
Komünist Partisi, emekçi kütlelerine sözü geçen yegâne yol gösterici mevkiini
kazanmıştır. O, işçi ve köylünün sırtından semirmeye çalışan millî burjuvaziye
ve çiftlik sahiplerine karşı sistemli mücadelesine devam ediyor. Ve daima
Komintern’in gösterdiği yoldan giderek, Yedinci Dünya Komünist Kongresi’nin kararlarını
Türkiye şartlarında hayata geçirerek, bu mücadeleye burjuva sınıfını iktidardan
söküp atıncaya kadar işçi ve köylüyü hâkim kıldıktan sonra da, sosyalist devrim
için gerekli şartları ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünü tahakkuk
ettirinceye kadar, sarsılmadan ve durmadan devam ettirecektir.
Parti ve her Türk komünisti, ancak bu tarzda,
Karadeniz dalgaları arasında aynı gayeler için can vermiş olan onbeşlere karşı
olan vazifemizi ifa etmiş olacağımızı ve onların en aziz arzularını yerine
getirmiş olacağımızı apaçık görmektedir.
Dr.
Şefik Hüsnü
[Kaynak: Mete Tunçay, 15’ler Hatırası, Sosyal Tarih Yayınları, 2020, s. 17-23.]
0 Yorum:
Yorum Gönder