26 Ocak 2022

,

İlk Kurbanlarımız


Daha ilk günlerinden, Rusya’da çarlığın devrilmesi ve işçi sınıfının, varlıklı sınıfları başından def ederek, hükümeti ele geçirmesi, aklı başında Türkler arasında çok derin bir tesir yapmıştır. İster cephelerde bulunsunlar, ister cephe gerilerinde, işçi ve aydınlar, bu memlekette olup bitenlere dair kulaklarına ulaşan çok kısa havadisleri büyük bir merakla dinliyor veya okuyor ve bunlar üzerinde uzun uzun düşünüyorlardı. Memleket dışında yaşayanlar ise bol havadis alabiliyor ve meseleleri daha da yakından inceleyebiliyorlardı.

Birçoklarımız, büyük Ekim Devrimi ile dünya tarihinde yeni bir devre açıldığını sezinliyorduk. Hele Türkiye için durumun baştan aşağı değiştiğini, emperyalizm pençesinden yakamız sıyırmak için hesapsız yeni imkânlar doğduğunu görüyorduk. Bu imkânlardan istifade şekilleri üzerinde zihinlerini yoranlar içimizde az değildi.

Milletin tüm fertlerinin yüreklerini kan ağlatacak bir tarzda memleketin kapıları emperyalistlere açılınca, hemen aynı zamanda İstanbul’da ve Anadolu’nun muhtelif yerlerinde ve o sıralarda yabancı ellerde bulunan vatandaşlarımız arasında, millî kurtuluşun en emin çaresini Rusların gittiği devrim yoluna girmekte gören, komünist grupları doğdu. Bunların savaş meydanında düşe kalka derlenip toplanmaları ve bir birlerine eklenmeleriyle nihayet Komünist Partisi sağlam bir temel üzerinde kuruldu ve Türkiye emekçi kütlelerine mal oldu.

Bu gruplardan bir tanesi de bizzat Sovyetler Birliği topraklarında ve bu topraklar üzerinde cereyan eden devrim çarpışmaları içinde çalkalanmış durmuş olan asker ve sivil Türk esirleri içinden çıkmıştır. Çok kıymetli bir savaşçı, bunların önüne düşmüş, Türkiye’nin devrimci işçi hareketini Komintern’in kuruluş kongresinde temsil etmişti.

Memleket dışında ortaya çıkan bu hareket, az zamanda oldukça büyük bir önem kazanarak Türkiye’ye etkide bulunmaya başladı. İstanbul ve Anadolu’da çarpışan komünistlerin kendi kuvvetlerine güvenlerini artırdı ve millî kurtuluş savaşının burjuva rehberlerini sinirlendirdi ve korkuttu.

Millî Türk burjuvazisi, komünist hareketlerine daha baştan düşman gözüyle bakmıştı. O zamanki durumun nezaketi dolayısıyla bu hareketler, bir fikir propagandası sınırlarını aşmadıkları ve emekçi kütlelerden uzak kaldıkları nispette, ses çıkarmamayı işine daha uygun saymışlardı. Fakat komünistler, işçilere, köylülere ve genç aydınlara seslerini duyurmaya, onları inkılâpçı parolaları arkasından sürüklemeye becerdiklerini görür görmez, onlar üzerine yumruklarını indirmekte bir saniye bile tereddüt etmemişti:

Bunun örneklerini birçok kez gördük:

1921 senesi başlangıcında Yeşil Ordu teşkilâtında ve silâhlı köylü kuvvetleri üzerinde büyük bir nüfuz kazanmış olan Halk İştirakiyun Partisi rehberlerinin İstiklâl Mahkemesi’ne verilmeleri ve uzun senelere mahkûm edilmeleri.

1923’te Komünist Partisi’nin Kemalistlerin işçi sınıfını milliyetçi bir merkez etrafında toplama girişimlerini boşa düşürdüğü ve emekçi kütlelere sesini işittirmeye başladığı sıralarda, İstanbul’daki tanınmış komünistlerin “vatana ihanet” suçlamasıyla zindanlara atılmaları.

1925’te Komünist Partisi örgütlü bir biçime kavuştukça kışlalarda ve askerî mekteplerde nüfuz elde ettiği, milletin soyulan ve ezilen en duygulu tabakalarında saygı kazandığı günlerde bütün memleketteki adı çıkmış komünistlerin ve aydınlıkçıların Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde sorguya çekilmeleri ve uzun seneler için kürek cezasına mahkûm edilmeleri.

Daha sonraları, millî burjuvazinin açık diktatörlüğü esnasında bu diktatörlüğün yıldırma ve ezme cihazlarıyla Türk emekçilerinin devrimci rehberleri işini gören Komünist Partisi savaşçıları arasında hemen aralıksız bir tarzda cereyan eden boğazlaşmalardan bahsetmeyeceğiz.

Bu saldırıların en kudurmuşçası, 1921 yılının Ocak ayında olmuştu, o gün Partimiz ilk kurbanlarını vermişti. Emperyalist düşman ana topraklarımızı çiğniyordu. Sovyetler Birliği’nde kurulmuş olan komünist teşkilâtının başları, bu düşmanı memleketten dışarı atmaya çalışanlara yardım etmek, emperyalizme karşı savaşı kuvvetlendirmek için uğraşırken, millî burjuvaziye önderlik edenler ise kendilerine samimi bir dost eli uzatan 15 komünisti alçakçasına kurulmuş bir tuzağa düşürmüşler ve cellâtlarına parçalatmışlardır.

15 komünist, kahramanca can verdi. Burjuvazi, muradına erdi. Acaba burjuvazinin bu kanlı cinayetten umduğu yerine geldi mi? O ne ummuştu? O ummuştu ki bu suretle komünist hareketi akışını değiştirecek; uzun seneler duraklamaya, bocalamaya mahkûm olacak. Bu netice elde edildi mi?.. Ne gezer!

Meseleyi bu şekilde koymak bile abes. Bir taraftan devrimci kalkışmaları ve çarpışmaları esnasında onları ve onlarla beraber bugün partimizin başında yürüyenlerden bazılarını, o zaman da işçi sınıfı bizzat kendisi doğurmuştu. Ve o durmaksızın sınıf mücadeleleri geliştikçe kendi içinden yeni yeni kadrolar çıkardı ve çıkartmaya da devam ediyor. Günün birinde, olmayacak şey ama, burjuvazi onun tüm devrimci kadrosunu yok etse bile, komünist hareketi gene durmayacak, işçi hareketlerinin derinliklerinden yeniden taze, atılgan savaşçılar çıkacak, işçi sınıfının önüne düşerek, onu kurtuluş gayesine doğru ilerletecektir.

Diğer taraftan da bu kıymetli yoldaşlarımızın kanlarını yiğitlere yakışır şekilde dökmüş olmaları, işçilere önderlik edenlerin büyük bir yüreklilikle mücadele etmesini bildiklerini, işçiler uğrunda gözlerini kırpmadan ölmesini de bildiklerini gösterdi. Böylece onlarda kendilerine güveni ve sınıf düşmanlarına karşı yüreklerinde yanan kin ve nefreti büsbütün parlattı. Burjuvazi sınıfı, Türkiye işçilerinin gözünde barışılmaz sınıf düşmanı olarak damgalandı.

Böyle olmasına böyle ama “onbeşlerin ortadan kaybolmalarının hareketimiz üzerinde hiçbir etkisi olmadı” demek de doğru olmaz. Hele kaybettiklerimiz içinde, gelişkin bir anlayışa sahip, tecrübesi bol ve memleketi iyi tanıyan Mustafa Subhi ve idarecilik ve kütlelere sokulma ve kendini sevdirme kabiliyetleri çok yüksek Ethem Nejat gibi marksizmi iyi kavramış ve memleket meselelerini o mihenge vurmak ve onun ışığıyla aydınlatma hususunda büyük bir beceriye kavuşmuş Hilmi oğlu Hakkı gibi yoldaşların bulunduğu göz önünde bulundurulacak olursa, böyle bir hükmün ne kadar yanlış olacağı çabucak görülecektir.

Bu ayardaki yoldaşların sayısı aramızda çok azdır. Bir tanesinin bile eksikliği derhal hissedilir. Arkalarında bıraktıkları boşluk, öyle kolay kolay doldurulamaz.

Bu bakımdan, o zaman Sovyetler Birliği’nin iç savaş tecrübelerini az veya çok kafalarında biriktirmiş olan bu yoldaşların, günün birinde canlı birer hareket ettirici mevkiinden çıkarak sevgili birer hatıra şekline girivermeleri, hiç şüphesiz partimizi çok sarstı ve bir an için kan yoksuzluğuna uğrattı.

Fakat bu facia, partinin mücadeleciliğinde, siyasî rotasındaki dayanıklılığında bir değişiklik doğurmadı ve esasen doğuramazdı da. Bir kaza neticesi fazlaca kan kaybeden gürbüz bir adam gibi –hatta sendelemeksizin– parti, ölüler önünde eğildi ve kendi yolunda ilerledi. Değişen vaziyetlerin icaplarına göre siyasetini ve mücadele usullerini geliştiren parti, millî bağımsızlık ve devrim davasına sadakat ve fedakârlığıyla, amele sınıfının ve bütün emekçilerin sevgi ve saygısını kazandı. Bu sayede Türkiye Komünist Partisi, emekçi kütlelerine sözü geçen yegâne yol gösterici mevkiini kazanmıştır. O, işçi ve köylünün sırtından semirmeye çalışan millî burjuvaziye ve çiftlik sahiplerine karşı sistemli mücadelesine devam ediyor. Ve daima Komintern’in gösterdiği yoldan giderek, Yedinci Dünya Komünist Kongresi’nin kararlarını Türkiye şartlarında hayata geçirerek, bu mücadeleye burjuva sınıfını iktidardan söküp atıncaya kadar işçi ve köylüyü hâkim kıldıktan sonra da, sosyalist devrim için gerekli şartları ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünü tahakkuk ettirinceye kadar, sarsılmadan ve durmadan devam ettirecektir.

Parti ve her Türk komünisti, ancak bu tarzda, Karadeniz dalgaları arasında aynı gayeler için can vermiş olan onbeşlere karşı olan vazifemizi ifa etmiş olacağımızı ve onların en aziz arzularını yerine getirmiş olacağımızı apaçık görmektedir.

Dr. Şefik Hüsnü

[Kaynak: Mete Tunçay, 15’ler Hatırası, Sosyal Tarih Yayınları, 2020, s. 17-23.]

0 Yorum: