28 Şubat 2019
Kadın Ticareti
28 Şubat 2019
LGBTQI+M
Bugün itibarıyla feminist hareket ve LGBT hareketi,
aile bakanlığı üzerinden, devlete bağlanmıştır. Herkes, “şeriatçı AKP”ye, onun
şeriatı getirme ihtimaline kilitlenmişken, Avrupa Birliği kurullarında
belirlenen siyaset, devletin ve toplumun kılcal damarlarına dek uzanmıştır.
Neoliberal nizamla uyumlu bir hükümet, tam da o damarlardan besleniyor. Sonuçta
devlet, yok edeceği, küçülteceği şey adına hemen bir bakanlık kuruyor.
Büyük tekeller için hazırlanan, yatırım yapılabilirlik
endeksini belirleme amaçlı raporlarda yer alan önemli bir madde, LGBT’ye
hoşgörü meselesidir. Yani bu raporlar tekellere, “bu şehre yatırım
yapabilirsiniz, çünkü orada LGBT’ye karşı hoşgörü yüksek düzeyde” diyorlar. Bu
hoşgörü dairesinde “Şeriatçı AKP” iktidarında, 2023 yılında, dünyanın en büyük
Pride yürüyüşünün İstanbul’da yapılması planlanıyor. Ön adımı Adana’da
denenmiş, ama olmamıştır, gene deneyeceklerdir. Burası, tekellere ve
pazarlarına uygun hâle getirilmek zorundadır. Onların LGBT’nin derdi ve çilesi
ile zerre alakaları yoktur. O, kılıftan, gözdeki sürmeden, makyajdan ibarettir.
LGBT hareketinin AB kanalıyla devlete bağlanması,
beyazlaşması meselesi, farklı bir düzlemde de gerçekleşiyor. Devlet, veganizm,
feminizm, LGBT gibi hareketler sayesinde kendisine başkaldırma ihtimali bulunan
milletine, halkına ve işçisine “asıl faşist, sömürgeci, yağmacı, katil sensin!”
deme imkânına kavuşuyor. Dikkatli bakıldığında, bu hareketlerin mızrakları,
sermayeye veya devlete doğru değil, millete, halka ve işçiye doğru
sivriltilmiştir. Bu hareketler sayesinde devlet, halkı, milleti, işçiyi
zapturapt altında tutabilmektedir. Mesele, bu hareketlerin varlığı değil,
devletin onlarla ilişki biçimidir. Son yirmi yıl içerisinde bunların
yelkenlerinin şişirilmesinde devletin ve sermayenin parmağını aramak
gerekmektedir.
Solun bu hareketlerle ilişkisi ise bir yanılsamadan,
yanlış tespitten kaynaklanıyor. O, devletin sadece Türkçü-Sünnici bir
çekirdekten ibaret olduğunu zannediyor. Kendisini bu tespit üzerinden kuruyor.
Oysa devlet, kendisini AB, NATO, IMF, ABD gibi odaklarla bağları üzerinden de inşa
ediyor. Buralarla bağlantılı isimler, projeler, fonlar, dernekler, STK’lar vs.
devlet ve iktidar bütünlüğünde değerlendirilmeli, buralardan medet umup siyaset
yürütülmeye kalkışılmamalıdır.
Ama kimlik siyaseti, esas olarak bu yanılsama
üzerinden kendisine yol bulabiliyor. Bugüne dek tek ördeği ürkütmeyen, bar
kiralayıp alkol duvarını aşmakla meşgul olan KaosGL’ciler, AB ile imzalanan
anlaşma gereği yürürlüğe giren Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin
Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) ile birlikte, çocuklara yönelik çalışma
başlatmıştır. Devletten gelen emirle başlatılan bu çalışmada ebeveynlere,
“çocuklarınızı hep kadın ve erkek olarak yetiştirdiniz, biraz da LGBT olarak
yetiştirin” deniyor, bu yönde masallar bile kaleme alınıyor.[1] Ortadaki
riskler, dikenler, pürüzler temizlenmiş, Kaosçular sahaya inmişlerdir. Sonuçta
film festivallerini fonlayan da devlettir, ona yasak getiren de.
Çocuklara yönelik benzer bir çalışma, İngiltere’de de
yürürlüğe girmiş, oradaki Müslümanlar bu karara tepki koymuşlardır. Örneğin bir
Müslüman annenin ifadesine göre, “on yaşındaki kızı böylesi bir eğitim sonrası
kendisine gelip, ‘anne, erkek olmak istesem sorun olur mu?’ diye sormuş”tur.
İngiltere, aynı zamanda Müslümanları hidayete erdirmek için bir çalışma
başlatmıştır. Hidayet isimli bu çalışmada LGBTQI+ Müslümanlar için
hoşgörü zemini oluşturulmak istenmektedir.[2] Müslüman azınlığa yönelik bu
asimilasyoncu, sömürgeci, baskıcı siyaseti, bugün eleştirmek bile suçtur! İlgili
siyaset sömürgecilikle ve asimilasyonla tanımlıdır.
Okullarda verilen, LGBT’ye hoşgörü derslerine yönelik
tepkinin haberine Türkiyeli solcular ve ilericilerse İslamofobik, ırkçı,
sömürgeci ve emperyalist çevrelerden işittiğimiz cümlelerle karşılık
vermişlerdir:
“Bu s… bedevilerini sınır dışı etsinler.” “Yallah
Ortadoğu çöllerine o zaman.” “AB ülkesinde yaşamayı hak etmiyorlar.” “Layık
oldukları çöplüklerine yollamalı.” “Şuraya bomba atsak, dünya hiçbir şey
kaybetmez” vs. Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, devlet ve aile çekilmiş,
geriye kalan birey, zaruri olarak, egemenlere bağlanmıştır.
Cumhuriyetin Çocukları
Esasen “devlet domates mi satar, devlet don mu
üretir?” lafı, bir ekonomi, coğrafya ve biyoloji algısına dayanır. Bu algı,
bugün aileyi de kapsamaktadır.
Özünde bugün “devlet her şeyden çekilsin” diyen
anlayışın saldırdığı temel husus, ailedir. Bir imge, simge ve bilgi olarak
aile, yoğun saldırı altındadır. LGBT, veganizm, feminizm gibi siyasetlerin
halk, millet ve işçiye karşı sivrilttikleri mızraklara değil, onlara tutanlara
odaklanmak gerekmektedir. Halkın, milletin ve işçinin devletle kurduğu bağların
kopartılması ardından sıra aileyle kurulan bağların kopartılmasına gelmiştir.
Bugün “devlet ailedir, aile devlettir” laflarını artık daha çok duymamızın sebebi,
neoliberalizmdir.
Sonuçta sokak ortasında bir transı öldüren de onun
için eğitim çalışmaları düzenleyen de aynı devlettir. Bu ülkenin dindarını
kontrol ve zapturapt altında tutmak için tarikat kuran da o tarikatın ipliğini
pazara çıkartacak, Metastaz türü kitapları yayımlayan da aynı devlettir.
Palu ailesi türü haberleri polis dosyalarından çıkartıp servis eden de ona
Boğaziçi’nden eleştiri yönelten de aynı devlettir. F-16 ihalesini Kavala’ya
veren de onu müebbet hapisle yargılayan da aynı devlettir. Ayarı bozan da çeken
de odur.
Devlet kenara çekiliyor, demek ki başka bir tür devlet
türemelidir. Aile dağılıyor, ama başka bir tür aile ikame edilebilmelidir.
Egemenler, her şeyi belirli bir hesap dairesinde yapmaktadırlar. Onların
çıkarlarıyla yoksulun, ezilenin çıkarı asla bir olamaz. Sonuçta liberallerin
“çekildi, küçüldü” dediği devlet, iyice iliklere işlemiş, solcu sosyalist
çevreler bile devlet gibi düşünmeye alışmış, o, her yere sirayet etmeyi
bilmiştir.
Dolayısıyla, yoksuldan, ezilenden yana olanın, “bizi
cumhuriyet okuttu, onun ekmeğini yedik, borcumuzu ödemeliyiz” diyenlerle[3]
ortaklaşması, asla mümkün değildir. Devletin kendi diyalektiği vardır ve
devrimin diyalektiği ona asla mahkûm edilemez. Cumhuriyetin çocukları,
devletsiz ve ailesizdir. Çünkü emir, büyük yerdendir.
Devletin Diyalektiği
Devletin diyalektiği, itilafçılık-ittihatçılıkla
alakalıdır. Bugün İtilafçı, karşı tarafa “Hürriyetime mani”; İttihatçı, karşı
tarafa “Terakkime mani” deyip saldırıyor. Bu münakaşanın ezilene, yoksula bir
hayrı yoktur.
Tam da bu sebeple Süleyman Soylu, HDP eşbaşkanı Sezai
Temelli için “suratında meymenet yok”, Kılıçdaroğlu için “bastığı yerde ot
bitmez” diyor.[4] Bugün AKP’ye, şeriat, İslam, gericilik, yobazlık vs.
üzerinden saldıran sol siyaset de farklı bir yerde durmuyor. O da AKP’yi buraya
yabancı, terakkiye mani, gelişimin önünde set, batılılaşmayı sekteye uğratan
güç, arıza, sapma olarak eleştiriyor, kendi kitlesini buradan motive ediyor.
Yani AKP, solcuları “bunlar meymenetsiz, uğursuz, başınızdaki musibetlerin sebebi,
onlardaki cenabetlik” diyerek, kitlesinin önüne atıyor. Aynı şekilde, solcular
da kendi sorunlarına, gerilimlerine, kusurlarına bakmaksızın, AKP kitlesini
günah keçisi belirliyor, ona “ah ben, ilerleyip İsveçli gibi olacağım da bu
yobazlar yüzünden bir yere kıpırdayamıyorum” diye kızıyor. Sonuçta her iki
kesim de yukarıdakilerle, merkezdeki çekirdek devletle irtibatlı olan, olmak
isteyen küçük burjuvanın duygularını okşamaktan başka bir şey yapmıyor.
İki tarafın da kitlelerini motive etme, harekete
geçirme, gazlama yöntemleri aynıdır. AB ve ABD’de işçilere saldırılar
gerçekleşir, ama o işçilere göçmenlerden, Müslümanlardan, siyahlardan nefret
etmeleri öğütlenir. Benzer bir dil ve yöntem, burada da geçerlidir. Aynı
ırkçılık ve İslam düşmanlığı, AKP’ye muhalefet bahanesiyle beslenir. AKP de
devlet de bundan memnundur. Çünkü Deepa Kumar’ın ifadesiyle, “ırkçılık,
kapitalist ilerleme tarihinin mütemmim cüzü olan sınıf sömürüsü ile emperyalist
tahakkümün bir ürünüdür. […] İslamofobi, imparatorluğun beslemesidir. […]”[5]
Asıl mesele, sosyalizm mücadelesinin de bu kapitalist ilerleme tarihine
raptiyelenmesi, iliştirilmesidir. Egemenlerin kendi kitlelerini kontrol ve
zapturapt altında tutma çabalarına ortak olması, o çabalardan medet umması,
bile isteye kendisini kötürümleştirmesidir.
Vakıa
Yukarıdaki kapak, altmışlarda basılmış bir kitaba ait.
Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak gereği Vakıa suresi, bu şekilde tercüme ediliyor.
Sol, bu sayede lanetleniyor. Oysa başka bir ayette, meymenetsiz olanın, mal
sahipliğinin kıymetsizliğini görmeyenler, yoksulla ilgilenmeyenler
olduklarından bahsediliyor.[6] Meymenetsizleri, geçmişimize küfredenleri, geleceğimize
kahredenleri, demek ki başka bir yerde aramak gerekiyor.
Eren Balkır
20 Şubat 2019
Dipnotlar:
[1] “Çocuk Edebiyatında Değerler mi Çocuğun Yararı mı?”, KaosGL.
[2] Hidayah.
[3] Terkoğlu-Pehlivan Röportajı, 20 Şubat 2019, Manifesto.
[4] “Suratında Meymenet Yok”, 17 Şubat 2019, Evrensel.
[5] Deepa Kumar Söyleşisi; “İslamofobinin Kökenleri”,
21 Aralık 2015, İştiraki.
[6] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos 2011, İştiraki.
Kolombiyalı mafya lideri Pablo Escobar ile ilgili bir
film çekiliyor. Film, Türkiye’de de gösterime giriyor. Javier Bardem’in
oynadığı Escobar, seyircinin ilgi ve sevgisine mazhar oluyor. Hemen bu
ilgi ve sevgiye neşter atmak gerekiyor. Bu noktada Yeni Yaşam yazarı M.
Ender Öndeş devreye giriyor.[1]
Öndeş yazısında gençlere, “Escobar’da sevilecek bir
yan yok, roman okuyun, gidin Gabriel Garcia Marquez’i sevin veya FARC lideri
Marulanda’ya hayran olun” diyor.
Bu Türk solundan gelip Kürt hareketine bordalayan
isimler, her zaman daha fazlasını verme ihtiyacı duyuyorlar. Yaranma
psikolojisi, gerçeklikte karşılığı bulunmayan bir mite, efsaneci bir dile
bağlanıyor. Çünkü Öndeş, Marulanda derken aslında Öcalan’ı kastediyor.
Marquez’in karşılığı da muhtemelen Temo ve Demirtaş olmalı!
Ortalığı temizlemek, sakinleştirmek gibi bir işlevleri
var bu tür yazarların. Escobar ilgisinin ve sevgisinin neden kaynaklandığını
çok iyi biliyorlar. Bir hendek savaşında şehirde sıkışmış yüz kadar insan adına
biri, Kürt hareketinin TV’sine bağlanıyor ve ağlamaklı bir sesle, “yardım edin,
hepimizi öldürecekler!” diye bağırıyor, ama tam o sırada telefon bağlantısı
kesiliveriyor. TV, kendi insanına sansür uyguluyor.
Belki de Escobar, o yüz kişiye yardım etmeyi bildiği,
olmadı, hesabını sorabildiği için seviliyor. Öndeş gibiler, bu ruh hâlini
düzeltmek, ıslah etmek için varlar. Tabandaki öfkeyi dindirmek için herkese
topluca narkoz veriyorlar. Yapılan, bir operasyon, ameliyat sonuçta.
Ölüm orucu sürecinde bir örgütün üyesi, eylemlere
katılmadığı için örgütünü eleştiriyor ve “demek ki biz hapse girsek, bize selam
bile vermeyecek” diyor o örgütü için. Bu sahipsizlik hissi, tepedeki küçük
burjuva şefleri zerre ilgilendirmiyor.
Aynı şekilde, bir tür Müslümanlık varsa, bu halka,
ümmete sahip çıkmakla ilgiliydi. Dergâhlar, tarikatlar, dernekler bunun içindi.
Bugün AKP ile zenginleşen, orta sınıflaşan kesimler, İslam’ı yoksuldan kurtarma
gayreti içerisindeler. O nedenle dinden uzaklaşma, dinin halktan uzaklaşması
meselesini hiç dert edinmiyorlar. Çünkü İslam’ın yoksullukla anılmasını hiç
istemiyorlar. Kendi bireylikleriyle yaşadıkları bir tür İslam var nasılsa,
gerisi onları hiç ilgilendirmiyor. Hayatın tozunun, kirinin değmediği bir İslam
inşa ediyorlar. Laiklik, AKP içine sığınan Müslüman kesimleri dirhem dirhem
çürütüyor.
Aynı laiklik müdahalesi, esasında sosyalist hareketi
de vuruyor. Asıl görülmeyen bu. Küçük burjuva bir rekabet ve mülkiyet anlayışı
üzerinden İslamcı harekete bakılıyor, perde gerisinde olan biten incelenmiyor.
Aynı laiklik, sosyalist hareketi halktan, hakikatten ve mücadeleden
uzaklaştırıyor, onu bireyle tanrısı arasında, özel alana hapsediyor. Bugün sol
laikleşiyor, bireyle tanrısı (o neyse artık!) arasındaki bir muhabbete
indirgeniyor, bireysel olana doğru kapatılıyor. İslam’ı özel alana
kovduğunuzda, sosyalizme alan açılmış olmuyor. Devlet, kendi sınıfsal
ihtiyaçlarına uygun olarak hareket ediyor.
Kolombiya’daki barış süreci de böylesi bir ihtiyacın
ürünü. Muhtemelen Escobar tartışması da çözüm süreciyle ilgili. Kolombiya, her
kritik momentte bu türden bir barış sürecine tanıklık etmiş. Son süreç,
anlaşmayla ve bu uzlaşmaya direnenlerin tek tek öldürülmesiyle birlikte
gerçekleşme imkânı buldu. Buradaki çözüm sürecinin Suriye ile alakası varsa
Kolombiya’daki sürecin de Venezuela’yla, oraya çekilmesi düşünülen operasyonla
alakası var.
Ama çözüm süreci hiçbir şeyi kesmiyor. Halk, özelde
gençlik, yaşanan baskı ve zulme karşı susmanın sancılarını yaşıyor. N’apsın,
Escobar’ı severek bir mesaj veriyor, ama o mesaj da Öndeş eliyle yapılan
müdahaleyle dilsizleştiriliyor. Öndeş gibilerin işi bu.
Benzer bir dilsizleşme, sol sosyalist örgütler
bağlamında da geçerli. Başörtülü bir kadına polis tacizde bulunuyor, kimsenin,
tek bir feministin bile, gıkı çıkmıyor. Kimi “başörtülüymüş oh olsun”, kimi
“malum örgüttenmiş oh olsun” diyor.
Bir örgüt üyesini polis gözaltına alıyor, hemen
kişisel özellikler taranıyor, Facebook sayfası inceleniyor, mağdur olarak
takdim edilmesini sağlayacak malzemeler toplanıyor. “Evet, tiyatrocuymuş o
zaman gerici yobazlar tiyatroya saldırıyor diyelim” deniliyor. Ya da okuduğu
kitaplar, akademisyenliği vs. gündeme getiriliyor.
En fazla öne çıkartılan kutsal meslekse, gazetecilik.
Gezi’den beri tüm örgütler, militanlarını birer gazeteci ve muhabir yaptılar.
Hiçbir bir militan, örgüt üyesi, bir hareketin ve örgütün mensubu olarak
savunulamıyor artık. Hareket de örgüt de savunmasız. Örgüt ve hareket o noktada
dilsizleşiyor, özne ve fail olmaktan çıkıveriyor. Devletle birey karşı karşıya
getirilerek, liberal rüzgârla yelken şişirilmeye çalışılıyor. Sol sosyalist hareket,
sosyal medyaya örgütleniyor.
Çünkü ortada örgüt ve hareket diye bir şey kalmadı.
Bireye güzellemeler yapmak dışında bir iş yapılmıyor. Gezi döneminin o afili
örgütlerini bugün kimse, sokakta dahi göremiyor. Dolayısıyla, topyekûn kolektif
saldırıya topyekûn kolektif bir karşı koyuş gerçekleştirilemiyor. Köylülüğü
küçük gördüğü için ambleminden orağı çıkartan, onca “yıldır köylüler işçileşsin
de memleket ilerlesin” diyen, AB’ye uyum sürecine ses çıkartmayan parti,
köylülüğün tasfiyesinden, tanzim satışlardan dem vuruyor bugün.[2] Gelin görün
ki bu dalaverenin kimseye faydası bulunmuyor.
Bu topyekûn saldırı ortamında, en azından, “işimi geri
istiyorum” değil, “işimizi geri istiyoruz” demek gerekiyor. Bireysel, tekil,
kişisel olan bir maraz veya musibetten değil, bilinçli, kararlı,
ezileni-sömürüleni hedef alan, bütünsel bir saldırıdan söz edilmeli. Örgütler, sosyal
medyada daha fazla “like” almak için değil, ezilenin-sömürülenin daha fazla
mevzi elde etmesi için uğraşmalılar.
Escobar’a yönelik tabandaki hayranlığın sebeplerini
buralarda aramak lazım. Basit bir mesele için ülkeyi yangın yerine çeviren,
yoksulları gören, onların öfkesini örgütlemesini bilen birinden bahsediyoruz
sonuçta.
Brezilyalı devrimci Carlos Marighella, farkı şu
şekilde tespit ediyor:
“Şehir
gerillası, adi suçludan temelden farklıdır. Adi suçlu, kendi eylemlerinin
ekmeğini yer, sömürenle sömürülen arasında ayrım gözetmeksizin saldırır, bu
sebeple, birçok sıradan insan, onun eylemleri yüzünden mağdur olur. Oysa şehir
gerillası, politik bir hedefe uygun olarak hareket eder ve sadece devlete,
patronlara ve yabancı emperyalist güçlere saldırır.”[3]
Lenin ise Sol Komünizm’de sol doktrinerizm
konusunda şu uyarıyı yapıyor:
“Sol
doktrinerizm, ısrarla, belirli eski mücadele formlarını kayıtsız şartsız redde
tabi tutuyor, mücadelenin yeni içeriğinin tüm biçimleri üzerinden kendi yolunu
açtığını, komünistler olarak görevimizin tüm o biçimlere hâkim olmak, bir
biçimi diğer bir biçimle en hızlı şekilde tamamlamayı, birini diğerine ikame
etmeyi, taktiklerimizin bizim çabamızın ürünü olmayan veya bizim sınıfımızdan
kaynaklanmayan her türden değişime uyarlamayı öğrenmek olduğunu göremiyor.”[4]
Mücadelenin tüm biçimlerini elbette görmek gerekiyor,
ama devletin-sermayenin saldırısının içeriği pek değişmiyor.
Escobar’ın dizisinde onu canlandıran Wagner Moura, Şehir
Gerillasının El Kitabı’nın yazarı Carlos Marighella’nın hayatını sinemaya
aktarıyor. Moura, film ile ilgili basın toplantısında şu tespiti yapıyor:
“Brezilya
devleti ırkçıdır. Marighella solcuydu, devrimciydi ve siyahtı. Elli yıl önce
bir otomobilin içinde devlet tarafından katledildi. Marighella’dan elli yıl
sonra solcu, insan hakları savunucusu, aynı zamanda siyah olan bir kadın, bir
otomobil içinde, muhtemelen devletin istihbarat ajanları tarafından,
katledildi. Bu açıdan, devletin altmışlarda devrimcilere karşı uyguladığı
şiddetle bugün favelalarda siyahlara karşı uygulanan şiddet aynıdır. İkisi de
aynı, işkence yapıyorlar, öldürüyorlar. Sonuçta Brezilya’da polis, yurttaşları
değil, devleti korumak için eğitiliyor.”
Yani asıl üzerinde durulması gereken, bu süreklilik. O
saldırı varsa, ortada bir öfke var demektir. Bugün birey, kimlik gibi
başlıklarda asıl laikleştirilen şey, bu öfkedir. Laikleşme meselesi, hem bu
dünyanın ötesine uzanan iradenin temizlenmesi, irade denilen şeyin buranın
ihtiyaçlarına bağlanması hem de geçmişin bugün karşısında hükümsüz
kılınmasıdır. Tek bir militanının kılına zarar geldiğinde o saldırıyı üzerine
alıp, gerektiğinde, dünyayı ateşe vermeyen örgüt, gariplerin örgütü olamaz!
Eren Balkır
18 Şubat 2019
Dipnotlar:
[1] M. Ender Öndeş, “Pablo Escobar: Evlat Olsa Sevilmez!”, Yeni Yaşam.
[2] Kadir Sev, “Tarımda Kapitalistleşme Kök Salıyor”,
13 Şubat 2019, Sol.
[3] Carlos Marighella, Minimanual of the Urban
Guerilla, Haziran 1969, MIA.
[4] V. I. Lenin, “Left Wing” Communism: an
Infantile Disorder, Nisan-Mayıs 1920, MIA.
Economist[1], İngiliz milyonerler adına konuşan bir dergi olarak, bugünlerde savaş konusunda oldukça öğretici bir hattı takip ediyor. En eski ve en zengin kapitalist ülkede gelişmiş sermayeyi temsil eden bu isimler, savaş karşısında gözyaşlarına boğuluyorlar ve barış isteklerini sürekli yineliyorlar.
Oportünistler ve
Kautsky ile birlikte sosyalist bir programın barış propagandasını içermesi
gerektiğini düşünen tüm sosyal demokratlarsa Economist’i okusalar,
yaptıkları yanlışın kanıtını da görmüş olacaklar. Zira onların programı
sosyalist bir program değil, burjuva barışçı bir programdır. Devrimci eyleme
dair propaganda olmaksızın görülen barış rüyaları, sadece savaşa yönelik
korkunun ifadeleridir ve sosyalizmle ortak hiçbir yöne sahip değildir.
Kaldı ki Economist dergisi, sırf devrimden
korktuğu için barıştan yana durmaktadır. Örneğin 13 Şubat 1915 tarihli
sayısında şu türden pasaja rastlamak mümkündür:
“İnsandan
yana olanlar, barışın sağlanması ile birlikte dünya genelinde orduların da
küçüleceği günü büyük bir umutla beklemektedirler. […] Gelgelelim, mevcut
güçlerin Avrupa’da işleyen diplomasiyi gerçek hayatta kontrol altında tuttuğunu
bilenler, ütopya peşinde değildirler. Gelecek, kanlı devrimlerle, emekle
sermaye veya Kıta Avrupası’nda iktidarda olan sınıflarla kitleler arasında
yaşanacak şiddetli savaşlara dair ihtimallerle yüklüdür.”
27 Mart 1915 tarihli sayısında ise Sör Edward Grey’in
vaat ettiği biçimiyle, milletlere özgürlüklerini vs. temin edecek bir barışın
sağlanması ile ilgili ifadelere rastlıyoruz. Derginin ifadesiyle, eğer bu umut
boşa düşerse, “savaş kimsenin nereden başladığını ve nerede biteceğini
bilemeyeceği bir devrimci kargaşaya yol açacak.”
İngiltere’deki barış yanlısı milyonerler, barış için
ağlayıp duran Kautsky müritleri ve benzeri türden sosyalist ağıtçılar,
oportünistlere kıyasla, bugünün siyasetini daha iyi anlıyorlar. İlk olarak
burjuvazi, kapitalist sınıfın mallarına el konulana dek, “eski güçler
diplomasiyi gerçek hayatta kontrol altında tuttuğu sürece”, demokratik barışla
ilgili ifadelerin boş ve aptalca bir ütopyadan, hayalden ibaret olduklarını
biliyor. İkinci olarak burjuvazi, gelecekte kanlı devrimlere tanıklık
edileceğine, devrimci bir kargaşanın hâkim olacağına dair akla yatkın bir
değerlendirmede ve tahminde bulunuyor. Burjuvazi açısından bir sosyalist
devrim, her zaman “devrimci kargaşa” demektir.
Kapitalist ülkelerin
uyguladıkları bu gerçekçi siyaset dâhilinde barışa yönelik sempati, karşımıza
üç şekilde çıkıyor:
(1) Nispeten daha eğitimli ve bilgili olan
milyonerler, devrimlerden korktukları için barışın hemen tesis edilmesini
istiyorlar. Bu insanlar, akla yatkın bir yaklaşım dâhilinde ve doğru bir
yöntemle, kapitalizm koşullarında (ilhakların yaşanmadığı, fakat silâhların
sınırlandırıldığı bir gerçeklikte) her türden “demokratik” barışı ütopik bir
adım olarak tarif ediyorlar.
Oportünistler ve Kautsky’ye bağlı isimler, işte bu
cahillere has ütopyayı savunuyorlar.
(2) Bilgisiz halk kitleleri (küçük burjuvazi, yarı
proleterler, işçilerin belirli bir kesimi vs.) barışı isteme konusunda muğlâk
bir tutum sergiliyor, bunun yanı sıra savaşa karşı tepkileri artıyor, ama öte
yandan devrimci duygular da tüm muğlâklığı dâhilinde, gelişme kaydediyor.
(3) Proletaryanın münevver, en ileri müfrezesi olarak
devrimci sosyal demokratlar, kitlelerin duygularını dikkatle inceliyor, barışa
dönük giderek artan çabalarından yararlanıyor, ama bu noktada kapitalizm
koşullarında “demokratik” barışa dair ham hayallere omuz vermiyor,
hayırseverlerin, devlet kurumlarının ve burjuvazinin yerini kapmaya dair
ümitleri boş yere beslemeye çalışmıyor, bunun yerine, muğlâk devrimci duygu ve
düşüncelere belirli bir netlik kazandırıyor, kitleleri savaş öncesi siyasete
dair binlerce olgu ile aydınlatıyor, bu çalışmayı kitlelerin deneyimi üzerine
inşa ediyor. Sosyal demokratlar, burjuvaziye ve ülkelerdeki hükümetlere karşı
kitlesel devrimci eyleme dönük ihtiyacın demokrasiye ve sosyalizme uzanan
yegâne yol olduğunu sistematik bir üslup dâhilinde, sebatla ve yolundan
sapmadan ispatlamak için yola revan olmuşlardır.
V. I.
Lenin
Sotsial-Demokrat Sayı 41
1 Mayıs 1915
Kaynak
Dipnot:
[1] Economist, Londra’da 1843 yılından beri haftalık olarak yayınlanan
kapitalist dergi. 15 Şubat 2019 tarihli son sayısında dergi, sosyalizmin
güçlenmesinden bahsediyor, efendilerine binyıl sosyalizminin yükseldiği
konusunda ikazlarda bulunuyor, muhtemeldir ki bu konuda hem sol hem de sağ
içerisinde alınacak, gerekli önlemlere dair ipuçları sunuyor. –çn.