30 Mayıs 2020

, ,

Gazze’den Minneapolis’e Adalet ve Kurtuluş Mücadelesi


Samidoun Filistinli Tutsaklarla Dayanışma Ağı, Siyahların kurtuluş hareketine, George Floyd’un dostlarına ve ailesine, Minneapolis ve başka yerlerde adalet, polisin ve yetkililerin hesap vermesi, ırkçı ve sömürgeci polis terörünün son bulması talebiyle sokaklara dökülen tüm insanlara desteklerini sunar ve onlarla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir. Onca kameranın önünde polisin işlediği cinayet, bir tür güvenin ve katil Derek Chauvin’le sınırlı olmayan dokunulmazlığın bir yansımasıdır, ama aynı zamanda ABD’de polis faaliyetlerinin kurumsal düzeyde ırkçı ve ezici yapısının bir tezahürüdür. Biz, Minneapolis’teki isyanı, varlığını tüm zalimliğiyle sürdüren yapısal ırkçılığa maruz kalan, Siyahî direnişinin o köklü ve zengin geleneğini miras alan, örgütlenen ve mücadele eden halkın intifadasını destekliyoruz.

On binlerce insan, ezilen topluluklara, bilhassa Siyahî ve Yerli topluluklara karşı polis güçlerinin hâlen daha devam eden saldırılarına direneceklerini net bir biçimde ortaya koymak için sokağa döküldü. Irkçılığa ve Politik Baskılara Karşı Ulusal İttifak üyesi Frank Chapman’ın da ifade ettiği biçimiyle:

“Mayıs ayı içerisinde silâhsız başka bir Siyah daha katledilmişti. Maryland Springfield’da Finan Berhe, Georgia Brunswick’te Ahmaud Arbery, Kentucky Louisvill’de Breonna Taylor ve şimdi de Minnesota Minneapolis-St.Paul’da George Floyd öldürüldü ve tüm bu olaylar, yüzyılın en kötü salgınının yaşandığı dönemde gerçekleşti. Siyahların bugün hâlâ linç ediliyor olmaları, ne büyük bir rezillik, ırkçı terörün bir kurt sürüsü gibi ülkede dolaşması, ne acı. George Floyd’u o nasırlaşmış yürekleriyle öldürdüler, bir polis geldi, diziyle boğazına bastırıp onu boğdu, diğer polislerse seyretmekle yetindi. Onlar da bu cinayetin suç ortağıdır. Halkın George Floyd için adalet talep eden haklı öfkesi ile ayaklanıp sadece Minneapolis ve St. Paul değil, tüm ülkenin başına bela olan ırkçı terörün geride bıraktığı bu mirasa son vermek istemesinde şaşılacak bir yan yok.”[1]

Filistinli tutsaklarla dayanışma ağı olarak biz, Birleşik Devletler’in ve İsrail’in sadece yerleşimci-sömürgeci ve ırkçı temelleri, köklerdeki gerçekliği, askerî kurumlara akıtılan milyarlarca dolar ve Arap topraklarına dayattıkları emperyalist proje değil, ayrıca ABD’de Siyahlara ve işgal, ırk ayrımcılığı ve sömürgecilik koşullarında yaşayan Filistinlilere karşı yürürlüğe konulan taktikler, eğitim çalışmaları ve “güvenlik”le ilgili uygulamalar konusunda da ortaklaştıklarını çok iyi biliyoruz. Biz, George Floyd cinayetine ait o yürek paralayan, hafızalardan asla silinmeyecek görüntülerde birçok Filistinli ve Siyahî şehidin hayatını tereddüt etmeden çalan, ama hiç ceza almayan aynı ırkçılığı görüyoruz.

ABD’de polis güçleri, esasında şehirlerde ve ülke genelinde yaşayan topluluklar dâhilinde bir tür işgal gücü olarak hareket eder, dolayısıyla taktikler ve sömürgeci yaklaşım konusunda iki ülke arasındaki ortaklık kimseyi şaşırtmamalıdır. Ama öte yandan bu gerçek bizi, Siyahların kurtuluş hareketiyle dayanışma konusunda eylemlerimizi artırmaya ve daha da o eylemleri anlamlı kılmaya mecbur etmelidir. Filistin mücadelesi ve Siyah hareketi, sömürgecilik ve emperyalizm karşıtı güçler olarak, kurtuluş için kavga vermektedir. Her iki güç de enternasyonalizm geleneğine ve ortak mücadeleye bağlıdır. Bu ortak mücadeleyse, köklü bir tarihe, zengin bir mirasa, bugünde ve gelecekte verilecek kavgaya dair ciddi imkânlara sahiptir.

Halid Bereket’in de ifade ettiği biçimiyle:

“Filistinliler, ırkçı hâkimiyetin ve zulmün sürdürülmesi noktasında toplu tutuklamaların nasıl kullanıldığına aşinadır ve hapse atma sürecindeki ırkçı yapıları kırmanın kurtuluş hareketimiz için önemli olduğunu bilmektedir. Bizler, Mumya Ebu Cemal’i ve ABD’deki siyah kurtuluş hareketine mensup tüm politik tutsakları selâmlıyoruz ve onların derhal özgürlüklerine kavuşmaları yönünde çağrıda bulunuyoruz. ABD’deki Siyah hareketinin ilk günlerinden beri, kölelerin özgürlük için isyan etmelerinden yurttaşlık hakları hareketine kadar, Siyahî halkı, örgütleri ve hareketleri devletin şiddetli baskısına, hedef alınarak gerçekleştirilen saldırılarına, tutuklamalar ve cinayetlere maruz kalmıştır. Filistinli ve Arap topluluklarına zulüm uygulayan, FBI gibi ABD’deki istihbarat kurumları yıllarca Siyah hareketlerine, liderlerine ve cemaatlerine saldırmayı merkezî bir proje olarak görmüşlerdir.”[2]

Polis George Floyd’u kasten öldürmüştür, çünkü onu bir tutsak olarak görmekte ve esasen kanıksanmış yargısız infazlar süreci kapsamında bu cinayeti işlemektedir. Bu, devletin gerçekleştirdiği bir işkencenin sonucudur. Bu ölüm, ABD’nin içeride ve dışarıda Siyahlara ve Yerli halka karşı uyguladığı soykırımdan Amerikan imparatorluğunun halkları katleden yaptırımlarına, cinayetlerine ve savaşlarına kadar uzanan tüm suç zincirinin bir halkasıdır.

Bu noktada Siyahî devrimci Huey Newton’ın kitabı için yazılan yazıda yer alan ve Ahmed Sedat’ın kaleminden çıkan şu bölümü hatırlayalım:

“Yoldaşlarım, Filistinli tutsaklar hareketi ve kendim adına söyleyebilirim ki işgalci gücün bu Ramon adındaki hapishanesinde bizler, bugün ağır baskılara karşı hapishanelerde kurtuluş mücadelelerine devam eden siyah yoldaşlarımızı sıkılı yumruklarımızla selamlıyor, onlarla dayanışma içerisinde, kol kola olduğumuzu ifade ediyoruz. […] Bugün Filipinler’de olduğu gibi, harekete karşı saldırılar daha da artmakta, Filistin direnişi üyeleri katledilmekte, planlı programlı saldırılara maruz kalmakta, öte yandan aynı şekilde siyahlar ve hareketleri kriminalize edilmektedir. Dolayısıyla bugün Huey Newton’ın yüzleştiği ve tanımladığı türde bir durumla karşı karşıyayız. Bugün hâlâ kapitalizmin, Siyonizmin ve emperyalizmin, onların polisinin ve askerinin acımasız saldırılarına karşı halklarımızı korumaya çalışıyoruz. […] Bu örnek, aynı zamanda Kara Panter Partisi ile Siyahların Kurtuluşu Hareketi’nin yürüttüğü mücadelenin, güttüğü davanın ve örgütlediği hareketin varlığını sürdürdüğünün de bir delilidir. Söz konusu dosyanın kapandığını kimse söyleyemez. Adalet ve kurtuluş mücadelesi sürmektedir. […] Aynı şekilde, Şikago, Oakland ve Harlem sokaklarında da siyahların mücadelesinin sürdüğünü, Kara Panter Partisi’nin mirasının hâlâ canlı olduğunu bir şekilde hissedersiniz. Oralarda mücadelenin mirasını bir cevahir misali sol memesinin altında taşıyan insanlara rastlarsınız. Hareketimize mensup yaşlı insanların, bilhassa yolu hapisten geçmiş olanların deneyimleri, yazılarla, kitaplarla ve edebiyatla bir nesilden diğerine aktarılmaktadır. Siyahların ve Filistinlilerin devrimci kurtuluş mücadeleleri gençlerin yürüdüğü yoldan ilerleyecektir.”[3]

Sedat yazısında, bugün Minneapolis’te eylemde olan insanların görüntülerini ve seslerini yankılayan ifadelere yer veriyor:

“Emperyalistlerin ve sömürgecilerin hazırladıkları kanunlar, halkımızın haklarını ve kaynaklarını çalmak, aynı zamanda insanımızı tutsak edip ezmek ve kriminalize etmek için kullanılmaktadır. Kolektif ‘kanun çiğneme’ pratiği ve sahip olduğu adaletle adaletsizliği ayırma becerisi üzerinden kanunlar meşruiyetini yitirirler. İnsanlar hep birlikte kanuna karşı çıkarlar ve onu çiğnerler. Bunu birey değil, kolektif bir güç olarak yaparlar. Kanun çiğnemek, kapitalizmin, emperyalizmin ve sömürünün kanunlarını çiğnemek, istisnai olmaktan çıkmalı ve kural hâline gelmelidir.”[4]

Samidoun, Minneapolis’teki intifada ile dayanışma içerisinde olduğunu ifade eder, şehit George Floyd için adalet talebini, ayrıca onu öldüren sistemin kökünün kazınması talebini herkesle birlikte dillendirir. Biz, herkesin Minneapolis’te süren örgütlenme faaliyetlerine destek sunmasını, Minnesota Özgürlük Fonu adı altında süren çalışmaya katılmasını[5], hapishanelere ve eylemcilere destek sunan bu faaliyete ve burada önerilen, para toplama çalışması yürütenlere katkı sağlamalarını istiyoruz.[6] Ayrıca herkesin 30 Mayıs günü ırkçı cinayetlere, polis şiddetine karşı düzenlenen, tutsaklara özgürlük talep edecek olan, Irkçılığa ve Politik Baskılara Karşı Ulusal İttifak [NAARPR] tarafından organize edilen eyleme katılmasını talep ediyoruz.

Şan olsun şehitlere.

Zafer mücadeleyle gelecektir.

Nehirden denize tüm Filistin’den Kuzey Amerika’ya her yerde adalet ve kurtuluş mücadelesi birdir!

Samidoun
28 Mayıs 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] National Alliance Against Racist and Political Repression, “Statement on the Lynching of George Floyd”, 27 Mayıs 2020, Fightback.

[2] PFLP, “PFLP Salutes the Black Struggle”, 21 Ağustos 2014, Bayview. Türkçesi: “FHKC’nin Ferguson Bildirisi”, 22 Ağustos 2014, İştirakî.

[3] Ahmad Sa’adat, “Prisons, the Black Liberation Movement and the Struggle for Palestine”, 15 Ekim 2018, Samidoun. Türkçesi: “Siyahlar ve Filistin”, 17 Kasım 2018, İştirakî.

[4] Ahmad Sa’adat, a.g.e.

[5] Minnesota Freedom Fund, “Support Black Youth”, MFF.

[6] Minnesota Freedom Fund, Twitter.

, ,

Şiddete Dair


Bir yıl öncesine kadar Kara Panterler’in adı çok işitilirdi, bu mücadele tarzı hakkında çok şey duyardık. Kara Panterler’in vakti geçti mi sizce?

Kara Panterler var ve Oakland gibi yerlerdeki topluluklarda hâlâ epey faaller. Şu an Kara Panter Partisi içinde neler yaşanıyor, bunun ne kadarını biliyorsunuz bilmiyorum, ama parti üyeleri hâlâ çok iş yapıyorlar.

Bunlardan biraz bahsedebilir misiniz?

Eğer bir devrimci durumdan bahsediyorsanız fiziken devrim yapacak, devrimi örgütleyecek, tüm işleri hâlledecek insanlara sahip olmalısınız.

Siz nasıl katıldınız? Şiddet eylemi, bir çatışma süreci üzerinden mi katıldınız?

Ne zaman devrimden bahsetsem, birçok insanın aklına hemen şiddet geliyor, ama hiç kimse, her türden devrimci saldırının gerçek muhtevasının hedeflere ulaşma tarzınıza değil, uğruna mücadele ettiğiniz ilkelere ve hedeflere tabi olduğunu anlamıyor.

Diğer yandan, bu toplumun örgütlenme tarzından, her yerde, yüzeyde olan şiddetten ötürü, sizin bu türden patlamalar yaşanmasını bekliyor olmanız gerekiyor. Tepki olarak bu tip şeyler olmasını bekliyor olmalısınız.

Eğer siyahsanız, tüm ömrünüz boyunca siyah bir toplum içerisinde yaşıyorsanız ve her gün sizin etrafınızı saran beyaz polislere tanık oluyorsanız sokaklarda, böylesi bir tepki doğal…

Örneğin o olay yaşanmazdan çok önce, Los Angeles’ta yaşarken, ben yolda sürekli durdurulurdum. Hayır, polis benim kim olduğumu bilmezdi. Sırf siyah bir kadın olduğum için, onlar benim doğalında bir “militan” olduğumu düşünürlerdi.

Sürekli böylesi bir durum içerisinde yaşayan birine, yani bana, şiddeti onaylayıp onaylamadığımı soruyorsunuz. Yani demem o ki, bu sorunun, silâhları onaylayıp onaylamadığım sorusunun benim için hiçbir anlamı yok.

Ben Birmingham Alabama’da büyüdüm. Bazı dostlarım, ırkçıların yerleştirdikleri bombalar yüzünden öldü. Hatırlıyorum, evimizin karşısında bomba patlamıştı, yer yerinden oynamıştı. Babam evde hep silâh bulundururdu, çünkü her an birileri bize saldırabilirlerdi.

O zamanlar [kamu güvenliği komiseri] Bull Connor, radyoya çıkıp “zenciler beyaz mahallelerine girdi, bu akşam çok kan akacak” diye açıklamalar yapardı. Ablamın üç arkadaşı, annemin öğrencileri, bombalı saldırıda öldürüldüler. […] O günden sonra insanlar mahallede elde silâh devriye attılar ki böyle bir olay bir daha yaşanmasın diye.

İşte bu yüzden, biri bana şiddet meselesini sorunca çok şaşırıyorum. Soruyu soran kişi şiddetin ne demek olduğunu bilmiyor. Oysa siyahlar, şiddetten gayrı bir şey görmüyor. Bu ülkede siyahlar şiddetten başka bir şey tecrübe etmiyor. Afrika sahillerinden ilk siyah kaçırılıp buraya getirildiği günden beri böyle bu.

Angela Davis

Kaliforniya Eyalet Hapishanesi

1972


28 Mayıs 2020

,

Nefes Alamıyoruz

Nefes Alamıyoruz: George Floyd’un Linç Edilmesi Üzerine

24 Mayıs 2020’de insanlar, Minneapolis’te elleri kelepçeli Siyah bir adamın boğularak öldürülmesine şahit oldular. Bu insan, herkesin gözü önünde linç edildi.

Ama bu sefer olayı seyreden kalabalık alkış tutmadı, bunun yerine George Floyd’u öldüren polise onun nefes almasına izin vermesi, boğazına dayadığı dizini çekmesi için defalarca yalvardı. Hatta bazıları müdahale etmeye çalışsa da köpeklerin hırlamasından nasibine düşeni aldı.

Geçmiş yıllardan farklı olarak bu sefer cinayet, tüm dünya olaya şahit olsun diye kayıt altına alındı. Ve Minneapolis’in altındaki dinamit kuyusu patladı! Binler gösterilere katılmak için sokaklara döküldü.

Oysa birkaç yıl öncesine kadar dünya ve Amerika, Siyahların ve Latinlerin polislerce katledildiğini büyük ölçüde görmezden geliyordu.

Cep telefonu ve sosyal medya sayesinde insanlar, dünyayı ırkçı emperyalist işgal koşullarında hayatlarımıza ait önemli bir gerçeğe şahit olmak zorunda kalıyorlar.

Jim Crow döneminde linç için sağa sola saldıran kalabalıkların öldürdüğünden daha fazla insanımızı öldürdü bu polisler. Üstelik Jim Crow döneminden farklı olarak bugün bizi katledenler, mağdurların gözünü korkutup saldırganları “adalet dağıtan kişiler” olarak takdim etmek suretiyle kendi saflarını sıklaştıran bir sistem eliyle korunuyorlar. Hatta bu cinayetleri zararsız, bildiğimiz cinayetten farklı bir şey olarak tarif eden bir dile başvuruyorlar. Yaşanan cinayeti adlı adınca anmak yerine onu “polisin karıştığı, silâhların ateşlendiği bir olay” olarak tarif ediyorlar.

Oysa eskiden beri aşina olduğumuz linç eylemleri devam ediyor. Dün olduğu gibi bugün de polisler, bu tür şiddet eylemlerine dâhil oluyorlar. Onlar bizim toplumumuza hizmet etmediler, onu koruma görevini hiçbir vakit üstlenmediler.

Siyahlar ve Latinler, Amerikan toplumunda her daim kendilerini boğan, etrafı çitle çevrili mahallelerinde yaşadılar. Amerikalı elitler, politik liderler, çoğunlukla polisler ağaçlara astıkları canlarımızın boğularak ölmelerini seyrettiler. Bugün de buna devam ediyorlar.

George Floyd, 2014’te öldürülen Eric Garner gibi boğularak öldürüldü. O günde gösteriler düzenlendi, “nefes alamıyorum!” denilerek eylemler gerçekleştirildi. Bu cinayetlerin yaşanmasına neden olan ırkçı kapitalist toplum alaşağı edilmeli. O güne dek nefes almak bize haram!

Mücadeleye cüret edin!

Kazanmaya cüret edin!

Tüm iktidar halka!

Kevin Rashid Johnson
Yeni Afrika Kara Panter Partisi Savunma Bakanı
27 Mayıs 2020
Kaynak

26 Mayıs 2020

,

Sömürgeci ve Sömürge


Sömürgeci, Avrupalının başına musallat olmuş bir hastalıktır, Avrupalı bu hastalıktan kurtulmalı, ona karşı kendisini korumalıdır. Bir yandan da sömürgeci, küçümsenmemesi gereken saçma ve hakkaniyetsiz bir hikâyenin konusudur. Tedavi süreci, varoluşun mevcut koşullarını iyileştirmek, gerekirse ortadan kaldırmak ve onları yeniden oluşturmak gibi meşakkatli ve acı veren bir işleme ihtiyaç duymaktadır. Ama bir de sömürgeleştirme pratiği devam ettiği sürece yaşanacak, üstelik daha ciddi bir nitelik arz eden başka bir hikâye daha vardır.

Sömürgeleştirme pratiği, sömürgeciyi çirkinleştirmekten başka bir işe yaramaz. Bu pratik, sömürgeciye felâketlere yol açabilecek başka bir seçenek sunar. Buna göre sömürgeci, kendi hayrına olacak şekilde, her gün yaşanan adaletsizliği kabullenmek zorunda kalacak, bir yandan da hiçbir zaman o yola başvurmasa da intiharı gerekli görecektir. Sömürgeci, bu seçeneği kabul etse çürüyecek, kabul etmese kendisini inkâr etmiş olacaktır.

Solcu sömürgeci, mevcut rolünü oynamaya artık devam edemez. Onun hayatta kalması mümkün değildir. Solcu sömürgeci, suçluluk duygusundan ve kederden kurtulamaz nihayetinde kötü niyetli biri olur çıkar. O her daim baştan çıkartılır, utancın kıyısında dolaşır, son tahlilde kendisini suçlu hisseder. Sömürgeci, sömürgelik hâlini daha tutarlı analiz eder, hatta bu hâli daha yalın bir biçimde ortaya koyar, çünkü o, bu durumun düzeltilmesinin imkânsız olduğunu bilerek hareket eder. Herhangi bir tavizin kendisini tehdit ettiğini anladığında sömürgecilik sistemini onaylar ve her tür araçla savunur. Peki ama onun ruhsuzlaşmasını hangi imtiyaz, hangi maddi avantaj telafi eder? Hâsılı, bir sömürgecilik pratiği, sömürgeye ciddi bir zarar verdiğinde bu, sömürgeciye zerre kâr sağlamaz.

İnsanlar bir yandan sömürgecinin başını belaya sokarken, bir yandan da onu elde ettiği avantajlardan mahrum edecek bir değişikliğin altına imza atabilirler. Ama bu noktada sömürgecilik ilişkilerinin temel niteliğinin sunduğu avantaja bağlı olduğunu unuturlar. Ya sömürgelik hâli varlığını sürdürür ve hiçbir tesire yol açmaz ya da ortadan kaybolmasıyla sömürgeyle kurulan ilişki ve sömürgecinin kendisi de yok olur. Bu tespit, radikal olana kötülük düzleminde inananla, yani sömürgenin imhasına bakanla, radikal olana iyilik düzleminde inanan, yani asimilasyonu önemseyen yaklaşım için de geçerlidir.

Avrupa’nın sömürgeleştirilmiş bir halkı tümden imhasını esas alan fikir, terk edileli çok fazla zaman olmadı. Bu değerlendirme, Cezayir için doğru ama kısmen: “Her bir Fransız’a dokuz Cezayirli düşüyor. Demek ki her bir Fransız’a içinde dokuz kurşun bulunan bir tabanca vermek gerekiyor.” Burada Amerika’yla ilgili örnek de akla gelebilir. Uzak Batı konusunda ülke genelinde anlatılan milli destan, bize burada sistematik bir katliamın yapıldığını anlatıyor. Ama yine de bugün ABD’de bir Kızılderili sorununun bulunmadığını söyleyebiliriz. (İmha politikası, sömürgeleştirme pratiğinin yaşamasına pek fazla katkı sunmamış, sömürgecilik süreciyle çelişen sonuçların oluşmasına yol açmıştır.) Her şeyin ötesinde sömürgeleştirme pratiği, ekonomik ve politik sömürüyü esas alır. Eğer sömürge imha edilir, sömürgeleştirilmiş ülkenin kendisi sıradan bir ülke hâline gelirse, o vakit kimler sömürülecektir? Bu noktada sömürge halkın yanında sömürgeleştirme pratiği de yok olur gider, dolayısıyla sömürgecinin kendisi de ortadan kaybolur.

Asimilasyon pratikleri başarısız olmuştur. Kâğıt üstünde sosyalist ve evrenselci bir yan barındıran bu tür pratikler, saygıyla karşılanmıştır. Her şeyden bağımsız olarak bu pratiklerin daha baştan başarısızlığa mahkûm olduklarını kimse söyleyemez. Ama gene de bir iki başarılı sonuçlanmış bir pratik olsa da asimilasyon politikaları çoğunlukla başarısız olmuştur. Bugün komünistler bile mevcut sömürgeleştirme pratikleri dâhilinde asimilasyondan yana açıktan bir tavır almamaktadırlar. Zaten mesele de asimilasyonun aynı zamanda sömürgecilik pratiğiyle çelişiyor olmasıdır. Bu pratikte sömürgeci ile sömürge arasındaki ayrımlar kalkar, dolayısıyla sömürgecilik ilişkisi silinip gider.

Bu noktada çözüm niyetine atılan ufak bir dizi adımdan bahsedilebilir: örneğin yabancılar, yeni bağımsız olmuş bir kolonide yaşamaya devam ederler ama özel hiçbir hakka sahip olmazlar. Bu tür öneriler hukuken uygunsuz olmasının yanında, tarihin hükümsüz kılacağı türden bir düzenleme olarak görülebilirler. Haklı bir gerekçesi bulunmayan imtiyazların kalıcılığı, bu imtiyazlarla ilgili hafıza ile güvence altına alınamaz. Sömürgeleştirme süreci bağlamında sömürgeci, ümitsiz bir vakadır.

Bazıları tam da bu sebeple, sömürgecinin her türden değişime ayak dirediğini, karşı koyduğunu söylerler. Sömürgeci, bir canavar olmayı kabul edebilir, kendi çıkarları peşinde koşmak suretiyle yabancılaşmanın kurbanı olmayı isteyebilir. Ama kendisine kâr getiren o hastalıktan asla vazgeçemez, onu o hastalıktan er ya da geç tarih kurtarır. Madalyonun bir yüzünün daha olduğunu kimse unutmamalıdır: gün gelecek, sömürge sömürgeciyi teslim olmak zorunda bırakacaktır.

Sömürgenin başkaldırıp sömürgeleştirme sürecinin dengesini bozacağı o gün illaki gelecektir. Çünkü hem sömürge hem de sömürgeci için sömürgeleştirme sürecine son vermekten başka bir yol yoktur. Sömürgenin itirazı kesindir, bu itiraz ise sadece isyanla değil devrimle de tecelli eder.

İsyan. Sömürgecinin varlığı zulüm üretir. Sömürgeciliğin tümden tasfiye edilmesiyle sömürge özgürlüğüne kavuşur. Bugünlerde burgibacılık gibi akımlar fazla reform beklentisi içerisindedirler. Bana kalırsa bu yaklaşımda belirgin bir yanlış anlama söz konusudur. Eğer burgibacılık aşama aşama ilerlemek demekse, o vakit o, tek bir aşamayla asla yetinemez. Siyahların liderleri, bugünlerde Fransız Birliği’nden, Dördüncü Cumhuriyet’ten, sömürge statüsünün sonlandırılacağı düzenden bahsetmektedirler. Bu, kaçınılmaz olarak elde edilecek tam bağımsızlık için yegâne adım olarak görülmektedir. Eğer Habib Burgiba, kendisine atfen kullanılan burgibacılık ideolojisine inansaydı, Siyah Afrika’nın liderleri kalıcılaşan bir Fransız Birliği’ne inansalardı, sömürgecilik çoktan tasfiye edilmiş olurdu. Bugün genç nesil, yaşlıların meseleye nispeten ılımlı yaklaşıyor oluşlarını hiç anlayamıyor.

Devrim. Sömürgeleştirme süreci maddi planda sömürgeleri öldürüyor. Buna ek olarak söz konusu sürecin sömürgeleri manevi açıdan da öldürdüğünü söylemek gerekiyor. Sömürgeleştirme süreci ilişkileri tahrip ediyor, kurumları yıkıma sürüklüyor veya taşlaştırıyor, sömürgeci veya sömürge fark etmez, herkesi yozlaştırıyor. Yaşamak adına sömürge, sömürgeleştirme sürecinden kurtulmak zorunda. İnsan olabilmesi için sömürge olma hâlini geride bırakmalı. Avrupalılar, kendi içlerindeki sömürgeciyi öldürmeye mecbur oldukları gibi sömürge de kendi sömürgeleştirilmiş varlığını bir biçimde aşmalı.

Sömürgeleştirme sürecinin tasfiyesi, kurtuluşun, şifa bulmanın, ıslahın girizgâhından gayrı bir anlama sahip değil. Sömürge sömürgelikten kurtulmak için önce zulmü ele almalı, halkının eksikliklerine bakmalıdır. Kurtuluş gerçekleştiğinde sömürge, mücadelesinin kaçınılmaz olarak dayattığı koşullardan da kurtulmalı. Milletinin haysiyeti ve vücut bulması için dövüşmek zorunda olan bir milliyetçi, önce kendisini yenmeli, milletiyle ilişkisinde özgür olabilmeli. Milliyetçi, elbette ki kendisini milliyetçi olarak adlandırabilmeli. Ama kaçınılmaz olarak o seçimini özgürce yapıp sadece milletiyle varolmadığını görmeli. Milliyetçi kendisini yenmeli, halkının diniyle ilişkisinde özgür olabilmeli, o dini muhafaza veya reddetme imkânına sahip olmalı, o din üzerinden varolmamalı. Aynı durum geçmiş, gelenek ve etnik özellikler vs. için de geçerlidir. Son olarak milliyetçi, kendisini sömürgecilere ait kategorilerle tanımlamaya bir son vermeli. Kendisini olumsuz bir biçimde şekillendiren özelliklerden kurtulabilmeli. Örneğin Doğu ile Batı’nın uyumsuz olduğunu söyleyen anlayış herkesin dilindedir ama bu, saçma bir anlayıştır. Söz konusu Doğu-Batı karşıtlığı fikrini asıl besleyense, sömürgecinin ta kendisidir, bu sayede sömürgeci, kendisiyle sömürge halk arasında bir engel yerleştirmektedir. Peki Doğu’ya yüzünü çevirmek ne tür bir anlama sahiptir? Zulüm yüzüne İngiliz veya Fransız maskesi de taksa şu bilinmelidir ki teknik ve kültürel başarılar tüm halklara aittir. Batı veya Doğu bilimi diye bir şey yoktur. Bilim, burjuva veya proleter olabilir. Somut, ya yanlış ya da doğru ortaya konulur.

Peki sömürgeci, ileride ne olacak? Şu an verili gerçeklikte sömürge nedir? Kanaatime göre sömürge, ne metafizik ne de psikolojik bir öze sahiptir. Sömürge, mevcut hâliyle tarif edilmelidir. O çile çeker, hükümde bulunur ve belirli davranışlar sergiler. Sömürge olmaktan çıktığında başka bir şey hâline gelir. Sonuçta coğrafya ve gelenek, varlığını her daim sürdüren güçlerdir. Ama bir noktadan sonra Cezayirli ile Marsilyalı arasındaki fark, Lübnanlı arasındaki farktan daha az olacaktır.

Tüm çiçekleri açtığında eskiden sömürge olan insan, herkes gibi insan olacaktır. Tüm insanlar gibi o da iniş çıkışlar yaşayacak, ama en azından özgürce yaşayan tam bir insan hâline gelecektir.

Albert Memmi
[15 Aralık 1920 – 22 Mayıs 2020]

[Kaynak: The Colonizer and The Colonized, Beacon Press 2003, s. 191-197.]

25 Mayıs 2020

, ,

Öğrenciler İçin Ağıt


Bugünden öngörebildiğimiz kadarıyla önümüzdeki yıl üniversitelerde dersler internetten yapılacak. Dikkatli gözlemcilerin de tüm çıplaklığıyla gördüğü biçimiyle salgın, dijital teknolojilerin her yana giderek daha fazla yayılması için uygun bir bahane olarak kullanılacak.

Öğrencilerle öğretmenler arasındaki ilişki bağlamında her daim önem arz eden fizikî varlığın ağırlıklı bir yere sahip olduğu öğretim modeli ortadan kayboluyor, eğitimin en canlı kısmını teşkil eden ve seminerler dâhilinde gerçekleştirilen grup tartışmaları, hükmünü yitiriyor. Bugün hâlihazırda maruz kaldığımız teknolojik barbarlık dâhilinde hayat, her türlü duygu temelli deneyimden mahrum kalıyor, bakışlar siliniyor, hayali görüngüler âlemine kapatılıyoruz.

Kimse, tüm bu yaşananlar içerisinde asıl önemli olan boyut üzerinde durmuyor: bir hayat biçimi olarak öğrencilik sona eriyor.

Avrupa’da üniversiteler, öğrenci birliklerinden doğdu ve ismini buradan aldı [universitates]. Her şeyden önce öğrenci olmak, dersleri dinleyip çalışmanın önemli bir unsur olarak öne çıktığı bir yaşam biçimiydi. Onun kadar önemli olan bir unsur da karşılaşmalar ve hocalarla kurulan ilişkilerdi. Bu hocalar ki uzaklardan gelir, geldikleri milletlere göre bir araya gelirlerdi. Yüzyıllar içerisinde bu yaşam biçimi değişti, Ortaçağ’ın seyyah din adamlarının yerini yirminci yüzyılın öğrenci hareketleri aldı, ama söz konusu olgunun toplumsal boyutu aynı kaldı. Bir sınıfta ders veren birinin de gayet iyi bileceği gibi, üniversitelerde dostluklar kurulur, kültürel ve politik ilgi alanları uyarınca küçük çalışma ve araştırma grupları oluşur, bu gruplar dersler bittikten sonra da çalışmalarına devam eder.

İşte yüzlerce yıldır devam eden bu süreç, bugün sona eriyor. Artık öğrencilerin üniversitelerin bulunduğu şehirlerde yaşamalarına gerek yok. Bunun yerine öğrenciler dersleri odalarında dinleyecek, o dersleri eskiden sınıf arkadaşı oldukları insanlardan yüzlerce kilometre uzaktan takip edecek. Prestijli üniversitelerin bulunduğu küçük şehirler, şehir hayatının en canlı kısmını teşkil eden öğrenci topluluklarının sokaklardan çekildiğine şahit olacak.

Ömrünü dolduran her toplumsal olgu için onun belirli anlamda bu sonu hak ettiğini söylemek mümkündür. Şurası açık ki üniversitelerimiz yozlaşmıştı ve artık cehalet konusunda uzmanlaşmış birer yapıya dönüşmüştü, dolayısıyla onlar için yas tutmaya da gerek yok. Burada önemli olan, öğrencilerin yaşam biçimlerinin yoksullaşması.

Bugün şu iki hususu tespit etmek gerekiyor:

Bilgi iletme noktasında belirli teknolojik araçların kullanımı üzerine kurulu yeni diktatörlüğe tümden boyun eğen ve dersleri internetten veren profesörlerle 1931’de faşist rejime bağlılık yemini eden üniversite hocaları arasında hiçbir fark yoktur. O gün olduğu gibi bugün de bin hoca içerisinde sadece on beşi bu sürece itiraz edecek, ama bu on beş kişinin ismi de bağlılık yemini edenlerle birlikte anılacak.

Okumayı seven öğrenciler, bu süreçte dönüşen üniversitelere kaydolma fikrine karşı çıkmak zorunda kalacak, hikâyenin ta başında olduğu gibi yeni üniversiteler kuracak, teknolojik barbarlık karşısında geçmişin sözü bu okullarda tüm canlılığı ile aktarılmaya devam edecek, böylelikle doğabilecekse, buralardan yeni bir kültür doğacak.

Giorgio Agamben
23 Mayıs 2020
Kaynak

, ,

İnsanların Gezegeni


Tahminen Michael Moore, elli milyon dolarlık bir servete sahip. Kendisi zengin bir adam. Demokrat Parti’ye destek veriyor. Michigan’da Raşide Tlayib, New York’ta Alexandria Ocasio Cortez lehine konuşmalar yapıyor. O, tam bir marka.

Moore, Roger ve Ben isimli filmiyle ünlendi, ama kültürel âlemde yıldızı Benim Cici Silâhım’la parladı. Bir marka hâline gelme konusunda başarılı olunduğunun bir kanıtı olarak South Park gibi yapımlarda hicvedildi, ama o kadar şöhrete rağmen, sonraki filmleri gişede pek başarılı olamadı.

Bugünlerde kendisine Jeff Gibbs’in yeni belgesel filmi İnsanların Gezegeni’nin yapımcılığı payesi bahşedilmiş (bu, aslında biraz Nike’ın tıbbi maske üzerine adını yazması gibi bir şey!)

Film, iki temel sorunla malul: sınıfsal analizden mahrum, ayrıca Batı emperyalizmini analiz etmiyor.

Filmin asıl sorunu ise ordudan hiç bahsetmiyor oluşu. Üstelik film, “asıl sorun biziz” olarak özetlenebilecek, açıktan Maltusçu olan o boş laf üzerine kurulu. “Buna aşırı nüfus argümanı” da deniliyor. Tümüyle ırkçı ve gerici olan bu argüman, klasik öjeniyi temel alıyor. Sınıfsal analizi ve emperyalizm analizini içermemesi, öjeni gibi rahatsız edici bir ideolojiyi yüklenmesi, filmde sınırlı sayıdaki gerçeğin üzerinin örtülmesine neden oluyor.

Aktardığı gerçekler sınırlı, çünkü Al Gore’un muktedir sınıfa mensup bir akbaba, Bill McKibben ise her fırsatta kendi kendisinin reklâmını yapan bir yalancı olduğunu biz de biliyoruz. Bu tespitler doğru, hatta doyurucu da ama yönetmen, bir şekilde bu gerçekleri o politik mistifikasyonların altına süpürüyor.

Filmde belirli görüşlere ve onlara dönük eleştirilere yer verilmiyor oluşu gerçekten tuhaf. Gelgelelim filmi eleştirirken birden kendinizi iklim adaleti, ama öte yandan kapitalizm yanlısı Demokratik Ulusal Komite ile yan yana buluyorsunuz. Yeşil enerji destekçileriyle yan yana düşüyorsunuz. Bunlardan biri de Michael Moore’un desteklediği Alexandria Ocasio Cortez. Filmi, bugün Cory Morningstar’ın blogunda listelediği şirketler eleştiriyor.

Bu insanlar, filmin yönetmenine saldırıp duruyorlar, bu noktada yalan yanlış laflar ediyorlar. Ama bu, filmin kusurlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada belirli meselelerin ayrıştırılması gerekiyor.

Yönetmen Gibbs, önemli meselelere değiniyor. Endüstriyel enerji, palm yağı, güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisinin yol açtığı yıkım ile ilgili detaylar, yerinde. Sonuçta gerçekten de yenilenebilir enerji konusunda kopartılan yaygara, samimiyetsiz ve manipülatif. Bu konuda Gibbs haklı. Bu düzlemde kapitalizm yanlısı yeşil enerjici isimlerin kendisine yönelik gerçekleştirdikleri saldırıların kötü niyetli ve samimiyetsiz olduklarını belirtmek lazım.

Film, insanın canını acıtan görüntüler de içeriyor. 800 yıllık yuşa ağaçlarının kesildiği görüntüleri ve o orangutanı hiç unutamıyorsunuz. Kapitalizm koşullarında bizi bundan başka bir gelecek beklemiyor. Bundan kaçış yok.

Film, belirli konularda ikircikli bir tutum alıyor, bu çok net. Bunu ele almadan önce filmin zamanlamasına dikkat çekmek gerek.

Büyük dağıtımcıların dağıtmadığı film, nedense virüs salgınının yol açtığı panik esnasında ücretsiz olarak izleyiciye sunuluyor. Herkesin evlere tıkıldığı bir dönemde filmin izlettiriliyor olması, bence sıkıntılı bir mesele.

Bu dönemde medya, insanı bıktıracak cinsten haberler yapıp duruyor ve Venedik kanallarının temizlendiğinden, Amerika ve Kuzey Avrupa’da yaban hayatının şehre indiğinden, büyük şehirlerde havanın kirden arındığından bahsediyor. Tıpkı Gibbs gibi medya da şunu söylüyor: “Asıl sorun biziz.” İnsanlardan bir kurtulsak veya onları bir içeri tıksak, dünya cennet olacak. Bu anlamda Gibbs’in filmi, yayınlandığı tarih de dikkate alındığında, esasen nüfusu azaltma kampanyasının reklâm filmi olarak iş görüyor.

Bu noktada filmin diğer bir kusuruna işaret etmek gerekiyor: bu film fazla beyaz. Buna itiraz edecek çok fazla beyaz çıkacak, bu tespitimin anlamsız olduğunu söyleyecektir. Ama şunu belirtmem lazım: bu yaklaşım belirli bir anlama sahip, üstelik belirli bir tarih bilgisine yaslanıyor.

Bu, köle sahibi olan, köle çalıştıran on iki Amerika başkanının yazdığı bir tarih. Bu tarihte ABD ordusu, Kızılderili kabilelerine çiçek bulaşsın diye onlara bilerek mikrop bulaştırılmış battaniyeler verdi. Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken konular.

ABD tarihi, köle sahipliği ve soykırımlar ile örülü. On dokuzuncu yüzyılda Amerika’nın büyümesi gerektiğini söyleyen, “Açık Kader” olarak ifade edilen kültürel yaklaşımı, Monroe Doktrini’ni, altmış yıllık anti-komünizmi, özellikle yeni bağımsız olmuş Afrika ülkelerini hedef alan CIA darbelerini bu listeye eklemek gerekiyor. Amerikan tarihi, siyaset ve kültür alanında yol açtığı sonuçlardan ayrı ele alınamaz.

Bu tarih, her türden kültür tartışmalarına rengini veriyor, ondan kaçış yok. Bu tartışmaların makamını tayin edense beyazların imtiyazlı olduğuna dair o rahatsız edici fikir.

Sonuçta beyazlar bir film çektiklerinde, filmdeki herkesin beyaz olması önemli bir sorun. Bu filmde de “ağaçlar ne güzel”den gayrı siyaseti olmayan beyaz insanlar çıkıyor karşımıza.

Ama öte yandan kabul etmek lazım: Gibbs’in ele aldığı konu, önemli. Çıkarımlarının çoğu yerinde, ama yaptığı tespitlerle film, neticede nüfus azaltmayı tavsiye ediyor. Bu bayat Maltusçuluk gerçeklerle çelişiyor, dolayısıyla Gibbs, onca çıkarımına rağmen, güvenilirliğini yitiriyor. Filmin asıl kötü yanı da bu.

Dünyada çok fazla insan yok. “Çok insan var” tespiti yanlış. Esasında dünyada doğum oranı büyük ölçüde düştü. Bu noktada insanların tüp bebek çalışmalarının neden bu kadar büyük bir iş hâline geldiğini sorması gerekiyor. Öte yandan, bu türden önermelerine rağmen insan, şirket medyasındaki eleştirileri okuyunca Gibbs’in filmini savunma, destekleme ihtiyacı duyuyor.

Esasında bu basının filmin ele aldığı konu başlığına dair yaptığı okumaya dönük bir inceleme, propagandanın nasıl yayıldığı konusunda bize epey bilgi verecektir. Böylesi bir okuma, iklim ama aynı zamanda Covid-19 konusunda anlatılan hikâyelerin içselleştirilmesine dair çok şey söyleyecektir. İklim meselesi ile Covid-19 ile ilgili hikâyeleri birbirinden ayırmamak gerekir. Aynı şekilde, drone suikastları ve ABD/NATO eliyle çıkartılan emperyalist savaşlar da ABD'nin güneyindeki ve orta kısmındaki eyaletlerde kapıları kırıp ev baskınları düzenleyen SWAT timlerinden ayrı ele alınamaz.

Bugün ABD hapishanelerinde iki milyondan fazla insan bulunmaktadır. Bu açıdan ABD, kişi başına düşen mahkûm sayısı ile dünyada birinci sıradadır. Üstelik bunların büyük bir kısmı da siyahtır. Bu da bize beyazların iktidarının dünya genelinde yol açtığı terör konusunda çok şey söylemektedir.

Bu koşullarda virüs salgınının yol açtığı olağanüstü hâl koşullarında demokrasi, ürkütücü bir biçimde yitip gitmektedir. Bu noktada kimsenin aklına, geçen yıl sıtmadan ölen 400.000 kişi gelmez. Gates ve şürekâsı için çalışan Dr. Fauci bile Covid’in vaka başına düşen ölüm oranının epey düşük çıkabileceğini kabul etmiştir. Bu oranın bir önemi yoktur, çünkü zaten mesele de virüs değildir.

Gates konusunda şu iki önemli çalışmaya bakmak lazım. Jake Levich[1] ve Alison McDowell[2].

Sosyal medyada insanların “ön saf sağlık çalışanları” ile hassasiyetlerine dair yığınla şey okuyorum. İklim değişikliğinde de görüldüğü üzere lügatimize yeni kelimeler ekleniyor, artık taşıma kapasitesinden, yaş termometreden, altıncı kitlesel imhadan bahsediyoruz.

Öte yandan kimse, ABD’de çok sayıda hastanenin kapandığından, o hastanelerin bir daha açılmaması ihtimalinden, birçok doktorun ve hemşirenin işsiz kaldığından bahsetmiyor.

Görebildiğimiz kadarıyla Amerikan burjuvazisi, bu salgının büyük bir tehdit olduğuna inanmak ve kendisini eve kapatmak istiyor.

Oysa belki de bu karantina süreci, bugüne dek pek bulamadıkları o boş vakti onlara bahşediyor. Bu konuda bir bilgim olduğunu söyleyemem. Ama şunu biliyorum ki karantina, uzun vadede virüsten daha fazla insanın ölümüne sebep olacak. Ayrıca gözetleme faaliyetlerinde ve gizliliği ihlal eden adımlarda yaşanan artış devam edecek. Asıl mesele de dünya genelinde seyahatlerin nasıl olacağı ve Gates’in dördüncü sanayi devrimi, akıllı şehirler gibi başlıkları içeren gündemi.

Gates, herkesin yaptırdığı aşıları gösteren bir belge (veya bir mikroçip) taşımasını istiyor. Bu belge ve çip, başka bir ülkeye giderken köpeğiniz için aldığınız belgeyle aynı içeriğe sahip.

Beni asıl üzense Gibbs’in öjenistlerle aynı ajandayı paylaşıyor olması. Ayrıca gezegenin harap edilmesi ile ilgili bir belgeselin orduyu ele almadan nasıl çekilebildiğini de merak ediyorum doğrusu.

ABD’nin elindeki savaş makinesi, bugün insanî varoluşun her bir yönünü etkiliyor. Abartılı bir ifade değil bu. Gibbs ise bu gerçeği görmezden geliyor. Ben, onu şirket medyasının saldırılarına karşı korumak istiyorum, ama o benim elimi kolumu bağlıyor.

Eğitimli beyaz liberal sınıf, Trump’tan öylesine nefret ediyor ki akla dayalı bakış açısı geçerliliğini tümden yitiriyor. Bu sınıfın Trump’ı küçük düşüren her tür sözü ve eylemi hayırlı. Ama şu görülmeli: söz konusu nefret, fazla abartılıyor ve ondan istifade ederken bu sınıf işin cılkını çıkartıyor. Sanki Trump gelip, yıllardır “ah nefret edecek bir şeyimiz olsa da rahat etsek” duasına cevap olmuş gibi. Olumsuz bir nitelik arz etse bu nefret, insanları birleştiriyor. Sonuçta zaten bu sınıfın yapabileceği daha iyi bir şey de yok.

Görebildiğimiz kadarıyla bugün “evde kal” diyenler, milyonlarca insanın işsiz kalmasını hiç mi hiç umursamıyorlar. Kısa süre önce Norveç’te havayolları şirketi beş bin kişiyi işten çıkarttı, bu insanların işe geri alınıp alınmayacakları meçhul. Hollywood’da çekimler durdu, çalışanlar kıyımdan geçirildi. Muhtemelen binlercesi, bir daha işe geri dönemeyecek.

İnsanların Gezegeni filminde dile getirilen belirli gerçeklerin önemli olduğunu kimse inkâr edemez. Samimiyetle söyleyeyim ki umarım herkes izler ve filmi eleştirel bir gözle değerlendirir.

Bugün iki milyarder, endişeli yurttaş pozlarında karşımıza çıkıyor, ama insanların neden işsiz kaldığından, ailelerine ekmek götüremediğinden hiç bahsetmiyor.

Cory Morningstar, geçen gün yazdığı makalede şunu söylüyor:

“Politika Çalışmaları Enstitüsü’nün hazırladığı yeni raporda bu son koronavirüs salgını esnasında on milyon Amerikalının işsiz kaldığından, ama öte yandan aşırı zengin elitlerin sadece 23 gün içerisinde servetlerine 282 milyar dolar kattığından bahsediliyor.”

Hem iklim hem de koronavirüs konusunda dile getirilenleri sınıfsal ayrım temelinde ele almak gerekiyor. İşçi sınıfının asıl korkusu, öldürme kapasitesi sınırlı olan virüs değil, ekmeksiz ve evsiz kalmak. İşçiler, bürokrasinin baskıcı müdahalelerinden, polisin dayağından, gözaltı süreçlerinden korkuyorlar. Eğitimli beyaz burjuvazinin bu salgına dair korkusu ise başka türlü. Eve kapatıldığımız süreçte Netflix’te en çok izlenen film, Soderbergh’in 2011 tarihli Salgın filmi.

Bu kesimin düşünceleri gerçekten ilginç. Bu düşünceler lügatimize yeni kelimeler katıyor. Eskiden sosyal medyada bilim insanı ve iklim bilimci pozu kesen beyazlar, bugün birden epidemiyolog, bulaşıcı hastalık uzmanı ve biyolog oluveriyorlar.

Son yazımda dile getirdiğim biçimiyle:

“Bu küresel salgın fetiş hâline getiriliyor. Guardian gazetesinde ve Greta’da gördüğümüz ‘iklim alarm veriyor’ yaklaşımına benzer bir biçimde, nüfusun büyük bir kısmı salgını kültleştiriyor, fetiş hâline getiriyor. Burada dehşete kapılmış insanda örtük olarak görülen, bir tür mazoşizm söz konusu. İşittiğimiz şey, püritenlerde gördüğümüz, dindarlığa çağrı yapan, kaygı yüklü cılız bir çığlık. Kişinin kendisini cezalandırmasını öngören bu türden bir ahlakçılık, esasen tam da Amerika’ya özgü bir hassasiyet.”[3]

Sosyal hizmetler uzmanı olarak çalışan Paul Haeder’in şu sözüne kulak vermek gerek:

“Alttan alta, nüfus kontrolüne dair bir mesaj veriliyor. Film, esasen Michael Moore ve Jeff Gibbs’in beyazlara has umudu üzerine kurulu. Filmde Batı kapitalizmi denilen, hayatı ve insanlığı piçleştirenlere karşı mücadele eden milyonlara inançtan eser yok. Gibbs, kendi yerelliklerinde çalışma yürüten köylü hareketlerinden, ormanları gerçekten koruyanlardan, suyu ve hayatı savunanlardan pek bahsetmiyor.”[4]

Oxford Üniversitesi’nin yürüttüğü kanıt temelli tıp çalışmasına göre virüsün fatalite oranı, yüzde 0,1-0,36 arasında. Bu oran, mevsimlik gripte görülen oranın çok altında. Bu, bizim aylar önce dile getirdiğimiz bir husus.

Covid konusunda söylenenlerle iklimle ilgili olarak söylenenler birbirine çok benziyor. Bu da insanı, bu söylemlerin ardında belirli bir ajandanın olduğunu düşünmeye itiyor. Gibbs’in filmi bu meselelere hiç eğilmiyor.

Yeni yeşil kapitalizmi propaganda edenlerin söyledikleri yalanları, aldıkları rüşvetleri ifşa etmek gayet güzel bir adım ve bu adım, esasen belirli bir politik bağlam dâhilinde atılıyor. Gelgelelim yönetmendeki kişisel hayal kırıklığı, bir süre sonra gene imtiyazlı olma meselesine bağlanıyor.

Dördüncü sanayi devriminin insanları iş pratiğinden ve geçim derdinden kalıcı bir biçimde kopartacağından söz ediliyor. Bu, yüzde birin bir rüyası. Batı sermayesinin sürekli çıkıp “asıl düşman insanlar” demesi, içimize şüphe düşürüyor olmalı. Anladığımız kadarıyla Gibbs, bu laf konusunda zerre şüphe duymuyor.

John Steppling
3 Mayıs 2020
Kaynak

Dipnotlar

[1] Jacob Levich, “The Real Agenda of the Gates Foundation”, Mayıs 2014, AIE.

[2] Alison McDowell, “Vaccines, Blockchain and Bio-Capitalism”, 19 Nisan 2020, Green.

[3] John Steppling, “Emptying the Human”, 23 Nisan 2020, JS.

[4] Paul Haeder, “Monkey Planet”, 27 Nisan 2020, PH.

24 Mayıs 2020

, ,

Virüs Bir Ayna

Byung-Chul Han Söyleşisi

Carmen Sigüenza ve Esther Rebollo

12 Mayıs 2020

“Sanki sürekli bir savaş durumunda yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak denilen mesele, gerçekliğimizin nihai temeli hâline geldi.”

Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han verdiği mülâkata, virüs salgını sonrası dünyayı şu şekilde gördüğünü söylüyor: “Toplum giderek iyi yaşama dair tüm duygularını yitirmiş, hazzın sağlığa feda edildiği, sağ kalma iradesi üzerine kurulu bir topluma dönüşüyor.”

1959’da Seul’da dünyaya gelen Han, şuan yaşadığı Almanya’da felsefe, edebiyat ve teoloji eğitimi aldı. Kendisi, aşırı şeffaflaşmanın ve aşırı tüketimin hâkim olduğu modern toplumu kaçınılmaz olarak tükenişe sürükleyecek bilgi ve pozitiflik konusundaki fazlalığı eleştiren önemli isimlerden.

Koreli felsefeci bu mülâkatında, gözetleme pratikleri üzerine kurulu rejimlerin ve biyopolitik karantinaların koronavirüs eliyle dayatılması, özgürlüklerin azaltılması, hazzın son bulması, kitlesel bir histeri ve korku ortamında insanlığın yitip gitmesi ile ilgili endişelerini aktarıyor.

Küreselleşmenin ana ilkesinin kârı artırmak olduğuna, sermayenin insan sevmediğine, virüsün sırdaki toplumsal farklılıkları açığa çıkarttığına işaret eden Han, bir yandan da “ölümün demokratik olmadığından” dem vuruyor. Ona göre “salgın zirve noktasına ulaştığı vakit, ABD ve Avrupa’da birçok insanın hayatına mal olacak.”

Byung-Chul Han, kendinden emin bir ifadeyle, krizin dünyadaki iktidar merkezini Batı’dan uzaklaştırıp Asya’ya kaydıracağını, dolayısıyla yeni bir dönemin başladığını söylüyor.

● ● ●

Covid-19 insandaki savunmasızlığı genele yaydı, onu demokratikleştirdi. Sizce bugün artık daha fazla kırılgan ve daha yönlendirilir olduğumuzu düşünüyor musunuz? Otoritarizmin ve popülizmin kucağına daha kolay mı düşeceğiz?

Hâlihazırda Covid-19, insandaki savunmasızlığın veya ölümlülüğün demokratik değil sosyal statüye bağlı olduğunu gösteriyor. Ölüm demokratik değildir. Covid-19 hiçbir şeyi değiştirmedi. Ölüm, hiçbir zaman demokratik, herkesi bağlayan bir şey olmadı.

Özelde bu salgın, ilgili toplumlarda altüst oluşun üzerindeki örtüyü kaldırdı, mevcut farklılıkları açığa çıkarttı. Mesela ABD’ye bakın. Diğer gruplarla kıyaslandığında burada virüs yüzünden ölenlerin önemli bir kısmı Afro-Amerikalılar. Fransa’da da benzer bir durum söz konusu. Paris’i düşük gelirli kenar mahallelere bağlayan metro trenleri tıka basa doluysa bu sokağa çıkma yasağının ne anlamı var ki? Başka ülkelerden göç etmiş yoksul emekçiler kentin varoşlarından geliyorlar, birbirleriyle temas kuruyorlar, virüs yüzünden ölüyor.

Hepimiz çalışmak zorundayız. Bakıcılar, fabrika işçileri, temizlikçiler, satıcılar veya çöp toplayıcıları evden çalışamazlar. Zenginlerse şehir dışındaki villalarına çekiliyorlar. Dolayısıyla salgın, sadece tıbbi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun.

Almanya’da çok fazla insanın ölmemesinin diğer bir sebebi de burada toplumsal sorunların diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD’de görülen sorunlar kadar ciddi olmaması. Ayrıca Almanya’daki sağlık sistemi ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’daki sistemden daha iyi.

Ama Almanya’da bile Covid-19 toplumsal farklılıkları açığa çıkarttı. Almanya’da da toplumsal açıdan zayıf ve güçsüz olanlar daha önce öldüler. Araba alacak parası olmayan yoksul insanlar ağzına kadar dolu otobüslere, tramvaylara ve metrolara doluşmak zorunda kalıyor.

Virüs, bir yandan da ikinci sınıf bir toplumda yaşadığımızı ortaya koydu. İkinci mesele ise bu virüsün demokratik bir nitelik arz etmemesidir. Herkesin de bildiği gibi, otokrasinin beşiği korkudur. Bir kriz durumunda halk bir kez daha güçlü liderlere özlem duyar. Viktor Orban işte tam da bu durumundan istifade ediyor. Olağanüstü hâli normalleştiriyor. Demokrasinin kapısına kilit vuruluyor.

Özgürlük mü güvenlik mi? Salgınla mücadelede ne tür bir bedel ödeyeceğiz?

Salgınla birlikte bir biyopolitik gözetleme rejimine doğru ilerliyoruz. Sadece iletişimimiz değil bedenlerimiz de gözetleniyor. Sağlığımız, dijital gözetleme pratiklerinin konusu hâline geliyor.

Kanadalı yazar Naomi Klein’a göre kriz, bir moment olarak, yeni bir kurallar sistemini haber veriyor. Salgının yol açtığı bu şok sayesinde dijital biyopolitika küreselleşecek, kontrol etme imkânına ve görüntüleme sistemine kavuşacak, böylelikle o, sağlık durumumuzu sürekli gözetleyen biyolojik disiplin toplumunda bedenlerimizin kontrolünü ele geçirecek. Salgının sebep olduğu şokla birlikte Batı, özgürlüklerimizi kalıcı biçimde kısıtlayacak bir biyolojik karantina toplumuyla karşı karşıya.

İnsanların hayatlarında korku ve güvensizlik ne tür sonuçlara yol açıyor?

Virüs bir ayna. İçinde yaşadığımız toplumu gösteriyor. Biz, nihayetinde ölüm korkusu üzerine kurulu, sağ kalmayı esas alan bir toplumda yaşıyoruz. “Sanki sürekli bir savaş durumunda yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak denilen mesele, gerçekliğimizin nihai temeli hâline geldi.”

Hayatın tüm güçleri, ömrü uzatmak için kullanılıyor. Toplum, giderek iyi yaşama dair tüm duygularını yitirmiş, hazzın sağlığa feda edildiği, sağ kalma iradesi üzerine kurulu bir topluma dönüşüyor. Sigara yasağı konusunda ortaya konulan yoğun çaba, sağ kalma denilen histerinin bir delilidir. Hayat daha fazla sağ kalma meselesi üzerine inşa edildikçe, ölümden daha fazla korkarsınız.

Salgın, daha önce dikkatle bastırıp dışladığımız ölümü yeniden görünür kıldı. Kitle iletişim araçlarında ölümün sürekli kendi varlığını hissetmesi, insanları geriyor. Sağ kalma histerisi, toplumu iyice insanlıktan çıkartıyor. Komşunuz, artık uzak durulması gereken potansiyel bir virüs taşıyıcısı. Yaşlılar, bulaş riski bulunduğu için kimsenin ziyaret etmesine izin verilmediği bakımevlerinde tek başına ölmek zorunda.

Peki hayatı birkaç ay uzatmak, yalnız ölmekten daha mı iyi? Bizdeki bu sağ kalma histerisi dâhilinde iyi bir hayatın ne olduğunu da tümden unutuyoruz. Sağ kalmak için yaşamayı değerli kılan her şeyi, sosyal olmayı, bir arada yaşamayı, yakınlık kurmayı, bile isteye feda ediyoruz.

Salgın üzerinden herkes, temel hakların tüm yönleriyle kısıtlanmasını sorgusuz sualsiz kabul etti. Paskalya’da bile dinî törenler yasaklandı. Rahipler de sosyal mesafe kurallarına uyuyor, koruyucu maske takıyorlar. İnançlarını sağ kalmaya feda ediyorlar. Mesafeyi korumanın kendisi iyilik yapmak olarak görülüyor. Virüs bilimi, teolojinin gücünü elinden alıyor. Herkes, yorum yapma konusunda yegâne yetkeye sahip olan virologlara kulak veriyor. Yeniden diriliş hikâyesi, yerini sağlık ve sağ kalma üzerine kurulu ideolojiye bırakıyor.

Virüs karşısında inancın kendisi yozlaşıp komedi hâlini alıyor. Peki bizim Papa Francis’e ne demeli? Aziz Francis cüzzamlılara sarılırdı. Oysa bugün virüs korkusu ve paniği alabildiğine abartılıyor.

Almanya’da virüsten ölenlerin ortalama yaşı 80 ilâ 81 civarında. Almanya’da ortalama yaşam beklentisi ise 80,5. Virüse karşı gösterdiğimiz panik üzerine kurulu tepkimiz, toplumumuzda bir şeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

Koronavirüs sonrasında toplumumuz doğaya daha fazla saygı gösterir mi, ona karşı daha adil ve hakkaniyetli olur mu? Yoksa bu virüs bizi daha mı bencil ve bireyci yapar?

“Denizci Sinbad” diye bir masal vardır. Bir seyahatinde Sinbad Cennet bahçesine benzeyen küçük bir adaya çıkar. Yanındakilerle birlikte şölen düzenler, ardından da adayı dolaşır. Ateş yakıp kutlama yaparlar. Sonra ada birden bükülür. Gördükleri tüm ağaçlar da… Aslında ada, uzun zamandır hareketsiz kaldığı için üzerini kum kaplamış, ağaçların yetiştiği devasa bir balığın sırtıdır. Ateşin sıcaklığı ile bu devasa balık rahatsız olmuştur. Balık derinlere dalınca Sinbad kendisini denizin içinde bulur. Bir darbımesel olarak bu masal bize, insanda temel bir körlüğün mevcut olduğunu öğretir. İnsan üzerinde durduğu şeyi bile göremez, dolayısıyla kendi düşüşünü, çöküşünü hazırlar.

İnsanda bir kendini yok etme arzusu, isteği vardır. Alman yazar Arthur Schnitzler bu istek üzerinden insanlığı hastalık olarak görür. Ona göre insanlar, yeryüzünde hızla çoğalan, sonuçta da kendi konağını yok eden bir tür bakteri veya virüs gibi hareket etmektedirler.

Büyüme ve yıkım el ele ilerler. Schnitzler’in kanaatine göre insanlar, ancak ilkel düzenleri tanır. İnsan, gelişkin düzenlere bakteriler gibi kördür. Dolayısıyla insanlık tarihi, insanın zorunlu olarak yok ettiği tanrıya karşı verilen ebedi mücadeledir.

Salgın insandaki acımasızlığın bir sonucudur. Biz son derece hassas olan ekosisteme tüm acımasızlığımızla müdahale etmekteyiz.

Paleontolog Andrew Knoll’un bize öğrettiği biçimiyle insan, evrim denilen pastanın kremasından ibarettir. Asıl pasta, herhangi bir vakit o kırılgan yüzeyi yarıp geçme hatta tekrar istila etme tehdidi savuran bakterilerden ve virüslerden oluşmaktadır.

Balığın sırtının güvenli bir ada olduğuna inanan deniz Sinbad, insandaki cehalete işaret eden, her zaman akılda tutulacak bir metafordur. İnsan kendisinin güvende olduğunu sanır, oysa temel güçler üzerinden uçurumun dibini boylaması an meselesidir. Doğaya uyguladığı şiddet daha büyük bir güçle kendisine döner. Sanayi Devrimi’nden beri işleyen antroposen sürecinin diyalektiği tam da budur. Bu dönemde insan, her zamankinden daha fazla tehdit altındadır.

Covid-19 küreselleşme için ölümcül bir yara mıdır?

Küreselleşmenin temel ilkesi, kârları artırmaktır. Örneğin koruyucu maske veya ilâç gibi tıbbi malzemelerin üretim alanı Asya’ya kaymıştır. Avrupa ve ABD’de bu durum birçok insanın hayatına mal olmuştur.

Sermaye insan sevmez. Artık herkes, insan değil sermaye için iş yapıyor. Marx’ın da ifade ettiği biçimiyle, sermaye insanı üreme organına doğru kapatmış, ona indirgemiştir. Bugün ifrada vardırılan bireysel özgürlük, nihayetinde sermaye fazlasından başka bir şey değildir.

Kendimizi gerçekleştirdiğimize inanıyoruz ve bu inançla kendimizi özgürce sömürüyoruz. Oysa gerçekte köleden başka bir şey değiliz.

Kafka, insanın kendi kendisini sömürmesindeki çelişkili mantığa işaret eder: Hayvan, efendisinin elindeki kırbacı çekip alır ve efendi olmak için kendisini kırbaçlar. Neoliberal düzende insanlar işte böylesine saçma bir durumdadırlar. İnsan, özgürlüğü kendisi için yeniden elde etmelidir.

Koronavirüs ve yol açtığı sonuçlar dünya düzenini değiştirecek mi? Dünyada gücün kontrolü ve hegemonya için verilen mücadeleyi kim kazanacak? Çin, ABD karşısında güçlenme imkânı bulabilir mi?

Muhtemelen Covid-19, Avrupa ve ABD için hayra alamet değil. Virüs, fizikî bir sınavdır. Liberalizme pek değer vermeyen Asya ülkeleri, bilhassa Batı için hayal bile edilemez olan dijital biyopolitik gözetleme araçlarının yardımıyla, salgını hızla kontrol altına almayı bildi. Salgın karşısında ABD ve Avrupa tüm cazibesini yitirdi.

Zizek, virüsün Çin’deki rejimi yıkacağını iddia etti. Bence Zizek yanılıyor. Dediklerinin hiçbiri gerçekleşmeyecek. Virüs, Çin’in ilerleyişini durdurmayacak, hatta tam aksine Çin adımlarını daha da hızlandıracak. Ayrıca Çin, elindeki otokratik gözetleme devletini salgın karşısında kullanılmış başarılı bir model olarak satışa sunacak. Sisteminin üstün olduğunu, daha büyük bir gururla tüm dünyaya gösterecek. Virüs sayesinde dünyadaki iktidar merkezi Asya’ya kayacak. Buradan bakıldığında virüs, yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyor.

Kaynak

23 Mayıs 2020

, ,

İnternet Denilen Açmaz


Tuzak, yaklaşık yirmi beş yıl önce kuruldu ve peynirin kokusunu alan fareler, o tuzağa balıklama atladılar.

Burada kitlelerin bir ihtiyacı olarak takdim edilen bilgisayardan ve internetten bahsediyorum. Benim bu tuzağa düşüşüm biraz yavaş oldu, ona üniversitede ders vermeye başladığım 2007 yılında, “mecburen” düştüm.

O günden beri “enformasyon otobanında kasis oluşturmalıyız” cümlesini şiar edinmiş olan Kurşunkalem Kulübü’nün üyesiyim. Kulübün dünya genelinde yirmi üç buçuk üyesi var. İstemeye istemeye, ağır hareketlerle peynire uzandım. Kafamın yarısı içinde tuzağın, yarısı dışında.

Bugün sadece dışarıda kalan kısım düşünmeye devam ediyor.

Neden sezgilerime göre hareket etmediğimi yarım kafayla düşündükten sonra tuzağa düştüğümüz için üzülüyor, “belki bir gün tuzaktan kurtuluruz” diye hayallere kapılıyoruz. Bu tuzağa düşmüşlük hissi hiç hoşuma gitmiyor. Bu arada peynirin Amerika’da üretildiğini ve gerçek peynir olmadığını da hatırlatalım.

1960’ta sosyolog C. Wright Mills, insanların özümseyip anlamlandırması gereken çok fazla malumat olduğunu, dolayısıyla anlaşılır özetlerin sunulması gerektiğini söylüyor. Bu noktada 1854’te şunu söyleyen Thoreau’nun görüşünü aktarıyor:

“İlkeye vakıf iseniz çok sayıda durum ve uygulamanın varlığı sizi neden ilgilendirsin ki?”

Mills’e göre insanların kendisinin “sosyolojik hayal gücü” dediği şeyi geliştirmeleri gerekiyor. Bu tür bir hayal gücü, insanların haberleri sadeleştirip özetini çıkartmalarını, tarihsel ve yapısal bağlamlar dâhilinde kişisel ve toplumsal meseleleri birbirleriyle ilişkilendirmelerini mümkün kılıyor.

Gazetelerin, matbu dergilerin, kitapların ve sınırlı TV kanallarının varolduğu o dünya, çoktan geride kaldı. Çok fazla malumatın bulunduğunu düşününce insanın gülesi geliyor, çünkü bugün dijital devrim, hepimizi verilerin, malumat yığınının, “son dakika haberleri”nin içine gömdü. Üstelik bunlar, çelişkilerle dolu ve bağlamdan yoksun.

İnternet insanları deli etti, fiziken veya sanalda ne tür bir dünyada olduğunu bilmeyen şizoid veya bölünmüş kişilikler üretti. Bugün sosyal şizofreni döneminde yaşıyoruz. Ayrıca virüs sebebiyle evlere kapatıldığımız bu dönemde internete bağlı hayat, herkesin ihtiyaç duyduğu gelecek olarak takdim edilip yüceltiliyor.

İnsanlar, tüm malumatın kafa karıştırıcı olduğunu düşününce düşünmeyi bırakıyor, sonuçta da her şeyi mantığa aykırı bir biçimde yapıyor. Bundan başkası da mümkün değil zaten. Bugün birçok insan, internette kendisine net bir yol önerilmesini bekliyor, bir yandan da Google’a bakıp yol bulmaya çalışıyor. Oysa çok beklerler o yolun gösterilmesini.

İnternete girmek de girmemek de kahrediyor bizi. Dolayısıyla internet, içinden çıkılması mümkün olmayan bir açmaz. Her türden habere, yazıya ve malumata internet üzerinden ulaşabiliyoruz. Matbu gazeteler dönemi sona ermek üzere.

Kurgu ve gerçekle ilgili başka kaynaklar silindi. İnternet, muazzam bir içerik zenginliğine ulaştı ve bu içerik giderek daha fazla sansürleniyor. Açık internet rüyası kâbusa dönüşüyor.

İnternet, ABD ordusu, istihbarat ve Silikon Vadisi’nin oluşturduğu ağ tarafından sosyal kontrol, propaganda ve casusluk pratiği olarak oluşturulup geliştirildi. Bu ağı ve niyetlerini idrak ettiğiniz vakit, internetin ve onunla bütünleşmiş tüm dijital dünyanın sizi deli etmek için tasarlanmış distopik bir aygıt olduğunu anlarsınız. Her dakika kafa karışıklığı derinleşiyor, çelişkili bir yığın malumat zihinlere sokuluyor. Dünyayı propaganda ve dezenformasyon seli basıyor. Başınızın ağrımasını istiyorsanız, size propaganda yapılmasına, fiziksel dünyada elde ettiğiniz gerçek insanî deneyimin yok edilmesine izin verin.

Bir yandan sizi pasifleştiriyorlar, bir yandan kulağınıza bundan kaçışın mümkün olmadığını fısıldıyorlar, bir yandan da bağımlı hâle gelmenizi sağlamak için hakikate dair kimi kırıntılara sahip olmanıza izin veriyorlar.

Bu, tam bir açmaz. 1964’te Jacques Ellul’ın hayatın her bir çehresinde tekniğin hâkim hâle geldiği “teknolojik toplum” dediği şey bu olsa gerek. Teknikse verimliliğe vurgu yapan bir düşünce tarzı, önceden belirlenmiş bir amaç için gerekli standardize edilmiş araçlar ve düzen üzerinde duran bir düşünme biçimi. Akla ve plana dayalı olan teknik, sadece sonuçlara odaklı. Bu düşünme tarzı, toplumun ruhuyla alakalı yapılara nüfuz etti, kendiliğindenliği ve düşünce ürünü olmayan eylemi çöpe attı.

Makineler, teknik düşüncenin ürünü. Bugün bilgisayar, internet ve yapay zekâ, bu düşünce tarzının ideal tezahürleri. Bunlar sebep değil sonuç.

Bu hâliyle dijital teknoloji, makinelerin hayal kurduğuna inanacak kıvama getirilmiş sıradan insanları yaratan teknikçi zihin yapısının ihtiyaçlarını karşılıyor. Verimlilik, sonuçlar, pratiklik ve hız, en önemli unsurlar. İnsan bedeni, artık muhteşem bir makine.

Bilgisayarın olmadığı dönemi yaşamış olanlarımız bile bu sürece alıştırıldık. Körfez Savaşı denilen Irak savaşının televizyondan verildiği, hortlak suratlı spikerlerin her saat karşımıza dikildiği doksanların başından beri gündelik hayatın hızı epey arttı.

Toplumun sürüklendiği akıntıyı hissetmişseniz, bu yılları yaşamışsanız, her yıl hayatın hızlandığını anlamışsınızdır. Enformasyon otobanı tek şeritli.

Fransız düşünür Paul Virilio, hız bilimi (dromoloji) ile ilgili çalışmalarında hız meselesini ele alıyor. Dromos, yarış veya koşmak anlamına geliyor. Dili kimilerine fazla akademik gelen Virilio’nun kapsamlı bir dizi görüşe sahip olduğunu söylemek gerekiyor:

“Optoelektronik ve elektroakustik dönemdeki hız, bir boşluk oluşturdu. Bu boşluk, artık mekânlar veya eşya arasındaki aralığa değil, birbirinden uzak görünümlerin eşzamanlı aktarımı arasındaki arayüze, hacmin ortadan kaybolduğu coğrafi ve geometrik hafızaya dayanıyor.”

Buna bugün “telekonferans dünyası” veya “internetli hayat” deniliyor. Orada varoluş, fiziksel uzamını ve zamanını yitiriyor. El sallamanın bile muhalif bir eylem olarak algılandığı bir dünya kuruluyor. Görüntülerin, kelimelerin ve imajların dünyası, bir nanosaniyede görünüp kayboluyor. Bir sihirbazlık gösterisi bu. Burası, Charles Manson’ın ifadesiyle, “korktuğunuz”, korkunun tahta kurulduğu bir yer. Evde otururken artık evde olmadığınız bir konum bu.

Ernest Hemingway Güneş de Doğar romanında gelecekten haber veriyor. Orada romanın kahramanı Jake Barnes, kendisiyle Güney Amerika’ya gelmesini isteyen Robert Cohn’a “hayır gelemem, tüm ülkeler sinema filmlerine benziyor” diyor.

Bu konuşma 1926’da gerçekleşiyor.

O günden beri çok şey değişti. Ama propagandanın ve sosyal kontrolün özü aynı kaldı. Deneyimin Politikası isimli çalışmasında R. D. Laing, “çok sayıda insanın davranışlarını kontrol etmek isteyen insanlar, başkalarının deneyimleri üzerine çalışma yürütüyor” diyor, “insanlar, belirli bir durumu aynı şekilde yaşamaları konusunda ikna edildikleri vakit, onlardan aynı davranışları sergilemeleri beklenebilir” diye ekliyor.

İnsanları, tıpkı soluduğumuz hava gibi internet ve dijital hayat denilen toplumsal inşanın da “eşyanın doğal düzeni”nin bir parçası olduğuna ikna ettiğimizde onları aldatmak mümkün oluyor. Üstelik onlara internetteki hayatın gerçek hayat olduğu, fiziksel varoluştan daha iyi ve daha gerçek olduğu söyleniyor.

Kanaatimce dijital devrim, birer şahıs olarak edindiğimiz deneyimleri yok etme konusunda epey yol katetti. Bu, bitmek bilmeyen, sihre yaslanan sırlı bir yolculuk. Şeytana kulluk eden bir büyücünün hokkabazlığı.

Bu tespitler abartılı mı? Olabilir. Dünya genelinde milyarlarca insanı büyüleyen büyücünün yapıp ettikleri başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Ne yani, beşeriyet bir anda zeki mi oldu? Yoksa delilerin sayısı mı arttı?

Kendime sorduğum şu soruyu size de sorayım: İnternet ve onunla bağlantılı cihazlar hayatınızı iyileştirdi mi kötüleştirdi mi? İnternetin küreselleşme sürecinde oynadığı rol, dünyayı daha iyi bir yer hâline mi getirdi?

Elbette ki her şey gibi internetin de artıları var, bunu kimse inkâr edemez. Ölümün olumlu yanı, size hayatta olduğunuzu anımsatmasıdır. Televizyon, onu açmak zorunda olmamanız gibi bir olumlu yöne sahiptir. İnternet konusunda da bir çırpıda yığınla şey sıralayabilirsiniz (ama aynı durum cep telefonu için geçerli değil, üzgünüm). İyi-kötü ölçütüne vurulduğunuzda siz ne yana düşüyorsunuz? Ben ne yandayım peki?

Bu açmaza düşüp düşmediğimize, çatışmalar yaşayıp yaşamadığımıza karar veremiyoruz.

İki akıl işliyor bende, daha doğrusu, iki yarım kafaya sahibim. Tuzağa düşmüş olan, mevcut duruma teslim olan üst kısım, “evet tuzağa düştüm, hayatım daha iyi” diyor.

Kafesteki aslanlara atılan et parçaları gibi her bir meselenin ayrıntısını bıkıp usanmadan tartışabilirim. Haftanın her bir günündeki her bir saatin hava durumuna bakabilirim, yanlış olabileceğini bilsem bile bunu yaparım. Hangi yoldan gideceğimi bilmek için bir yönlendiriciye ihtiyaç duymasam bile internetten gideceğim yola bakabilirim. Her meseleyi hızla araştırıp o meselenin uzmanıymış gibi ahkâm kesebilirim. Her dakika görünüp kaybolan çelişkilerle yüklü malumat yığınının duygularımı sakatlamasına izin verebilir, ama öte yandan kendimi daha fazla bilgili hissedebilirim.

Temelde hiçbir konusu olmayan boş lakırdıları sırf aramızda takas ediyoruz diye arkadaşlarımdan ve komşularımdan saygı görebilirim, üstelik onlarla bağımı kopartmamış olurum. Kendimi acayip normal biriymişim gibi hisseder, sevinçten taklalar atarım. Böylelikle aklı başında biri olduğumu düşünebilirim.

Kafamın alt kısmı ise olumsuz tarafa baktığında yavaş ve kolay olanı görüyor, içinde sevgi dolu düşlerin sebep olduğu serin esintileri hissediyor. İnternet konusunda dile getirilen şikâyetleri duymanıza gerek bile kalmıyor.

“Fasit Daire: Haberlerin Felsefesi Üzerine Tezler” isimli makalesinde Greg Jackson, internetteki haberlere bağımlı oluşumuz konusunda şunu söylüyor:

“Haberlerden yüz geri ettiğimizde bizi boğacak bir yalnızlıkla yüzleşeceğimiz hissine kapılıyoruz. Düşünmenin, bizi düşünen birilerinin olmayışının, o belirsizliğin yol açtığı yalnızlık, bizi boğuyor.

Bu, aslında hep orada olan ama bir yanılsamanın üzerini örttüğü bir yalnızlık. Bizim asıl özlediğimiz şeyse o yanılsamanın kendisi. […] Can sıkıntısının ve yalnızlığın şimdide çözüme kavuşmasını sağlayan o sesi duymak için her gün o kanala giriyoruz, orada Bin Bir Gece Masalları’nı anlatan Pers prensesi Şehrazad, bize hikâyenin devam ettiği ve hep devam edeceği konusunda güvence veriyor.”

Bu hikâyeyi dinlemekten vazgeçebilir miyiz geçemez miyiz, bilmiyorum.

Ben geçemiyorum.

Edward Curtin
17 Mayıs 2020
Kaynak