21 Mayıs 2020

,

Ehlikeyf


Akademi, uzun zamandan beridir düşmanın kalesi. Oraya kapak atmayı tek “devrimci” hedef belirleyen kişiler, kalenin nizamını korumakla yükümlüler. Kolektif, mücadele ve dava bağlamından çıkartılmış solcu argümanları standlarında sattıkları vakit solu güçlendirdiklerini düşünerek ömür tüketiyorlar. O argümanlar, o laflar, kolektife, mücadeleye ve davaya düşman olduğu için satılabiliyorlar. O kişiler, akademide o düşmanlıkları sayesinde koltuk bulabiliyor.

Artık daha fazla hazdan, keyiften, arzudan ve neşeden bahsediyorlar. Özellikle Fransız yazarların anlaşılmaz metinlerini anlaşılmaz Törkçelerine çeviriyorlar, iyice çorba ettikleri o kitapların içinden bedensel varlıklarına iyi gelen kelimeleri seçiyorlar. Tamamlanmış bir şeyi okşuyorlar, eksiği görmüyorlar, eksiğe örgütlenmiyorlar.

Dolayısıyla, her gün sosyal medyalarında o haz, keyif, arzu ve neşe cumhuriyetlerini ya da demokrasilerini korumak için türlü taklalar atıyorlar. Artık, artık-emek değil, artık-jouissance mühim. Her şeyi ancak birey ve nefs odağında görebiliyorlar.

Karşılarına çıkan her olayı, her gelişmeyi, lunaparkta küçük bir delikten fırlayan ördek kafalarına tokmakla vuran çocuklar gibi karşılıyorlar. O olayın, gelişmenin, emekle, sömürüyle, zulümle, sınıfsal çatışmayla, tarihsel dinamiklerle ilişkisini kuranlara “gerici” damgası vuruyorlar. Gericiliği sınır ve sınıfa dair her şeyle birlikte tanımlıyorlar. Burjuvazinin cennet âleminde, Tanrı katında şarap ve huri peşindeler.

Artık bu bireyler, “hastalandıklarında merkez komitelerine değil, doktora gidiyorlar.” Her biri bir merkez komitesi olduğu için, haz, keyif, arzu ve neşe cumhuriyetlerinde/demokrasilerinde sadece bireysel/bedensel varlıklarına değen şeylere madde olma izni veriyorlar. Bu hastalıklı hâl, doktorların bağlı olduğu bakanlığı ve devleti seviyor, merkez komitenin bağlı olduğu partiyi değil.

Yirmi beş yıldır bu bireyler, ortada bir merkez komite bırakmamak, örgütleri tasfiye etmek için uğraşıyorlar. Örgütler, belirli dönemlerin belirli sorumluluklarını üstlenmemek, yüklerden arınmak adına, bu kişilerin açtığı yola bakıyorlar, onlara paye veriyorlar, bu kişiler de kendilerini bir şey zannediyorlar. “Devrimci durum yok” diyorlar ki kimse sorumluluk almasın, “Devrimcilik tükendi” diyorlar ki kimse devrimci olmanın gerekliliğini yüklenmesin. Yola çıkacak her iradeyi tasfiye etmek, çelmelemek, onların asli görevi. Bireysel çıkarlarından, zevklerinden dünyaya doğru bir siyaset inşa ediyorlar, siyaseti kendilerinde boğuyorlar.

12 Temmuz 2006’da İsrail, Lübnan’a saldırıyor. Birçok insan Hatay’a kaçıyor. Bu olayın yaşandığı günlerde bir kafede sol örgüt üyesi gençler, tatillerini nerede yapacaklarını, daha doğrusu, kampı hangi Ege kasabasında örgütleyeceklerini tartışıyorlar. O gençlere, “Lübnan yangın yerine dönmüş. Örgütünüzün üyelerinin önemli kısmı Arap. Kampı neden Hatay’da, mesela Samandağ’da yapmıyorsunuz?” deniliyor, o gençlerse, “tatil sadece burjuvazinin hakkı değil” türünden cümlelerle tatil yapmak istediklerini, politik bir eylemlilik örgütlemek durumunda olmadıklarını söylüyorlar. Gezi’de Hatay-Adana hattı, başka bir isyanı örgütlüyor. 2006’da yerleşilmemiş toprak, o günlerde (2013’te) başka bir geleceğe uzanıyor. Bahsi edilen örgüt, Gezi’den hemen sonra, HDP’nin de açtığı ikbal kapıları üzerinden, haz siyasetine kurban gidiyor. Sonuçta bu örgüt, şeflerden birinin bin liraya deri çizme alması yüzünden dağılıyor. Diğer şef ise bugün İstanbul’da ve tek hedefinin bir yerlerden bir milyon lira temin etmek olduğunu söylüyor.

Maalesef, sol örgütler ehlikeyfler, “sefa pezevenkliği” üzerinden dağılıyor. Herkesin ilk aklına bar-kafe açıp keyif sürmek geliyor. “Sizin ezilen, yoksul, işçi gibi bir derdiniz yok” dediğimizde ise kızıyorlar.

Mao, bir yoldaşının ölümü üzerine yazdığı yazıda, bir Çinli yazarın sözünü aktarıyor ve şunu söylüyor:

“Halk için ölmek Tai Dağı’ndan ağırdır, ama faşistler için çalışıp sömürücüler, zalimler için ölmek, tüyden hafiftir.”

Bugün solcular, yüzlerinde sivilce çıksa doktora koşuyorlar. Dünyalık biriktiriyorlar. Ölümlerini ağırlaştırıyorlar. Böylece daha zor ölecekleri yanılsamasıyla kendilerini oyalıyorlar.

Engels, bugünkü solcuların, sosyalistlerin atalarını eleştiriyor, onların devrimden korktuklarını, toplumsal başkaldırı görevini proletaryaya vermekten kaçındıklarını, sosyalizmi burjuva liberalizminin en uç biçimi olarak kurguladıklarını, liberalleri sosyalizme ikna etmek istediklerini söylüyor.[2] Aynı çizgi, sömürgeciliği ve emperyalizmi savunuyor.[3] Emperyalizme sorun çıkartmasın diye sömürgeleri biraz kalkındırmayı öngörüyor.[4] Ataları da burjuvaziye sorun çıkartmasın diye işçileri örgütlemek istiyor. Bugün sosyalistler, tam da bu örgütlenme pratiğine hizmet ediyorlar.

Bu sebeple bugün kimse, sömürgecilikten, emperyalizmden ve bunların içteki karşılıklarından bahsetmiyor. Bu konulara eğilseler, kendilerini göreceklerini iyi biliyorlar. Hamurlarının hangi teknede karıldığının, teknenin kimin olduğunun bilincindeler.

O yüzden kimse, darbe söylentilerinin dolaştırıldığı, halkın sıkıntıda olduğu, ağır tedbirlerin alınacağı bir dönemde İzmir gibi bir yerde neden camilerden Çav Bella yayını yapıldığını sorgulamıyor. Herkes, bunu bir keyif, neşe, eğlence meselesiymiş gibi ele alıyor.

Kendisine özel ve mahrem zannettiği sosyal medyasında karşısına çıkan bu haberi, kişisel zevki, keyfi, hazzı ve neşesi üzerinden değerlendiriyorlar. Kimse, biraz geri çekilip olan bitene bakma gereği duymuyor. Teori, fikir, ideoloji, fazla soyut ve fazla işe yaramaz geliyor artık. Dolayısıyla, bugünün maddi gerçeğine bakılıyor, maddi putlara dua edilerek, bu melanetten kurtulacakları gün için, sosyal medya denilen mabetlerinde dua ediyorlar. Kabuğu sevmiyorlar sadece, özün değişmesini hiç istemiyorlar.

Mesela, dün CHP milletvekili patronu işçilerini işten atarken ses etmeyen, kendisine para vermediği vakit aslan kesilen, küfürler yağdıran, sonra susan “sosyalist-troçkist” zatın (Hakan Gülseven) bugün Suudi Arabistan parasını nasıl yiyebildiğini ve nasıl solun “hashtag önderi” olabildiğini, “stalinist-arnavutçu” ama “bir milletvekili olsam”cı bir başka isimle (Taylan Kulaçoğlu) nasıl yan yana gelebildiğini, kimlerin getirdiğini kimse sorgulamıyor.

Bu zat, utanmadan 1900 filminden bahsediyor. Film, bugün destek verdikleri solculuk modelinin halkın elinden silâhları çaldığı sahneyle son buluyor. Bunu kimse görmüyor.

AKP’nin yaptıklarının ve yapmadıklarının sınıfsal-politik, toplumsal-politik ve tarihsel-politik açıdan sorgulanması, bu sol için zûl. Gereksiz ve gerici. CHP merkezinde formüle edilen, devleti temize çeken, sömürüyü ve zulmü daimileştiren pratiklere “özne, fail ve aktör” olarak dâhil olmak, asıl önemli olan bu. Hepsi de 1900 filmindeki toprak ağasının züppe oğlu kıvamında. Marabayı acıyarak seviyor, o sevgiyle çarkları döndürüyor.

Yönetmen Bertolucci, filmde Freud ile Marx arasında uyum yakalamak istediğini söylemiş. Buradan da faşizmi belirli ölçüde, kişisel olan hazlar, eksikler, zaaflar temelinde analiz etmiş. Yazlığında anti-faşizm dersleri veren “gazeteci” (Hakan Gülseven), filmi tam da bu özelliği yüzünden beğeniyor. Bunun dışına asla bakamıyor. Mezcupluktan dem vuruyor. Giderek ideolojiyle bağlı oluşu delilik sayan liberallere sarılıyor.

Bugün bunlar, Kemalist cumhuriyetin nimetlerinden istifade etmenin kendisini sosyalizm diye pazarlama imkânını seviyorlar. 1900 filminin geçtiği dönemin CHP’lerini kimse sorgulama gereği duymuyor. Çünkü artık herkes, sadece kendi hazzının, keyfinin, arzusunun ve neşesinin emrini yerine getirmeyi biliyor. Cumhuriyete ve kurucularına her an şükranlarını sunuyor. Hazdan, keyiften, neşeden, arzudan anlamayan yoksul yabanilere küfrederek kendilerini tatmin ediyor. Salgın günlerinde önce camileri değil de AVM’leri açan bir devleti dincilikle eleştirip rahatlamaya çalışıyorlar. AVM’ci solcular, hazcılık gereği, hep daha fazlasını istiyorlar. Balkonlarında kurdukları cumhuriyetlerinde herkesin o haz, arzu, keyif ve neşe için parası olduğunu zannediyorlar. Olmayanları aşağıladıklarını iyi biliyorlar, aşağılayarak yüceleceklerini sanıyorlar.

Bugün camilerdeki ezan yayınına müdahale eden de o yayınları sosyal medyalarında beğenip kendilerinden geçenler de aynı devletin elemanı. Fatih Tezcan nereye bağlıysa, onun güya saldırıp popüler ettiği isimler de oraya bağlı. Hepsi de ezilenler, yoksullar, emekçiler içi bölünmeyi, devletle millet arasında yaşanacak yarılmaya tercih ediyor. Bu tercihi, hazzın, keyfin, arzunun ve neşenin yüceltildiği maddi gerçeklik zorunlu kılıyor.

Eren Balkır
21 Mayıs 2020

Dipnotlar:
[1] Mao Zedung, “Halka Hizmet Edin”, 8 Eylül 1944, İştiraki.

[2] Friedrich Engels, “Friedrich Adolph Sorge’ye Mektup”, 18 Ocak 1893, İştiraki.

[3] Jessica Whyte, “Fabiusçular ve İmparatorluk”, 16 Mayıs 2020, İştiraki.

[4] Alex Kumar, “Ahlakî Emperyalizm”, Mart 2019, İştiraki.

0 Yorum: