23 Mayıs 2020

, ,

İnternet Denilen Açmaz


Tuzak, yaklaşık yirmi beş yıl önce kuruldu ve peynirin kokusunu alan fareler, o tuzağa balıklama atladılar.

Burada kitlelerin bir ihtiyacı olarak takdim edilen bilgisayardan ve internetten bahsediyorum. Benim bu tuzağa düşüşüm biraz yavaş oldu, ona üniversitede ders vermeye başladığım 2007 yılında, “mecburen” düştüm.

O günden beri “enformasyon otobanında kasis oluşturmalıyız” cümlesini şiar edinmiş olan Kurşunkalem Kulübü’nün üyesiyim. Kulübün dünya genelinde yirmi üç buçuk üyesi var. İstemeye istemeye, ağır hareketlerle peynire uzandım. Kafamın yarısı içinde tuzağın, yarısı dışında.

Bugün sadece dışarıda kalan kısım düşünmeye devam ediyor.

Neden sezgilerime göre hareket etmediğimi yarım kafayla düşündükten sonra tuzağa düştüğümüz için üzülüyor, “belki bir gün tuzaktan kurtuluruz” diye hayallere kapılıyoruz. Bu tuzağa düşmüşlük hissi hiç hoşuma gitmiyor. Bu arada peynirin Amerika’da üretildiğini ve gerçek peynir olmadığını da hatırlatalım.

1960’ta sosyolog C. Wright Mills, insanların özümseyip anlamlandırması gereken çok fazla malumat olduğunu, dolayısıyla anlaşılır özetlerin sunulması gerektiğini söylüyor. Bu noktada 1854’te şunu söyleyen Thoreau’nun görüşünü aktarıyor:

“İlkeye vakıf iseniz çok sayıda durum ve uygulamanın varlığı sizi neden ilgilendirsin ki?”

Mills’e göre insanların kendisinin “sosyolojik hayal gücü” dediği şeyi geliştirmeleri gerekiyor. Bu tür bir hayal gücü, insanların haberleri sadeleştirip özetini çıkartmalarını, tarihsel ve yapısal bağlamlar dâhilinde kişisel ve toplumsal meseleleri birbirleriyle ilişkilendirmelerini mümkün kılıyor.

Gazetelerin, matbu dergilerin, kitapların ve sınırlı TV kanallarının varolduğu o dünya, çoktan geride kaldı. Çok fazla malumatın bulunduğunu düşününce insanın gülesi geliyor, çünkü bugün dijital devrim, hepimizi verilerin, malumat yığınının, “son dakika haberleri”nin içine gömdü. Üstelik bunlar, çelişkilerle dolu ve bağlamdan yoksun.

İnternet insanları deli etti, fiziken veya sanalda ne tür bir dünyada olduğunu bilmeyen şizoid veya bölünmüş kişilikler üretti. Bugün sosyal şizofreni döneminde yaşıyoruz. Ayrıca virüs sebebiyle evlere kapatıldığımız bu dönemde internete bağlı hayat, herkesin ihtiyaç duyduğu gelecek olarak takdim edilip yüceltiliyor.

İnsanlar, tüm malumatın kafa karıştırıcı olduğunu düşününce düşünmeyi bırakıyor, sonuçta da her şeyi mantığa aykırı bir biçimde yapıyor. Bundan başkası da mümkün değil zaten. Bugün birçok insan, internette kendisine net bir yol önerilmesini bekliyor, bir yandan da Google’a bakıp yol bulmaya çalışıyor. Oysa çok beklerler o yolun gösterilmesini.

İnternete girmek de girmemek de kahrediyor bizi. Dolayısıyla internet, içinden çıkılması mümkün olmayan bir açmaz. Her türden habere, yazıya ve malumata internet üzerinden ulaşabiliyoruz. Matbu gazeteler dönemi sona ermek üzere.

Kurgu ve gerçekle ilgili başka kaynaklar silindi. İnternet, muazzam bir içerik zenginliğine ulaştı ve bu içerik giderek daha fazla sansürleniyor. Açık internet rüyası kâbusa dönüşüyor.

İnternet, ABD ordusu, istihbarat ve Silikon Vadisi’nin oluşturduğu ağ tarafından sosyal kontrol, propaganda ve casusluk pratiği olarak oluşturulup geliştirildi. Bu ağı ve niyetlerini idrak ettiğiniz vakit, internetin ve onunla bütünleşmiş tüm dijital dünyanın sizi deli etmek için tasarlanmış distopik bir aygıt olduğunu anlarsınız. Her dakika kafa karışıklığı derinleşiyor, çelişkili bir yığın malumat zihinlere sokuluyor. Dünyayı propaganda ve dezenformasyon seli basıyor. Başınızın ağrımasını istiyorsanız, size propaganda yapılmasına, fiziksel dünyada elde ettiğiniz gerçek insanî deneyimin yok edilmesine izin verin.

Bir yandan sizi pasifleştiriyorlar, bir yandan kulağınıza bundan kaçışın mümkün olmadığını fısıldıyorlar, bir yandan da bağımlı hâle gelmenizi sağlamak için hakikate dair kimi kırıntılara sahip olmanıza izin veriyorlar.

Bu, tam bir açmaz. 1964’te Jacques Ellul’ın hayatın her bir çehresinde tekniğin hâkim hâle geldiği “teknolojik toplum” dediği şey bu olsa gerek. Teknikse verimliliğe vurgu yapan bir düşünce tarzı, önceden belirlenmiş bir amaç için gerekli standardize edilmiş araçlar ve düzen üzerinde duran bir düşünme biçimi. Akla ve plana dayalı olan teknik, sadece sonuçlara odaklı. Bu düşünme tarzı, toplumun ruhuyla alakalı yapılara nüfuz etti, kendiliğindenliği ve düşünce ürünü olmayan eylemi çöpe attı.

Makineler, teknik düşüncenin ürünü. Bugün bilgisayar, internet ve yapay zekâ, bu düşünce tarzının ideal tezahürleri. Bunlar sebep değil sonuç.

Bu hâliyle dijital teknoloji, makinelerin hayal kurduğuna inanacak kıvama getirilmiş sıradan insanları yaratan teknikçi zihin yapısının ihtiyaçlarını karşılıyor. Verimlilik, sonuçlar, pratiklik ve hız, en önemli unsurlar. İnsan bedeni, artık muhteşem bir makine.

Bilgisayarın olmadığı dönemi yaşamış olanlarımız bile bu sürece alıştırıldık. Körfez Savaşı denilen Irak savaşının televizyondan verildiği, hortlak suratlı spikerlerin her saat karşımıza dikildiği doksanların başından beri gündelik hayatın hızı epey arttı.

Toplumun sürüklendiği akıntıyı hissetmişseniz, bu yılları yaşamışsanız, her yıl hayatın hızlandığını anlamışsınızdır. Enformasyon otobanı tek şeritli.

Fransız düşünür Paul Virilio, hız bilimi (dromoloji) ile ilgili çalışmalarında hız meselesini ele alıyor. Dromos, yarış veya koşmak anlamına geliyor. Dili kimilerine fazla akademik gelen Virilio’nun kapsamlı bir dizi görüşe sahip olduğunu söylemek gerekiyor:

“Optoelektronik ve elektroakustik dönemdeki hız, bir boşluk oluşturdu. Bu boşluk, artık mekânlar veya eşya arasındaki aralığa değil, birbirinden uzak görünümlerin eşzamanlı aktarımı arasındaki arayüze, hacmin ortadan kaybolduğu coğrafi ve geometrik hafızaya dayanıyor.”

Buna bugün “telekonferans dünyası” veya “internetli hayat” deniliyor. Orada varoluş, fiziksel uzamını ve zamanını yitiriyor. El sallamanın bile muhalif bir eylem olarak algılandığı bir dünya kuruluyor. Görüntülerin, kelimelerin ve imajların dünyası, bir nanosaniyede görünüp kayboluyor. Bir sihirbazlık gösterisi bu. Burası, Charles Manson’ın ifadesiyle, “korktuğunuz”, korkunun tahta kurulduğu bir yer. Evde otururken artık evde olmadığınız bir konum bu.

Ernest Hemingway Güneş de Doğar romanında gelecekten haber veriyor. Orada romanın kahramanı Jake Barnes, kendisiyle Güney Amerika’ya gelmesini isteyen Robert Cohn’a “hayır gelemem, tüm ülkeler sinema filmlerine benziyor” diyor.

Bu konuşma 1926’da gerçekleşiyor.

O günden beri çok şey değişti. Ama propagandanın ve sosyal kontrolün özü aynı kaldı. Deneyimin Politikası isimli çalışmasında R. D. Laing, “çok sayıda insanın davranışlarını kontrol etmek isteyen insanlar, başkalarının deneyimleri üzerine çalışma yürütüyor” diyor, “insanlar, belirli bir durumu aynı şekilde yaşamaları konusunda ikna edildikleri vakit, onlardan aynı davranışları sergilemeleri beklenebilir” diye ekliyor.

İnsanları, tıpkı soluduğumuz hava gibi internet ve dijital hayat denilen toplumsal inşanın da “eşyanın doğal düzeni”nin bir parçası olduğuna ikna ettiğimizde onları aldatmak mümkün oluyor. Üstelik onlara internetteki hayatın gerçek hayat olduğu, fiziksel varoluştan daha iyi ve daha gerçek olduğu söyleniyor.

Kanaatimce dijital devrim, birer şahıs olarak edindiğimiz deneyimleri yok etme konusunda epey yol katetti. Bu, bitmek bilmeyen, sihre yaslanan sırlı bir yolculuk. Şeytana kulluk eden bir büyücünün hokkabazlığı.

Bu tespitler abartılı mı? Olabilir. Dünya genelinde milyarlarca insanı büyüleyen büyücünün yapıp ettikleri başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Ne yani, beşeriyet bir anda zeki mi oldu? Yoksa delilerin sayısı mı arttı?

Kendime sorduğum şu soruyu size de sorayım: İnternet ve onunla bağlantılı cihazlar hayatınızı iyileştirdi mi kötüleştirdi mi? İnternetin küreselleşme sürecinde oynadığı rol, dünyayı daha iyi bir yer hâline mi getirdi?

Elbette ki her şey gibi internetin de artıları var, bunu kimse inkâr edemez. Ölümün olumlu yanı, size hayatta olduğunuzu anımsatmasıdır. Televizyon, onu açmak zorunda olmamanız gibi bir olumlu yöne sahiptir. İnternet konusunda da bir çırpıda yığınla şey sıralayabilirsiniz (ama aynı durum cep telefonu için geçerli değil, üzgünüm). İyi-kötü ölçütüne vurulduğunuzda siz ne yana düşüyorsunuz? Ben ne yandayım peki?

Bu açmaza düşüp düşmediğimize, çatışmalar yaşayıp yaşamadığımıza karar veremiyoruz.

İki akıl işliyor bende, daha doğrusu, iki yarım kafaya sahibim. Tuzağa düşmüş olan, mevcut duruma teslim olan üst kısım, “evet tuzağa düştüm, hayatım daha iyi” diyor.

Kafesteki aslanlara atılan et parçaları gibi her bir meselenin ayrıntısını bıkıp usanmadan tartışabilirim. Haftanın her bir günündeki her bir saatin hava durumuna bakabilirim, yanlış olabileceğini bilsem bile bunu yaparım. Hangi yoldan gideceğimi bilmek için bir yönlendiriciye ihtiyaç duymasam bile internetten gideceğim yola bakabilirim. Her meseleyi hızla araştırıp o meselenin uzmanıymış gibi ahkâm kesebilirim. Her dakika görünüp kaybolan çelişkilerle yüklü malumat yığınının duygularımı sakatlamasına izin verebilir, ama öte yandan kendimi daha fazla bilgili hissedebilirim.

Temelde hiçbir konusu olmayan boş lakırdıları sırf aramızda takas ediyoruz diye arkadaşlarımdan ve komşularımdan saygı görebilirim, üstelik onlarla bağımı kopartmamış olurum. Kendimi acayip normal biriymişim gibi hisseder, sevinçten taklalar atarım. Böylelikle aklı başında biri olduğumu düşünebilirim.

Kafamın alt kısmı ise olumsuz tarafa baktığında yavaş ve kolay olanı görüyor, içinde sevgi dolu düşlerin sebep olduğu serin esintileri hissediyor. İnternet konusunda dile getirilen şikâyetleri duymanıza gerek bile kalmıyor.

“Fasit Daire: Haberlerin Felsefesi Üzerine Tezler” isimli makalesinde Greg Jackson, internetteki haberlere bağımlı oluşumuz konusunda şunu söylüyor:

“Haberlerden yüz geri ettiğimizde bizi boğacak bir yalnızlıkla yüzleşeceğimiz hissine kapılıyoruz. Düşünmenin, bizi düşünen birilerinin olmayışının, o belirsizliğin yol açtığı yalnızlık, bizi boğuyor.

Bu, aslında hep orada olan ama bir yanılsamanın üzerini örttüğü bir yalnızlık. Bizim asıl özlediğimiz şeyse o yanılsamanın kendisi. […] Can sıkıntısının ve yalnızlığın şimdide çözüme kavuşmasını sağlayan o sesi duymak için her gün o kanala giriyoruz, orada Bin Bir Gece Masalları’nı anlatan Pers prensesi Şehrazad, bize hikâyenin devam ettiği ve hep devam edeceği konusunda güvence veriyor.”

Bu hikâyeyi dinlemekten vazgeçebilir miyiz geçemez miyiz, bilmiyorum.

Ben geçemiyorum.

Edward Curtin
17 Mayıs 2020
Kaynak

0 Yorum: