Terörle
mücadele döneminde geliştirilen ifratçılık ve radikalleşme analizlerinin
merkezinde duran düşünce tarzını anlamak için Soğuk Savaş döneminin
antitotalitarizminin ana hatlarına bakmak gerekir. Tıpkı bugün ifratçılığı
analiz eden liberal isimler gibi o dönemin totalitarizmi eleştiren liberal
teorisyenler de Batı’nın temelde iyilik yanlısı olan kültür sahasına dışarıdan
sızan ideolojik unsurları politik birer tehdit olarak görmekte, şiddet üreten
politik çatışmalardaki paylarını kabule yanaşmamaktadırlar. Bu kişilere göre
ideolojiler, şiddet yanlısı politika tarzına doğal olarak yol açan bağnazlara
has bir zihin yapısını üreten ve takipçi edinen yabancı fikirler kümesinden
ibarettir.
Soğuk
Savaş süresince ideolojinin şiddeti, hayatın her yönünü kontrol etme arzusu ile
ilgili bir unsur olarak görülmüş, bu şiddetin komünizmin ve faşizmin ortak yönü
olduğu üzerinde durulmuştur. Bu yaklaşıma göre ideolojik muhakemenin temelinde,
devletin politik baskısı yatar ve bu muhakeme, Batı toplumlarını karşıya atar. Batı
toplumlarında ise Locke’çu liberalizm, temel özgürlükleri koruyan ideolojisi
sonrası yönetim biçimlerine ilham veren kaynak olarak ele alınmıştır.
Amerika’da
dillendirilen liberal demokrat kapitalizm, kendisini sağ ve sol denilen iki uç
arasına yerleştirir ve sol ile sağı ideolojik planda yönlendiren ana unsurun totaliter
yönetime bağlılık olduğunu düşünür.
Esasen
ilkin Devrim öncesinde Fransa’da üst ve alt sınıflardaki ahlâkî yozlaşmaya
karşı orta sınıfın dillendirdiği “Les
extremes se touchent” (“Müfritler bir araya geliyor”) tespiti, Soğuk
Savaş’a hâkim olan söylemin asli formülü hâline geldi. Bu yaklaşıma göre
politik spektrum, düz bir çizgi değil spiral şeklindedir, dolayısıyla komünizm
liberalizmden çok Nazizme yakın düşer.
The Vital Center [“Hayatî
Merkez”] isimli çalışmasında Arthur Schlesinger’ın tespit ettiği biçimiyle:
“Bireyin bütünlüğü,
günümüz liberalizminin kendine has deneyimi ve temel inancıdır ve bu anlayışa
hem aşırı sol hem de aşırı sağ saldıracaktır. […] Totaliter sol ve totaliter
sağ, zorbalığın ve terörün karanlık odalarında bir araya geliyor.”[1]
Bu
temelde İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizme karşı açığa çıkan enerji, Soğuk Savaş
esnasında komünizmle mücadelede devreye sokuldu, eski müttefik Sovyetler, bu
sefer Nazi Almanyası kadar tehlikeli bir düşman olarak damgalandı.
“Antitotalitarizm”
denilen formül, toplumsal ve politik özgürlüklerin az çok mevcut olduğu
sistemler arasında farklar üzerinde durur. Politik kontrol uygulamaları ve
ideoloji arasında çekilen çizgi, fazla düzgün ve kullanışlıdır. Dolayısıyla
politik açıdan en fazla hoşgörülü olan toplumların ideolojik dürtülerden azade
olduklarını düşünmek hatalı olacaktır.
Post-ideoloji
iddiasından, ideolojilerin aşıldığını söyleyen fikirden daha ideolojik bir şey
yoktur. Terry Eagleton’ın da ifade ettiği biçimiyle Soğuk Savaş döneminde
ideoloji kavramı, birbiriyle tutarsız şekillerde kullanılmıştır. Bu dönemde
ideoloji, hem dünyayı tutkulu, söylem temelli, bağnazca, dine benzer bir
yaklaşım üzerinden görmeyi hem de bir biçimde kansız uygulanacak bir plan
uyarınca toplumu yeniden inşa etmeye niyetlenen şematik, tüm soğukluğuyla akla
ve fikre dayalı bir sistemi ifade etmektedir.[2]
Batı’da
geliştirilen politik hoşgörüye dair sloganlar, liberal devletlerin etrafına bir
masumiyet halesi örmüş, Sovyet totalitarizmi denilen kötülüğü mağlup etmek
adına, bu devletlerin ideolojik pratikleri incelenmesin diye bunları bir zırhla
kuşatmıştır. Sonuçta belirli toplumların politik baskı sistemlerine sahip
olmasının temel sebebi, iktidarda olan partinin fikirleri değil, o toplumlarda
hâkim olan maddi koşullardır. Bu anlamda Avrupa’da totaliterizm esasen,
yirminci yüzyıl boyunca kıtada yaşanan, kitlelerin dâhil olduğu yeni savaş
biçimlerinden ayrı düşünülemez.[3]
Soğuk
Savaş döneminde totalitarizmi en iyi analiz eden liberal isimlerden biri de felsefeci
Hannah Arendt’tir. Totalitarizmin Kökenleri
isimli üç ciltlik eseri, iki temel argüman üzerine inşa edilmiştir. 1943-1946
arası dönemde kaleme alınan birinci ve ikinci ciltte Nazilerin elindeki
“bütünsel” devleti var eden koşulların Avrupa sömürgeciliğinde, antisemitizmde
ve ABD’nin güneyindeki toprak sahiplerinde görülen ırkçılıkta aranması
gerektiğini söyler.
Kitabın
üçüncü cildi, 1951’de tüm çalışma yayımlanmazdan yıllar önce yazılır. Bu
dönemde Soğuk Savaş yeni başlamış, Arendt gözlerini Nazizmden Sovyetler
Birliği’ne çevirmiştir. Bu noktada analizin ilerlediği hat da değişir.
Corey
Robin’in 1949 yılında yazdığı kadarıyla, Arendt’in yazılarında “ırkçılık
Marksizmle, Auschwitz Gulag’la birleşirken, faşizm de yerini komünizme bırakır.”[4]
Artık totalitarizm, terörü örgütlenme konusunda başvurduğu temel ilke hâline
getirmiş, muktedir ideolojinin mantığına uygun biçimde gerçekliği tekrardan
kurmaya çalışan yeni bir yönetim biçimi olarak görülmüştür.
Buna
göre totalitarizmin amacı, tarihin doğal yasalarını hızlandırmak, bu noktada
insanları ideolojinin açığa çıkarttığı güçler için gerekli birer hammaddeye
dönüştürmektir. Bütünsel devlet, sonuçta ancak belirli bir anlama ve fikre
yaslanan kamusal hayata zerre alan açmayan bir “kitle toplumu”nda mümkündür.
Böylesi bir toplumda birey, partiye teslim olur ve büyük ideolojik davaların
peşinde sürükleyip durur.
Nazi
Almanyası’nda ve Sovyetler Birliği’nde iktidara işte bu davalar gelmiştir. Oysa
bunlar, tüm modern toplumlarda insanlığın karşı karşıya kaldığı en önemli
tehdittir. Arendt, kitabın ilk iki cildinden farklı olarak üçüncü ciltte
totaliter idareyi Batı’nın ırkçılık ve emperyalizm tarihi bağlamına oturtmak
yerine totalitarizmi “doğu despotizmi” ile ilişkilendirir. Arendt’e göre doğu
despotizmi, her daim kişinin kitle içerisinde kendisini fuzuli hissetmesi ile
bağlantılı bir meseledir. Uzun zamandır Çin’de ve Hindistan’da varlığını
muhafaza etmiş olan bu hissiyat, sanayi döneminde görülen atomizasyon, sınıf
atlama imkânlarının ortadan kalkması ve yalnız bireyler kitlesinin genişlemesi
ile birlikte, modern Avrupa’ya da taşınmıştır.[5]
Bu
yaklaşım dâhilinde Arendt, toplama kamplarını Batı tarihinin dışına atar ve
onları yabancı bir politika tarzının Avrupa’daki politikayı yozlaştırmasının
bir sonucu olarak değerlendirir, buradan da Yahudi Soykırımı’nın Batı
modernitesinin kendi mantığının ulaştığı bir nokta değil de dışarıdan tahrip
edilmesiyle meydana gelen bir olay olduğunu söyleyen görüşü benimser.[6]
Arendt,
yabancı güçlerin yol açtığı yozlaşma süreci ile ilgili değerlendirmesi, Joseph
Conrad’ın Karanlığın Kalbi isimli
eserini temel alır. Bu çalışmaya göre sömürge halktaki “yabanilik”le yüzleşen
Avrupalı sömürgeciler “yabanileşmiş”, böylelikle Avrupa’daki ayaktakımının
başına geçecek totaliter liderler için gerekli zemini örmüşlerdir.[7]
Dolayısıyla esasen Avrupa’daki yabaniliğin kökeni, bu sömürgecilerin kültürüdür.
Sonuçta Batı medeniyeti, başkalarının barbarlığı ile yozlaştırılmış ama kendine
has bir barbarlık üretmemiştir. İkinci Dünya Savaşı deneyimi, Arendt’i yüzyılın
en önemli ırkçılık analizlerinden birini kaleme almasına sebep olmuştur. Ama
Soğuk Savaş deneyimi onu karşı tarafa savurup atmıştır.
Öte
yandan Arendt, yirminci yüzyılın ortalarında görülen totalitarizmin kimi
özelliklerinin demokrasilerce benimsenebileceğinin farkında olan bir isimdir.
Onun geliştirdiği, Avrupa sömürgeciliği ve bu pratiğin faaliyet alanının
genişlemesi ile ilgili analiz, emperyalist şiddetin bir bumerang gibi çevreden
merkeze dönebileceğine dair güçlü bir delil gibidir. Kitabının üçüncü cildiyle
Arendt, hem o dönemin okurlarına hem de bugünün terörle mücadele
propagandacılarına emperyalizmle alakalı meselelerden uzak durmak için gerekli
bahaneyi sunar. Buna göre politik şiddet, her daim yabancı ideolojilerin doğal
olarak ürettikleri bir üründür.
Sonrasında
Obama’nın özel asistanı olacak olan, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeliği de yapan
Samantha Power 2004 yılında New York Kitap
Eleştirisi dergisi için yazdığı yazıda Arendt’in Totalitarizmin Kökenleri kitabının “militan İslam”ı izah etme
noktasında bir model olarak iş gördüğünü söyler. Yazara göre Arendt’teki akıl, bugünün karanlığına ışık tutmaktadır. Sonuçta “El-Kaide, Hamas veya İslamî
Cihad’ı örten o gizemli peçe bir kez yırtılırsa Arendt’in totaliter hareketlerde
gördüğü vasıfların bir kısmı herkesçe görülecektir.”
Tabii
bu noktada Arendt’in ikinci ciltte yaptığı emperyalizm değerlendirmesi
görmezden gelinir. Obama’nın danışmanı yazısında Arendt’in “emperyalist güçler
kendi ülkelerinde ırkçılık üretirler” argümanına şöyle bir değinir ama bu
görüşü Amerika’ya tatbik etmez.[8]
Soğuk
Savaş döneminin totalitarizm teorisyenlerinde genel eğilim şu yöndedir: bu
isimler, maddi şartları görmezden gelirler, özel politik bağlamları dikkate
almazlar, politik baskıların “ideolojik ilk günah”tan kaynaklandığını söyleyip
dururlar.[9]
Karl
Popper’nın İkinci Dünya Savaşı esnasında kaleme aldığı iki ciltlik çalışması Açık Toplum ve Düşmanları, Soğuk Savaş
döneminde gördüğümüz totalitarizm karşıtlığının en önemli metinlerinden
biridir. Bu kitabında Popper, yukarıda bahsini ettiğimiz yaklaşımı geniş bir
ölçek dâhilinde tatbik eder ve totalitarizmin fikrî bir hatadan kaynaklandığını
ileri sürer.
Bu
hata ise “tarihin yasalarının yol açtığı kaçınılmaz süreç uyarınca iktidar, seçilmiş
insanlara devredilmelidir” anlayışı ile ilgilidir. Marksizmde proletarya
dünyayı miras alacak seçilmiş halk iken faşizmde aynı rolü ırk oynar.
“Her iki teori de tarih
temelli öngörülerini tarihin belirli bir yorumuna, tarihin gelişim yasasının
gelişimini açığa çıkartan bir yoruma dayandırırlar.”[10]
Popper
için asıl önemli olan, faşizmin ve Marksizmin aynı temel şablona dayanmasıdır. Bu
şablonun topluma nüfuz etmesine izin verilirse o, şiddete ve hoşgörüsüzlüğe yol
açacaktır.
Bu
düşüncenin kaynağı ise Platon’dur. Modern biçimini ise Hegel ile birlikte
almıştır. Hegel “ciddiye alınmaması gereken bir isimdir”, üstelik iki dünya
savaşına katkı sunan kişilerden biridir.”[11]
Popper’ya
göre Alman İdealizmi, Kant’tan sonra yanlış yola sapmıştır. Dolayısıyla o
sapmadan neşet eden tüm kıta felsefesi, şüphelidir.
Sonuçta
açık toplum, “tarihselci” ideolojilerin yol açtığı tehdide karşı kendisini
korumalıdır. Çünkü bu ideolojiler, tarihi gelişimin değiştirilmesi mümkün
olmayan kanunları olarak görmektedir. Bu anlamda farklı dünya görüşlerinin
çoğulluğuna işaret edilmeli, hepsine hoşgörüyle yaklaşılmalı, ama çelişkili bir
tutumla, tarihselci dünya görüşünün topluma hâkim olmasına mani olunmalıdır.
Popper,
bu çelişkiyi çözmek için tuhaf bir mecaza başvurur. Buna göre “projektörümüzü,
olağan tarih yorumumuzu, geçmişe çevirmeli, buradan elde edilen düşünceyle
bugünü aydınlatmalıdır.” Ama “kendine has bir ideoloji olarak tarihselciliği
kendimize tuttuğumuz, o ışığıyla etrafımızdaki şeyleri görmemizi
imkânsızlaştıran projektörle kıyaslamak mümkündür.”[12]
Popper,
sık sık aktardığı bir dipnotta şunu söylüyor:
“Dolayısıyla biz, bu
noktada hoşgörü adına hoşgörüsüzü hoşgörmeme hakkından söz etmemiz gerekiyor.
Biz, hoşgörüsüzlük vaaz eden her türden hareketin hukuk dışı olduğunu
söylemeliyiz.”[13]
Popper’nın
aklında Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin Nazizmin yükselişine mani olmadığı
gerçeği var. Popper, bu bağlamda aslında liberal toplumların ideolojik
düşmanlara müsamaha gösterme hatasını yinelememesini istiyor. Ama öte yandan da
Avrupa’da faşizmin iktidara yürüdüğü yolu komünizme karşı güçlü bir muhalefet
inşa etme isteğinin açtığı gerçeğini görmezden geliyor. İtalya ve Almanya’da
muktedir elitler arasında yer alan birçok liberal, bu süreçte faşizmi
Bolşevizme karşı konumlandırılacak, onu dengeleyecek bir güç olarak gördü.
Popper’nın
bilimsel keşifle ilgili çalışmasında başvurduğu modelin merkezinde kanunlardaki
istisnalar duruyor. Evrensel bir kanuna istisna teşkil eden empirik bir kural
tespit edildiği durumda bu, söz konusu kanunun yanlış olduğunu iddia etmeye
yetiyor. Gerçek bilim, metafizikten bu yanlışlama ihtimali üzerinden
ayrıştırılıyor.
Politik
çalışmasında ise Popper, gene kanunların istisnası üzerinde duruyor. Bu istisna
ise ideolojik düşmana karşı gerçekleştirilen savunma adına çoğulculuk
kurallarının askıya alınması olarak çıkıyor karşımıza. Ama söz konusu istisna, çalışmasında
teorik değerlendirme için bir başlangıç noktası değil, basit bir dipnot olarak
yer buluyor.
Diğer
Soğuk Savaş teorisyenleri gibi Popper da şu tespiti yapıyor: liberal toplumlar,
totaliter ideolojilerdeki hoşgörüsüzlüğe karşı kendilerini savunmak
istiyorlarsa kendi hoşgörü kurallarını çiğnemeleri gerekeceğini bilmelidir. Ama
o günlerde Giorgio Agamben’in “istisna hâli” dediği, olağanüstü hâlin
kalıcılaşacağını ve normalleşeceğini söyleyen yönetim paradigması henüz
keşfedilmemişti.[14]
Popper’da
totalitarizm karşıtı mücadele, kendi düşüncesine yabancı olan totaliter yönetim biçimlerine destek verebilmelidir. Soğuk Savaş ve terörle
mücadele dönemlerinin liberalleri, ne vakit özgürlükleri askıya alan tedbirleri
meşrulaştırmak isteseler Popper’nın hoşgörüyle ilgili dipnotunu alıntılıyorlar,
böylelikle politik baskı, arka kapıdan, kimseye kendisini hissettirmeksizin
açık topluma sızıyor.
Kendisini
terörle mücadele döneminde de çeşitli şekillerde yineleyen Soğuk Savaş
liberalizmi, özgürlükçü siyasetle ilgili en ümit verici fırsatların savaşın
sınırları dışındaki mekânlarda açığa çıktığı gerçeğini örtbas etti. Bu
liberalizm, Moskova-Washington arasında bir konum almak yerine bu hattı aşmaya
çalışan hareketlerin üzerini örttü.
McCarthy
döneminde hazırlanan kara listeler herkesin bildiği bir gerçekse de Soğuk Savaş
döneminin başlarında karşımıza çıkan anti-komünizm, ABD’deki insan hakları hareketine
ciddi zararlar verdi, ırk ayrımının kaldırılması ve toplumsal eşitlik
mücadelelerinin geniş bağlamı dâhilinde seçme-seçilme hakkı verilmesi gibi
meselelerden uzak durmaları, ayrıca uluslararası planda sömürgecilik karşıtı
mücadele vermeleri konusunda hareketin liderlerine baskı uyguladı. Bu
meselelerde uyumlu bir tavır sergilemeyen kişiler marjinalleştirildi.
1948’e
W. E. B. Du Bois, ABD hükümetinin Sovyetler karşıtı propagandasıyla çelişen
Afro-Amerikanların insanî hakları için Birleşmiş Milletler’e dilekçeyle başvuru
yaptığı gerekçesiyle Ulusal Siyahların İlerlemesi Derneği’nden atıldı
(başvurulan bu strateji, Malcolm X’in aynı yaklaşımı savunduğu altmışların
başına dek uygulanma imkânı bulamadı).[15] Aynı anti-komünist mercekle
bakıldığında Üçüncü Dünya’daki milliyetçi hareketler de Soğuk Savaş’ın satranç
tahtasında milletinin kendi kaderini tayin etmek için mücadele eden güçler
değil de birer komünist piyon olarak görülmeye başlandı.[16]
Ülke
içerisinde liberal hoşgörü üzerine kurulu tedbirlere, Üçüncü Dünya’nın ulusal
bağımsızlık hareketlerine yönelik, şiddet yüklü baskılar eşlik etti. Bu
baskılar, İran (1953), Irak (1963) ve Endonezya’da (1965) CIA’in organize
ettiği kanlı darbeler ya da Vietnam’da görüldüğü üzere büyük çaplı askerî
şiddet biçimini aldı. Totalitarizm karşıtlığı söylemi, liberal Amerika’nın
kendi içinde elde ettiği başarıların ABD’nin öncülük ettiği kapitalizmin
uluslararası arterlerini güvence altına almak için devlet terörüne başvuran,
özgürlük karşıtı dış siyasetine bağlı olduğu gerçeğinin üzerini örttü.
Yönetme
pratikleri, Moskova’daki totalitarizme benzeyip benzemediğine bakılmaksızın,
ABD’nin öncülük ettiği komünizmle mücadeleye katılan, Güney Kore’deki askeri
rejime, Şili’deki General Pinochet’ye veya İspanya ile Portekiz’deki faşist
hükümetlere destek verildi. Bu ülkeler için “totaliter” tabiri kullanılmadı, bu
yönetimler sadece “otoriter” olarak adlandırıldılar, dolayısıyla Soğuk Savaş
döneminde birer düşman olarak görülmediler.
Altmışların
sonunda komünist partiyi aşan güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunduğu
İtalya’da solun nüfuzunu kırmak için NATO destekli hükümetler kuruldu. Terörle
mücadele faaliyetleri içine giren bu hükümetler, demokrasiyi istikrarsızlaştırmak
adına kendi sağcı terör güçlerine destek verdiler.
İtalya’da kendisini solla sağ (iki karşıt aşırı
uç) arasında tarafsız bir arabulucu olarak konumlandıran devlet, bu sayede işçi
sınıfındaki devrimciliği şiddet kullanarak ezen elini gizlemeyi bildi. O
günlerde solcu ve radikal bir isim olan Gianfranco Sanguinetti şu tespiti
yapmaktaydı: “Terörist canavara karşı gerçekleştirilen kutsal müdafaa adına
devlet, yurttaşlarından az miktardaki özgürlüğünden bir parça ister ve
böylelikle tüm halk üzerinde tesis edilen polis kontrolünü takviye eder.” Bu “gerilim
stratejisi” dâhilinde, totaliter ifratçılar karşısında kamu düzenini sağlama
denilen o “kutsal görev” karşısında diğer tüm politik meseleler halı altına
süpürüldü.[17]
Arun Kundnani
[Kaynak: The Muslim are Coming!: Islamophobia, Extremism, and the Domestic War
on Terror, Verso, 2014.]
Dipnotlar
[1]
Arthur M. Schlesinger Jr., The Vital
Center: The Politics of Freedom, Boston: Houghton Mifflin, 1962, s. xxiii–xxiv.
[2]
Terry Eagleton, Ideology: An Introduction,
Londra: Verso, 1991, s. 4.
[3]
Domenico Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism,” Historical Materialism, 12: 2, 2004, s. 50–51.
[4]
Corey Robin, “Dragon-slayers,” London
Review of Books, 29: 1, 4 Ocak 2007.
[5]
Hannah Arendt, The Origins of
Totalitarianism, New York: Meridian Books, 1958, s. 311.
[6]
William Pietz, “The ‘Post-Colonialism’ of Cold War Discourse,” Social Text, Sayı. 19/20, Güz 1988, s. 69.
[7]
Arendt, The Origins of Totalitarianism,
s. 185–91.
[8]
Samantha Power, “The Lesson of Hannah Arendt,” New York Review of Books, 29 Nisan 2004.
[9]
Losurdo, “Towards a Critique of the Category of Totalitarianism.”
[10]
Karl Popper, The Open Society and Its
Enemies, Cilt. I: “The Spell of Plato”, Princeton: Princeton University
Press, 1966, s. 9.
[11]
A.g.e., s. 393.
[12]
A.g.e., s. 268–69.
[13]
A.g.e., s. 265.
[14]
Giorgio Agamben, State of Exception, Şikago:
University of Chicago Press, 2005.
[15]
Manfred Berg, “Black Civil Rights and Liberal Anticommunism: The NAACP in the Early
Cold War,” Journal of American History,
94: 1, Haziran 2007.
[16]
Tarak Barkawi ve Mark Laffey, “The Postcolonial Moment in Security Studies,” Review of International Studies, Sayı.
32, 2006, s. 332.
[17]
Gianfranco Sanguinetti, On Terrorism and
the State: The Theory and Practice of Terrorism Divulged for the First Time,
Londra: B. M. Chronos, 1982, s. 3.
0 Yorum:
Yorum Gönder