25 Mayıs 2020

,

İnsanların Gezegeni


Tahminen Michael Moore, elli milyon dolarlık bir servete sahip. Kendisi zengin bir adam. Demokrat Parti’ye destek veriyor. Michigan’da Raşide Tlayib, New York’ta Alexandria Ocasio Cortez lehine konuşmalar yapıyor. O, tam bir marka.

Moore, Roger ve Ben isimli filmiyle ünlendi, ama kültürel âlemde yıldızı Benim Cici Silâhım’la parladı. Bir marka hâline gelme konusunda başarılı olunduğunun bir kanıtı olarak South Park gibi yapımlarda hicvedildi, ama o kadar şöhrete rağmen, sonraki filmleri gişede pek başarılı olamadı.

Bugünlerde kendisine Jeff Gibbs’in yeni belgesel filmi İnsanların Gezegeni’nin yapımcılığı payesi bahşedilmiş (bu, aslında biraz Nike’ın tıbbi maske üzerine adını yazması gibi bir şey!)

Film, iki temel sorunla malul: sınıfsal analizden mahrum, ayrıca Batı emperyalizmini analiz etmiyor.

Filmin asıl sorunu ise ordudan hiç bahsetmiyor oluşu. Üstelik film, “asıl sorun biziz” olarak özetlenebilecek, açıktan Maltusçu olan o boş laf üzerine kurulu. “Buna aşırı nüfus argümanı” da deniliyor. Tümüyle ırkçı ve gerici olan bu argüman, klasik öjeniyi temel alıyor. Sınıfsal analizi ve emperyalizm analizini içermemesi, öjeni gibi rahatsız edici bir ideolojiyi yüklenmesi, filmde sınırlı sayıdaki gerçeğin üzerinin örtülmesine neden oluyor.

Aktardığı gerçekler sınırlı, çünkü Al Gore’un muktedir sınıfa mensup bir akbaba, Bill McKibben ise her fırsatta kendi kendisinin reklâmını yapan bir yalancı olduğunu biz de biliyoruz. Bu tespitler doğru, hatta doyurucu da ama yönetmen, bir şekilde bu gerçekleri o politik mistifikasyonların altına süpürüyor.

Filmde belirli görüşlere ve onlara dönük eleştirilere yer verilmiyor oluşu gerçekten tuhaf. Gelgelelim filmi eleştirirken birden kendinizi iklim adaleti, ama öte yandan kapitalizm yanlısı Demokratik Ulusal Komite ile yan yana buluyorsunuz. Yeşil enerji destekçileriyle yan yana düşüyorsunuz. Bunlardan biri de Michael Moore’un desteklediği Alexandria Ocasio Cortez. Filmi, bugün Cory Morningstar’ın blogunda listelediği şirketler eleştiriyor.

Bu insanlar, filmin yönetmenine saldırıp duruyorlar, bu noktada yalan yanlış laflar ediyorlar. Ama bu, filmin kusurlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada belirli meselelerin ayrıştırılması gerekiyor.

Yönetmen Gibbs, önemli meselelere değiniyor. Endüstriyel enerji, palm yağı, güneş enerjisi ve rüzgâr enerjisinin yol açtığı yıkım ile ilgili detaylar, yerinde. Sonuçta gerçekten de yenilenebilir enerji konusunda kopartılan yaygara, samimiyetsiz ve manipülatif. Bu konuda Gibbs haklı. Bu düzlemde kapitalizm yanlısı yeşil enerjici isimlerin kendisine yönelik gerçekleştirdikleri saldırıların kötü niyetli ve samimiyetsiz olduklarını belirtmek lazım.

Film, insanın canını acıtan görüntüler de içeriyor. 800 yıllık yuşa ağaçlarının kesildiği görüntüleri ve o orangutanı hiç unutamıyorsunuz. Kapitalizm koşullarında bizi bundan başka bir gelecek beklemiyor. Bundan kaçış yok.

Film, belirli konularda ikircikli bir tutum alıyor, bu çok net. Bunu ele almadan önce filmin zamanlamasına dikkat çekmek gerek.

Büyük dağıtımcıların dağıtmadığı film, nedense virüs salgınının yol açtığı panik esnasında ücretsiz olarak izleyiciye sunuluyor. Herkesin evlere tıkıldığı bir dönemde filmin izlettiriliyor olması, bence sıkıntılı bir mesele.

Bu dönemde medya, insanı bıktıracak cinsten haberler yapıp duruyor ve Venedik kanallarının temizlendiğinden, Amerika ve Kuzey Avrupa’da yaban hayatının şehre indiğinden, büyük şehirlerde havanın kirden arındığından bahsediyor. Tıpkı Gibbs gibi medya da şunu söylüyor: “Asıl sorun biziz.” İnsanlardan bir kurtulsak veya onları bir içeri tıksak, dünya cennet olacak. Bu anlamda Gibbs’in filmi, yayınlandığı tarih de dikkate alındığında, esasen nüfusu azaltma kampanyasının reklâm filmi olarak iş görüyor.

Bu noktada filmin diğer bir kusuruna işaret etmek gerekiyor: bu film fazla beyaz. Buna itiraz edecek çok fazla beyaz çıkacak, bu tespitimin anlamsız olduğunu söyleyecektir. Ama şunu belirtmem lazım: bu yaklaşım belirli bir anlama sahip, üstelik belirli bir tarih bilgisine yaslanıyor.

Bu, köle sahibi olan, köle çalıştıran on iki Amerika başkanının yazdığı bir tarih. Bu tarihte ABD ordusu, Kızılderili kabilelerine çiçek bulaşsın diye onlara bilerek mikrop bulaştırılmış battaniyeler verdi. Bunlar, üzerinde düşünülmesi gereken konular.

ABD tarihi, köle sahipliği ve soykırımlar ile örülü. On dokuzuncu yüzyılda Amerika’nın büyümesi gerektiğini söyleyen, “Açık Kader” olarak ifade edilen kültürel yaklaşımı, Monroe Doktrini’ni, altmış yıllık anti-komünizmi, özellikle yeni bağımsız olmuş Afrika ülkelerini hedef alan CIA darbelerini bu listeye eklemek gerekiyor. Amerikan tarihi, siyaset ve kültür alanında yol açtığı sonuçlardan ayrı ele alınamaz.

Bu tarih, her türden kültür tartışmalarına rengini veriyor, ondan kaçış yok. Bu tartışmaların makamını tayin edense beyazların imtiyazlı olduğuna dair o rahatsız edici fikir.

Sonuçta beyazlar bir film çektiklerinde, filmdeki herkesin beyaz olması önemli bir sorun. Bu filmde de “ağaçlar ne güzel”den gayrı siyaseti olmayan beyaz insanlar çıkıyor karşımıza.

Ama öte yandan kabul etmek lazım: Gibbs’in ele aldığı konu, önemli. Çıkarımlarının çoğu yerinde, ama yaptığı tespitlerle film, neticede nüfus azaltmayı tavsiye ediyor. Bu bayat Maltusçuluk gerçeklerle çelişiyor, dolayısıyla Gibbs, onca çıkarımına rağmen, güvenilirliğini yitiriyor. Filmin asıl kötü yanı da bu.

Dünyada çok fazla insan yok. “Çok insan var” tespiti yanlış. Esasında dünyada doğum oranı büyük ölçüde düştü. Bu noktada insanların tüp bebek çalışmalarının neden bu kadar büyük bir iş hâline geldiğini sorması gerekiyor. Öte yandan, bu türden önermelerine rağmen insan, şirket medyasındaki eleştirileri okuyunca Gibbs’in filmini savunma, destekleme ihtiyacı duyuyor.

Esasında bu basının filmin ele aldığı konu başlığına dair yaptığı okumaya dönük bir inceleme, propagandanın nasıl yayıldığı konusunda bize epey bilgi verecektir. Böylesi bir okuma, iklim ama aynı zamanda Covid-19 konusunda anlatılan hikâyelerin içselleştirilmesine dair çok şey söyleyecektir. İklim meselesi ile Covid-19 ile ilgili hikâyeleri birbirinden ayırmamak gerekir. Aynı şekilde, drone suikastları ve ABD/NATO eliyle çıkartılan emperyalist savaşlar da ABD'nin güneyindeki ve orta kısmındaki eyaletlerde kapıları kırıp ev baskınları düzenleyen SWAT timlerinden ayrı ele alınamaz.

Bugün ABD hapishanelerinde iki milyondan fazla insan bulunmaktadır. Bu açıdan ABD, kişi başına düşen mahkûm sayısı ile dünyada birinci sıradadır. Üstelik bunların büyük bir kısmı da siyahtır. Bu da bize beyazların iktidarının dünya genelinde yol açtığı terör konusunda çok şey söylemektedir.

Bu koşullarda virüs salgınının yol açtığı olağanüstü hâl koşullarında demokrasi, ürkütücü bir biçimde yitip gitmektedir. Bu noktada kimsenin aklına, geçen yıl sıtmadan ölen 400.000 kişi gelmez. Gates ve şürekâsı için çalışan Dr. Fauci bile Covid’in vaka başına düşen ölüm oranının epey düşük çıkabileceğini kabul etmiştir. Bu oranın bir önemi yoktur, çünkü zaten mesele de virüs değildir.

Gates konusunda şu iki önemli çalışmaya bakmak lazım. Jake Levich[1] ve Alison McDowell[2].

Sosyal medyada insanların “ön saf sağlık çalışanları” ile hassasiyetlerine dair yığınla şey okuyorum. İklim değişikliğinde de görüldüğü üzere lügatimize yeni kelimeler ekleniyor, artık taşıma kapasitesinden, yaş termometreden, altıncı kitlesel imhadan bahsediyoruz.

Öte yandan kimse, ABD’de çok sayıda hastanenin kapandığından, o hastanelerin bir daha açılmaması ihtimalinden, birçok doktorun ve hemşirenin işsiz kaldığından bahsetmiyor.

Görebildiğimiz kadarıyla Amerikan burjuvazisi, bu salgının büyük bir tehdit olduğuna inanmak ve kendisini eve kapatmak istiyor.

Oysa belki de bu karantina süreci, bugüne dek pek bulamadıkları o boş vakti onlara bahşediyor. Bu konuda bir bilgim olduğunu söyleyemem. Ama şunu biliyorum ki karantina, uzun vadede virüsten daha fazla insanın ölümüne sebep olacak. Ayrıca gözetleme faaliyetlerinde ve gizliliği ihlal eden adımlarda yaşanan artış devam edecek. Asıl mesele de dünya genelinde seyahatlerin nasıl olacağı ve Gates’in dördüncü sanayi devrimi, akıllı şehirler gibi başlıkları içeren gündemi.

Gates, herkesin yaptırdığı aşıları gösteren bir belge (veya bir mikroçip) taşımasını istiyor. Bu belge ve çip, başka bir ülkeye giderken köpeğiniz için aldığınız belgeyle aynı içeriğe sahip.

Beni asıl üzense Gibbs’in öjenistlerle aynı ajandayı paylaşıyor olması. Ayrıca gezegenin harap edilmesi ile ilgili bir belgeselin orduyu ele almadan nasıl çekilebildiğini de merak ediyorum doğrusu.

ABD’nin elindeki savaş makinesi, bugün insanî varoluşun her bir yönünü etkiliyor. Abartılı bir ifade değil bu. Gibbs ise bu gerçeği görmezden geliyor. Ben, onu şirket medyasının saldırılarına karşı korumak istiyorum, ama o benim elimi kolumu bağlıyor.

Eğitimli beyaz liberal sınıf, Trump’tan öylesine nefret ediyor ki akla dayalı bakış açısı geçerliliğini tümden yitiriyor. Bu sınıfın Trump’ı küçük düşüren her tür sözü ve eylemi hayırlı. Ama şu görülmeli: söz konusu nefret, fazla abartılıyor ve ondan istifade ederken bu sınıf işin cılkını çıkartıyor. Sanki Trump gelip, yıllardır “ah nefret edecek bir şeyimiz olsa da rahat etsek” duasına cevap olmuş gibi. Olumsuz bir nitelik arz etse bu nefret, insanları birleştiriyor. Sonuçta zaten bu sınıfın yapabileceği daha iyi bir şey de yok.

Görebildiğimiz kadarıyla bugün “evde kal” diyenler, milyonlarca insanın işsiz kalmasını hiç mi hiç umursamıyorlar. Kısa süre önce Norveç’te havayolları şirketi beş bin kişiyi işten çıkarttı, bu insanların işe geri alınıp alınmayacakları meçhul. Hollywood’da çekimler durdu, çalışanlar kıyımdan geçirildi. Muhtemelen binlercesi, bir daha işe geri dönemeyecek.

İnsanların Gezegeni filminde dile getirilen belirli gerçeklerin önemli olduğunu kimse inkâr edemez. Samimiyetle söyleyeyim ki umarım herkes izler ve filmi eleştirel bir gözle değerlendirir.

Bugün iki milyarder, endişeli yurttaş pozlarında karşımıza çıkıyor, ama insanların neden işsiz kaldığından, ailelerine ekmek götüremediğinden hiç bahsetmiyor.

Cory Morningstar, geçen gün yazdığı makalede şunu söylüyor:

“Politika Çalışmaları Enstitüsü’nün hazırladığı yeni raporda bu son koronavirüs salgını esnasında on milyon Amerikalının işsiz kaldığından, ama öte yandan aşırı zengin elitlerin sadece 23 gün içerisinde servetlerine 282 milyar dolar kattığından bahsediliyor.”

Hem iklim hem de koronavirüs konusunda dile getirilenleri sınıfsal ayrım temelinde ele almak gerekiyor. İşçi sınıfının asıl korkusu, öldürme kapasitesi sınırlı olan virüs değil, ekmeksiz ve evsiz kalmak. İşçiler, bürokrasinin baskıcı müdahalelerinden, polisin dayağından, gözaltı süreçlerinden korkuyorlar. Eğitimli beyaz burjuvazinin bu salgına dair korkusu ise başka türlü. Eve kapatıldığımız süreçte Netflix’te en çok izlenen film, Soderbergh’in 2011 tarihli Salgın filmi.

Bu kesimin düşünceleri gerçekten ilginç. Bu düşünceler lügatimize yeni kelimeler katıyor. Eskiden sosyal medyada bilim insanı ve iklim bilimci pozu kesen beyazlar, bugün birden epidemiyolog, bulaşıcı hastalık uzmanı ve biyolog oluveriyorlar.

Son yazımda dile getirdiğim biçimiyle:

“Bu küresel salgın fetiş hâline getiriliyor. Guardian gazetesinde ve Greta’da gördüğümüz ‘iklim alarm veriyor’ yaklaşımına benzer bir biçimde, nüfusun büyük bir kısmı salgını kültleştiriyor, fetiş hâline getiriyor. Burada dehşete kapılmış insanda örtük olarak görülen, bir tür mazoşizm söz konusu. İşittiğimiz şey, püritenlerde gördüğümüz, dindarlığa çağrı yapan, kaygı yüklü cılız bir çığlık. Kişinin kendisini cezalandırmasını öngören bu türden bir ahlakçılık, esasen tam da Amerika’ya özgü bir hassasiyet.”[3]

Sosyal hizmetler uzmanı olarak çalışan Paul Haeder’in şu sözüne kulak vermek gerek:

“Alttan alta, nüfus kontrolüne dair bir mesaj veriliyor. Film, esasen Michael Moore ve Jeff Gibbs’in beyazlara has umudu üzerine kurulu. Filmde Batı kapitalizmi denilen, hayatı ve insanlığı piçleştirenlere karşı mücadele eden milyonlara inançtan eser yok. Gibbs, kendi yerelliklerinde çalışma yürüten köylü hareketlerinden, ormanları gerçekten koruyanlardan, suyu ve hayatı savunanlardan pek bahsetmiyor.”[4]

Oxford Üniversitesi’nin yürüttüğü kanıt temelli tıp çalışmasına göre virüsün fatalite oranı, yüzde 0,1-0,36 arasında. Bu oran, mevsimlik gripte görülen oranın çok altında. Bu, bizim aylar önce dile getirdiğimiz bir husus.

Covid konusunda söylenenlerle iklimle ilgili olarak söylenenler birbirine çok benziyor. Bu da insanı, bu söylemlerin ardında belirli bir ajandanın olduğunu düşünmeye itiyor. Gibbs’in filmi bu meselelere hiç eğilmiyor.

Yeni yeşil kapitalizmi propaganda edenlerin söyledikleri yalanları, aldıkları rüşvetleri ifşa etmek gayet güzel bir adım ve bu adım, esasen belirli bir politik bağlam dâhilinde atılıyor. Gelgelelim yönetmendeki kişisel hayal kırıklığı, bir süre sonra gene imtiyazlı olma meselesine bağlanıyor.

Dördüncü sanayi devriminin insanları iş pratiğinden ve geçim derdinden kalıcı bir biçimde kopartacağından söz ediliyor. Bu, yüzde birin bir rüyası. Batı sermayesinin sürekli çıkıp “asıl düşman insanlar” demesi, içimize şüphe düşürüyor olmalı. Anladığımız kadarıyla Gibbs, bu laf konusunda zerre şüphe duymuyor.

John Steppling
3 Mayıs 2020
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Jacob Levich, “The Real Agenda of the Gates Foundation”, Mayıs 2014, AIE.

[2] Alison McDowell, “Vaccines, Blockchain and Bio-Capitalism”, 19 Nisan 2020, Green.

[3] John Steppling, “Emptying the Human”, 23 Nisan 2020, JS.

[4] Paul Haeder, “Monkey Planet”, 27 Nisan 2020, PH.

0 Yorum: