“Kapitalist iş pratiği
olarak pentagonculuk, muhteşem bir icattır. Pentagonizm, kâr biriktirme
becerisinin toplumsal değerler skalasında en üstte durduğu, kapitalizmin aşırı
geliştiği ülkelerde varlık imkânı bulmaktadır.”[24]
Savaş,
bir anomali değil, üretim biçimi olan ve yeniden üretimin zeminini oluşturan
sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumsal süreçtir. Buna karşın,
burjuva ideologların değerlendirmelerinde savaş, sermayenin artık değeri para
ve emtia biçimi altında ürettiği akışları ifade eden sermaye döngülerinin
dışında gelişen bir olgu olduğu üzerinde durulmaktadır.[25] Bu ideologlar, ABD
öncülüğünde ilerleyen emperyalist düzenin temel kurumlarını ve kanunlarını
dinamik ve eleştirel analizin dışında tutmak, bilimin dikkatini emperyalizmin
çıkarlarına hizmet eden veya etmeyen, ama en azından onlarla çelişmeyen
zararsız alanlara çekmek suretiyle, bu düzene destek olmaktadırlar. Savaşlarla
hâkimiyet kurma pratiklerinin sermaye birikimiyle arasındaki bağ ya görmezden
gelinmekte ya da bu bağ, tüm imparatorlukların doğasına içkin bir eğilim olarak
değerlendirilmektedir.
Diğer
endüstri kollarında olduğu gibi savaş da artı değer üretimi üzerinden kâr
sağlar.[26] Bu kârların ana kaynağı, oldukça kısa bir zaman aralığı içerisinde
yoğunlaşıp tükenen, artık emeğin işletildiği saatlerde oluşan değerdir. Savaşın
finansmanını devlet karşıladığı için savaş yoluyla elde edilen kârlar, aynı
zamanda finansa aittir.
Emperyalizm,
aşırı yükselmiş varlık değeri olarak hayali sermayenin ekonomik faaliyet
üzerine bindirdiği basıncı hafifletmek için servetteki alınır satılır payı,
paraya tahvil edilmiş ve tekelde toplanmış artıkları harekete geçirir.
Lenin’e
göre, finansal araçların kullanılma sıklığı savaşın habercisidir. Savaş, fazla
parayı emer, onu kamuya ait borca dönüştürür. Savaş, aynı zamanda finansmana
ihtiyaç duyar, finansal borçlardaki artış, itibari parayı artırır,
finansallaşmayı hızlandırır.[27] Savaşlardan elde edilen ganimetlerin yanı sıra
emperyalizm, gücünü yeni icat edilen veya elektronik yoldan aktarılan kredilere
borçludur.
Tarihsel
bir aşama olarak gördüğü emperyalizmi dönemlere ayıran Lenin, sömürü oranının
ölçek ve kapsam açısından ekonomi sahasında yaşanan genişlemeye denk gelmesi
gerektiğini, sermayedeki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, ayrıca finansal kriz
döngülerinin tekelci çağa damga vurduğunu söyler.
Lenin,
emperyalizmi değer yasası temelli uygulamaların yoğunlaşması olarak görür.
Tarihsel materyalizme ait kategorileri esas alan bu yaklaşım üzerinden
emperyalizm kavramındaki değişim, tarihsel temellerindeki değişimle birlikte
ele alınmalıdır. Bu noktada, yirminci yüzyılda yaşanan savaşların finansal
gerekçeleri ve sebepleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Lenin’in
finans kapitalin üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişkiyi
derinleştirdiğine, savaşın bu çelişkinin çözüme kavuşturulmasının yolu olarak
devreye sokulduğuna dair açıklaması, sermayenin çıkarları üzerinden elde ettiği
mevzilerin ardındaki mekanizma konusunda çok şey söylemektedir.
Lenin’in
başvurduğu mantığı günümüze uyarladığımızda, şunu görürüz: Sermaye, finansal
varlıklar ve iktidar yapısı üzerinden merkezileşip yoğunlaştığında bir geçiş
aşamasını başlatır. Bu aşamada aşırı sömürünün hüküm sürdüğü koşullarda, artı
değer temini, krizin çözümü noktasında telef etme, militarizm ve savaşla
bağlantılı birikim sürecinden daha az bir role sahiptir.
Hâkim
olunan ülkede emperyalizme kültürel düzeyde direnen herkesin tasfiye edildiği,
insanın ve doğanın savaş içerisinde eritildiği, nüfusun azaltıldığı, insanın
salt işgücüne indirgendiği koşulların[29] oluşmasıyla birlikte tekelci finans
kapital döneminde yüksek artı değer oranı alabildiğine yükselir. Bu,
halihazırda işleyen bir süreçtir.
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist sınıf açısından savaş, herkesin kazandığı bir
gerçekliktir. Savaş hem bir pazar, hem bir işkolu, hem de üretim alanıdır. Bir
işkolu olma üzerinden sahip olduğu vasıfların yanında savaş, bir de değiş
tokuşun gerçekleştiği pazarlara hâkim olmak suretiyle elindeki somut emeğin bir
kısmını soyut emeğe dönüştürme vasfına sahiptir.
Savaş,
yol açtığı ölümlerle insan ömrünü toplumsal zamanın, sermayenin komuta ettiği
zamanın gereklerini karşılayacak ölçüde kısaltır. İnsanları daha fazla
fedakârlık yapmaya mecbur eder. Hatta insanlar, kendi hayatlarını feda ederler.
Sivillerin
kullanacağı ürünler için harcanan emeğe yönelik şiddetten farklı olarak, değer
yasasının toplumsal açıdan gerekli emek zamanla ilgili talepleri, saf artık
insanların üretilmesini şart koşar. Artık insanlar, savaşın ürettiği bir
üründür. Savaş, uyguladığı şiddetle bu ürün bollaşmasını sağlar. Bu anlamda,
patlayan bombalar, o bombaların öldürdüğü insanlar, yok ettiği gezegen, hem
araç hem de amaçtır.
Mantıksal
açıdan saçma olsa da savaş herkesi öldürürse, somut emek rolünü oynayacak kimse
kalmaz. Ama gene de savaş ve sebep olduğu kemer sıkma politikaları, nüfusu
azaltarak, aşırı üretim sebebiyle insanın elindeki kaynakların yetersiz
kullanımı sorununa çözüm bulur.
Aşırı
üretim aşırı ürün tedarikine yol açsa da bu, her zaman sorun teşkil etmez.
Üretim, sermayenin komutası altında olgunlaşan toplumsal bir süreçtir. Bir
pazarın taleplerini karşılayan odur. Emtia, sınıfın üretilenleri alacak durumda
olmadığı koşullarda aşırı üretildiğinde, ekonomik açıdan bolluk meydana gelir.
Bu anlamda, aşırı üretim kavramı, ekonomik bolluk kavramını içerir. Zira
toplumsal bir süreç olarak sermayedeki anarşi, eldeki fiyatlardan bağımsız
olarak, tüm pazarlar için gereğinden fazla mal üretilmesi demektir. Toplumsal
süreç olarak aşırı üretim, her daim ilgili pazarla bağlantısı içerisinde
gerçekleşir. O pazara destek olan sermaye, elindeki güçle, pazarın
genişlemesini tehdit etme potansiyeli bulunan diğer pazarlardaki kaynakları
devreye sokar.
Aşırı
üretime dayalı sermaye, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, birbiriyle rekabet
içerisindeki sermayenin büyüme sürecini en tehlikeli araçlarla ketler. Bunun
için çalışma sürecini düzene sokar ya da üretimle ilişkili emeği ucuzlatıp
disipline eder. Toplumun yaşam döngüsü boyunca sadece ödenen ücreti düşürmekle
kalmaz, aynı zamanda emeğin yeniden üretimi için gerekli sağlık ve eğitim gibi
maliyet kalemlerini aşağı çeker. Emek maliyetlerini veya gerekli emeği
azaltmak, emeğin yeniden üretim oranını belirleyecek tedbirleri yapmak için, işçilerin
sayısını veya ortalama ücreti düşürmek suretiyle, ücret gibi maliyetlerin aşağı
çekilmesi gerekir.
Bu
noktada bir milleti kendi politikalarına boyun eğdiren ABD emperyalizmi, uzak
diyarlarda güçlü olmasını sağlayacak kudret düzeyine kavuşur. Savaş, askeri
teçhizatı, doğayı ve insanları tüketir. Savaşın kendisi, ABD emperyalizminin
hâkim olduğu dönemin ana faaliyeti olan telef etme yoluyla birikim
kategorisinin merkezinde duran bir atıktır. Başka bir ifadeyle savaşın kendisi,
yıkım yoluyla işleyen üretim süreci olduğu için, o ne kadar çok şeyi yok ederse
o kadar çok şey üretir.
İşçilerin
hayatı üretim olarak savaşa ait girdilerdir. Cesetlerin, heba edilmiş canların
ve doğada yok edilmiş türlerin sayısı, bu işkolunun yan ürünleridir.
Emperyalizm,
yıkım yoluyla, toplumsal doğanın heba edilmesiyle veya nispi ya da mutlak nüfus
azaltma faaliyetiyle biriken sermayenin şiddete bakan yüzüdür. Emperyalizm,
nüfusun yeniden üretimi için gerekli toplumsal destek mekanizmalarını devre
dışı bırakır.
“Telef
etme” kategorisi denilen bütünlük içerisinde militarizm, sermaye sisteminin ana
eylem biçimidir. Sermaye, militarizm yoksa durur. Militarizm, finans açısından
önemli bir olgudur.
ABD
emperyalizmi, dünyaya dolar akıtır. Dolar, tüm işgal edilmiş ülkelerin ana para
birimidir. Para getiren artığın birikmesiyle oluşan tekeli sağlama almak,
yutmak ve yeniden devreye sokmak için emperyalizm, tahviller çıkartır.[30]
Bonolar
ve tahviller sayesinde finans sektörünün elindeki varlıklar büyür, para arzını
büyütme, finansal kârları artırma becerisi bunlara bağlıdır. Savaş ekonomisinin
geliştirdiği teknolojik yenilikler özel sektörden sorulur.[31] Bunun dışında,
devlet orduya yatırım yapar. Sağlık ve eğitim gibi toplumsal harcama
kalemlerini özel sektöre bırakır.
Toplumsal
düzeyde militarizm, sermayedeki esneklik için önemlidir çünkü insan hayatında
varolan, harekete geçirilmemiş değeri işleyen odur. Her yaşayan insan, üretim
yapabilecek birer emekçidir, çünkü bu insan, kemer sıkma politikası dâhilinde
artan fiyatlara direnir veya bir bomba sonucu hayatını kaybeder.
Militarizm
nüfusu azaltır, emekçi insanların müşterek iradesini toplumsal örgütlenmenin
fiili veya potansiyel biçimlerini ortadan kaldırmak suretiyle yok eder.
Militarizm, artık değer üreten bir motordur çünkü o, işe girip çıkma döngüsü
dâhilinde tüm yaşayanların çalışma sürelerini böler ve kısaltır, işçi sınıfının
toplam toplumsal üründeki payını, yani gerekli emeği azaltır.
Militarizm
aynı zamanda, Eisenhower’ın formüle ettiği biçimiyle, “sınırsız kaynakları ve
aşırı üretimin sonucu olan sermaye fonlarını temellük edip dağıtan”[32]
askeri-endüstriyel komplekse dair muhasebe temelli anlayışa kıyasla daha
kapsamlı bir anlayıştır. Hakikat şu ki askeri-endüstriyel kompleks, burjuva
devletini, sanayideki şirketleri, finans kapitali ve askeri bürokrasiyi
emperyalist güce ait tek bir mekanizma içerisinde harmanlayıp cem eden
ilişkiler ağını oluşturan güçtür.[33] Bu terimle tanımlanan, farklı düzlemde
cereyan eden ilişkiler, ancak iktidar yapısı üzerine yürütülecek kapsamlı
çalışmalar bağlamında, diyalektik açıdan bakılarak netliğe
kavuşturulabilir.[34] Bu “karmaşık” çıkarlar ağının merkezinde askeri sanayi,
bilim insanları, üniversiteler ve araştırma kurumları gibi düşünce kuruluşları,
iş insanları, medya patronları ve Başkan Eisenhower’ın açıklamasında adını
anamadığı Kongre üyeleri durur.[35]
Neticede
Eisenhower, bu kompleksten söz ederken, askeriyenin gelişimini babahancı bir
yerden ele almakta, kompleksin yol açtığı “tehlikeler”i sadece olgusal düzeyde
gündeme getirmektedir.
Askeri-endüstriyel
kompleks denilen olgu, Kuzey Amerika toplumunda “yeni” bir şeymiş gibi kabul
ediliyor, ama bu olgu, halen daha koşullara bağlı niteliği ve öznel boyutu
üzerinden yorumlanıyor. Bu açıdan kompleks, tarihsel düzlemde kendisini
belirleyen gerçeğe, yani günümüz emperyalizminin doğasından kaynaklanan
özelliğine bakmaksızın, sıkı bir devlet kontrolü ve idari önlemlere dayalı bir
yönetim politikasıyla yok edilebilecek bir süreç olarak görülüyor. Temelde
askeri-endüstriyel kompleks, kapitalist devletin kurumsal sınırları “haricinde”
ortaya çıkmış bir üstyapı olarak algılanıyor.
Oysa
sadece potansiyel değil, fiiliyatta varolan insanların hayatlarının heba
edilmesi, tam da birikimin gerçekleştiği alandır. Nüfus azaltma pratiğinin
sermayenin hareketine içkin olduğu üretim süreci, bu şekilde işlemektedir.
Savaş,
telef etme yoluyla birikim denilen yapı içinde işleyen bir ekonomik
faaliyettir. Savaş, emeği sömürür, artı değeri ortaya çıkartır. Savaş
düzleminde değer denilen şey, sadece ceset veya telef etme üzerinden üretilen
bir şey değil, aynı zamanda bir özne-nesne ilişkisidir. Bu ilişki, işçilerin
ürettiği şeylerle (nesnelerle) sınıflar veya toplumsal katmanlar içerisinde
örgütlenen işçiler (özneler) arasında cereyan eder.
Diğer
tüm metalar gibi savaşın ürettiği ürünlerin değeri de bir töze sahiptir, yani
burada üretilen şeyle onun üretimini belirleyen bilinç ve örgütlenme biçimleri
arasında bir birlik söz konusudur. Bu anlamda, insanların öldürüldüğü, çevrenin
kirlendiği bir süreç olarak savaşlar, güneydeki ülkelerin örgütsel yapılarını
değiştirir, bu ülkelerin ulusal ve bölgesel birliklerini yok eder. Bu haliyle
savaşlar, ABD emperyalizmine meydan okumak için gerekli her türden politik
teşkilatı ve/veya ideolojik bilinci susturur. Dolayısıyla mesele, basit manada
yıkım yoluyla birikime zemin teşkil eden bombalar ve finansal yan ürünler
değildir. Mesele, küresel Güney’in ulusal egemenliğinin ve bölgesel birliğinin
tarumar edilmesidir.
Bu
türden bir süreçte olan, gezegene olur. Sermaye ve bir avuç insanın şatafatı
için dünya heba edilir. Burada mesele kullanılacak kaynakların fiziki sınırına
gelip dayanması değil, insanı ve doğayı orantısız bir biçimde yok eden süreç
üzerinden insanın ve toplumsal doğanın yeniden üretilmesini sağlayan sermaye
temelli ilişkidir.
Kaynaklar
yok olmaktadır. Bu yok oluş, kıtlık sürecini beslemektedir. Bu sayede fiyatlar
arasındaki farklılıklar daha da artmaktadır. Temiz doğa gibi kıt malları ancak
zenginler alabilmekte, yoksulların bunlara erişme imkânları ortadan
kalkmaktadır. Örneğin su borularının imha edilmesi, suların kirletilmesi,
plastik şişe üreticilerinin daha da büyümesi yüzünden içilebilir suya ancak
parası olanlar kavuşabilmektedir.
Kıtlık,
kârları yukarı fırlatan bir şeydir. Bu koşullarda tükenen, tükenme ihtimali
bulunan kaynaklar diye bir gerçek ortadayken, sermayenin toplumsal doğanın
kirlenmesiyle ilgili fikrini değiştirmesi mümkün değildir.
“Kaynak
savaşları”ndan söz edenler, imal edilmiş kıtlık, telef etme pratikleri ve
katliamlarla yüklü süreci üreten ve besleyen sermayeyi dikkate almamaktadırlar.
Bu anlamda, yukarıda aktardığımız görüş, bu tür kavramların sınırları konusunda
da çok şey söylemektedir.
Telef
etme endüstrisi, Kuzey’deki sınıfların içerisinde kullanılıp atılacak
unsurların fiyatını düşürdü, gerekli emeği azalttı. Tüm bunlar, sömürgecilikle
ve emperyalizmle tanımlı, yaklaşık beş yüz yıllık dönem içerisinde gerçekleşti.
Kölelik, yerli soykırımı, doğal türlerin yok edilmesi, ticari sömürünün yeni
biçimleriydi ama aynı zamanda Kuzey’de hüküm süren ücretli kölelik düzeninin üzerinde
durduğu “kaide”ydi.[36]
İnsan
ve doğa ticarileştiriliyor. Bunlar, toplumsal üretim döngüsü üzerinden oluşan
birikimin oranı temelinde üretiliyor ve tüketiliyorlar. İnsan ve doğa, birer
meta olarak otomobiller veya bombalar gibi fabrikada üretilen mallar satılmadan
önce veya satıldıktan sonra gerçekleşen şeyler değil. İnsan ve doğayı pazar yutar.
Onların fiyatı, toplumsal zamana ya da sermayenin insanları en düşük maliyetle
veya topluma aktarılacak maliyetle üretmek için disipline ettiği zamana göre
fiyatlandırılır. Toplumsal veya soyut zaman, özel veya somut zamana baskı
uygular, kâr elde etmek için insanları ezer. Telef etme pratiği, üretimin arka
planında, üretimin habercisi veya yan ürünü olarak oluşur.
Toplumsal
zaman, kronolojik zamandan farklıdır. O, geçmişte meydana gelip, belirli bir
ihtimal üzerinden, gecikmeli olarak geleceği etkileyecek bir şey değildir. Toplumsal
zaman, olayları biçimlendiren toplumsal güçlerin niteliksel açıdan değişen
niteliğine bağlı zamandır. Toplumsal zaman kronolojik zamanla uyuşmadığı gibi
ondan farklıdır da. Toplumsal zaman, üretim zamanında karşılık bulan toplumsal
güçlerin değişen niteliğidir. Daha uygun bir tanımla, illiyet bağındaki
belirsizlik sebebiyle toplumsal zaman, tarihin yaşamsal süreçleri üstten
belirlediği sürecin zamansal yansımasıdır.
Telef
etme pratiği, zamansal güzergâhta belirleyici rol oynar. Bu pratiğin geçmişi de
geleceği de kronolojik zamandan bağımsız temellerdir. Telef etme, kronolojik
zamanda cereyan eden gelişmeyi sermayenin taleplerini karşılamak adına
biçimlendirir.
Sermayenin
hâkim olduğu koşullarda toplumsal zaman, kısa kronolojik zaman aralıklarında
insanların hayatını kısaltır. Ama emeğin hâkim olduğu, yani işçi sınıfının sermayenin
belirlediği zamansal kısıtlamalardan kurtulduğu koşullarda toplumsal zaman,
Lenin’in ifadesiyle, nesiller boyu yaşanacak olayların bir günde yaşanmasında
olduğu gibi, zamanın ta kendisi hâline gelir.
Toplumsal
zaman, gerçek zaman veya sebep-sonuç arasında analiz düzeyindeki kopukluğun
yerini, dolaysızlık olarak diyalektik birliğe bıraktığı zamandır. Halkın
diliyle söyleyecek olursak telef etme pratiği, ona yol açan, geçmişe ve geleceğe
ait sebep ve/veya sonuçların ürünüdür.
Sermaye,
insanı ve doğayı tüketir. Tarihsel süreçte insan, sermayeye içseldir. Dışsal olduğu
iddiası, saçmadır. Sermayenin tüm ürünleri, doğal felâketler ve yeri doldurulamayacak
türlerin yokoluşunun gölgesinde kalır.
Marx,
insanın ancak çözüme kavuşturabileceği soruları sorduğunu söyler ama artık bu
tespitin tersi doğrudur. İnsanın sermayeye dışsal olduğu iddiası, mantıksal
açıdan veya biçimsel bir değerlendirme bağlamında doğrudur ama gerçekçilik ve
işlevsellik açısından yanlıştır. Dışsallık iddiası, burjuva ideologlarının dillerine
doladığı her türden kavram gibi işçi sınıfına karşı kullanılan bir silahtır.
Eski
yaklaşım, aslında ayrıştırılması mümkün olmayan üretim sürecini telef ve telef harici
unsurlara bölüyor, ardından da her iki kısmı ayrı ayrı ele alıyor. Bu haliyle
eski yaklaşım, sermayenin girdi maliyetlerini aşağı çekmek, dolayısıyla, işçi
sınıfını etkisiz kılıp, kaynaklarını elinden almak, bunları sorumsuzca, en
düşük maliyetle kullanmak, toplumsal kullanımın üreteceği atıktan daha fazla
atık üretmek zorunda olduğu gerçeğini örtbas ediyor.
Aslında
üretim, insanın yabancılaştığı bir süreç olduğu için, teknolojik gelişmenin ve
üretimin topluma hesap vermeden ulaştığı düzeyler, sermayenin hüküm sürdüğü
koşullarda yaşanan ilerlemenin aklanmasını sağlıyor. Kuzey’de refah devletinin
elindeki toplumsal kazanımlar, bir yanıyla, Güney’de mevziler kazanan
komünizmle ve ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadele ederken işçi sınıfına
verilen rüşvetlerdi.
Batı
medeniyetini savunup duranlar, ırkçı bir dil tutturuyorlar. Bu noktada durmadan
tüm dünyaya, yaptıkları keşifler olmasaydı, ortalama yaşam süresinin daha düşük
olacağını söylüyorlar. Oysa bugün Afrikalılar ve Araplar daha uzun yaşıyormuş
gibi görünüyorsa bunun nedeni Batı’nın hümanizmi değil. Misal sıtma ilaçları,
ilk başta İngiltere’deki çiftliklerde yetiştirilen sığırlarda görülen parazit
kaynaklı hastalıkları tedavi etmek için geliştirildi ama bu ilaçların tesadüfen
insanlara da hayrı oldu.
Aslında
sermaye, eldeki imkânlarla yaşanacak ömrü kısaltır. Buna karşın, sermaye,
Avrupa medeniyeti olmasaydı, insanların ormanlarda veya çöllerde yirmili
yaşlarda ölüp gideceğini söyleyerek aklamaya çalışır. 43 yaşında Felluce’de
seyreltilmiş uranyum içeren bombayla ölen yoksul bir adamı Sümer devletinde veya
neolitik çağda 23 yaşına dek gayet iyi yaşamış bir adamla kıyaslamak saçma
olurdu.
Zamanı
koşullayan, belirli bir dönemde onun yapısını belirleyen toplumsal ilişkiler
kümesidir. Farklı tarihsel dönemleri kıyaslamak isteyenler, keyfilik düzeyini
aşağı çekmek için vasıflandırma ve dönemleştirme çabası içinde olmalıdır. Aksi takdirde
geri döndürülemez olan zaman ölçülemez. Bunun sebebi, olguda ortaya çıkan
içeriğin değişmesidir. Bu anlamda, tarih yeniden dönemleştirilmelidir.
Güney,
on dördüncü yüzyıldan beri katledildi. Bu katliam, sermayenin asli iş
sahasıydı. Sermayenin kültürü, Batı’nın kültürü haline geldi. Emperyalist saldırıların
ve oluşturulan servetin biriktirdiği bilgiye dayanan bu kültür konusunda kimse,
ABD’nin öncülük ettiği emperyalizmin Yemen’e attığı bombalarla bu ülkedeki
ortalama yaşam süresini Avrupa’daki sürenin altına nasıl çektiğini sormuyor. Kültür
düzeyinde de bir katliama tanıklık ediyor ve bu katliam, gelişmekte olan
dünyada yenilgiyi kabul eden görüşlere yol açıyor. Amilcar Cabral, tam da bu
yüzden kültürel mücadeleyi öncelikli görüyor.
Ekolojik
emperyalizmin Güney’deki halk kitlelerini hasta ettiğini görmek gerek. “Dünya
nüfusunun en zengin kısmına denk düşen yüzde birlik dilim, salınımlarda eşi
benzeri görülmemiş artışa tanıklık edilen 25 yıllık kritik dönem boyunca
insanlığın yarısını ifade eden ve en yoksul kesime denk düşen 3,1 milyar
insanın yol açtığı toplam karbon kirliliğinin iki katından sorumlu.”[38]
Doğaya
yönelik saldırının sermayenin işine geldiğini görmek gerekiyor. Çünkü işçi
sınıfının sahip olduğu güç, doğanın fiyatını emek lehine ayarlıyor. Ama düşük
fiyatlarla kullanılan ve suiistimal edilen doğa, yani giderek ölen doğa, emeğin
yeniden üretim maliyetini düşürüyor. Çünkü bu haliyle emeğin hayatı erkenden
son buluyor. Telef etme, en güvenli kitle imha silahı.
Bu
sebeplere bağlı olarak, politik düzeyde, Vaşington’un telef etme yoluyla
birikim yönteminin dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılma konusunda oldukça
önemli bir yöntem olduğunu acilen idrak etmek gerekiyor.
Samir
Amin’in de dediği gibi, telef etme yoluyla birikim projesinin yenilgiye
uğraması, “özgürlüğün alanını genişletmenin en önemli koşulu. Bu yapılmazsa
toplumsal ve demokratik ilerleme sağlanamaz. Çok kutuplu dünyaya doğru ilerlenemez.”[39]
Militarizmin
ve telef etmenin ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin varlığını
sürdürmesinde önemli rollere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Sömürgelikten
kurtuluş ve bağımsızlık yolunu yürümüş ülkelerde ABD emperyalizminin ülkeleri
üzerindeki ağırlığını ilk elden tecrübe eden akademisyenler ve siyasetçiler, bu
iki olgunun önemini görüyorlar. Buna karşılık, Kuzey’de akademisyenler, ABD’nin
dünya meseleleri düzleminde hegemonik rolünü pekiştirdiği koşullarda bu tür
konuları demode buluyorlar.
ABD’nin
başını çektiği yıkım süreci karşısında ilgili dinamikleri incelemek
zorundayız.[40] Bu noktada emperyalizmin Güney’e yönelik saldırılarını inceleyen,
dinamiklerini teşhis eden eski metinlerin sundukları görüşleri de okumalıyız.
Örneğin
1966 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı, Castro’nun dostu Juan
Bosch, “Emperyalizmin Yerini Alabilecek Bir Kavram Olarak Pentagonizm” başlıklı
uzun bir makale kaleme aldı. Dünya meselelerini yakından izleyen bir isim
olarak Bosch, makalede şunu söylüyordu:
“Pentagonizmin tüm dünya
halklarına yönelik bir tehdit olduğuna hiç şüphe yok. Çünkü pentagonizm,
canlıların ihtiyaç duydukları hava ve yemek gibi savaşa ihtiyaç duyan bir savaş
makinesidir.”[41]
Bosch’un
yazısında asıl çarpıcı olan, pentagonizmin Kuzey’deki emekçi kitleler için
sebep olduğu tehlikeleri aktaran bölümler:
“Tüm Amerikalılar da
tehdit altında. Pentagonizm, bu gücünü muhafaza edecek olursa, ABD’de sivil
halkın elindeki güce hükmetmeyi sürdürürse, sadece politikacılar ve askeri
liderler değil tüm ülke, sonuçta dünyanın öfkesini üzerine çekecek.”[42]
Batı’da
üretilen teori, bu asli meseleyi ya görmezden geliyor ya da örtbas ediyor. Batılı
teorisyenler, faşizmi ve otoritarizmi kınama, onların yükünü muhaliflerin
sırtına yükleme konusunda gayet cevvallerken, bombalar, katliamlar ve yaptırımlar
üzerinden Batı’nın hükmettiği ülkelere yapılan zulmü görmezden geliyorlar.[43]
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist genişleme sürecini yöneten değer yasasını anlamak
iki açıdan önemli:
1.
Güç ilişkileri sistemi, en haşin biçimine Batı’da kavuştu. Burada sistem,
halkın topyekûn katlini ve köleliği temel aldı.
2.
Bu tür acımasız politikalar dünyanın çoğunluğunu hedef aldı.[45]
Suriye,
Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlar, genelde Hollywood filmlerinde
görülen kötü lideri bahane ederek başlatıldılar. ABD’nin öncülük ettiği
emperyalizm, bir yandan gerici mücahidleri teşvik etti, besledi, mezhepçiliği
körükledi, devleti zayıflattı, bir yandan da kesintisiz sürecek savaşların
temelini attı. Oysa olayların ardındaki fail, ne kötü lider ne de bir grup
bireyin tarihe aşkın psikolojik özellikleri ve eğilimleriydi.
Mücerret
veya münferit özne diye bir şey yoktur, olamaz. Birey, toplumsal düzende
cereyan eden birçok toplumsal ilişkiyi yansıtan, toplumsal bir ilişkidir. Örgütlü
politik eylem aracıyla politik tesir yaratmak için örgütlenmiş ilişkilerden
başka bir failden söz edilemez.
Emperyalizmle
mücadele eden kitlelerin failliği, devletin dağılması ile birlikte sönümlendi. Sömürgecilik
ve emperyalist sınıfın iktidarı karşısında ulus-devlet antiemperyalist mücadele
yürütür. Bu şekilde tanımlandığında, antiemperyalist bir gelişmekte olan ülke
başarısız bir devlet değildir. Bu noktada fiziken ne kadar harap halde
olduğunun bir önemi yoktur.
Proleter
sınıfla küresel sermayenin birbirinden farklı çıkarlarına arabuluculuk yapan
kurum olarak devlet, Meszaros’un ifadesiyle[46], antiemperyalist savaşlarda
toprak kaybettiği için değil, emperyalizme uşaklık ettiği için başarısız olur.[47]
Herkes
şunu görmeli: emperyalizm, ancak Batı sömürgeci yağmayı yeniden idrak ederse,
daha da önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimle yeniden ilişki kurarsa, yirminci
yüzyılda oluşmuş tarihsel dengede belirli bir ağırlığa sahip olan bu iki olguya
yeniden önem verirse alt edilebilir.[48] “Her meselenin iki yönü olmalı” diye
düşünenler, bölgede sömürgeciliğin ve emperyalizmin yol açtığı sonuçlar
üzerinden bir bilanço çıkartamazlar. Walter Rodney’nin sözüyle, ABD’nin öncülük
ettiği emperyalizm, “sadece tek bir ele sahip ya da tek kolu olan bir
haydut”tur.[49]
Matteo Capasso
Ali Kadri
[Kaynak:
Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]
Dipnotlar:
[24] Juan Bosch (1968) Pentagonism, a Substitute for Imperialism (New
York: Grove Press), s. 28.
[25]
Karl Marx (1992) [1893]. Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 2:
The Process of Circulation of Capital (New York: Penguin).
[26]
Karl Marx (1867) Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 1:
The Process of Production of Capital. (Moskova: Progress Publishers).
[27]
Michael Hudson (2003) Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S.
World Dominance, 2. Baskı (Londra: Pluto Press).
[28]
Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.
[29]
Amilcar Cabral (1970) National Liberation and Culture, HW.
[30]
Hudson, Super Imperialism.
[31]
Heidi Peltier (2021), “Arms, Tanks, and Munitions: The Relationship between
Profits and Monopoly Conditions”, Security in Context Working Paper Sayı.
1. Drive.
[32]
Ivan Meszaros (1995), Beyond Capital: Toward a Theory of Transition (NY:
Monthly Review Press).
[33]
Jorge Hernandez Martinez (2011), “Imperialismo/Pentagonismo – La sociedad
norteamericana 42 anos despues” [“Emperyalizm/Pentagonizm – 42 Yılın Ardından
Kuzey Amerika Toplumu”], Yayına Hz.: Luis Cespedes Espinosa, El
Pentagonismo: 42 anos despues içinde [“42 Yılın Ardından Pentagonizm”]
(Santo Domingo: Fundacion Global Democracia y Desarollo), s. 18-40.
[34]
A.g.e., s. 29.
[35]
Christian Sorensen (2020), Understanding the War Industry (Atlanta:
Clarity Press).
[36]
Marx, Capital: A critique of Political Economy.
[37]
Emmanuel, Unequal Exchange.
[38]
Oxfam (2020) Carbon Emissions of Richest 1 Percent More than Double the
Emissions of the Poorest Half of Humanity, Oxfam.
[39]
Samir Amin (2011) “National States: Which Way Forward?”, Yayına Hz.: S. Moyo ve
P. Yeros, Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in
Africa, Asia and Latin America içinde (Londra: Pluto Press), s. 343.
[40]
Örneğin bkz.: Andrew Bacevich (2016), America’s War for the Greater Middle
East (New York: Penguin); ve Neta C. Crawford (2019) Pentagon Fuel Use,
Climate Change, and the Costs of War. Costs of War (Watson Institute: Brown
University). Watson.
[41]
Bosch, Pentagonism, a Substitute for Imperialism, s. 131.
[42]
A.g.e.
[43]
Stefano Azzara (2022), Dov’e Il Fascismo Oggi? Processi Di Concentrazione
Neoliberale Del Potere, Stato d’eccezione e Ricolonizzazione Del Mondo [“Bugün
Faşizm Nerede? Neoliberal Dönemde İktidarın Yoğunlaşma Süreçleri, İstisna Hali
ve Dünyanın Yeniden Sömürgeleştirilmesi”], MO.
[44]
David E. Stannard (1993), American Holocaust: The Conquest of the New World
(Oxford: Oxford University Press).
[45]
Domenico Losurdo (2017), Il marxismo occidentale. Come nacque, come morı,
come puo rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl
Doğabilir?”] (Bari: Laterza).
[46]
Istvan Meszaros (2007), “The Only Viable Economy”, Monthly Review,
58(11). MR.
[47]
Kadri, Arab Development Denied.
[48]
Tricontinental Institute for Social Research & Casa de las Americas (2022),
Ten Theses on Marxism and Decolonisation, Tricontinental: Institute for
Social Research. Tric.
[49] Walter Rodney (2018), How Europe Underdeveloped Africa (Londra: Verso Books).