14 Temmuz 2025

Emperyalizmin İşleri: Militarizm, Savaş ve Telef

 

“Kapitalist iş pratiği olarak pentagonculuk, muhteşem bir icattır. Pentagonizm, kâr biriktirme becerisinin toplumsal değerler skalasında en üstte durduğu, kapitalizmin aşırı geliştiği ülkelerde varlık imkânı bulmaktadır.”[24]

Savaş, bir anomali değil, üretim biçimi olan ve yeniden üretimin zeminini oluşturan sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumsal süreçtir. Buna karşın, burjuva ideologların değerlendirmelerinde savaş, sermayenin artık değeri para ve emtia biçimi altında ürettiği akışları ifade eden sermaye döngülerinin dışında gelişen bir olgu olduğu üzerinde durulmaktadır.[25] Bu ideologlar, ABD öncülüğünde ilerleyen emperyalist düzenin temel kurumlarını ve kanunlarını dinamik ve eleştirel analizin dışında tutmak, bilimin dikkatini emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden veya etmeyen, ama en azından onlarla çelişmeyen zararsız alanlara çekmek suretiyle, bu düzene destek olmaktadırlar. Savaşlarla hâkimiyet kurma pratiklerinin sermaye birikimiyle arasındaki bağ ya görmezden gelinmekte ya da bu bağ, tüm imparatorlukların doğasına içkin bir eğilim olarak değerlendirilmektedir.

Diğer endüstri kollarında olduğu gibi savaş da artı değer üretimi üzerinden kâr sağlar.[26] Bu kârların ana kaynağı, oldukça kısa bir zaman aralığı içerisinde yoğunlaşıp tükenen, artık emeğin işletildiği saatlerde oluşan değerdir. Savaşın finansmanını devlet karşıladığı için savaş yoluyla elde edilen kârlar, aynı zamanda finansa aittir.

Emperyalizm, aşırı yükselmiş varlık değeri olarak hayali sermayenin ekonomik faaliyet üzerine bindirdiği basıncı hafifletmek için servetteki alınır satılır payı, paraya tahvil edilmiş ve tekelde toplanmış artıkları harekete geçirir.

Lenin’e göre, finansal araçların kullanılma sıklığı savaşın habercisidir. Savaş, fazla parayı emer, onu kamuya ait borca dönüştürür. Savaş, aynı zamanda finansmana ihtiyaç duyar, finansal borçlardaki artış, itibari parayı artırır, finansallaşmayı hızlandırır.[27] Savaşlardan elde edilen ganimetlerin yanı sıra emperyalizm, gücünü yeni icat edilen veya elektronik yoldan aktarılan kredilere borçludur.

Tarihsel bir aşama olarak gördüğü emperyalizmi dönemlere ayıran Lenin, sömürü oranının ölçek ve kapsam açısından ekonomi sahasında yaşanan genişlemeye denk gelmesi gerektiğini, sermayedeki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, ayrıca finansal kriz döngülerinin tekelci çağa damga vurduğunu söyler.

Lenin, emperyalizmi değer yasası temelli uygulamaların yoğunlaşması olarak görür. Tarihsel materyalizme ait kategorileri esas alan bu yaklaşım üzerinden emperyalizm kavramındaki değişim, tarihsel temellerindeki değişimle birlikte ele alınmalıdır. Bu noktada, yirminci yüzyılda yaşanan savaşların finansal gerekçeleri ve sebepleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Lenin’in finans kapitalin üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişkiyi derinleştirdiğine, savaşın bu çelişkinin çözüme kavuşturulmasının yolu olarak devreye sokulduğuna dair açıklaması, sermayenin çıkarları üzerinden elde ettiği mevzilerin ardındaki mekanizma konusunda çok şey söylemektedir.

Lenin’in başvurduğu mantığı günümüze uyarladığımızda, şunu görürüz: Sermaye, finansal varlıklar ve iktidar yapısı üzerinden merkezileşip yoğunlaştığında bir geçiş aşamasını başlatır. Bu aşamada aşırı sömürünün hüküm sürdüğü koşullarda, artı değer temini, krizin çözümü noktasında telef etme, militarizm ve savaşla bağlantılı birikim sürecinden daha az bir role sahiptir.

Hâkim olunan ülkede emperyalizme kültürel düzeyde direnen herkesin tasfiye edildiği, insanın ve doğanın savaş içerisinde eritildiği, nüfusun azaltıldığı, insanın salt işgücüne indirgendiği koşulların[29] oluşmasıyla birlikte tekelci finans kapital döneminde yüksek artı değer oranı alabildiğine yükselir. Bu, halihazırda işleyen bir süreçtir.

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sınıf açısından savaş, herkesin kazandığı bir gerçekliktir. Savaş hem bir pazar, hem bir işkolu, hem de üretim alanıdır. Bir işkolu olma üzerinden sahip olduğu vasıfların yanında savaş, bir de değiş tokuşun gerçekleştiği pazarlara hâkim olmak suretiyle elindeki somut emeğin bir kısmını soyut emeğe dönüştürme vasfına sahiptir.

Savaş, yol açtığı ölümlerle insan ömrünü toplumsal zamanın, sermayenin komuta ettiği zamanın gereklerini karşılayacak ölçüde kısaltır. İnsanları daha fazla fedakârlık yapmaya mecbur eder. Hatta insanlar, kendi hayatlarını feda ederler.

Sivillerin kullanacağı ürünler için harcanan emeğe yönelik şiddetten farklı olarak, değer yasasının toplumsal açıdan gerekli emek zamanla ilgili talepleri, saf artık insanların üretilmesini şart koşar. Artık insanlar, savaşın ürettiği bir üründür. Savaş, uyguladığı şiddetle bu ürün bollaşmasını sağlar. Bu anlamda, patlayan bombalar, o bombaların öldürdüğü insanlar, yok ettiği gezegen, hem araç hem de amaçtır.

Mantıksal açıdan saçma olsa da savaş herkesi öldürürse, somut emek rolünü oynayacak kimse kalmaz. Ama gene de savaş ve sebep olduğu kemer sıkma politikaları, nüfusu azaltarak, aşırı üretim sebebiyle insanın elindeki kaynakların yetersiz kullanımı sorununa çözüm bulur.

Aşırı üretim aşırı ürün tedarikine yol açsa da bu, her zaman sorun teşkil etmez. Üretim, sermayenin komutası altında olgunlaşan toplumsal bir süreçtir. Bir pazarın taleplerini karşılayan odur. Emtia, sınıfın üretilenleri alacak durumda olmadığı koşullarda aşırı üretildiğinde, ekonomik açıdan bolluk meydana gelir. Bu anlamda, aşırı üretim kavramı, ekonomik bolluk kavramını içerir. Zira toplumsal bir süreç olarak sermayedeki anarşi, eldeki fiyatlardan bağımsız olarak, tüm pazarlar için gereğinden fazla mal üretilmesi demektir. Toplumsal süreç olarak aşırı üretim, her daim ilgili pazarla bağlantısı içerisinde gerçekleşir. O pazara destek olan sermaye, elindeki güçle, pazarın genişlemesini tehdit etme potansiyeli bulunan diğer pazarlardaki kaynakları devreye sokar.

Aşırı üretime dayalı sermaye, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, birbiriyle rekabet içerisindeki sermayenin büyüme sürecini en tehlikeli araçlarla ketler. Bunun için çalışma sürecini düzene sokar ya da üretimle ilişkili emeği ucuzlatıp disipline eder. Toplumun yaşam döngüsü boyunca sadece ödenen ücreti düşürmekle kalmaz, aynı zamanda emeğin yeniden üretimi için gerekli sağlık ve eğitim gibi maliyet kalemlerini aşağı çeker. Emek maliyetlerini veya gerekli emeği azaltmak, emeğin yeniden üretim oranını belirleyecek tedbirleri yapmak için, işçilerin sayısını veya ortalama ücreti düşürmek suretiyle, ücret gibi maliyetlerin aşağı çekilmesi gerekir.

Bu noktada bir milleti kendi politikalarına boyun eğdiren ABD emperyalizmi, uzak diyarlarda güçlü olmasını sağlayacak kudret düzeyine kavuşur. Savaş, askeri teçhizatı, doğayı ve insanları tüketir. Savaşın kendisi, ABD emperyalizminin hâkim olduğu dönemin ana faaliyeti olan telef etme yoluyla birikim kategorisinin merkezinde duran bir atıktır. Başka bir ifadeyle savaşın kendisi, yıkım yoluyla işleyen üretim süreci olduğu için, o ne kadar çok şeyi yok ederse o kadar çok şey üretir.

İşçilerin hayatı üretim olarak savaşa ait girdilerdir. Cesetlerin, heba edilmiş canların ve doğada yok edilmiş türlerin sayısı, bu işkolunun yan ürünleridir.

Emperyalizm, yıkım yoluyla, toplumsal doğanın heba edilmesiyle veya nispi ya da mutlak nüfus azaltma faaliyetiyle biriken sermayenin şiddete bakan yüzüdür. Emperyalizm, nüfusun yeniden üretimi için gerekli toplumsal destek mekanizmalarını devre dışı bırakır.

“Telef etme” kategorisi denilen bütünlük içerisinde militarizm, sermaye sisteminin ana eylem biçimidir. Sermaye, militarizm yoksa durur. Militarizm, finans açısından önemli bir olgudur.

ABD emperyalizmi, dünyaya dolar akıtır. Dolar, tüm işgal edilmiş ülkelerin ana para birimidir. Para getiren artığın birikmesiyle oluşan tekeli sağlama almak, yutmak ve yeniden devreye sokmak için emperyalizm, tahviller çıkartır.[30]

Bonolar ve tahviller sayesinde finans sektörünün elindeki varlıklar büyür, para arzını büyütme, finansal kârları artırma becerisi bunlara bağlıdır. Savaş ekonomisinin geliştirdiği teknolojik yenilikler özel sektörden sorulur.[31] Bunun dışında, devlet orduya yatırım yapar. Sağlık ve eğitim gibi toplumsal harcama kalemlerini özel sektöre bırakır.

Toplumsal düzeyde militarizm, sermayedeki esneklik için önemlidir çünkü insan hayatında varolan, harekete geçirilmemiş değeri işleyen odur. Her yaşayan insan, üretim yapabilecek birer emekçidir, çünkü bu insan, kemer sıkma politikası dâhilinde artan fiyatlara direnir veya bir bomba sonucu hayatını kaybeder.

Militarizm nüfusu azaltır, emekçi insanların müşterek iradesini toplumsal örgütlenmenin fiili veya potansiyel biçimlerini ortadan kaldırmak suretiyle yok eder. Militarizm, artık değer üreten bir motordur çünkü o, işe girip çıkma döngüsü dâhilinde tüm yaşayanların çalışma sürelerini böler ve kısaltır, işçi sınıfının toplam toplumsal üründeki payını, yani gerekli emeği azaltır.

Militarizm aynı zamanda, Eisenhower’ın formüle ettiği biçimiyle, “sınırsız kaynakları ve aşırı üretimin sonucu olan sermaye fonlarını temellük edip dağıtan”[32] askeri-endüstriyel komplekse dair muhasebe temelli anlayışa kıyasla daha kapsamlı bir anlayıştır. Hakikat şu ki askeri-endüstriyel kompleks, burjuva devletini, sanayideki şirketleri, finans kapitali ve askeri bürokrasiyi emperyalist güce ait tek bir mekanizma içerisinde harmanlayıp cem eden ilişkiler ağını oluşturan güçtür.[33] Bu terimle tanımlanan, farklı düzlemde cereyan eden ilişkiler, ancak iktidar yapısı üzerine yürütülecek kapsamlı çalışmalar bağlamında, diyalektik açıdan bakılarak netliğe kavuşturulabilir.[34] Bu “karmaşık” çıkarlar ağının merkezinde askeri sanayi, bilim insanları, üniversiteler ve araştırma kurumları gibi düşünce kuruluşları, iş insanları, medya patronları ve Başkan Eisenhower’ın açıklamasında adını anamadığı Kongre üyeleri durur.[35]

Neticede Eisenhower, bu kompleksten söz ederken, askeriyenin gelişimini babahancı bir yerden ele almakta, kompleksin yol açtığı “tehlikeler”i sadece olgusal düzeyde gündeme getirmektedir.

Askeri-endüstriyel kompleks denilen olgu, Kuzey Amerika toplumunda “yeni” bir şeymiş gibi kabul ediliyor, ama bu olgu, halen daha koşullara bağlı niteliği ve öznel boyutu üzerinden yorumlanıyor. Bu açıdan kompleks, tarihsel düzlemde kendisini belirleyen gerçeğe, yani günümüz emperyalizminin doğasından kaynaklanan özelliğine bakmaksızın, sıkı bir devlet kontrolü ve idari önlemlere dayalı bir yönetim politikasıyla yok edilebilecek bir süreç olarak görülüyor. Temelde askeri-endüstriyel kompleks, kapitalist devletin kurumsal sınırları “haricinde” ortaya çıkmış bir üstyapı olarak algılanıyor.

Oysa sadece potansiyel değil, fiiliyatta varolan insanların hayatlarının heba edilmesi, tam da birikimin gerçekleştiği alandır. Nüfus azaltma pratiğinin sermayenin hareketine içkin olduğu üretim süreci, bu şekilde işlemektedir.

Savaş, telef etme yoluyla birikim denilen yapı içinde işleyen bir ekonomik faaliyettir. Savaş, emeği sömürür, artı değeri ortaya çıkartır. Savaş düzleminde değer denilen şey, sadece ceset veya telef etme üzerinden üretilen bir şey değil, aynı zamanda bir özne-nesne ilişkisidir. Bu ilişki, işçilerin ürettiği şeylerle (nesnelerle) sınıflar veya toplumsal katmanlar içerisinde örgütlenen işçiler (özneler) arasında cereyan eder.

Diğer tüm metalar gibi savaşın ürettiği ürünlerin değeri de bir töze sahiptir, yani burada üretilen şeyle onun üretimini belirleyen bilinç ve örgütlenme biçimleri arasında bir birlik söz konusudur. Bu anlamda, insanların öldürüldüğü, çevrenin kirlendiği bir süreç olarak savaşlar, güneydeki ülkelerin örgütsel yapılarını değiştirir, bu ülkelerin ulusal ve bölgesel birliklerini yok eder. Bu haliyle savaşlar, ABD emperyalizmine meydan okumak için gerekli her türden politik teşkilatı ve/veya ideolojik bilinci susturur. Dolayısıyla mesele, basit manada yıkım yoluyla birikime zemin teşkil eden bombalar ve finansal yan ürünler değildir. Mesele, küresel Güney’in ulusal egemenliğinin ve bölgesel birliğinin tarumar edilmesidir.

Bu türden bir süreçte olan, gezegene olur. Sermaye ve bir avuç insanın şatafatı için dünya heba edilir. Burada mesele kullanılacak kaynakların fiziki sınırına gelip dayanması değil, insanı ve doğayı orantısız bir biçimde yok eden süreç üzerinden insanın ve toplumsal doğanın yeniden üretilmesini sağlayan sermaye temelli ilişkidir.

Kaynaklar yok olmaktadır. Bu yok oluş, kıtlık sürecini beslemektedir. Bu sayede fiyatlar arasındaki farklılıklar daha da artmaktadır. Temiz doğa gibi kıt malları ancak zenginler alabilmekte, yoksulların bunlara erişme imkânları ortadan kalkmaktadır. Örneğin su borularının imha edilmesi, suların kirletilmesi, plastik şişe üreticilerinin daha da büyümesi yüzünden içilebilir suya ancak parası olanlar kavuşabilmektedir.

Kıtlık, kârları yukarı fırlatan bir şeydir. Bu koşullarda tükenen, tükenme ihtimali bulunan kaynaklar diye bir gerçek ortadayken, sermayenin toplumsal doğanın kirlenmesiyle ilgili fikrini değiştirmesi mümkün değildir.

“Kaynak savaşları”ndan söz edenler, imal edilmiş kıtlık, telef etme pratikleri ve katliamlarla yüklü süreci üreten ve besleyen sermayeyi dikkate almamaktadırlar. Bu anlamda, yukarıda aktardığımız görüş, bu tür kavramların sınırları konusunda da çok şey söylemektedir.

Telef etme endüstrisi, Kuzey’deki sınıfların içerisinde kullanılıp atılacak unsurların fiyatını düşürdü, gerekli emeği azalttı. Tüm bunlar, sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlı, yaklaşık beş yüz yıllık dönem içerisinde gerçekleşti. Kölelik, yerli soykırımı, doğal türlerin yok edilmesi, ticari sömürünün yeni biçimleriydi ama aynı zamanda Kuzey’de hüküm süren ücretli kölelik düzeninin üzerinde durduğu “kaide”ydi.[36]

İnsan ve doğa ticarileştiriliyor. Bunlar, toplumsal üretim döngüsü üzerinden oluşan birikimin oranı temelinde üretiliyor ve tüketiliyorlar. İnsan ve doğa, birer meta olarak otomobiller veya bombalar gibi fabrikada üretilen mallar satılmadan önce veya satıldıktan sonra gerçekleşen şeyler değil. İnsan ve doğayı pazar yutar. Onların fiyatı, toplumsal zamana ya da sermayenin insanları en düşük maliyetle veya topluma aktarılacak maliyetle üretmek için disipline ettiği zamana göre fiyatlandırılır. Toplumsal veya soyut zaman, özel veya somut zamana baskı uygular, kâr elde etmek için insanları ezer. Telef etme pratiği, üretimin arka planında, üretimin habercisi veya yan ürünü olarak oluşur.

Toplumsal zaman, kronolojik zamandan farklıdır. O, geçmişte meydana gelip, belirli bir ihtimal üzerinden, gecikmeli olarak geleceği etkileyecek bir şey değildir. Toplumsal zaman, olayları biçimlendiren toplumsal güçlerin niteliksel açıdan değişen niteliğine bağlı zamandır. Toplumsal zaman kronolojik zamanla uyuşmadığı gibi ondan farklıdır da. Toplumsal zaman, üretim zamanında karşılık bulan toplumsal güçlerin değişen niteliğidir. Daha uygun bir tanımla, illiyet bağındaki belirsizlik sebebiyle toplumsal zaman, tarihin yaşamsal süreçleri üstten belirlediği sürecin zamansal yansımasıdır.

Telef etme pratiği, zamansal güzergâhta belirleyici rol oynar. Bu pratiğin geçmişi de geleceği de kronolojik zamandan bağımsız temellerdir. Telef etme, kronolojik zamanda cereyan eden gelişmeyi sermayenin taleplerini karşılamak adına biçimlendirir.

Sermayenin hâkim olduğu koşullarda toplumsal zaman, kısa kronolojik zaman aralıklarında insanların hayatını kısaltır. Ama emeğin hâkim olduğu, yani işçi sınıfının sermayenin belirlediği zamansal kısıtlamalardan kurtulduğu koşullarda toplumsal zaman, Lenin’in ifadesiyle, nesiller boyu yaşanacak olayların bir günde yaşanmasında olduğu gibi, zamanın ta kendisi hâline gelir.

Toplumsal zaman, gerçek zaman veya sebep-sonuç arasında analiz düzeyindeki kopukluğun yerini, dolaysızlık olarak diyalektik birliğe bıraktığı zamandır. Halkın diliyle söyleyecek olursak telef etme pratiği, ona yol açan, geçmişe ve geleceğe ait sebep ve/veya sonuçların ürünüdür.

Sermaye, insanı ve doğayı tüketir. Tarihsel süreçte insan, sermayeye içseldir. Dışsal olduğu iddiası, saçmadır. Sermayenin tüm ürünleri, doğal felâketler ve yeri doldurulamayacak türlerin yokoluşunun gölgesinde kalır.

Marx, insanın ancak çözüme kavuşturabileceği soruları sorduğunu söyler ama artık bu tespitin tersi doğrudur. İnsanın sermayeye dışsal olduğu iddiası, mantıksal açıdan veya biçimsel bir değerlendirme bağlamında doğrudur ama gerçekçilik ve işlevsellik açısından yanlıştır. Dışsallık iddiası, burjuva ideologlarının dillerine doladığı her türden kavram gibi işçi sınıfına karşı kullanılan bir silahtır.

Eski yaklaşım, aslında ayrıştırılması mümkün olmayan üretim sürecini telef ve telef harici unsurlara bölüyor, ardından da her iki kısmı ayrı ayrı ele alıyor. Bu haliyle eski yaklaşım, sermayenin girdi maliyetlerini aşağı çekmek, dolayısıyla, işçi sınıfını etkisiz kılıp, kaynaklarını elinden almak, bunları sorumsuzca, en düşük maliyetle kullanmak, toplumsal kullanımın üreteceği atıktan daha fazla atık üretmek zorunda olduğu gerçeğini örtbas ediyor.

Aslında üretim, insanın yabancılaştığı bir süreç olduğu için, teknolojik gelişmenin ve üretimin topluma hesap vermeden ulaştığı düzeyler, sermayenin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanan ilerlemenin aklanmasını sağlıyor. Kuzey’de refah devletinin elindeki toplumsal kazanımlar, bir yanıyla, Güney’de mevziler kazanan komünizmle ve ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadele ederken işçi sınıfına verilen rüşvetlerdi.

Batı medeniyetini savunup duranlar, ırkçı bir dil tutturuyorlar. Bu noktada durmadan tüm dünyaya, yaptıkları keşifler olmasaydı, ortalama yaşam süresinin daha düşük olacağını söylüyorlar. Oysa bugün Afrikalılar ve Araplar daha uzun yaşıyormuş gibi görünüyorsa bunun nedeni Batı’nın hümanizmi değil. Misal sıtma ilaçları, ilk başta İngiltere’deki çiftliklerde yetiştirilen sığırlarda görülen parazit kaynaklı hastalıkları tedavi etmek için geliştirildi ama bu ilaçların tesadüfen insanlara da hayrı oldu.

Aslında sermaye, eldeki imkânlarla yaşanacak ömrü kısaltır. Buna karşın, sermaye, Avrupa medeniyeti olmasaydı, insanların ormanlarda veya çöllerde yirmili yaşlarda ölüp gideceğini söyleyerek aklamaya çalışır. 43 yaşında Felluce’de seyreltilmiş uranyum içeren bombayla ölen yoksul bir adamı Sümer devletinde veya neolitik çağda 23 yaşına dek gayet iyi yaşamış bir adamla kıyaslamak saçma olurdu.

Zamanı koşullayan, belirli bir dönemde onun yapısını belirleyen toplumsal ilişkiler kümesidir. Farklı tarihsel dönemleri kıyaslamak isteyenler, keyfilik düzeyini aşağı çekmek için vasıflandırma ve dönemleştirme çabası içinde olmalıdır. Aksi takdirde geri döndürülemez olan zaman ölçülemez. Bunun sebebi, olguda ortaya çıkan içeriğin değişmesidir. Bu anlamda, tarih yeniden dönemleştirilmelidir.

Güney, on dördüncü yüzyıldan beri katledildi. Bu katliam, sermayenin asli iş sahasıydı. Sermayenin kültürü, Batı’nın kültürü haline geldi. Emperyalist saldırıların ve oluşturulan servetin biriktirdiği bilgiye dayanan bu kültür konusunda kimse, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizmin Yemen’e attığı bombalarla bu ülkedeki ortalama yaşam süresini Avrupa’daki sürenin altına nasıl çektiğini sormuyor. Kültür düzeyinde de bir katliama tanıklık ediyor ve bu katliam, gelişmekte olan dünyada yenilgiyi kabul eden görüşlere yol açıyor. Amilcar Cabral, tam da bu yüzden kültürel mücadeleyi öncelikli görüyor.

Ekolojik emperyalizmin Güney’deki halk kitlelerini hasta ettiğini görmek gerek. “Dünya nüfusunun en zengin kısmına denk düşen yüzde birlik dilim, salınımlarda eşi benzeri görülmemiş artışa tanıklık edilen 25 yıllık kritik dönem boyunca insanlığın yarısını ifade eden ve en yoksul kesime denk düşen 3,1 milyar insanın yol açtığı toplam karbon kirliliğinin iki katından sorumlu.”[38]

Doğaya yönelik saldırının sermayenin işine geldiğini görmek gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının sahip olduğu güç, doğanın fiyatını emek lehine ayarlıyor. Ama düşük fiyatlarla kullanılan ve suiistimal edilen doğa, yani giderek ölen doğa, emeğin yeniden üretim maliyetini düşürüyor. Çünkü bu haliyle emeğin hayatı erkenden son buluyor. Telef etme, en güvenli kitle imha silahı.

Bu sebeplere bağlı olarak, politik düzeyde, Vaşington’un telef etme yoluyla birikim yönteminin dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılma konusunda oldukça önemli bir yöntem olduğunu acilen idrak etmek gerekiyor.

Samir Amin’in de dediği gibi, telef etme yoluyla birikim projesinin yenilgiye uğraması, “özgürlüğün alanını genişletmenin en önemli koşulu. Bu yapılmazsa toplumsal ve demokratik ilerleme sağlanamaz. Çok kutuplu dünyaya doğru ilerlenemez.”[39]

Militarizmin ve telef etmenin ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin varlığını sürdürmesinde önemli rollere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık yolunu yürümüş ülkelerde ABD emperyalizminin ülkeleri üzerindeki ağırlığını ilk elden tecrübe eden akademisyenler ve siyasetçiler, bu iki olgunun önemini görüyorlar. Buna karşılık, Kuzey’de akademisyenler, ABD’nin dünya meseleleri düzleminde hegemonik rolünü pekiştirdiği koşullarda bu tür konuları demode buluyorlar.

ABD’nin başını çektiği yıkım süreci karşısında ilgili dinamikleri incelemek zorundayız.[40] Bu noktada emperyalizmin Güney’e yönelik saldırılarını inceleyen, dinamiklerini teşhis eden eski metinlerin sundukları görüşleri de okumalıyız.

Örneğin 1966 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı, Castro’nun dostu Juan Bosch, “Emperyalizmin Yerini Alabilecek Bir Kavram Olarak Pentagonizm” başlıklı uzun bir makale kaleme aldı. Dünya meselelerini yakından izleyen bir isim olarak Bosch, makalede şunu söylüyordu:

“Pentagonizmin tüm dünya halklarına yönelik bir tehdit olduğuna hiç şüphe yok. Çünkü pentagonizm, canlıların ihtiyaç duydukları hava ve yemek gibi savaşa ihtiyaç duyan bir savaş makinesidir.”[41]

Bosch’un yazısında asıl çarpıcı olan, pentagonizmin Kuzey’deki emekçi kitleler için sebep olduğu tehlikeleri aktaran bölümler:

“Tüm Amerikalılar da tehdit altında. Pentagonizm, bu gücünü muhafaza edecek olursa, ABD’de sivil halkın elindeki güce hükmetmeyi sürdürürse, sadece politikacılar ve askeri liderler değil tüm ülke, sonuçta dünyanın öfkesini üzerine çekecek.”[42]

Batı’da üretilen teori, bu asli meseleyi ya görmezden geliyor ya da örtbas ediyor. Batılı teorisyenler, faşizmi ve otoritarizmi kınama, onların yükünü muhaliflerin sırtına yükleme konusunda gayet cevvallerken, bombalar, katliamlar ve yaptırımlar üzerinden Batı’nın hükmettiği ülkelere yapılan zulmü görmezden geliyorlar.[43]

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist genişleme sürecini yöneten değer yasasını anlamak iki açıdan önemli:

1. Güç ilişkileri sistemi, en haşin biçimine Batı’da kavuştu. Burada sistem, halkın topyekûn katlini ve köleliği temel aldı.

2. Bu tür acımasız politikalar dünyanın çoğunluğunu hedef aldı.[45]

Suriye, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlar, genelde Hollywood filmlerinde görülen kötü lideri bahane ederek başlatıldılar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, bir yandan gerici mücahidleri teşvik etti, besledi, mezhepçiliği körükledi, devleti zayıflattı, bir yandan da kesintisiz sürecek savaşların temelini attı. Oysa olayların ardındaki fail, ne kötü lider ne de bir grup bireyin tarihe aşkın psikolojik özellikleri ve eğilimleriydi.

Mücerret veya münferit özne diye bir şey yoktur, olamaz. Birey, toplumsal düzende cereyan eden birçok toplumsal ilişkiyi yansıtan, toplumsal bir ilişkidir. Örgütlü politik eylem aracıyla politik tesir yaratmak için örgütlenmiş ilişkilerden başka bir failden söz edilemez.

Emperyalizmle mücadele eden kitlelerin failliği, devletin dağılması ile birlikte sönümlendi. Sömürgecilik ve emperyalist sınıfın iktidarı karşısında ulus-devlet antiemperyalist mücadele yürütür. Bu şekilde tanımlandığında, antiemperyalist bir gelişmekte olan ülke başarısız bir devlet değildir. Bu noktada fiziken ne kadar harap halde olduğunun bir önemi yoktur.

Proleter sınıfla küresel sermayenin birbirinden farklı çıkarlarına arabuluculuk yapan kurum olarak devlet, Meszaros’un ifadesiyle[46], antiemperyalist savaşlarda toprak kaybettiği için değil, emperyalizme uşaklık ettiği için başarısız olur.[47]

Herkes şunu görmeli: emperyalizm, ancak Batı sömürgeci yağmayı yeniden idrak ederse, daha da önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimle yeniden ilişki kurarsa, yirminci yüzyılda oluşmuş tarihsel dengede belirli bir ağırlığa sahip olan bu iki olguya yeniden önem verirse alt edilebilir.[48] “Her meselenin iki yönü olmalı” diye düşünenler, bölgede sömürgeciliğin ve emperyalizmin yol açtığı sonuçlar üzerinden bir bilanço çıkartamazlar. Walter Rodney’nin sözüyle, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, “sadece tek bir ele sahip ya da tek kolu olan bir haydut”tur.[49]

Matteo Capasso
Ali Kadri

[Kaynak: Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]

Dipnotlar:
[24] Juan Bosch (1968) Pentagonism, a Substitute for Imperialism (New York: Grove Press), s. 28.

[25] Karl Marx (1992) [1893]. Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 2: The Process of Circulation of Capital (New York: Penguin).

[26] Karl Marx (1867) Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 1: The Process of Production of Capital. (Moskova: Progress Publishers).

[27] Michael Hudson (2003) Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S. World Dominance, 2. Baskı (Londra: Pluto Press).

[28] Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.

[29] Amilcar Cabral (1970) National Liberation and Culture, HW.

[30] Hudson, Super Imperialism.

[31] Heidi Peltier (2021), “Arms, Tanks, and Munitions: The Relationship between Profits and Monopoly Conditions”, Security in Context Working Paper Sayı. 1. Drive.

[32] Ivan Meszaros (1995), Beyond Capital: Toward a Theory of Transition (NY: Monthly Review Press).

[33] Jorge Hernandez Martinez (2011), “Imperialismo/Pentagonismo – La sociedad norteamericana 42 anos despues” [“Emperyalizm/Pentagonizm – 42 Yılın Ardından Kuzey Amerika Toplumu”], Yayına Hz.: Luis Cespedes Espinosa, El Pentagonismo: 42 anos despues içinde [“42 Yılın Ardından Pentagonizm”] (Santo Domingo: Fundacion Global Democracia y Desarollo), s. 18-40.

[34] A.g.e., s. 29.

[35] Christian Sorensen (2020), Understanding the War Industry (Atlanta: Clarity Press).

[36] Marx, Capital: A critique of Political Economy.

[37] Emmanuel, Unequal Exchange.

[38] Oxfam (2020) Carbon Emissions of Richest 1 Percent More than Double the Emissions of the Poorest Half of Humanity, Oxfam.

[39] Samir Amin (2011) “National States: Which Way Forward?”, Yayına Hz.: S. Moyo ve P. Yeros, Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America içinde (Londra: Pluto Press), s. 343.

[40] Örneğin bkz.: Andrew Bacevich (2016), America’s War for the Greater Middle East (New York: Penguin); ve Neta C. Crawford (2019) Pentagon Fuel Use, Climate Change, and the Costs of War. Costs of War (Watson Institute: Brown University). Watson.

[41] Bosch, Pentagonism, a Substitute for Imperialism, s. 131.

[42] A.g.e.

[43] Stefano Azzara (2022), Dov’e Il Fascismo Oggi? Processi Di Concentrazione Neoliberale Del Potere, Stato d’eccezione e Ricolonizzazione Del Mondo [“Bugün Faşizm Nerede? Neoliberal Dönemde İktidarın Yoğunlaşma Süreçleri, İstisna Hali ve Dünyanın Yeniden Sömürgeleştirilmesi”], MO.

[44] David E. Stannard (1993), American Holocaust: The Conquest of the New World (Oxford: Oxford University Press).

[45] Domenico Losurdo (2017), Il marxismo occidentale. Come nacque, come morı, come puo rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl Doğabilir?”] (Bari: Laterza).

[46] Istvan Meszaros (2007), “The Only Viable Economy”, Monthly Review, 58(11). MR.

[47] Kadri, Arab Development Denied.

[48] Tricontinental Institute for Social Research & Casa de las Americas (2022), Ten Theses on Marxism and Decolonisation, Tricontinental: Institute for Social Research. Tric.

[49] Walter Rodney (2018), How Europe Underdeveloped Africa (Londra: Verso Books).

12 Temmuz 2025

Emperyalizm Meselesi: Sosyolojik Bir Yaklaşım

2003’teki Irak işgalinden beri Arap coğrafyası, sayıları giderek artan savaşlara ve çatışmalara tanıklık ediyor. Yemen’de binlerce insan, kıtlık ve açlık riskiyle karşı karşıya. On iki milyondan fazla insan, yardıma muhtaç. Suudi ve ABD destekli koalisyonun bombardımanları sebebiyle sağlık, gıda, barınma konusunda sorunlar yaşıyor.

Dünya Gıda Programı’nın (WFP) başkanı, Şubat 2022’de mevcut durumun vahametini açıktan kabul eden cümleler kuruyor: “Açlıktan ölmek üzere olanları beslemek için açların önündeki yemeği almaktan başka bir seçeneğimiz yok.”[1]

Libya, 2011’de NATO öncülüğünde yürütülen askerî harekât neticesinde egemenliğini yitirdi. Yabancı güçler ve içteki müttefikleri, savaş ganimetleri için birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar. Sermaye ülkeyi terk etti, birileri halkın parasına çöktü. Sıradan Libyalılar, bitmek bilmeyen baskı koşullarında yaşamaya alıştı, Lübnan’a has olduğu düşünülen gerçekliği Libyalılar da kanıksadı. Yani artık bu ülke de su ve elektrik kesintileriyle, paradaki değer kaybıyla uğraşıyor.

Tunus’ta, 2011’deki eylemlerin elde ettiği “başarı”ya rağmen, gıda kıtlığı ve IMF’in dayattığı kemer sıkma tedbirleri işçi sınıfını boğuyor. İşbaşına gelen farklı hükümetler, giderek artan güvenlik tehditlerine karşı koymak adına, askeri bütçeyi artırıyor, Batı’nın silahlarını ve asker yardımlarını alıyor.[2]

Ekonomik ve toplumsal açıdan harap olmuş bir devlet olarak Suriye ve komşusu Lübnan’da 1993 yılından beri ilk kez kolera vakaları görüldü.[3]

En son savaşını 1973’te yapmış olan Mısır’ı en çok da Camp David Barış Anlaşması sonrası yürürlüğe konulan neoliberal politikalar mahvetti. Mısır, tam da akla Lin Biao’nun “savaş yıkım ve kayıp getirir, ama insanların köle olmayı istemesiyle birlikte emperyalizme karşı direnilmemesi durumunda oluşacak yıkım, zarar ve çile daha da büyük olacaktır” sözünü anımsatan bir ülke.[4] Ülkedeki yoksulluk oranı ve kötü beslenen çocukların oranı savaş koşullarında görülecek seviyede.[5]

Filistin’de İsrail, Batı Şeria’da her gün ev yıkıyor, insan öldürüyor, önüne geleni gözaltına alıyor, Gazze’ye belirli dönemlerde askerî harekâtlar düzenliyor.

Peki savaşlar, Ortadoğu’yu karakterize eden toplumsal ve politik ilişkilerin doğal bileşeni hâline nasıl geldi? Hâkim söyleme ve dile kulak verenler, devam eden yıkım sürecini iç savaşlara, kötü yönetime, kabilelere ve tarihsel ayrışmalara vs. bağlayacaktır.

İlginç olan şu ki ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirdikçe dünya düzenini en doğru şekilde analiz eden Bağımlılık Teorisi, Dünya Sistemi Teorisi ve Marksist teoriler gibi teoriler demode ilan ediliyor. Bu düzlemde ABD’nin öncülük ettiği, yaptırımları, savaşları ve neoliberal reformları esas alan emperyalist politikalara yönelik olarak bölge ve dünya genelinde ortaya konulan itirazlar dirhem dirhem azalıyor.[6] Ne yazık ki ABD emperyalizmini görmeyen analizler, ezilen-sömürülen ülkelerin ABD emperyalizmi karşısında yürüdüğü tarihsel kalkınma yolunu ve politik yolu anlayamıyorlar, ayrıca gerçekliğe dair soyut ve tarih dışı bir resim sunmakla yetiniyorlar.

Uzun süredir ABD emperyalizminin tarihteki ağırlığını görmezden gelenler, Çin’in ekonomi sahasındaki yükselişi karşısında bugün birden fazla emperyalizmden bahsetmek zorunda kalıyorlar. Çin’i ABD’yle eşdüzlemde duran, emperyalist bir ülke olarak görmeye yönelik bu hamlenin kafa karışıklığına yol açtığını görmek gerekiyor.

Biz, bu makalede ilgili yaklaşımların sınırlarını ortaya koyacağız, ayrıca Arap coğrafyasına dair çalışmayı, “ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm” anlamında emperyalizm meselesiyle ilişkilendireceğiz.

Empirisizm Moda, Tarih Demode

“İdealizm, nesne anlayışını uygun şekilde formüle edemez. Dünyayı parçalayan idealistler, onu yeniden bir araya getiremezler. […] İdealistlere çorbanın malzemelerini verin, onlardan bir tas çorba çıkartamazlar.”[7]

Akademi ve medya, emperyalizm kategorisini tarihin tozlu raflarına kaldırmak suretiyle dünyamızı alabildiğine yoksullaştırdı. Neoliberalizm analizleri, bugünün dünyasında hâlâ hüküm süren emperyalizmin niteliğinin üzerini örttü. Hâkim anlayış da aynı körleştirme işlemini, tarihi toplumsal bir öznenin yol açtığı gerçek olayların sürekliliğinden ibaret olduğuna dair gerçeği görmezden gelerek yapıyor. Bu anlayışa mensup olanlar, tarihi maniheist dünya anlayışına kapatıyorlar. Yani tüm dünyayı bireylerin kötü eylemlerine karşı cesur eylemlerin yön verdiği Garba Karşı Harp anlayışı üzerinden okuyorlar. Ardından da olan biteni zamansal silsile içerisinde, bir tür hikâye gibi anlatıyorlar. Savaşlar, uzun zamandır varolan mezhep veya kabile gibi kimlikler üzerinden kavranıyor ve bu kimliklerin bölgeyi tanımladıkları söyleniyor.

Toplumlar, varoluştan çok varlık olarak değerlendiriliyor. Bu tür değerlendirmeler, somut kurumlara ve tarihsel değişime bakmayan Veberci değerlendirmelerden besleniyor. Bunlar, çatışan çıkarlar yerine, sadece zamansız, idealize edilmiş kimliklere ve bütünleşme fikrine odaklanmış kategorilere bakıyorlar.

Bu yaklaşımlar, Keynes öncesi neoklasik iktisadın normal-denge şemasına fena halde benziyor. Yani burada toplumsal gerçekliğin bütünlüğünü ve zamana aşkın istikrarını temel alan mantıksal kurgular söz konusu. Bu tür görüşler, soyut, statik ve tarih dışı analizlere imza atıyorlar. Bunu yaparken, toplumun sorunlu yüzleri ne vakit görünür olsa, misal savaş gibi bu tür değerlendirmelerin açıklamayı amaçladığı gelişmeler yaşansa, nihayetinde bölgeyi bir anomali veya istisna olarak tanımlıyorlar.

Dolayısıyla, bugün rejim türünden kategorilerin, belirli bir modelin yön verdiği uluslararası ilişkiler sahasının ve neoklasik iktisat teorilerinin savaş meselesini ele almaları mümkün değil. Renata Allio’nun ifadesiyle, ekonomi ve sosyoloji alanında yürütülen araştırmalar ne vakit tarihsel gerçekle yüzleşse, savaş sorunundan kaçınmanın imkânsız olduğunu görüyorlar, çünkü her bir iktisatçı, ömründe bir dönem illaki ekonomiye ve toplumsal yeniden üretim tarzına etkide bulunmuş, küçüklü büyüklü bir savaşa ve çatışmaya tanıklık etmiştir.

Savaş incelemelerinde varolan boşluk, yüzeysel bir emprisizmle doldurulmaya çalışılıyor. Etnografi alanına ait veri yığını, istatistiki korelasyonlar ve empirik genellemeler, savaşların asli yönleri olarak görülüyor. Ufak parçalar arasındaki bağlar ve bütünün kendisi gözlerden kaçırılıyor.

Uluslararası ilişkiler sahasında çatışma ve güvenlikle ilgili alan çalışmaları yürütülmüyor. Jeopolitik sistemin temel ve kontrol etme amaçlı unsurları görülmüyor. Bu anlamda, periferinin, Güney’in politik yolu ve tarihsel gelişimine bakılmıyor. Oysa bu yol ve gelişim, bir boşlukta gerçekleşmiyor. Kapitalist dünya sistemi içerisinde varoluyor.[9]

Bize göre savaş çalışmaları, empirik verileri teorik düzlemde bütünlemek suretiyle geliştirilmeli. Burada amaç, sadece olgulara yönelik görüşü derinleştirmek olmamalı, ayrıca toplumsal kontrol ve çare sunan eylemlere dair ihtimaller açığa kavuşturulmalı.[10] Böylesi bir teori, toplumsal değişimin teorisi, toplum tiplerinin tarihsel gelişiminin teorisi olabilmeli. Aynı zamanda çatışma ve krizi toplumsal sistemin haricinde, kazara gelişen değil, o sistemin doğasından kaynaklanan şeyler olarak gören bir teori üretilmeli.

Örneğin 2011’de Libya ve Suriye’de yaşanan çatışmaları hâkim anlayış, bu ülkelerin savaş öncesindeki durumlarına ve onların geride bıraktıkları tarihlere bakarak, sınıf mücadelelerinin yereldeki ve uluslararası plandaki işleyişine eğilerek değerlendirmedi. Bunun yerine, iki çatışma sürecini analiz edenler, politik sorunların sebeplerini Beşşar Esad ve Muammer Kaddafi ismini taşıyan iki otoriter, zorba, paranoyak ve kötü kişiliklere bağlamakla yetindiler.

Bireylerin eylemleri ve ideolojileri, tarihsel gelişmeleri izah etmemize katkı sunan, önemli detaylar olsalar da bunların süreci belirleyen, tayin eden unsurlar olduklarını söyleyemeyiz. Bireyler ve ideolojiler, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemin çıkarlarına tabi olan, bu anlamda, emperyalizmin gücünü daimi kılan maddi gerçeklikle doğal olarak bağlantı içerisinde bulunan sınıfsal çıkarların somut ifadeleridirler. Bu türden önemli politik gerçekleri göz ardı eden değerlendirmeler, politika ve tarihi irrasyonel bireyler ve tehlikeli ideolojileri arasında cereyan eden tuhaf kavgaya indirgiyorlar, bunu yaparak, tarihi oluşum anomalisi ilmi anlamında teratolojiye dönüştürüyorlar.

Özünde bunlar, hep “ABD ve Avrupalı ortakları emperyalist ama bahsi edilen rejimler de faşist” diyorlar. Buradan da alelacele bu tür söylemleri sorunlu gören herkese “otoriter rejim destekçisi” yaftası yapıştırıyorlar.

Bu noktada esasen “emperyalizmin faşizme karşı olduğu”na vurgu yapılıyor. Bu yaklaşım, emperyalizmden yana duran sınıfsal bir konumun ürünü. Bu konuma sahip olanlar, bahsi edilen ülkelerin liderlerini şeytanlaştırmak suretiyle o ülkeleri yok etmeyi düşünüyorlar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemi toplumsal formasyonlardan ve onların kademeli dönüşümünden bağımsız bir şey olarak görenler, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist işgallere zemin hazırlıyorlar.[11]

2011’de Samir Amin, şu yerinde tespiti yapıyordu: “Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde mağlup edilen bu yönetici sınıfların önemli kısmı, Batı sermayesinin ikincil müttefikleri, yani kompradorları olma vasıflarını, bu konumlarını genel anlamda kabullenmişti.” Halkın felç olması ve gündelik geçim kavgasına girmesiyle birlikte kaderlerine razı geldiler. Daha da kötüsü bu rejimler, politik İslam gibi yeni yanılsamaları beslediler. Söz konusu liderler, doların hâkimiyetinde bulunan finans kapitalin emirlerine boyun eğdiler, komprador bir sınıfa dönüştüler.

NATO’nun başlattığı savaşların Güney’deki bir halkı özgürleştireceği fikri, tehlikeli. Bu türden bir konum, jeopolitik sistemin temel bir bileşenini görmezden geliyor, yani bölgedeki askerîleşme düzeyindeki yükselişin, finans çağında ABD’nin öncülük ettiği emperyalist yapıda telefin, savaşların ve militarizmin sahip olduğu merkezi rolün yansıması olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor.

Başka bir ifadeyle, toplumsal çelişkiler derinleşiyor. Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesine, genelde Güney’e bombalar yağdırılıyor, yaptırımlar dayatılıyor. Böylece NATO veya ABD destekli rejim değişikliği faaliyetleri için verimli bir zemin oluşturuluyor.[12]

Şunu söylememiz lazım: Biz, “Emperyalizm” kavramını sosyolojik bir olgu olarak kullanıyoruz. Emperyalizmi değer yasasının sermayenin metabolik oranını, dolayısıyla, dünya genelindeki toplumsal yeniden üretimi belirlediği bir toplumsal yeniden üretim sistemi olarak görüyoruz. Bu anlamda biz, “Emperyalizm” derken tam da Samir Amin’in kullandığı ifadeyle, “Üçlü Yapı”yı, yani Güney’in komprador sınıflarını kendisine bağlamış olan ABD, Avrupa ve Japonya’yı kastediyoruz.

Michael Parenti gibi biz de, “Emperyalizm” ve “İmparatorluk” terimlerinin, ABD siyasetinin ardında bir tür cevher olarak işleyen güçlü ekonomik çıkarlara zerre eğilmeden, sadece hâkimiyet ve kontrol anlamı yükleyerek kullanılmasına karşı çıkıyoruz.[16]

Leninizmde emperyalizmi sosyolojik bir olgu olarak ele alan, tarihsel açıdan özgül bir yere sahip tekelci-finans emperyalizmi üzerinde duran yaklaşım, David Harvey gibi “birden fazla emperyalizm”den dem vuranların ekonomik değerlendirmelerinden ayrışıyor.

Harvey, aşırı sömürüyle bağlantılı finansal akışlardaki değişimler konusunda empirik bir değerlendirme sunuyor.[17] Bu akışlar, fiziken Doğu’ya özellikle Çin’e fiziken nakledilen öz sermaye olarak birikiyor. Doğu’nun altyapısındaki ve diğer varlıklarındaki büyüme, dünya üzerinde güç ve zenginliğin Doğu lehine değiştiğini ispatlıyor.

Harvey, kendi ifadesiyle, dünya sistemleri teorisi içerisinde dile getirilen merkez-çevreyi temel alan kaba bir coğrafya anlayışından beslenen kaba bir emperyalizm teorisini savunmuyor. Harvey’nin teorisi, “eşitsiz coğrafi gelişimi, farklılaşan ve çeşitlenen işbölümünü, küresel emtia zincirlerini ve uzamsal halleri, bir süreliğine belirli bir yapısal tutarlılığın veya bölgesel değer rejiminin oluşma ihtimali bulunan bölgesel ekonomilerin inşasını ve yıkımını gören bir teori.”[18] Bu türden, belirli bir amaca matuf ilerleme, doğalında empirik bir değerlendirmeye, “uzamsal haller” türünden ifadelere, sermayenin aşırı sömürünün yol açtığı kârların toplanacağı yapıları inşa ettiği alanlara dair bir görüşe yol açıyor. Mantıken buradan söz konusu teori, emperyalizmin de emperyalizm olarak kalabilmek için merkezini ve yoğunlaşma noktasını yitirdiğinden söz ediyor.

Aslında bu tür bir emperyalizm teorisi önemli sınırlara sahip. Bu sınırların en önemlisi, uzamsal hallerin düz manada kurgusal olan zamanda çakılı olmasından kaynaklı. Empirik bir soyutlama olarak uzam, başka şeylerin ve tarihin öznesi olan bir şey: Uzam, şeyleşme yoluyla emperyalizm denilen tarihsel aşamayı siliyor. Uzam, tarihsel etkileşim sürecini belirliyor. Kendisini ideolojik planda formüle edilmiş bilinçten bağımsız olan özne olarak zihne dayatıyor. Neticede bilinç, kendi ilerleme sürecini yeniden kalıba döken gerçek özne.

Uzam ve uzamsal haller, abrakadabra ile bir şeyi yok etme yeteneğine sahip. Ama burada sadece gerçek özne veya hâkim ideolojinin fiilileşmesi olarak tarih, ortadan kayboluyor. Bu vasfıyla ilgili teori, önemli pratik sonuçlara yol açıyor, birden fazla uzamsal hal olduğu için insan karşısında Çin, Rus, İran, Brezilya, Venezuela vs. gibi mini emperyalizmler veya az çok hegemonik türevler buluyor. Öznenin, özel bir sermayenin finansal kanallarla kendisine yol bulduğu, belirli bir sermayeyi merkezileştirdiği veya yoğunlaştırdığı momentte yeni ve gelişkin bir teorik emperyalizm anlayışı ortaya çıkıyor.

“Uzamsal haller”e akan sermayeye bakan ama ABD’nin askeri üslerinin ve hâkim sınıfın eşbiçimi olarak hâkim ideolojisinin oynadığı rolü görmeyen anlayış, emperyalizmi ve sonuçlarını tanımlayamıyor. Tanıma yakın bir şeyi bile dillendiremiyor. Anlayış, ele alınan nesneyle bağlantılı bir ölçü üzerinden ya da sermayenin tahayyülü olarak değerlendiriliyor. Anlayış, sabit bir zamanda formüle edilmiş duygu temelli bir algı üzerinden, dinamik bir özne olmaksızın inşa edildiğinde bu teori, incelenen koşulu ne ele alabiliyor ne de ona yaklaşan bir fikir ortaya koyabiliyor. Bu durum emperyalizm için de geçerli.

Tarihsel bir özneden bağımsız olarak, sabit sermayede sermayenin birikmesiyle ve dolar formunda yeniden çekilmesiyle ilgili politikalar için gerekli zemini oluşturarak biriktiğini söyleyen anlayış, tek taraflı bir soyutlamadır veya tarihi gizemli kılan kısmi bir gerçekliktir.

ABD’nin askeri gücünün, ideolojinin ve ABD’nin küresel hegemonyasının aldığı toplumsal biçimin buluştuğu kavşak, teorinin konusudur. Bu konunun sahip olduğu özellikler, belirli bir tarihsel dönemi emperyalist yapar ya da yapmaz.

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sınıf denilen özne, ürettiği zenginlikten daha fazlasını elinde tutan ve yöneten bir egemenliğe sahip olan, bu anlamda, emperyalist özneyi yeniden biçimlendiren Çin’le yüzleştikçe zayıflamaktadır. Ancak bu, bize ABD’nin artık daha az ya da daha çok emperyalist olduğunu veya emperyalist niteliğini yitirdiğini söylemez.

Empirik gözlemler tarihten soyutlanırsa bu tür şeyler yaşanır. Bu türden sorgulamalar, bize bilincin dışında şeylerin ve bilincin içinde belirli şeylerin olduğunu söyler. Burada düşünce pratiğinin yeniden biçimlendirdiği nesnenin hareketini takip eden teorinin diyalektik pratiğine karşı gelinmektedir.

Düşüncenin diyalektik yasaları[19], düşünme pratiğinin nesne olarak gerçeklikle ilişkisini ele alır. Nesne, dışımızdaki bir şeydir ve bu şey, öznenin faaliyetiyle gelişir. Değişen bilinç, toplumsal varlıktan çıkar. Empirisizm yoluyla teori ve pratik arasında işleyen bu süreci kesintiye uğratan Harvey, emperyalizm tanımıyla, gerçekliğe derde deva olacak bir eylem sunamaz. Yani antiemperyalist mücadele ortaya koyamaz.

Leninist yaklaşımda ise tarihsel koşullardaki gelişmelerin biçimlendirdiği bir toplumsal fail vardır. Onda, farklı yoğunluklara sahip salt mantık kaynaklı kavramlara rastlanmaz. Fail emperyalist sınıf haline geldikçe toplumsal faillik türü de değişir.

Harvey’de, Lenin’in sosyoloji temelli emperyalizm tanımı, politikanın öncelikli olduğuna dair anlayış[20], yüzlerce yıl önceye giden emperyalist düzenin ideolojik dayanakları, bu dayanaklar üzerinden kendisini belirleyici toplumsal ilişki olarak yeniden üreten hâkim sermayeye rastlanmaz. Bu haliyle Harvey’nin yürüttüğü tartışma, emperyalizm kavramının içini boşaltır.

Sadece uzam boyutunu temel alan bir teori önermek suretiyle Harvey, uzama tarihsel zamanın ağırlığının dışında ortaya çıkan bir nesneymiş gibi muamele eder, bu anlamda, Batı’nın dünyanın önemli bir kısmını teşkil eden Güney üzerinde tesis ettiği maddi ve ideolojik hâkimiyetin[21] yüzlerce yıl içerinde oluşmuş olan ağırlığını görmezden gelir. Bu da jeopolitik güçler dengesini yanlış aktaran bir yaklaşıma sebep olur. Çünkü aslında bu denge, bir bütün olarak sosyolojik bir niteliğe sahiptir.

Emperyalizm, sosis gibi ayrıksı bir unsur değil, sosyoloji düzleminde tanımlanmış tarihsel bir aşama olarak anlaşılmalıdır. Nihayetinde sınıfsal açı, güce dair algıyı değiştirir.

Emperyalizmi dümeninde bir özne olarak yapının bulunmadığı, merkezsiz işleyen, ekonomik-finansal birikime dayalı bir dünya sistemi olarak kavrayan anlayışın muhafazakârları rahatsız etmeyeceğini görmek gerekmektedir. Bu türden bir dünyada, misal New York gibi bir şehirde, ABD ordusunun harcamaları karşılansın diye vergi ödeyen eylemciler, toplumsal formasyonlarının yıkım araçlarıyla artı değer elde etmediğini pekâlâ varsayabilirler. Bu kişiler, küresel iktidara karşı koymadan, o sahte eylemlerinin sermayeyi artık üretimi yoluyla gerçekleşen birikimden koparttığını iddia edebilirler. Sermayenin istediği sonuçlara ulaşamadığı o kanlı yolu yargılayan eylemleri, aslında emperyalizmi insanileştirme, onun üzerine sahte bir demokrasi kılıfı geçirme riski barındırmaktadır.

Emperyalizmi merkezsiz zanneden yaklaşım, ABD’nin dünyadaki sermayeyi kendisindeki bir kusur sebebiyle değil, Güney’in barbarlarının, bugünün hegemonik güçlerinin veya mini emperyalistlerinin birlikte yaşamayı veya kendilerini huzur içerisinde yönetmeyi beceremedikleri için topladığını söylüyor.

Sermayeyi emperyalizmden arınmış, köksap misali örgütlenmiş, hiyerarşi içermeyen bir dünya düzeni inşa ettiğini söyleyenler, esasında hâkim ideolojiyi övüyorlar, bu anlamda, Güney’in nüfusunu azaltma pratiklerine ve katliamlar dizisine destek sunuyorlar.

Hipotezimizi yeniden aktaralım: emperyalizm, sınıfsal işbirliği yoluyla Güney’le Kuzey ülkeleri arasında kurulan maddi sömürü ilişkileri kümesidir. Dolayısıyla, eşitsiz değer birikimi[22] giderek emperyalist ülkelerin gelişmekte olan ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeylerine bağlı hale gelmiştir. Bu da gelişmekte olan ülkelerin teknolojik kaynaklara erişimine mani olan veya bölgesel kalkınma ile halkçı gelişim amacı doğrultusunda içsel kaynakların kullanılmasına ket vuran politikaların ya da askeri açıdan hâkimiyet kurmak için gerekli araçların kullanımını şart koşar.[23]

Bu tarihsel düzlemde teşkil edilmiş eşitsiz değer birikimi, sadece emtianın, doğal kaynakların ve onlara denk düşen fikirlerin biriktirilmesini şart koşmakla kalmaz. Ayrıca bu süreç, birikim süreci ve sermaye çekme süreci üzerinden yapılan, doğayı tahrip eden eylemlerin ve cansız bedenlerin biriktirilmesi neticesinde oluşur.

Finans çağında ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, savaşa ve yıkıma olan özel iştahı ile ayrışmaktadır. Bu sebeple, telef etme yoluyla birikimin ABD’nin öncülük ettiği emperyalist çağda oynadığı rolü anlamaya mecburuz.

Matteo Capasso
Ali Kadri

[Kaynak: Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]

Dipnotlar:
[1] World Food Programme (2022), “Countdown to Catastrophe Begins in Yemen as Funding for Food Assistance Dwindles”, WFP, erişim tarihi: 26 Ekim 2022.

[2] Fadil Aliriza (2022), “Food Shortages as Lenders ‘Suffocate’ Tunisia”, Meshkal.

[3] Reuters (2022), “Lebanon Records First Cholera Case since 1993”, Reuters.

[4] Lin Biao (1965) “Long Live the Victory of People’s War!”, MIA.

[5] Ray Bush (2022), “Land and Small Farmer Resistance in Authoritarian Egypt”, Journal of Agrarian Change, 23(1) s. 1167–184.

[6] Yayına Hz.: Sam Moyo & Paris Yeros (2011), Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America (New York: Pluto Press); Ilias Alami, Carolina Alves, Bruno Bonizzi, Annina Kaltenbrunner, Kai Koddenbrock, Ingrid Kvangraven ve Jeff Powell (2022), “International Financial Subordination: A Critical Research Agenda”, Review of International Political Economy, s. 1–27; Ingrid H. Kvangraven (2021), “Beyond the Stereotype: Restating the Relevance of the Dependency Research Programme”, Development and Change, 52(1), s. 76–112.

[7] Kwame Nkrumah (1978), Consciencism: Philosophy and Ideology for Decolonisation (Londra; Panaf), s. 23.

[8] Renata Allio (2021), War in Economic Theories over Time: Assessing the True Economic, Social and Political Costs (Cham, İsviçre: Palgrave Macmillan), s. 245.

[9] Samir Amin (1976), Unequal Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism (New York: Monthly Review Press).

[10] Arthur K. Davis (1957), “Social Theory and Social Problems”, Philosophy and Phenomenological Research, 18(2), s. 190–208.

[11] Bkz.: Matteo Capasso (2020), “The War and the Economy: The Gradual Destruction of Libya”, Review of African Political Economy, 47(166), s. 545–567; Ali Kadri (2015), Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of Encroachment (Londra: Anthem Press) ve Kadri (2019), Imperialism with Reference to Syria (Singapore: Springer).

[12] Yayına Hz.: S. Davis & Immanuel Ness (2021), Sanctions As War: Anti-Imperialist Perspectives on American Geo-Economic Strategy (Leiden: Brill); Farwa Sial (2022), Sanctions and the Changing World Order: Some Views from the Global South, Developing Economics. DE.

[13] A. Abdel-Malek (1981), Social Dialectics: Nation and Revolution (Albany: SUNY Press).

[14] Vladimir Lenin (1916), Imperialism: The Highest Stage of Capitalism. MIA.

[15] Amin (2006), The Liberal Virus: Permanent War and the Americanization of the World (Delhi: Aakar Books).

[16] Michael Parenti (2011), Face of Imperialism (Londra: Routledge).

[17] David Harvey (2018), “Realities on the Ground: David Harvey Replies to John Smith”, Review of African Political Economy. Roape.

[18] David Harvey (2003), The New Imperialism (Oxford: Oxford University Press) ve (2018) “Realities on the ground: David Harvey replies to John Smith”, Review of African Political Economy. Roape.

[19] Karl Marx (1894), Capital: A Critique of Political Economy. The Process of Capitalist Production as a Whole – Cilt III (New York: International Publisher).

[20] Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.

[21] Son akademik çalışmalar, İngilizlerin Nazilerden daha fazla katliam yaptığını ortaya koyuyor. Bkz.: Dylan Sullivan ve Jason Hickel (2023) Capitalism and Extreme Poverty: A Global Analysis of Real Wages, Human Height, and Mortality since the Long 16th Century, World Development 161, s. 1-18; ve Shashi Tharoor (2017), Inglorious Empire: What the British did to India (Londra: Hurst).

[22] Arghiri Emmanuel (1972), Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade (New York: Monthly Review Press).

[23] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik (2016), A Theory of Imperialism (New York: Columbia University Press).

11 Temmuz 2025

,

Sosyalist Hareketin İç Cephesi


Eskiden Doğudan diye bir dergi vardı. Yazılarımız üzerinden bize mesaj gönderdiler. “Tanışmak istediklerini” söylediler. Mekânlarını ziyaret ettik. Dergiyi çıkartan isimlerden biri, Mehmet Bekaroğlu’ydu. Gençlerin İştiraki’ye dönük ilgisini görmüş olacak ki o sohbet toplantısında bize, sahte bir gösterişle, “Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nı kuracağız, di mi yoldaşlar?” diyordu. İfadesinde biraz da alaycılık vardı. Bunu diyen Bekaroğlu, önce Has Parti’ye sonra da CHP’ye gitti. O THKP’nin kuruluşuna inanmadığı, ona karşı olduğu açıktı. Karşı olduğu için yürüdüğü yolun yolcusu oldu.

Altmışlarda ve yetmişlerin başında açığa çıkan hareket ve eylemlilik süreci, kimilerince CHP üzerinden değerlendirildi. Taktik de strateji de CHP’den ibaretti. En fazla, CHP’nin stepnesi TİP üzerinde duruluyordu. Dev-Genç’in kısa tarihini ele alan Çayancılar ise o günlerde kaleme aldıkları broşürlerinde her olgu ve olayı, her gelişmeyi, her durumu yeni kurulacak parti için değerlendirdikleri imasında bulunuyorlardı.[1] İki yol, ayrı ve farklıydı.

Varolanı varolan bir partiye göre değerlendirenle, onu varolacak, ateşin içinde döve döve kurulacak partiye göre değerlendiren, farklı ve ayrı yollar yürüyorlardı.

İştiraki de hep o partiye işaret etti. Ne yaptıysa onun için yaptı, ne yazdıysa onun için yazdı. Herkes CHP’ye ve stepnesi HDP’ye koştukça o, her daim o partiyi vurguladı. Sonra CHP ve HDP, ajanlarını saldı üzerimize, bizi boğmaya çalıştı. İki düzen partisi de kendilerini boşa düşürecek partiye izin ve imkân vermedi.

Bundan on beş sene önce Erdal Eren belgeseli için düzenlenmiş bir sohbet toplantısına katıldık. Orada EMEP sorumlusu, “keşke TDKP’yi kurmakla, kafamızı duvarlara vurmakla uğraşmasaydık, keşke o gün TİP’i kursaydık” diyordu. Aslında Deniz Gezmiş’e ve “darağacında “Yaşasın partim TDKP!” diye bağıran Erdal Eren’e küfrediyordu. Sonra herkes, CHP’li oldu. Bugün herkes, Erdoğan’a yalandan sert laflar etti diye Özgür Özel’i Deniz Gezmiş zannediyor. Tüm olgu ve olaylar, CHP’nin ekmeğine sürülecek sinek yağı olarak değerlendiriliyor. Parti, anlam ve değere kavuşacağı bağlamdan kopartılıyor. “Kısa günün kârı” diyenler, CHP’ye hapsoluyorlar.

Bugün HDP, TV kanalında durmadan din düşmanlığı yaparak para kazandığını bilen, her meseleyi o düşmanlığa bağlayan Erdoğan Aydın’ı çıkartma ihtiyacı duyuyor. Herkes zincirlerinden memnun. O zincirlerin politik bağ olduğu zannediliyor.

Yıllar önce bir panelde Nihat Genç, “Kürdistan için bizden toprak alacaklarmış, onlar ancak benim t*şaklarımı alırlar” demiş, bu laf gerilime sebep olmuştu. Ertesi gün Kürt gençler, “o t*şakları almaya geldik” diye okulu bastılar.

Bugün Orhan Gökdemir, o Ermeni, Kürt ve Müslüman düşmanlığında yoldaş bildiği Nihat Genç’in arkasından ağıt yakıyor.[2] Engin Ardıç gibi küfürsüz anlatılamayacak bir isim olarak Gökdemir, Ulusal Parti-Zafer Partisi arasında salınıyor. Şakirtleri sosyalizm.org yazarları ile birlikte o t*şakları öpmeyi “sosyalizm” sanıyor. Sitenin bir yazarı, Nihat Genç’in “onurlu ve namuslu” olduğunu söylüyor.[3] Nihat Genç’in arkadaşları, ölmeden önce son sözünün “Cumhuriyeti koruyun” olduğunu söylüyorlar. O cumhuriyeti savunmak, yıllarca Kıvılcımlı satan üçkâğıtçılara kalıyor. (Bu sahtekâr, İştiraki dergisini takip eden gence, kendisinin hiç alakası olmamasına rağmen, “Ben de İştirakçiyim” diyor, arkadaşı “kafalamaya” çalışıyordu. İç CHP’lilerin ajanlığını ifşa etmek gerekiyor.)

Bahsi geçen sosyalizm.org yazarı, aslında Atatürkçü Düşünce Derneği yetiştirmesi. Hurşit Tolon’un ve Şener Eruygur’un yetiştirip sosyalist hareket içine saldığı ajanı. Ağzından ve kaleminden dökülen hiçbir şeye inanmamak gerek. Onun şahsında iç cephe ve içteki CHP konuşuyor. Yarın da pekâlâ Tarafçı liberal olabilir ki zaten bir ara Tarafçı liberal derginin mensubuydu. Yarın bu kişi, Yalçın Küçük tilmizi Yiğit Bulut’un ardından da ağıt yakabilir. Çünkü zaten onca tasavvuf incelemesi, meşrebi genişletmek içindi.

Bizzat emperyalizmin kurduğu bir cumhuriyetin emperyalizmden ari bir şeymiş gibi sunulması, satılması işini gene sosyalistler üstleniyorlar. Sosyalistler, tüm birikimi CHP’ye peşkeş çekiyorlar. Sosyalist hareketin iç cephesi, bu isimlerce teşkil ediliyor. Bunlar, her türlü sapmaya savaş açıyorlar.

Sosyalizm.org, bu sebeple kuruluyor. Partiye izin vermemek, ezilenin-sömürülenin yeni bir yol açmasına imkân tanımamak için varlar.

Bu sitenin çevirmenlerinden biri, yıllar önce İskenderun’da Türk kızını kaçırdı diye isyana sebep olmuş bir Arap Alevi’nin yeğeni. Yıllarca ne Araplığını ne de Aleviliğini bilmiş. Anne tarafı, kendisini baba tarafından kopartmış. Biraz da sayemizde, babaannesinin Arapça konuştuğu bir kaseti yıllar sonra dinleme fırsatı bulmuş. Arap ve Alevi olduğunu öğrenmiş.

Oysa şimdi biliyoruz ki otuzlarda cumhuriyetin ana planı, o Arap Alevilerini asimile etmek. Halkevleri’ne Türk kızlarını Arap Alevisi delikanlılarla evlendirme görevi veriliyor. Ne tesadüf ki bu sosyalizmorgcu, o Arap Alevisi adamın yeğeni de bugün geçimini Araplara Türkçe öğreterek sağlıyor. Biraz zenginleşince yoksul arkadaşlarını sırtından bıçaklıyor, onlara sırtını dönüyor. Bu alçaklığa “onur ve namus” diyorlar. Sonra da “ama sen de yoksulluğunu çok dayatıyorsun, ben zengin olacağım, o yoksulluğun enerjisiyle hayatımı kirletmek istemiyorum” gibi laflar sarf ediyorlar. Sosyalizmi bu lafların sahipleri tanımlamaya çalışıyorlar. Nasıl oluyorsa, karısını her fırsatta aldatanlar, “namustan-onurdan” bahsediyorlar.

Şimdilerde bu iç CHP’lilerin tek lafı şu: “AKP, Britanya’nın peşinden gidiyor, altemperyalizme oynuyor. Zaten Ekim Devrimi, Çin Devrimi ve İran Devrimi de İngilizlerin oyunu. Amerika’ya karşı İngiltere’yi savunacak değiliz. Maksimalist miyiz kardeşim?”

Mahir Çayan, düşmanı büyük, sosyalist hareketi küçük gösteren yaklaşımları “sağ oportünizm” olarak niteliyordu. Bu tür solcular, herkesi CHP’ye ram ve kul etmek için türlü taklalar atıyorlar. Dertleri, İngiltere veya Amerika da değil. Bu coğrafyada Husiler ve Hizbullah gibi emperyalizme-Siyonizme kök söktüren bir hareketin açığa çıkmasına, efendilerinin ağızlarının tadının bozulmasına mani olmak. İştiraki’ye o yüzden düşmanlar. O yüzden içe sızıp İştiraki gibi konuşup yalanlar söyleme, onun önünü alma gereği duydular.

Nihat Genç’e “onurlu namuslu” diyen zat, eskiden “laiklik burjuva cumhuriyetinin zırhıdır, sosyalizmle bir alakası yoktur” diye yazılar döşeniyordu, tıpkı Orhan abisi gibi. Tasavvufa dair gevezeliklerine daldırdığı yazılarında, güya Müslüman pozlar kesiyor, sohbet ortamlarında Fethullahçılarla bir araya geliyordu. Şimdi nihatgenççi oldu! Türklük kurgusu üzerinden Yahudi avına girişti. “Devrim mevrim boş iş. En iyisi, hiçbir şey yapmamak” ana düsturu oldu. Şimdi onun şahsında “Kemalist Türkiye Faşist İtalya’ya selam söylüyor.” Kürd’ün susturulduğu momentte çakallar uluyor.

Bu solcular, iç cepheyi tahkim ediyorlar. Başaran Aksu gibi CHP’nin sosyalist hareketin içine gönderdiği ajanlarıyla iş tutuyorlar. CHP’lilerden iş alıyorlar. CHP’li şirketlere çalışıyorlar. İnsan, barakada başka sarayda başka düşünüyor. Ekmek teknesi kime aitse onun gibi düşünülüyor. Bu iç CHP’liler, komünist harekete fırsat, aman ve imkân vermemek için uğraşıyorlar.

Savundukları cumhuriyet, Amerika’ya eğitim için kadrolarını yolluyor. Bu kadrolardan biri, Yalçın Küçük. Ondaki demans, bu sosyalizm.orgculara sirayet etmiş. Üç paragraf önce söylediklerini unutuyorlar. Birbiriyle çelişen laflar sıralıyorlar. Birden Yalçın Küçükçü oluveriyorlar. Onun açtığı imkânlardan, misal Mehmet Ağar’la akşam yemeği yeme imkânından faydalanmak istiyorlar. O sofralara yoksulları tabii ki almıyorlar.

Ama Nihat Genç’i alıyorlar. Çünkü Nihat Genç ve Cezmi Ersöz gibi isimler, Leman dergisinin Kürt göçüne küfürler bileylediği gerçeklikte piyasaya girdiler. Cezmi Ersöz, bir İletişim yayınları sohbet toplantısında, solla ilişkisini şu cümleyle anlatıyordu: “Üniversite yıllarında bir kızı gördüm. Peşinden gittim. Bir odaya girdi. Meğer örgüt toplantısıymış. Ben de kızı tavlamak için örgüte girdim.” Herkesin Berlin Duvarı’nın yıkıldığı momentte burjuvaziye ve emperyalizme yaranma çabası içine girdiği dönemde Ersöz gibiler, sosyalizme küfretmeyi tek çıkar yol bellediler. “Küfür Romanları” diye kitap yazan Yalçın Küçük’ün ömrü, sosyalizm mücadelesine küfrederek, partinin oluşma imkânlarını boğarak geçti.

Charlie Hebdo dergisi, bir devlet operasyonu olarak, Cezayir’den göç eden Arap Müslümanlara yönelik saldırıya örgütlendi. Aynı şekilde, Leman dergisi de Kürt göçüne yönelik saldırının parçasıydı.[4] Nihat Genç, o kapıdan içeri girdi. Engürü kahvesinde insanların kendisine anlattığı hikâyeleri satarak yol aldı. Dümdüz MHP’liydi. Sakarya çay ocağından çıkan sağcılar, Nihat Genç’in de kendi ekiplerinden olduğunu söylüyorlardı. Bu isimlerden biri Hakan Albayrak’tı. O ekip, devletçe özel yerlerde konuşlandırıldı. Şimdilerde Bahçeli’nin elini tutanlar, bu ekibin reklâmını yapıyorlar TV kanallarında.

Neticede emperyalizmin kurduğu cumhuriyetin aklanması, antiemperyalistmiş gibi satılması gerekiyordu. Bu zokayı herkes yuttu. O cumhuriyeti yıkıp Mustafa Suphi’nin bahsini ettiği “amele ve rençberin cumhuriyeti”ni kuracak iradeyi yok etmek için uğraştı. Biz, hâlâ o iradeye tabiyiz.

Eren Balkır
11 Temmuz 2025

Dipnotlar:
[1] Kurtuluş Yayınları, 1965-1971 Arası Dönemde Türkiye’de Devrimci Mücadele ve Dev-Genç, Mart 1971.

[2] Orhan Gökdemir, “Farozlu Delikanlının Ardından”, 4 Temmuz 2025, Sol.

[3] Umut Doğan, “Kafiye Çağında Tarihten Bir Sayfa: Kırım Savaşı”, 4 Temmuz 2025, Org.

[4] Eren Balkır, “Hangi Charlie?”, 9 Ocak 2015, İştiraki.