14 Temmuz 2025

Emperyalizmin İşleri: Militarizm, Savaş ve Telef

 

“Kapitalist iş pratiği olarak pentagonculuk, muhteşem bir icattır. Pentagonizm, kâr biriktirme becerisinin toplumsal değerler skalasında en üstte durduğu, kapitalizmin aşırı geliştiği ülkelerde varlık imkânı bulmaktadır.”[24]

Savaş, bir anomali değil, üretim biçimi olan ve yeniden üretimin zeminini oluşturan sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumsal süreçtir. Buna karşın, burjuva ideologların değerlendirmelerinde savaş, sermayenin artık değeri para ve emtia biçimi altında ürettiği akışları ifade eden sermaye döngülerinin dışında gelişen bir olgu olduğu üzerinde durulmaktadır.[25] Bu ideologlar, ABD öncülüğünde ilerleyen emperyalist düzenin temel kurumlarını ve kanunlarını dinamik ve eleştirel analizin dışında tutmak, bilimin dikkatini emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden veya etmeyen, ama en azından onlarla çelişmeyen zararsız alanlara çekmek suretiyle, bu düzene destek olmaktadırlar. Savaşlarla hâkimiyet kurma pratiklerinin sermaye birikimiyle arasındaki bağ ya görmezden gelinmekte ya da bu bağ, tüm imparatorlukların doğasına içkin bir eğilim olarak değerlendirilmektedir.

Diğer endüstri kollarında olduğu gibi savaş da artı değer üretimi üzerinden kâr sağlar.[26] Bu kârların ana kaynağı, oldukça kısa bir zaman aralığı içerisinde yoğunlaşıp tükenen, artık emeğin işletildiği saatlerde oluşan değerdir. Savaşın finansmanını devlet karşıladığı için savaş yoluyla elde edilen kârlar, aynı zamanda finansa aittir.

Emperyalizm, aşırı yükselmiş varlık değeri olarak hayali sermayenin ekonomik faaliyet üzerine bindirdiği basıncı hafifletmek için servetteki alınır satılır payı, paraya tahvil edilmiş ve tekelde toplanmış artıkları harekete geçirir.

Lenin’e göre, finansal araçların kullanılma sıklığı savaşın habercisidir. Savaş, fazla parayı emer, onu kamuya ait borca dönüştürür. Savaş, aynı zamanda finansmana ihtiyaç duyar, finansal borçlardaki artış, itibari parayı artırır, finansallaşmayı hızlandırır.[27] Savaşlardan elde edilen ganimetlerin yanı sıra emperyalizm, gücünü yeni icat edilen veya elektronik yoldan aktarılan kredilere borçludur.

Tarihsel bir aşama olarak gördüğü emperyalizmi dönemlere ayıran Lenin, sömürü oranının ölçek ve kapsam açısından ekonomi sahasında yaşanan genişlemeye denk gelmesi gerektiğini, sermayedeki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, ayrıca finansal kriz döngülerinin tekelci çağa damga vurduğunu söyler.

Lenin, emperyalizmi değer yasası temelli uygulamaların yoğunlaşması olarak görür. Tarihsel materyalizme ait kategorileri esas alan bu yaklaşım üzerinden emperyalizm kavramındaki değişim, tarihsel temellerindeki değişimle birlikte ele alınmalıdır. Bu noktada, yirminci yüzyılda yaşanan savaşların finansal gerekçeleri ve sebepleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Lenin’in finans kapitalin üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişkiyi derinleştirdiğine, savaşın bu çelişkinin çözüme kavuşturulmasının yolu olarak devreye sokulduğuna dair açıklaması, sermayenin çıkarları üzerinden elde ettiği mevzilerin ardındaki mekanizma konusunda çok şey söylemektedir.

Lenin’in başvurduğu mantığı günümüze uyarladığımızda, şunu görürüz: Sermaye, finansal varlıklar ve iktidar yapısı üzerinden merkezileşip yoğunlaştığında bir geçiş aşamasını başlatır. Bu aşamada aşırı sömürünün hüküm sürdüğü koşullarda, artı değer temini, krizin çözümü noktasında telef etme, militarizm ve savaşla bağlantılı birikim sürecinden daha az bir role sahiptir.

Hâkim olunan ülkede emperyalizme kültürel düzeyde direnen herkesin tasfiye edildiği, insanın ve doğanın savaş içerisinde eritildiği, nüfusun azaltıldığı, insanın salt işgücüne indirgendiği koşulların[29] oluşmasıyla birlikte tekelci finans kapital döneminde yüksek artı değer oranı alabildiğine yükselir. Bu, halihazırda işleyen bir süreçtir.

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sınıf açısından savaş, herkesin kazandığı bir gerçekliktir. Savaş hem bir pazar, hem bir işkolu, hem de üretim alanıdır. Bir işkolu olma üzerinden sahip olduğu vasıfların yanında savaş, bir de değiş tokuşun gerçekleştiği pazarlara hâkim olmak suretiyle elindeki somut emeğin bir kısmını soyut emeğe dönüştürme vasfına sahiptir.

Savaş, yol açtığı ölümlerle insan ömrünü toplumsal zamanın, sermayenin komuta ettiği zamanın gereklerini karşılayacak ölçüde kısaltır. İnsanları daha fazla fedakârlık yapmaya mecbur eder. Hatta insanlar, kendi hayatlarını feda ederler.

Sivillerin kullanacağı ürünler için harcanan emeğe yönelik şiddetten farklı olarak, değer yasasının toplumsal açıdan gerekli emek zamanla ilgili talepleri, saf artık insanların üretilmesini şart koşar. Artık insanlar, savaşın ürettiği bir üründür. Savaş, uyguladığı şiddetle bu ürün bollaşmasını sağlar. Bu anlamda, patlayan bombalar, o bombaların öldürdüğü insanlar, yok ettiği gezegen, hem araç hem de amaçtır.

Mantıksal açıdan saçma olsa da savaş herkesi öldürürse, somut emek rolünü oynayacak kimse kalmaz. Ama gene de savaş ve sebep olduğu kemer sıkma politikaları, nüfusu azaltarak, aşırı üretim sebebiyle insanın elindeki kaynakların yetersiz kullanımı sorununa çözüm bulur.

Aşırı üretim aşırı ürün tedarikine yol açsa da bu, her zaman sorun teşkil etmez. Üretim, sermayenin komutası altında olgunlaşan toplumsal bir süreçtir. Bir pazarın taleplerini karşılayan odur. Emtia, sınıfın üretilenleri alacak durumda olmadığı koşullarda aşırı üretildiğinde, ekonomik açıdan bolluk meydana gelir. Bu anlamda, aşırı üretim kavramı, ekonomik bolluk kavramını içerir. Zira toplumsal bir süreç olarak sermayedeki anarşi, eldeki fiyatlardan bağımsız olarak, tüm pazarlar için gereğinden fazla mal üretilmesi demektir. Toplumsal süreç olarak aşırı üretim, her daim ilgili pazarla bağlantısı içerisinde gerçekleşir. O pazara destek olan sermaye, elindeki güçle, pazarın genişlemesini tehdit etme potansiyeli bulunan diğer pazarlardaki kaynakları devreye sokar.

Aşırı üretime dayalı sermaye, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, birbiriyle rekabet içerisindeki sermayenin büyüme sürecini en tehlikeli araçlarla ketler. Bunun için çalışma sürecini düzene sokar ya da üretimle ilişkili emeği ucuzlatıp disipline eder. Toplumun yaşam döngüsü boyunca sadece ödenen ücreti düşürmekle kalmaz, aynı zamanda emeğin yeniden üretimi için gerekli sağlık ve eğitim gibi maliyet kalemlerini aşağı çeker. Emek maliyetlerini veya gerekli emeği azaltmak, emeğin yeniden üretim oranını belirleyecek tedbirleri yapmak için, işçilerin sayısını veya ortalama ücreti düşürmek suretiyle, ücret gibi maliyetlerin aşağı çekilmesi gerekir.

Bu noktada bir milleti kendi politikalarına boyun eğdiren ABD emperyalizmi, uzak diyarlarda güçlü olmasını sağlayacak kudret düzeyine kavuşur. Savaş, askeri teçhizatı, doğayı ve insanları tüketir. Savaşın kendisi, ABD emperyalizminin hâkim olduğu dönemin ana faaliyeti olan telef etme yoluyla birikim kategorisinin merkezinde duran bir atıktır. Başka bir ifadeyle savaşın kendisi, yıkım yoluyla işleyen üretim süreci olduğu için, o ne kadar çok şeyi yok ederse o kadar çok şey üretir.

İşçilerin hayatı üretim olarak savaşa ait girdilerdir. Cesetlerin, heba edilmiş canların ve doğada yok edilmiş türlerin sayısı, bu işkolunun yan ürünleridir.

Emperyalizm, yıkım yoluyla, toplumsal doğanın heba edilmesiyle veya nispi ya da mutlak nüfus azaltma faaliyetiyle biriken sermayenin şiddete bakan yüzüdür. Emperyalizm, nüfusun yeniden üretimi için gerekli toplumsal destek mekanizmalarını devre dışı bırakır.

“Telef etme” kategorisi denilen bütünlük içerisinde militarizm, sermaye sisteminin ana eylem biçimidir. Sermaye, militarizm yoksa durur. Militarizm, finans açısından önemli bir olgudur.

ABD emperyalizmi, dünyaya dolar akıtır. Dolar, tüm işgal edilmiş ülkelerin ana para birimidir. Para getiren artığın birikmesiyle oluşan tekeli sağlama almak, yutmak ve yeniden devreye sokmak için emperyalizm, tahviller çıkartır.[30]

Bonolar ve tahviller sayesinde finans sektörünün elindeki varlıklar büyür, para arzını büyütme, finansal kârları artırma becerisi bunlara bağlıdır. Savaş ekonomisinin geliştirdiği teknolojik yenilikler özel sektörden sorulur.[31] Bunun dışında, devlet orduya yatırım yapar. Sağlık ve eğitim gibi toplumsal harcama kalemlerini özel sektöre bırakır.

Toplumsal düzeyde militarizm, sermayedeki esneklik için önemlidir çünkü insan hayatında varolan, harekete geçirilmemiş değeri işleyen odur. Her yaşayan insan, üretim yapabilecek birer emekçidir, çünkü bu insan, kemer sıkma politikası dâhilinde artan fiyatlara direnir veya bir bomba sonucu hayatını kaybeder.

Militarizm nüfusu azaltır, emekçi insanların müşterek iradesini toplumsal örgütlenmenin fiili veya potansiyel biçimlerini ortadan kaldırmak suretiyle yok eder. Militarizm, artık değer üreten bir motordur çünkü o, işe girip çıkma döngüsü dâhilinde tüm yaşayanların çalışma sürelerini böler ve kısaltır, işçi sınıfının toplam toplumsal üründeki payını, yani gerekli emeği azaltır.

Militarizm aynı zamanda, Eisenhower’ın formüle ettiği biçimiyle, “sınırsız kaynakları ve aşırı üretimin sonucu olan sermaye fonlarını temellük edip dağıtan”[32] askeri-endüstriyel komplekse dair muhasebe temelli anlayışa kıyasla daha kapsamlı bir anlayıştır. Hakikat şu ki askeri-endüstriyel kompleks, burjuva devletini, sanayideki şirketleri, finans kapitali ve askeri bürokrasiyi emperyalist güce ait tek bir mekanizma içerisinde harmanlayıp cem eden ilişkiler ağını oluşturan güçtür.[33] Bu terimle tanımlanan, farklı düzlemde cereyan eden ilişkiler, ancak iktidar yapısı üzerine yürütülecek kapsamlı çalışmalar bağlamında, diyalektik açıdan bakılarak netliğe kavuşturulabilir.[34] Bu “karmaşık” çıkarlar ağının merkezinde askeri sanayi, bilim insanları, üniversiteler ve araştırma kurumları gibi düşünce kuruluşları, iş insanları, medya patronları ve Başkan Eisenhower’ın açıklamasında adını anamadığı Kongre üyeleri durur.[35]

Neticede Eisenhower, bu kompleksten söz ederken, askeriyenin gelişimini babahancı bir yerden ele almakta, kompleksin yol açtığı “tehlikeler”i sadece olgusal düzeyde gündeme getirmektedir.

Askeri-endüstriyel kompleks denilen olgu, Kuzey Amerika toplumunda “yeni” bir şeymiş gibi kabul ediliyor, ama bu olgu, halen daha koşullara bağlı niteliği ve öznel boyutu üzerinden yorumlanıyor. Bu açıdan kompleks, tarihsel düzlemde kendisini belirleyen gerçeğe, yani günümüz emperyalizminin doğasından kaynaklanan özelliğine bakmaksızın, sıkı bir devlet kontrolü ve idari önlemlere dayalı bir yönetim politikasıyla yok edilebilecek bir süreç olarak görülüyor. Temelde askeri-endüstriyel kompleks, kapitalist devletin kurumsal sınırları “haricinde” ortaya çıkmış bir üstyapı olarak algılanıyor.

Oysa sadece potansiyel değil, fiiliyatta varolan insanların hayatlarının heba edilmesi, tam da birikimin gerçekleştiği alandır. Nüfus azaltma pratiğinin sermayenin hareketine içkin olduğu üretim süreci, bu şekilde işlemektedir.

Savaş, telef etme yoluyla birikim denilen yapı içinde işleyen bir ekonomik faaliyettir. Savaş, emeği sömürür, artı değeri ortaya çıkartır. Savaş düzleminde değer denilen şey, sadece ceset veya telef etme üzerinden üretilen bir şey değil, aynı zamanda bir özne-nesne ilişkisidir. Bu ilişki, işçilerin ürettiği şeylerle (nesnelerle) sınıflar veya toplumsal katmanlar içerisinde örgütlenen işçiler (özneler) arasında cereyan eder.

Diğer tüm metalar gibi savaşın ürettiği ürünlerin değeri de bir töze sahiptir, yani burada üretilen şeyle onun üretimini belirleyen bilinç ve örgütlenme biçimleri arasında bir birlik söz konusudur. Bu anlamda, insanların öldürüldüğü, çevrenin kirlendiği bir süreç olarak savaşlar, güneydeki ülkelerin örgütsel yapılarını değiştirir, bu ülkelerin ulusal ve bölgesel birliklerini yok eder. Bu haliyle savaşlar, ABD emperyalizmine meydan okumak için gerekli her türden politik teşkilatı ve/veya ideolojik bilinci susturur. Dolayısıyla mesele, basit manada yıkım yoluyla birikime zemin teşkil eden bombalar ve finansal yan ürünler değildir. Mesele, küresel Güney’in ulusal egemenliğinin ve bölgesel birliğinin tarumar edilmesidir.

Bu türden bir süreçte olan, gezegene olur. Sermaye ve bir avuç insanın şatafatı için dünya heba edilir. Burada mesele kullanılacak kaynakların fiziki sınırına gelip dayanması değil, insanı ve doğayı orantısız bir biçimde yok eden süreç üzerinden insanın ve toplumsal doğanın yeniden üretilmesini sağlayan sermaye temelli ilişkidir.

Kaynaklar yok olmaktadır. Bu yok oluş, kıtlık sürecini beslemektedir. Bu sayede fiyatlar arasındaki farklılıklar daha da artmaktadır. Temiz doğa gibi kıt malları ancak zenginler alabilmekte, yoksulların bunlara erişme imkânları ortadan kalkmaktadır. Örneğin su borularının imha edilmesi, suların kirletilmesi, plastik şişe üreticilerinin daha da büyümesi yüzünden içilebilir suya ancak parası olanlar kavuşabilmektedir.

Kıtlık, kârları yukarı fırlatan bir şeydir. Bu koşullarda tükenen, tükenme ihtimali bulunan kaynaklar diye bir gerçek ortadayken, sermayenin toplumsal doğanın kirlenmesiyle ilgili fikrini değiştirmesi mümkün değildir.

“Kaynak savaşları”ndan söz edenler, imal edilmiş kıtlık, telef etme pratikleri ve katliamlarla yüklü süreci üreten ve besleyen sermayeyi dikkate almamaktadırlar. Bu anlamda, yukarıda aktardığımız görüş, bu tür kavramların sınırları konusunda da çok şey söylemektedir.

Telef etme endüstrisi, Kuzey’deki sınıfların içerisinde kullanılıp atılacak unsurların fiyatını düşürdü, gerekli emeği azalttı. Tüm bunlar, sömürgecilikle ve emperyalizmle tanımlı, yaklaşık beş yüz yıllık dönem içerisinde gerçekleşti. Kölelik, yerli soykırımı, doğal türlerin yok edilmesi, ticari sömürünün yeni biçimleriydi ama aynı zamanda Kuzey’de hüküm süren ücretli kölelik düzeninin üzerinde durduğu “kaide”ydi.[36]

İnsan ve doğa ticarileştiriliyor. Bunlar, toplumsal üretim döngüsü üzerinden oluşan birikimin oranı temelinde üretiliyor ve tüketiliyorlar. İnsan ve doğa, birer meta olarak otomobiller veya bombalar gibi fabrikada üretilen mallar satılmadan önce veya satıldıktan sonra gerçekleşen şeyler değil. İnsan ve doğayı pazar yutar. Onların fiyatı, toplumsal zamana ya da sermayenin insanları en düşük maliyetle veya topluma aktarılacak maliyetle üretmek için disipline ettiği zamana göre fiyatlandırılır. Toplumsal veya soyut zaman, özel veya somut zamana baskı uygular, kâr elde etmek için insanları ezer. Telef etme pratiği, üretimin arka planında, üretimin habercisi veya yan ürünü olarak oluşur.

Toplumsal zaman, kronolojik zamandan farklıdır. O, geçmişte meydana gelip, belirli bir ihtimal üzerinden, gecikmeli olarak geleceği etkileyecek bir şey değildir. Toplumsal zaman, olayları biçimlendiren toplumsal güçlerin niteliksel açıdan değişen niteliğine bağlı zamandır. Toplumsal zaman kronolojik zamanla uyuşmadığı gibi ondan farklıdır da. Toplumsal zaman, üretim zamanında karşılık bulan toplumsal güçlerin değişen niteliğidir. Daha uygun bir tanımla, illiyet bağındaki belirsizlik sebebiyle toplumsal zaman, tarihin yaşamsal süreçleri üstten belirlediği sürecin zamansal yansımasıdır.

Telef etme pratiği, zamansal güzergâhta belirleyici rol oynar. Bu pratiğin geçmişi de geleceği de kronolojik zamandan bağımsız temellerdir. Telef etme, kronolojik zamanda cereyan eden gelişmeyi sermayenin taleplerini karşılamak adına biçimlendirir.

Sermayenin hâkim olduğu koşullarda toplumsal zaman, kısa kronolojik zaman aralıklarında insanların hayatını kısaltır. Ama emeğin hâkim olduğu, yani işçi sınıfının sermayenin belirlediği zamansal kısıtlamalardan kurtulduğu koşullarda toplumsal zaman, Lenin’in ifadesiyle, nesiller boyu yaşanacak olayların bir günde yaşanmasında olduğu gibi, zamanın ta kendisi hâline gelir.

Toplumsal zaman, gerçek zaman veya sebep-sonuç arasında analiz düzeyindeki kopukluğun yerini, dolaysızlık olarak diyalektik birliğe bıraktığı zamandır. Halkın diliyle söyleyecek olursak telef etme pratiği, ona yol açan, geçmişe ve geleceğe ait sebep ve/veya sonuçların ürünüdür.

Sermaye, insanı ve doğayı tüketir. Tarihsel süreçte insan, sermayeye içseldir. Dışsal olduğu iddiası, saçmadır. Sermayenin tüm ürünleri, doğal felâketler ve yeri doldurulamayacak türlerin yokoluşunun gölgesinde kalır.

Marx, insanın ancak çözüme kavuşturabileceği soruları sorduğunu söyler ama artık bu tespitin tersi doğrudur. İnsanın sermayeye dışsal olduğu iddiası, mantıksal açıdan veya biçimsel bir değerlendirme bağlamında doğrudur ama gerçekçilik ve işlevsellik açısından yanlıştır. Dışsallık iddiası, burjuva ideologlarının dillerine doladığı her türden kavram gibi işçi sınıfına karşı kullanılan bir silahtır.

Eski yaklaşım, aslında ayrıştırılması mümkün olmayan üretim sürecini telef ve telef harici unsurlara bölüyor, ardından da her iki kısmı ayrı ayrı ele alıyor. Bu haliyle eski yaklaşım, sermayenin girdi maliyetlerini aşağı çekmek, dolayısıyla, işçi sınıfını etkisiz kılıp, kaynaklarını elinden almak, bunları sorumsuzca, en düşük maliyetle kullanmak, toplumsal kullanımın üreteceği atıktan daha fazla atık üretmek zorunda olduğu gerçeğini örtbas ediyor.

Aslında üretim, insanın yabancılaştığı bir süreç olduğu için, teknolojik gelişmenin ve üretimin topluma hesap vermeden ulaştığı düzeyler, sermayenin hüküm sürdüğü koşullarda yaşanan ilerlemenin aklanmasını sağlıyor. Kuzey’de refah devletinin elindeki toplumsal kazanımlar, bir yanıyla, Güney’de mevziler kazanan komünizmle ve ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadele ederken işçi sınıfına verilen rüşvetlerdi.

Batı medeniyetini savunup duranlar, ırkçı bir dil tutturuyorlar. Bu noktada durmadan tüm dünyaya, yaptıkları keşifler olmasaydı, ortalama yaşam süresinin daha düşük olacağını söylüyorlar. Oysa bugün Afrikalılar ve Araplar daha uzun yaşıyormuş gibi görünüyorsa bunun nedeni Batı’nın hümanizmi değil. Misal sıtma ilaçları, ilk başta İngiltere’deki çiftliklerde yetiştirilen sığırlarda görülen parazit kaynaklı hastalıkları tedavi etmek için geliştirildi ama bu ilaçların tesadüfen insanlara da hayrı oldu.

Aslında sermaye, eldeki imkânlarla yaşanacak ömrü kısaltır. Buna karşın, sermaye, Avrupa medeniyeti olmasaydı, insanların ormanlarda veya çöllerde yirmili yaşlarda ölüp gideceğini söyleyerek aklamaya çalışır. 43 yaşında Felluce’de seyreltilmiş uranyum içeren bombayla ölen yoksul bir adamı Sümer devletinde veya neolitik çağda 23 yaşına dek gayet iyi yaşamış bir adamla kıyaslamak saçma olurdu.

Zamanı koşullayan, belirli bir dönemde onun yapısını belirleyen toplumsal ilişkiler kümesidir. Farklı tarihsel dönemleri kıyaslamak isteyenler, keyfilik düzeyini aşağı çekmek için vasıflandırma ve dönemleştirme çabası içinde olmalıdır. Aksi takdirde geri döndürülemez olan zaman ölçülemez. Bunun sebebi, olguda ortaya çıkan içeriğin değişmesidir. Bu anlamda, tarih yeniden dönemleştirilmelidir.

Güney, on dördüncü yüzyıldan beri katledildi. Bu katliam, sermayenin asli iş sahasıydı. Sermayenin kültürü, Batı’nın kültürü haline geldi. Emperyalist saldırıların ve oluşturulan servetin biriktirdiği bilgiye dayanan bu kültür konusunda kimse, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizmin Yemen’e attığı bombalarla bu ülkedeki ortalama yaşam süresini Avrupa’daki sürenin altına nasıl çektiğini sormuyor. Kültür düzeyinde de bir katliama tanıklık ediyor ve bu katliam, gelişmekte olan dünyada yenilgiyi kabul eden görüşlere yol açıyor. Amilcar Cabral, tam da bu yüzden kültürel mücadeleyi öncelikli görüyor.

Ekolojik emperyalizmin Güney’deki halk kitlelerini hasta ettiğini görmek gerek. “Dünya nüfusunun en zengin kısmına denk düşen yüzde birlik dilim, salınımlarda eşi benzeri görülmemiş artışa tanıklık edilen 25 yıllık kritik dönem boyunca insanlığın yarısını ifade eden ve en yoksul kesime denk düşen 3,1 milyar insanın yol açtığı toplam karbon kirliliğinin iki katından sorumlu.”[38]

Doğaya yönelik saldırının sermayenin işine geldiğini görmek gerekiyor. Çünkü işçi sınıfının sahip olduğu güç, doğanın fiyatını emek lehine ayarlıyor. Ama düşük fiyatlarla kullanılan ve suiistimal edilen doğa, yani giderek ölen doğa, emeğin yeniden üretim maliyetini düşürüyor. Çünkü bu haliyle emeğin hayatı erkenden son buluyor. Telef etme, en güvenli kitle imha silahı.

Bu sebeplere bağlı olarak, politik düzeyde, Vaşington’un telef etme yoluyla birikim yönteminin dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılma konusunda oldukça önemli bir yöntem olduğunu acilen idrak etmek gerekiyor.

Samir Amin’in de dediği gibi, telef etme yoluyla birikim projesinin yenilgiye uğraması, “özgürlüğün alanını genişletmenin en önemli koşulu. Bu yapılmazsa toplumsal ve demokratik ilerleme sağlanamaz. Çok kutuplu dünyaya doğru ilerlenemez.”[39]

Militarizmin ve telef etmenin ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin varlığını sürdürmesinde önemli rollere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık yolunu yürümüş ülkelerde ABD emperyalizminin ülkeleri üzerindeki ağırlığını ilk elden tecrübe eden akademisyenler ve siyasetçiler, bu iki olgunun önemini görüyorlar. Buna karşılık, Kuzey’de akademisyenler, ABD’nin dünya meseleleri düzleminde hegemonik rolünü pekiştirdiği koşullarda bu tür konuları demode buluyorlar.

ABD’nin başını çektiği yıkım süreci karşısında ilgili dinamikleri incelemek zorundayız.[40] Bu noktada emperyalizmin Güney’e yönelik saldırılarını inceleyen, dinamiklerini teşhis eden eski metinlerin sundukları görüşleri de okumalıyız.

Örneğin 1966 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı, Castro’nun dostu Juan Bosch, “Emperyalizmin Yerini Alabilecek Bir Kavram Olarak Pentagonizm” başlıklı uzun bir makale kaleme aldı. Dünya meselelerini yakından izleyen bir isim olarak Bosch, makalede şunu söylüyordu:

“Pentagonizmin tüm dünya halklarına yönelik bir tehdit olduğuna hiç şüphe yok. Çünkü pentagonizm, canlıların ihtiyaç duydukları hava ve yemek gibi savaşa ihtiyaç duyan bir savaş makinesidir.”[41]

Bosch’un yazısında asıl çarpıcı olan, pentagonizmin Kuzey’deki emekçi kitleler için sebep olduğu tehlikeleri aktaran bölümler:

“Tüm Amerikalılar da tehdit altında. Pentagonizm, bu gücünü muhafaza edecek olursa, ABD’de sivil halkın elindeki güce hükmetmeyi sürdürürse, sadece politikacılar ve askeri liderler değil tüm ülke, sonuçta dünyanın öfkesini üzerine çekecek.”[42]

Batı’da üretilen teori, bu asli meseleyi ya görmezden geliyor ya da örtbas ediyor. Batılı teorisyenler, faşizmi ve otoritarizmi kınama, onların yükünü muhaliflerin sırtına yükleme konusunda gayet cevvallerken, bombalar, katliamlar ve yaptırımlar üzerinden Batı’nın hükmettiği ülkelere yapılan zulmü görmezden geliyorlar.[43]

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist genişleme sürecini yöneten değer yasasını anlamak iki açıdan önemli:

1. Güç ilişkileri sistemi, en haşin biçimine Batı’da kavuştu. Burada sistem, halkın topyekûn katlini ve köleliği temel aldı.

2. Bu tür acımasız politikalar dünyanın çoğunluğunu hedef aldı.[45]

Suriye, Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlar, genelde Hollywood filmlerinde görülen kötü lideri bahane ederek başlatıldılar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, bir yandan gerici mücahidleri teşvik etti, besledi, mezhepçiliği körükledi, devleti zayıflattı, bir yandan da kesintisiz sürecek savaşların temelini attı. Oysa olayların ardındaki fail, ne kötü lider ne de bir grup bireyin tarihe aşkın psikolojik özellikleri ve eğilimleriydi.

Mücerret veya münferit özne diye bir şey yoktur, olamaz. Birey, toplumsal düzende cereyan eden birçok toplumsal ilişkiyi yansıtan, toplumsal bir ilişkidir. Örgütlü politik eylem aracıyla politik tesir yaratmak için örgütlenmiş ilişkilerden başka bir failden söz edilemez.

Emperyalizmle mücadele eden kitlelerin failliği, devletin dağılması ile birlikte sönümlendi. Sömürgecilik ve emperyalist sınıfın iktidarı karşısında ulus-devlet antiemperyalist mücadele yürütür. Bu şekilde tanımlandığında, antiemperyalist bir gelişmekte olan ülke başarısız bir devlet değildir. Bu noktada fiziken ne kadar harap halde olduğunun bir önemi yoktur.

Proleter sınıfla küresel sermayenin birbirinden farklı çıkarlarına arabuluculuk yapan kurum olarak devlet, Meszaros’un ifadesiyle[46], antiemperyalist savaşlarda toprak kaybettiği için değil, emperyalizme uşaklık ettiği için başarısız olur.[47]

Herkes şunu görmeli: emperyalizm, ancak Batı sömürgeci yağmayı yeniden idrak ederse, daha da önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimle yeniden ilişki kurarsa, yirminci yüzyılda oluşmuş tarihsel dengede belirli bir ağırlığa sahip olan bu iki olguya yeniden önem verirse alt edilebilir.[48] “Her meselenin iki yönü olmalı” diye düşünenler, bölgede sömürgeciliğin ve emperyalizmin yol açtığı sonuçlar üzerinden bir bilanço çıkartamazlar. Walter Rodney’nin sözüyle, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, “sadece tek bir ele sahip ya da tek kolu olan bir haydut”tur.[49]

Matteo Capasso
Ali Kadri

[Kaynak: Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]

Dipnotlar:
[24] Juan Bosch (1968) Pentagonism, a Substitute for Imperialism (New York: Grove Press), s. 28.

[25] Karl Marx (1992) [1893]. Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 2: The Process of Circulation of Capital (New York: Penguin).

[26] Karl Marx (1867) Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 1: The Process of Production of Capital. (Moskova: Progress Publishers).

[27] Michael Hudson (2003) Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S. World Dominance, 2. Baskı (Londra: Pluto Press).

[28] Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.

[29] Amilcar Cabral (1970) National Liberation and Culture, HW.

[30] Hudson, Super Imperialism.

[31] Heidi Peltier (2021), “Arms, Tanks, and Munitions: The Relationship between Profits and Monopoly Conditions”, Security in Context Working Paper Sayı. 1. Drive.

[32] Ivan Meszaros (1995), Beyond Capital: Toward a Theory of Transition (NY: Monthly Review Press).

[33] Jorge Hernandez Martinez (2011), “Imperialismo/Pentagonismo – La sociedad norteamericana 42 anos despues” [“Emperyalizm/Pentagonizm – 42 Yılın Ardından Kuzey Amerika Toplumu”], Yayına Hz.: Luis Cespedes Espinosa, El Pentagonismo: 42 anos despues içinde [“42 Yılın Ardından Pentagonizm”] (Santo Domingo: Fundacion Global Democracia y Desarollo), s. 18-40.

[34] A.g.e., s. 29.

[35] Christian Sorensen (2020), Understanding the War Industry (Atlanta: Clarity Press).

[36] Marx, Capital: A critique of Political Economy.

[37] Emmanuel, Unequal Exchange.

[38] Oxfam (2020) Carbon Emissions of Richest 1 Percent More than Double the Emissions of the Poorest Half of Humanity, Oxfam.

[39] Samir Amin (2011) “National States: Which Way Forward?”, Yayına Hz.: S. Moyo ve P. Yeros, Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America içinde (Londra: Pluto Press), s. 343.

[40] Örneğin bkz.: Andrew Bacevich (2016), America’s War for the Greater Middle East (New York: Penguin); ve Neta C. Crawford (2019) Pentagon Fuel Use, Climate Change, and the Costs of War. Costs of War (Watson Institute: Brown University). Watson.

[41] Bosch, Pentagonism, a Substitute for Imperialism, s. 131.

[42] A.g.e.

[43] Stefano Azzara (2022), Dov’e Il Fascismo Oggi? Processi Di Concentrazione Neoliberale Del Potere, Stato d’eccezione e Ricolonizzazione Del Mondo [“Bugün Faşizm Nerede? Neoliberal Dönemde İktidarın Yoğunlaşma Süreçleri, İstisna Hali ve Dünyanın Yeniden Sömürgeleştirilmesi”], MO.

[44] David E. Stannard (1993), American Holocaust: The Conquest of the New World (Oxford: Oxford University Press).

[45] Domenico Losurdo (2017), Il marxismo occidentale. Come nacque, come morı, come puo rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl Doğabilir?”] (Bari: Laterza).

[46] Istvan Meszaros (2007), “The Only Viable Economy”, Monthly Review, 58(11). MR.

[47] Kadri, Arab Development Denied.

[48] Tricontinental Institute for Social Research & Casa de las Americas (2022), Ten Theses on Marxism and Decolonisation, Tricontinental: Institute for Social Research. Tric.

[49] Walter Rodney (2018), How Europe Underdeveloped Africa (Londra: Verso Books).

0 Yorum: