05 Temmuz 2025

, ,

Halklar ve Rejimler: Antiemperyalizm ve İran İslam Cumhuriyeti


ABD ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne yaptığı saldırı, Vaşington’un bölgeye, özelde İran’a yönelik olarak yürüttüğü savaşın son aşamasını ifade ediyor. Kimi zaman bu savaş, füzelerle ve robot helikopterle kimi zaman da yaptırımlar, yoksullaştırma ve kuşatma gibi şiddet araçlarıyla sürdürüldü.

Bu savaşların amacı, kalkınma imkânlarının ortadan kaldırıldığı, devletlerin çökertildiği süreci hızlandırmak. Savaşları yürütenler, ABD’nin güvenlik şemsiyesi dışında duran egemen devletleri yok etmek için çalışıyorlar. Onurlu bir yaşam arzusunun cisimleşmiş hali olabilecek, kurtuluş hareketleri için birer araç ve koruma zırhı olarak iş görebilecek, ülkeleri boğan ambargoları alt etmek için oluşturulmuş barışçıl ticaret yollarıyla, veto, teknoloji ve silah gibi imkânları kullanmak suretiyle, dayanışmanın gücünü artırabilecek her devlet, hedefte.

ABD ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne ABD’nin sürece gizlice dâhil olması ardından gerçekleştirdiği saldırılara iki açıdan yaklaşıldı.

Bir taraf, İran’ın kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalist güçlere karşı kendisini savunma hakkını savunan sözler sarf etti. Bu kamptakiler, İran halkının kendilerine uygun hükümeti seçme hakkına vurgu yaptılar, yıkıcı saldırıya yönelik direnişlerine destek çıktılar ve ABD ile İsrail’e tüm askeri operasyonları derhal durdurmaları çağrısında bulundular. Bu kamptaki bazı kişiler, daha da ileri giderek, İran’ın bölgedeki direniş güçlerine sunduğu maddi desteğin, bölgedeki asimetrik güce sahip milislere, egemen devletlere ve halk hareketlerine yönelik teknolojik, lojistik ve askeri desteğinin özgürleştirici ve adil olduğunu söylediler.

Diğer kamptakilerse ki askeri bir terim olarak “kamp” bu kesim için gayet yerinde bir kelime, soyut, net bir tanıma sahip olmayan bir halkla dayanışma ilişkisi kurulamayacağını söylediler. Bunlara göre, İslam Cumhuriyeti’ne de rejime de devlete de destek sunulamazdı. Bu kamptakiler, İran İslam Cumhuriyeti ordusuna, yönetim aygıtına mesafeli olduklarını ortaya koydular. İran’a has olan, baskı, otoritarizm, İslami yönetişim, alt-emperyalizm gibi kirli hususlardan beri olduklarını dile getirdiler.

Oysa bu, yanlış hatta tehlikeli bir duruş.

Tarih, bir halkı yücede tutan seçmeci dayanışma pratiklerinin yanlışa sevk ettiğini ortaya koyan birçok örnekle yüklü. Gazze’de Hamas, Libya ve Suriye rejimlerinin ezdiği veya yeterince temsil etmediği “halk”ı yüceltenler, Apaçi helikopterlerini, B-52 bombardıman uçaklarını ve ölüm mangalarını “devrimci”ymiş ve kurtarıcıymış gibi takdim edebiliyorlar.

Zaten ABD ve İsrail’deki propaganda araçları da hep “halkı değil rejimi hedef alıyoruz” dedi. Sivil halkta yaşanan kayıplar “tali hasar” olarak görülüp göz ardı edildi. Hastaneler “yanlışlıkla” fırlatılmış füzelerle vuruldu. “Altyapıya verilen hasardan tabii ki pişmanız ama altyapı yanlışlıkla vuruldu” ya da “altyapıyı hükümet kötü yönetmiş” denildi. Yaralı ve ölü sayılarıyla bilerek oynandı. Bu noktada sivilleri, 16 yaşından büyük silahlı erkekleri “askerler”e dönüştüren, gayet yaratıcı hesaplama teknikleri kullanıldı.

Batılı insan hakları örgütlerinin ve akademisyenlerinin Gazze’de Ehli Vaftiz Hastanesi’ni Hamas füzelerinin vurduğunu söyleyen yalanı papağan gibi yinelediklerini, sürekli Hamas’ın komuta merkezleri olarak gösterilen Gazze hastanelerinin İsrail eliyle yıkılması için gerekli ideolojik zemini teşkil ettiklerini unutmayalım.

Birçokları, bugün İsrail’in sivil kurumlara yönelik gerçekleştirdiği saldırıları kınıyor ama İran ordusuna yapılan saldırıları kınamaya yanaşmıyor. İran’ın ordusu üzerinden kendisini savunma hakkını savunmayı kimse istemiyor.

Bu da bizi temel bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: Ordu nedir, devlet nedir?

Devletin içteki baskı mekanizmasının motorundan başka bir şey olmadığı tespiti, vehimden başka bir şey değil. ABD’de o ünlü “tüm devleti ilga edelim” diyen anlayıştan ilham alan, umutsuz kötülüğün kol gezdiği şenlik ortamının gerçeklikle bir alakası yok. Philip Abrams’ın net ifadesiyle devlet, hem bir fikir hem de kurumlar toplamıdır. Bu ikisi iç içe geçer. Kurumlar fikri uygular, fikir de kurumları meşrulaştırır. Bu kurumlar, her gün halkın zihnine devlet fikrini salgılar ve orada somutlaştırır.

Bazılarına göre, sosyal güvenlik, yüksek eğitim, devlet hastaneleri gibi kurumlara denk düşen devlet anlayışına ancak Kuzey’in dilinde izin vardır ve ancak Kuzey’deki halklar böylesi bir devlete sahip olabilirler. Gerçekte ise devlet, toplumsal yeniden üretiminin merkezi unsurudur. Devlet, insanları kamusal ulaşım sistemleri üzerinden taşır, devlet hastanelerinde onları tedavi eder, ulusal araştırma sektörlerine destek sunar ve hangi ekonomik sektörün diğerlerinden daha hızlı büyüyeceğine karar verir. Bugün devlet aygıtı olmadan ekonomi planlaması başarıya ulaşamaz. Büyüme hızını artırmak için devlet, ekonomiyi yönetmek, ona müdahale etmek zorundadır.

Bu bağlamda, devlete yönelik geliştirilen düşmanlık, devletin işlevlerini ortadan kaldırmaya çalışan, “devlet gece bekçisi olsun” diyen liberallerin hayallerini yankılayan emperyalist ajandalarla uyumlu bir pratiktir. Devlete yönelik düşmanlık, bir yandan da Güney ülkelerinde küçük ölçekli, merkezsizleştirilmiş kalkınma türünden kimi devlet işlevlerini üstlenen sivil toplumun şişirilmesine katkıda bulunur. Bu para, tabii ki Kuzey’den gelmektedir.

İran’da ise ordunun ve onun gerçekleştirdiği savunmanın ardında hizalananlar, devlet fikrini bir bayrak gibi görmekte, devleti devletin temin ettiği her şeyi savunma aracı olarak değerlendirmektedir. Bu anlamda Güney ülkelerinde, özellikle İran’da yurtseverlik gerici değildir. O, işçi sınıfı ideolojisinin bir parçasıdır.

Güney’de ve İran’da devletin sivillere yönelik işlevleri konusunda merhametli bir dile başvuruluyor. Hastanelere, okullara, elektrik santrallerine, her şeyden önce “kadınlara ve çocuklara” yönelik saldırılar kınanıyor. Ama o çocukların babalarından, o kadınların kocalarından kimse bahsetmiyor. Daha da önemlisi, o hastaneleri, okulları, elektrik santrallerini koruyan pratik mekanizmalara kimse değinmiyor. Saldırılar kınanıyor ama özsavunma fikrini kimse savunmuyor.

Avrasya’nın komünist devleri olarak SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde aradaki dezavantajları ortadan kaldırmayı amaçlayan sanayileşmenin tarihinin aynı zamanda sivillerin kullandığı sınai ürünlerle oluşan artığı özsavunmaya yöneltme ihtiyacı arasında bir denge bulmanın tarihi olduğunu hepimiz biliyoruz.

Barış döneminde halktan yana, halka uygun bir ekonominin inşa edilebilmesi için hızla ve kolayca şiddete başvurabilecek olan bir düşmana karşı halkı korumak gerektiğini, bu sebeple, silaha ihtiyaç olduğunu herkes görmüştü. Bu anlamda özsavunma, temelde orduyu ifade ediyordu.

İran’daki militarizasyon bağlamında devlet, giderek Çin’e ve Rusya’ya daha fazla bağlı hale gelen, ülkeye ait bir sınai kapasiteyi geliştirmek için çok önemli bir unsur haline geldi. İran, ihtiyaçlarını giderek daha fazla kendi içinde karşılamasının, bölge gücü olarak sahip olduğu konumu ve politik egemenliğini güvence altına alan yegâne unsur olduğunu gördü. Neticede İran, kendisini sadece verili sınırları içerisinde değil, tüm bölge genelinde savunmak zorunda olan bir ülke.

İran İslam Cumhuriyeti, elindeki tüm silahları ve tüm planları kuşatma altında olan, yoksul halklarla paylaşıyor. Ensarullah gibi bölgede faal olan devlet güçlerine ve milislere silah armağan ediyor. Bu bağlamda, devlet, kaçınılmaz olarak bir rol üstleniyor. Halkın bir rol üstlenmesine bu devlet fikri imkân sağlıyor.

ABD-İsrail eliyle yürüyen propaganda faaliyeti, “rejim”i “halk”tan ayrıştırmak suretiyle “devleti halk adına çökertiyoruz” yalanına kılıf örüyor. Oysa bir halk, onu yok edenlerin eylemleri için meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları dil benimsenerek savunulamaz.

Max Ajl
2 Temmuz 2025
Kaynak

0 Yorum: