ABD
ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne yaptığı saldırı, Vaşington’un bölgeye,
özelde İran’a yönelik olarak yürüttüğü savaşın son aşamasını ifade ediyor. Kimi
zaman bu savaş, füzelerle ve robot helikopterle kimi zaman da yaptırımlar,
yoksullaştırma ve kuşatma gibi şiddet araçlarıyla sürdürüldü.
Bu
savaşların amacı, kalkınma imkânlarının ortadan kaldırıldığı, devletlerin
çökertildiği süreci hızlandırmak. Savaşları yürütenler, ABD’nin güvenlik
şemsiyesi dışında duran egemen devletleri yok etmek için çalışıyorlar. Onurlu
bir yaşam arzusunun cisimleşmiş hali olabilecek, kurtuluş hareketleri için
birer araç ve koruma zırhı olarak iş görebilecek, ülkeleri boğan ambargoları
alt etmek için oluşturulmuş barışçıl ticaret yollarıyla, veto, teknoloji ve
silah gibi imkânları kullanmak suretiyle, dayanışmanın gücünü artırabilecek her
devlet, hedefte.
ABD
ve İsrail’in İran İslam Cumhuriyeti’ne ABD’nin sürece gizlice dâhil olması
ardından gerçekleştirdiği saldırılara iki açıdan yaklaşıldı.
Bir
taraf, İran’ın kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalist güçlere karşı
kendisini savunma hakkını savunan sözler sarf etti. Bu kamptakiler, İran
halkının kendilerine uygun hükümeti seçme hakkına vurgu yaptılar, yıkıcı
saldırıya yönelik direnişlerine destek çıktılar ve ABD ile İsrail’e tüm askeri
operasyonları derhal durdurmaları çağrısında bulundular. Bu kamptaki bazı
kişiler, daha da ileri giderek, İran’ın bölgedeki direniş güçlerine sunduğu
maddi desteğin, bölgedeki asimetrik güce sahip milislere, egemen devletlere ve
halk hareketlerine yönelik teknolojik, lojistik ve askeri desteğinin
özgürleştirici ve adil olduğunu söylediler.
Diğer
kamptakilerse ki askeri bir terim olarak “kamp” bu kesim için gayet yerinde bir
kelime, soyut, net bir tanıma sahip olmayan bir halkla dayanışma ilişkisi
kurulamayacağını söylediler. Bunlara göre, İslam Cumhuriyeti’ne de rejime de
devlete de destek sunulamazdı. Bu kamptakiler, İran İslam Cumhuriyeti ordusuna,
yönetim aygıtına mesafeli olduklarını ortaya koydular. İran’a has olan, baskı,
otoritarizm, İslami yönetişim, alt-emperyalizm gibi kirli hususlardan beri
olduklarını dile getirdiler.
Oysa
bu, yanlış hatta tehlikeli bir duruş.
Tarih,
bir halkı yücede tutan seçmeci dayanışma pratiklerinin yanlışa sevk ettiğini
ortaya koyan birçok örnekle yüklü. Gazze’de Hamas, Libya ve Suriye rejimlerinin
ezdiği veya yeterince temsil etmediği “halk”ı yüceltenler, Apaçi
helikopterlerini, B-52 bombardıman uçaklarını ve ölüm mangalarını
“devrimci”ymiş ve kurtarıcıymış gibi takdim edebiliyorlar.
Zaten
ABD ve İsrail’deki propaganda araçları da hep “halkı değil rejimi hedef
alıyoruz” dedi. Sivil halkta yaşanan kayıplar “tali hasar” olarak görülüp göz
ardı edildi. Hastaneler “yanlışlıkla” fırlatılmış füzelerle vuruldu. “Altyapıya
verilen hasardan tabii ki pişmanız ama altyapı yanlışlıkla vuruldu” ya da
“altyapıyı hükümet kötü yönetmiş” denildi. Yaralı ve ölü sayılarıyla bilerek
oynandı. Bu noktada sivilleri, 16 yaşından büyük silahlı erkekleri “askerler”e
dönüştüren, gayet yaratıcı hesaplama teknikleri kullanıldı.
Batılı
insan hakları örgütlerinin ve akademisyenlerinin Gazze’de Ehli Vaftiz Hastanesi’ni
Hamas füzelerinin vurduğunu söyleyen yalanı papağan gibi yinelediklerini, sürekli
Hamas’ın komuta merkezleri olarak gösterilen Gazze hastanelerinin İsrail eliyle
yıkılması için gerekli ideolojik zemini teşkil ettiklerini unutmayalım.
Birçokları,
bugün İsrail’in sivil kurumlara yönelik gerçekleştirdiği saldırıları kınıyor
ama İran ordusuna yapılan saldırıları kınamaya yanaşmıyor. İran’ın ordusu
üzerinden kendisini savunma hakkını savunmayı kimse istemiyor.
Bu
da bizi temel bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: Ordu nedir, devlet nedir?
Devletin
içteki baskı mekanizmasının motorundan başka bir şey olmadığı tespiti, vehimden
başka bir şey değil. ABD’de o ünlü “tüm devleti ilga edelim” diyen anlayıştan ilham
alan, umutsuz kötülüğün kol gezdiği şenlik ortamının gerçeklikle bir alakası
yok. Philip Abrams’ın net ifadesiyle devlet, hem bir fikir hem de kurumlar toplamıdır.
Bu ikisi iç içe geçer. Kurumlar fikri uygular, fikir de kurumları
meşrulaştırır. Bu kurumlar, her gün halkın zihnine devlet fikrini salgılar ve
orada somutlaştırır.
Bazılarına
göre, sosyal güvenlik, yüksek eğitim, devlet hastaneleri gibi kurumlara denk
düşen devlet anlayışına ancak Kuzey’in dilinde izin vardır ve ancak Kuzey’deki halklar
böylesi bir devlete sahip olabilirler. Gerçekte ise devlet, toplumsal yeniden
üretiminin merkezi unsurudur. Devlet, insanları kamusal ulaşım sistemleri
üzerinden taşır, devlet hastanelerinde onları tedavi eder, ulusal araştırma
sektörlerine destek sunar ve hangi ekonomik sektörün diğerlerinden daha hızlı
büyüyeceğine karar verir. Bugün devlet aygıtı olmadan ekonomi planlaması
başarıya ulaşamaz. Büyüme hızını artırmak için devlet, ekonomiyi yönetmek, ona
müdahale etmek zorundadır.
Bu
bağlamda, devlete yönelik geliştirilen düşmanlık, devletin işlevlerini ortadan
kaldırmaya çalışan, “devlet gece bekçisi olsun” diyen liberallerin hayallerini
yankılayan emperyalist ajandalarla uyumlu bir pratiktir. Devlete yönelik
düşmanlık, bir yandan da Güney ülkelerinde küçük ölçekli, merkezsizleştirilmiş
kalkınma türünden kimi devlet işlevlerini üstlenen sivil toplumun şişirilmesine
katkıda bulunur. Bu para, tabii ki Kuzey’den gelmektedir.
İran’da
ise ordunun ve onun gerçekleştirdiği savunmanın ardında hizalananlar, devlet
fikrini bir bayrak gibi görmekte, devleti devletin temin ettiği her şeyi
savunma aracı olarak değerlendirmektedir. Bu anlamda Güney ülkelerinde,
özellikle İran’da yurtseverlik gerici değildir. O, işçi sınıfı ideolojisinin
bir parçasıdır.
Güney’de
ve İran’da devletin sivillere yönelik işlevleri konusunda merhametli bir dile
başvuruluyor. Hastanelere, okullara, elektrik santrallerine, her şeyden önce “kadınlara
ve çocuklara” yönelik saldırılar kınanıyor. Ama o çocukların babalarından, o
kadınların kocalarından kimse bahsetmiyor. Daha da önemlisi, o hastaneleri,
okulları, elektrik santrallerini koruyan pratik mekanizmalara kimse değinmiyor.
Saldırılar kınanıyor ama özsavunma fikrini kimse savunmuyor.
Avrasya’nın
komünist devleri olarak SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti’nde aradaki dezavantajları
ortadan kaldırmayı amaçlayan sanayileşmenin tarihinin aynı zamanda sivillerin
kullandığı sınai ürünlerle oluşan artığı özsavunmaya yöneltme ihtiyacı arasında
bir denge bulmanın tarihi olduğunu hepimiz biliyoruz.
Barış
döneminde halktan yana, halka uygun bir ekonominin inşa edilebilmesi için hızla
ve kolayca şiddete başvurabilecek olan bir düşmana karşı halkı korumak gerektiğini,
bu sebeple, silaha ihtiyaç olduğunu herkes görmüştü. Bu anlamda özsavunma,
temelde orduyu ifade ediyordu.
İran’daki
militarizasyon bağlamında devlet, giderek Çin’e ve Rusya’ya daha fazla bağlı
hale gelen, ülkeye ait bir sınai kapasiteyi geliştirmek için çok önemli bir
unsur haline geldi. İran, ihtiyaçlarını giderek daha fazla kendi içinde
karşılamasının, bölge gücü olarak sahip olduğu konumu ve politik egemenliğini güvence
altına alan yegâne unsur olduğunu gördü. Neticede İran, kendisini sadece verili
sınırları içerisinde değil, tüm bölge genelinde savunmak zorunda olan bir ülke.
İran
İslam Cumhuriyeti, elindeki tüm silahları ve tüm planları kuşatma altında olan,
yoksul halklarla paylaşıyor. Ensarullah gibi bölgede faal olan devlet güçlerine
ve milislere silah armağan ediyor. Bu bağlamda, devlet, kaçınılmaz olarak bir
rol üstleniyor. Halkın bir rol üstlenmesine bu devlet fikri imkân sağlıyor.
ABD-İsrail
eliyle yürüyen propaganda faaliyeti, “rejim”i “halk”tan ayrıştırmak suretiyle “devleti
halk adına çökertiyoruz” yalanına kılıf örüyor. Oysa bir halk, onu yok
edenlerin eylemleri için meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları dil benimsenerek
savunulamaz.
Max Ajl
2 Temmuz 2025
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder