2003’teki
Irak işgalinden beri Arap coğrafyası, sayıları giderek artan savaşlara ve
çatışmalara tanıklık ediyor. Yemen’de binlerce insan, kıtlık ve açlık riskiyle
karşı karşıya. On iki milyondan fazla insan, yardıma muhtaç. Suudi ve ABD
destekli koalisyonun bombardımanları sebebiyle sağlık, gıda, barınma konusunda
sorunlar yaşıyor.
Dünya
Gıda Programı’nın (WFP) başkanı, Şubat 2022’de mevcut durumun vahametini
açıktan kabul eden cümleler kuruyor: “Açlıktan ölmek üzere olanları beslemek
için açların önündeki yemeği almaktan başka bir seçeneğimiz yok.”[1]
Libya,
2011’de NATO öncülüğünde yürütülen askerî harekât neticesinde egemenliğini
yitirdi. Yabancı güçler ve içteki müttefikleri, savaş ganimetleri için
birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar. Sermaye ülkeyi terk etti, birileri
halkın parasına çöktü. Sıradan Libyalılar, bitmek bilmeyen baskı koşullarında
yaşamaya alıştı, Lübnan’a has olduğu düşünülen gerçekliği Libyalılar da
kanıksadı. Yani artık bu ülke de su ve elektrik kesintileriyle, paradaki değer
kaybıyla uğraşıyor.
Tunus’ta,
2011’deki eylemlerin elde ettiği “başarı”ya rağmen, gıda kıtlığı ve IMF’in
dayattığı kemer sıkma tedbirleri işçi sınıfını boğuyor. İşbaşına gelen farklı
hükümetler, giderek artan güvenlik tehditlerine karşı koymak adına, askeri
bütçeyi artırıyor, Batı’nın silahlarını ve asker yardımlarını alıyor.[2]
Ekonomik
ve toplumsal açıdan harap olmuş bir devlet olarak Suriye ve komşusu Lübnan’da
1993 yılından beri ilk kez kolera vakaları görüldü.[3]
En
son savaşını 1973’te yapmış olan Mısır’ı en çok da Camp David Barış Anlaşması
sonrası yürürlüğe konulan neoliberal politikalar mahvetti. Mısır, tam da akla
Lin Biao’nun “savaş yıkım ve kayıp getirir, ama insanların köle olmayı
istemesiyle birlikte emperyalizme karşı direnilmemesi durumunda oluşacak yıkım,
zarar ve çile daha da büyük olacaktır” sözünü anımsatan bir ülke.[4] Ülkedeki
yoksulluk oranı ve kötü beslenen çocukların oranı savaş koşullarında görülecek
seviyede.[5]
Filistin’de
İsrail, Batı Şeria’da her gün ev yıkıyor, insan öldürüyor, önüne geleni
gözaltına alıyor, Gazze’ye belirli dönemlerde askerî harekâtlar düzenliyor.
Peki
savaşlar, Ortadoğu’yu karakterize eden toplumsal ve politik ilişkilerin doğal
bileşeni hâline nasıl geldi? Hâkim söyleme ve dile kulak verenler, devam eden
yıkım sürecini iç savaşlara, kötü yönetime, kabilelere ve tarihsel ayrışmalara
vs. bağlayacaktır.
İlginç
olan şu ki ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirdikçe dünya düzenini en
doğru şekilde analiz eden Bağımlılık Teorisi, Dünya Sistemi Teorisi ve Marksist
teoriler gibi teoriler demode ilan ediliyor. Bu düzlemde ABD’nin öncülük
ettiği, yaptırımları, savaşları ve neoliberal reformları esas alan emperyalist
politikalara yönelik olarak bölge ve dünya genelinde ortaya konulan itirazlar
dirhem dirhem azalıyor.[6] Ne yazık ki ABD emperyalizmini görmeyen analizler,
ezilen-sömürülen ülkelerin ABD emperyalizmi karşısında yürüdüğü tarihsel
kalkınma yolunu ve politik yolu anlayamıyorlar, ayrıca gerçekliğe dair soyut ve
tarih dışı bir resim sunmakla yetiniyorlar.
Uzun
süredir ABD emperyalizminin tarihteki ağırlığını görmezden gelenler, Çin’in
ekonomi sahasındaki yükselişi karşısında bugün birden fazla emperyalizmden
bahsetmek zorunda kalıyorlar. Çin’i ABD’yle eşdüzlemde duran, emperyalist bir
ülke olarak görmeye yönelik bu hamlenin kafa karışıklığına yol açtığını görmek
gerekiyor.
Biz,
bu makalede ilgili yaklaşımların sınırlarını ortaya koyacağız, ayrıca Arap
coğrafyasına dair çalışmayı, “ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm” anlamında
emperyalizm meselesiyle ilişkilendireceğiz.
Empirisizm
Moda, Tarih Demode
“İdealizm, nesne
anlayışını uygun şekilde formüle edemez. Dünyayı parçalayan idealistler, onu
yeniden bir araya getiremezler. […] İdealistlere çorbanın malzemelerini verin,
onlardan bir tas çorba çıkartamazlar.”[7]
Akademi
ve medya, emperyalizm kategorisini tarihin tozlu raflarına kaldırmak suretiyle
dünyamızı alabildiğine yoksullaştırdı. Neoliberalizm analizleri, bugünün
dünyasında hâlâ hüküm süren emperyalizmin niteliğinin üzerini örttü. Hâkim
anlayış da aynı körleştirme işlemini, tarihi toplumsal bir öznenin yol açtığı
gerçek olayların sürekliliğinden ibaret olduğuna dair gerçeği görmezden gelerek
yapıyor. Bu anlayışa mensup olanlar, tarihi maniheist dünya anlayışına
kapatıyorlar. Yani tüm dünyayı bireylerin kötü eylemlerine karşı cesur
eylemlerin yön verdiği Garba Karşı Harp anlayışı üzerinden okuyorlar.
Ardından da olan biteni zamansal silsile içerisinde, bir tür hikâye gibi
anlatıyorlar. Savaşlar, uzun zamandır varolan mezhep veya kabile gibi kimlikler
üzerinden kavranıyor ve bu kimliklerin bölgeyi tanımladıkları söyleniyor.
Toplumlar,
varoluştan çok varlık olarak değerlendiriliyor. Bu tür değerlendirmeler, somut
kurumlara ve tarihsel değişime bakmayan Veberci değerlendirmelerden besleniyor.
Bunlar, çatışan çıkarlar yerine, sadece zamansız, idealize edilmiş kimliklere
ve bütünleşme fikrine odaklanmış kategorilere bakıyorlar.
Bu
yaklaşımlar, Keynes öncesi neoklasik iktisadın normal-denge şemasına fena halde
benziyor. Yani burada toplumsal gerçekliğin bütünlüğünü ve zamana aşkın
istikrarını temel alan mantıksal kurgular söz konusu. Bu tür görüşler, soyut,
statik ve tarih dışı analizlere imza atıyorlar. Bunu yaparken, toplumun sorunlu
yüzleri ne vakit görünür olsa, misal savaş gibi bu tür değerlendirmelerin
açıklamayı amaçladığı gelişmeler yaşansa, nihayetinde bölgeyi bir anomali veya
istisna olarak tanımlıyorlar.
Dolayısıyla,
bugün rejim türünden kategorilerin, belirli bir modelin yön verdiği
uluslararası ilişkiler sahasının ve neoklasik iktisat teorilerinin savaş
meselesini ele almaları mümkün değil. Renata Allio’nun ifadesiyle, ekonomi ve
sosyoloji alanında yürütülen araştırmalar ne vakit tarihsel gerçekle yüzleşse,
savaş sorunundan kaçınmanın imkânsız olduğunu görüyorlar, çünkü her bir
iktisatçı, ömründe bir dönem illaki ekonomiye ve toplumsal yeniden üretim
tarzına etkide bulunmuş, küçüklü büyüklü bir savaşa ve çatışmaya tanıklık
etmiştir.
Savaş
incelemelerinde varolan boşluk, yüzeysel bir emprisizmle doldurulmaya
çalışılıyor. Etnografi alanına ait veri yığını, istatistiki korelasyonlar ve
empirik genellemeler, savaşların asli yönleri olarak görülüyor. Ufak parçalar
arasındaki bağlar ve bütünün kendisi gözlerden kaçırılıyor.
Uluslararası
ilişkiler sahasında çatışma ve güvenlikle ilgili alan çalışmaları yürütülmüyor.
Jeopolitik sistemin temel ve kontrol etme amaçlı unsurları görülmüyor. Bu
anlamda, periferinin, Güney’in politik yolu ve tarihsel gelişimine bakılmıyor.
Oysa bu yol ve gelişim, bir boşlukta gerçekleşmiyor. Kapitalist dünya sistemi
içerisinde varoluyor.[9]
Bize
göre savaş çalışmaları, empirik verileri teorik düzlemde bütünlemek suretiyle
geliştirilmeli. Burada amaç, sadece olgulara yönelik görüşü derinleştirmek
olmamalı, ayrıca toplumsal kontrol ve çare sunan eylemlere dair ihtimaller
açığa kavuşturulmalı.[10] Böylesi bir teori, toplumsal değişimin teorisi,
toplum tiplerinin tarihsel gelişiminin teorisi olabilmeli. Aynı zamanda çatışma
ve krizi toplumsal sistemin haricinde, kazara gelişen değil, o sistemin
doğasından kaynaklanan şeyler olarak gören bir teori üretilmeli.
Örneğin
2011’de Libya ve Suriye’de yaşanan çatışmaları hâkim anlayış, bu ülkelerin
savaş öncesindeki durumlarına ve onların geride bıraktıkları tarihlere bakarak,
sınıf mücadelelerinin yereldeki ve uluslararası plandaki işleyişine eğilerek
değerlendirmedi. Bunun yerine, iki çatışma sürecini analiz edenler, politik
sorunların sebeplerini Beşşar Esad ve Muammer Kaddafi ismini taşıyan iki
otoriter, zorba, paranoyak ve kötü kişiliklere bağlamakla yetindiler.
Bireylerin
eylemleri ve ideolojileri, tarihsel gelişmeleri izah etmemize katkı sunan,
önemli detaylar olsalar da bunların süreci belirleyen, tayin eden unsurlar
olduklarını söyleyemeyiz. Bireyler ve ideolojiler, ABD’nin öncülük ettiği
emperyalist sistemin çıkarlarına tabi olan, bu anlamda, emperyalizmin gücünü
daimi kılan maddi gerçeklikle doğal olarak bağlantı içerisinde bulunan sınıfsal
çıkarların somut ifadeleridirler. Bu türden önemli politik gerçekleri göz ardı
eden değerlendirmeler, politika ve tarihi irrasyonel bireyler ve tehlikeli
ideolojileri arasında cereyan eden tuhaf kavgaya indirgiyorlar, bunu yaparak,
tarihi oluşum anomalisi ilmi anlamında teratolojiye dönüştürüyorlar.
Özünde
bunlar, hep “ABD ve Avrupalı ortakları emperyalist ama bahsi edilen rejimler de
faşist” diyorlar. Buradan da alelacele bu tür söylemleri sorunlu gören herkese
“otoriter rejim destekçisi” yaftası yapıştırıyorlar.
Bu
noktada esasen “emperyalizmin faşizme karşı olduğu”na vurgu yapılıyor. Bu
yaklaşım, emperyalizmden yana duran sınıfsal bir konumun ürünü. Bu konuma sahip
olanlar, bahsi edilen ülkelerin liderlerini şeytanlaştırmak suretiyle o
ülkeleri yok etmeyi düşünüyorlar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemi
toplumsal formasyonlardan ve onların kademeli dönüşümünden bağımsız bir şey
olarak görenler, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist
işgallere zemin hazırlıyorlar.[11]
2011’de
Samir Amin, şu yerinde tespiti yapıyordu: “Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde
mağlup edilen bu yönetici sınıfların önemli kısmı, Batı sermayesinin ikincil
müttefikleri, yani kompradorları olma vasıflarını, bu konumlarını genel anlamda
kabullenmişti.” Halkın felç olması ve gündelik geçim kavgasına girmesiyle
birlikte kaderlerine razı geldiler. Daha da kötüsü bu rejimler, politik İslam
gibi yeni yanılsamaları beslediler. Söz konusu liderler, doların hâkimiyetinde
bulunan finans kapitalin emirlerine boyun eğdiler, komprador bir sınıfa
dönüştüler.
NATO’nun
başlattığı savaşların Güney’deki bir halkı özgürleştireceği fikri, tehlikeli.
Bu türden bir konum, jeopolitik sistemin temel bir bileşenini görmezden
geliyor, yani bölgedeki askerîleşme düzeyindeki yükselişin, finans çağında
ABD’nin öncülük ettiği emperyalist yapıda telefin, savaşların ve militarizmin
sahip olduğu merkezi rolün yansıması olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor.
Başka
bir ifadeyle, toplumsal çelişkiler derinleşiyor. Kuzey Afrika-Ortadoğu
bölgesine, genelde Güney’e bombalar yağdırılıyor, yaptırımlar dayatılıyor.
Böylece NATO veya ABD destekli rejim değişikliği faaliyetleri için verimli bir
zemin oluşturuluyor.[12]
Şunu
söylememiz lazım: Biz, “Emperyalizm” kavramını sosyolojik bir olgu olarak
kullanıyoruz. Emperyalizmi değer yasasının sermayenin metabolik oranını,
dolayısıyla, dünya genelindeki toplumsal yeniden üretimi belirlediği bir
toplumsal yeniden üretim sistemi olarak görüyoruz. Bu anlamda biz, “Emperyalizm”
derken tam da Samir Amin’in kullandığı ifadeyle, “Üçlü Yapı”yı, yani Güney’in
komprador sınıflarını kendisine bağlamış olan ABD, Avrupa ve Japonya’yı
kastediyoruz.
Michael
Parenti gibi biz de, “Emperyalizm” ve “İmparatorluk” terimlerinin, ABD
siyasetinin ardında bir tür cevher olarak işleyen güçlü ekonomik çıkarlara
zerre eğilmeden, sadece hâkimiyet ve kontrol anlamı yükleyerek kullanılmasına
karşı çıkıyoruz.[16]
Leninizmde
emperyalizmi sosyolojik bir olgu olarak ele alan, tarihsel açıdan özgül bir
yere sahip tekelci-finans emperyalizmi üzerinde duran yaklaşım, David Harvey
gibi “birden fazla emperyalizm”den dem vuranların ekonomik
değerlendirmelerinden ayrışıyor.
Harvey,
aşırı sömürüyle bağlantılı finansal akışlardaki değişimler konusunda empirik
bir değerlendirme sunuyor.[17] Bu akışlar, fiziken Doğu’ya özellikle Çin’e
fiziken nakledilen öz sermaye olarak birikiyor. Doğu’nun altyapısındaki ve
diğer varlıklarındaki büyüme, dünya üzerinde güç ve zenginliğin Doğu lehine
değiştiğini ispatlıyor.
Harvey,
kendi ifadesiyle, dünya sistemleri teorisi içerisinde dile getirilen
merkez-çevreyi temel alan kaba bir coğrafya anlayışından beslenen kaba bir
emperyalizm teorisini savunmuyor. Harvey’nin teorisi, “eşitsiz coğrafi
gelişimi, farklılaşan ve çeşitlenen işbölümünü, küresel emtia zincirlerini ve
uzamsal halleri, bir süreliğine belirli bir yapısal tutarlılığın veya bölgesel
değer rejiminin oluşma ihtimali bulunan bölgesel ekonomilerin inşasını ve
yıkımını gören bir teori.”[18] Bu türden, belirli bir amaca matuf ilerleme,
doğalında empirik bir değerlendirmeye, “uzamsal haller” türünden ifadelere,
sermayenin aşırı sömürünün yol açtığı kârların toplanacağı yapıları inşa ettiği
alanlara dair bir görüşe yol açıyor. Mantıken buradan söz konusu teori,
emperyalizmin de emperyalizm olarak kalabilmek için merkezini ve yoğunlaşma
noktasını yitirdiğinden söz ediyor.
Aslında
bu tür bir emperyalizm teorisi önemli sınırlara sahip. Bu sınırların en
önemlisi, uzamsal hallerin düz manada kurgusal olan zamanda çakılı olmasından
kaynaklı. Empirik bir soyutlama olarak uzam, başka şeylerin ve tarihin öznesi
olan bir şey: Uzam, şeyleşme yoluyla emperyalizm denilen tarihsel aşamayı
siliyor. Uzam, tarihsel etkileşim sürecini belirliyor. Kendisini ideolojik
planda formüle edilmiş bilinçten bağımsız olan özne olarak zihne dayatıyor.
Neticede bilinç, kendi ilerleme sürecini yeniden kalıba döken gerçek özne.
Uzam
ve uzamsal haller, abrakadabra ile bir şeyi yok etme yeteneğine sahip. Ama
burada sadece gerçek özne veya hâkim ideolojinin fiilileşmesi olarak tarih,
ortadan kayboluyor. Bu vasfıyla ilgili teori, önemli pratik sonuçlara yol
açıyor, birden fazla uzamsal hal olduğu için insan karşısında Çin, Rus, İran,
Brezilya, Venezuela vs. gibi mini emperyalizmler veya az çok hegemonik türevler
buluyor. Öznenin, özel bir sermayenin finansal kanallarla kendisine yol
bulduğu, belirli bir sermayeyi merkezileştirdiği veya yoğunlaştırdığı momentte
yeni ve gelişkin bir teorik emperyalizm anlayışı ortaya çıkıyor.
“Uzamsal
haller”e akan sermayeye bakan ama ABD’nin askeri üslerinin ve hâkim sınıfın
eşbiçimi olarak hâkim ideolojisinin oynadığı rolü görmeyen anlayış,
emperyalizmi ve sonuçlarını tanımlayamıyor. Tanıma yakın bir şeyi bile
dillendiremiyor. Anlayış, ele alınan nesneyle bağlantılı bir ölçü üzerinden ya
da sermayenin tahayyülü olarak değerlendiriliyor. Anlayış, sabit bir zamanda
formüle edilmiş duygu temelli bir algı üzerinden, dinamik bir özne olmaksızın
inşa edildiğinde bu teori, incelenen koşulu ne ele alabiliyor ne de ona
yaklaşan bir fikir ortaya koyabiliyor. Bu durum emperyalizm için de geçerli.
Tarihsel
bir özneden bağımsız olarak, sabit sermayede sermayenin birikmesiyle ve dolar
formunda yeniden çekilmesiyle ilgili politikalar için gerekli zemini
oluşturarak biriktiğini söyleyen anlayış, tek taraflı bir soyutlamadır veya
tarihi gizemli kılan kısmi bir gerçekliktir.
ABD’nin
askeri gücünün, ideolojinin ve ABD’nin küresel hegemonyasının aldığı toplumsal
biçimin buluştuğu kavşak, teorinin konusudur. Bu konunun sahip olduğu
özellikler, belirli bir tarihsel dönemi emperyalist yapar ya da yapmaz.
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist sınıf denilen özne, ürettiği zenginlikten daha
fazlasını elinde tutan ve yöneten bir egemenliğe sahip olan, bu anlamda,
emperyalist özneyi yeniden biçimlendiren Çin’le yüzleştikçe zayıflamaktadır.
Ancak bu, bize ABD’nin artık daha az ya da daha çok emperyalist olduğunu veya
emperyalist niteliğini yitirdiğini söylemez.
Empirik
gözlemler tarihten soyutlanırsa bu tür şeyler yaşanır. Bu türden sorgulamalar,
bize bilincin dışında şeylerin ve bilincin içinde belirli şeylerin olduğunu
söyler. Burada düşünce pratiğinin yeniden biçimlendirdiği nesnenin hareketini
takip eden teorinin diyalektik pratiğine karşı gelinmektedir.
Düşüncenin
diyalektik yasaları[19], düşünme pratiğinin nesne olarak gerçeklikle ilişkisini
ele alır. Nesne, dışımızdaki bir şeydir ve bu şey, öznenin faaliyetiyle
gelişir. Değişen bilinç, toplumsal varlıktan çıkar. Empirisizm yoluyla teori ve
pratik arasında işleyen bu süreci kesintiye uğratan Harvey, emperyalizm
tanımıyla, gerçekliğe derde deva olacak bir eylem sunamaz. Yani antiemperyalist
mücadele ortaya koyamaz.
Leninist
yaklaşımda ise tarihsel koşullardaki gelişmelerin biçimlendirdiği bir toplumsal
fail vardır. Onda, farklı yoğunluklara sahip salt mantık kaynaklı kavramlara
rastlanmaz. Fail emperyalist sınıf haline geldikçe toplumsal faillik türü de
değişir.
Harvey’de,
Lenin’in sosyoloji temelli emperyalizm tanımı, politikanın öncelikli olduğuna
dair anlayış[20], yüzlerce yıl önceye giden emperyalist düzenin ideolojik
dayanakları, bu dayanaklar üzerinden kendisini belirleyici toplumsal ilişki
olarak yeniden üreten hâkim sermayeye rastlanmaz. Bu haliyle Harvey’nin
yürüttüğü tartışma, emperyalizm kavramının içini boşaltır.
Sadece
uzam boyutunu temel alan bir teori önermek suretiyle Harvey, uzama tarihsel
zamanın ağırlığının dışında ortaya çıkan bir nesneymiş gibi muamele eder, bu
anlamda, Batı’nın dünyanın önemli bir kısmını teşkil eden Güney üzerinde tesis
ettiği maddi ve ideolojik hâkimiyetin[21] yüzlerce yıl içerinde oluşmuş olan
ağırlığını görmezden gelir. Bu da jeopolitik güçler dengesini yanlış aktaran
bir yaklaşıma sebep olur. Çünkü aslında bu denge, bir bütün olarak sosyolojik
bir niteliğe sahiptir.
Emperyalizm,
sosis gibi ayrıksı bir unsur değil, sosyoloji düzleminde tanımlanmış tarihsel
bir aşama olarak anlaşılmalıdır. Nihayetinde sınıfsal açı, güce dair algıyı
değiştirir.
Emperyalizmi
dümeninde bir özne olarak yapının bulunmadığı, merkezsiz işleyen,
ekonomik-finansal birikime dayalı bir dünya sistemi olarak kavrayan anlayışın
muhafazakârları rahatsız etmeyeceğini görmek gerekmektedir. Bu türden bir
dünyada, misal New York gibi bir şehirde, ABD ordusunun harcamaları karşılansın
diye vergi ödeyen eylemciler, toplumsal formasyonlarının yıkım araçlarıyla artı
değer elde etmediğini pekâlâ varsayabilirler. Bu kişiler, küresel iktidara
karşı koymadan, o sahte eylemlerinin sermayeyi artık üretimi yoluyla
gerçekleşen birikimden koparttığını iddia edebilirler. Sermayenin istediği
sonuçlara ulaşamadığı o kanlı yolu yargılayan eylemleri, aslında emperyalizmi
insanileştirme, onun üzerine sahte bir demokrasi kılıfı geçirme riski
barındırmaktadır.
Emperyalizmi
merkezsiz zanneden yaklaşım, ABD’nin dünyadaki sermayeyi kendisindeki bir kusur
sebebiyle değil, Güney’in barbarlarının, bugünün hegemonik güçlerinin veya mini
emperyalistlerinin birlikte yaşamayı veya kendilerini huzur içerisinde
yönetmeyi beceremedikleri için topladığını söylüyor.
Sermayeyi
emperyalizmden arınmış, köksap misali örgütlenmiş, hiyerarşi içermeyen bir
dünya düzeni inşa ettiğini söyleyenler, esasında hâkim ideolojiyi övüyorlar, bu
anlamda, Güney’in nüfusunu azaltma pratiklerine ve katliamlar dizisine destek
sunuyorlar.
Hipotezimizi
yeniden aktaralım: emperyalizm, sınıfsal işbirliği yoluyla Güney’le Kuzey
ülkeleri arasında kurulan maddi sömürü ilişkileri kümesidir. Dolayısıyla,
eşitsiz değer birikimi[22] giderek emperyalist ülkelerin gelişmekte olan
ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeylerine bağlı hale gelmiştir. Bu da
gelişmekte olan ülkelerin teknolojik kaynaklara erişimine mani olan veya
bölgesel kalkınma ile halkçı gelişim amacı doğrultusunda içsel kaynakların
kullanılmasına ket vuran politikaların ya da askeri açıdan hâkimiyet kurmak
için gerekli araçların kullanımını şart koşar.[23]
Bu
tarihsel düzlemde teşkil edilmiş eşitsiz değer birikimi, sadece emtianın, doğal
kaynakların ve onlara denk düşen fikirlerin biriktirilmesini şart koşmakla
kalmaz. Ayrıca bu süreç, birikim süreci ve sermaye çekme süreci üzerinden
yapılan, doğayı tahrip eden eylemlerin ve cansız bedenlerin biriktirilmesi
neticesinde oluşur.
Finans
çağında ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, savaşa ve yıkıma olan özel
iştahı ile ayrışmaktadır. Bu sebeple, telef etme yoluyla birikimin ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist çağda oynadığı rolü anlamaya mecburuz.
Matteo Capasso
Ali Kadri
[Kaynak:
Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]
Dipnotlar:
[1] World Food Programme (2022), “Countdown to Catastrophe Begins in Yemen as
Funding for Food Assistance Dwindles”, WFP, erişim tarihi: 26 Ekim 2022.
[2]
Fadil Aliriza (2022), “Food Shortages as Lenders ‘Suffocate’ Tunisia”, Meshkal.
[3]
Reuters (2022), “Lebanon Records First Cholera Case since 1993”, Reuters.
[4]
Lin Biao (1965) “Long Live the Victory of People’s War!”, MIA.
[5]
Ray Bush (2022), “Land and Small Farmer Resistance in Authoritarian Egypt”, Journal
of Agrarian Change, 23(1) s. 1167–184.
[6]
Yayına Hz.: Sam Moyo & Paris Yeros (2011), Reclaiming the Nation: The
Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America (New
York: Pluto Press); Ilias Alami, Carolina Alves, Bruno Bonizzi, Annina
Kaltenbrunner, Kai Koddenbrock, Ingrid Kvangraven ve Jeff Powell (2022),
“International Financial Subordination: A Critical Research Agenda”, Review
of International Political Economy, s. 1–27; Ingrid H. Kvangraven
(2021), “Beyond the Stereotype: Restating the Relevance of the
Dependency Research Programme”, Development and Change, 52(1), s.
76–112.
[7]
Kwame Nkrumah (1978), Consciencism: Philosophy and Ideology for
Decolonisation (Londra; Panaf), s. 23.
[8]
Renata Allio (2021), War in Economic Theories over Time: Assessing the True
Economic, Social and Political Costs (Cham, İsviçre: Palgrave Macmillan),
s. 245.
[9]
Samir Amin (1976), Unequal Development: An Essay on the Social Formations of
Peripheral Capitalism (New York: Monthly Review Press).
[10]
Arthur K. Davis (1957), “Social Theory and Social Problems”, Philosophy and
Phenomenological Research, 18(2), s. 190–208.
[11]
Bkz.: Matteo Capasso (2020), “The War and the Economy: The Gradual Destruction
of Libya”, Review of African Political Economy, 47(166), s. 545–567; Ali
Kadri (2015), Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of
Encroachment (Londra: Anthem Press) ve Kadri (2019), Imperialism with
Reference to Syria (Singapore: Springer).
[12]
Yayına Hz.: S. Davis & Immanuel Ness (2021), Sanctions As War:
Anti-Imperialist Perspectives on American Geo-Economic Strategy (Leiden:
Brill); Farwa Sial (2022), Sanctions and the Changing World Order: Some
Views from the Global South, Developing Economics. DE.
[13]
A. Abdel-Malek (1981), Social Dialectics: Nation and Revolution (Albany:
SUNY Press).
[14]
Vladimir Lenin (1916), Imperialism: The Highest Stage of Capitalism. MIA.
[15]
Amin (2006), The Liberal Virus: Permanent War and the Americanization of the
World (Delhi: Aakar Books).
[16]
Michael Parenti (2011), Face of Imperialism (Londra: Routledge).
[17]
David Harvey (2018), “Realities on the Ground: David Harvey Replies to John
Smith”, Review of African Political Economy. Roape.
[18]
David Harvey (2003), The New Imperialism (Oxford: Oxford University
Press) ve (2018) “Realities on the ground: David Harvey replies to John Smith”,
Review of African Political Economy. Roape.
[19]
Karl Marx (1894), Capital: A Critique of Political Economy. The Process of Capitalist
Production as a Whole – Cilt III (New York: International Publisher).
[20]
Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.
[21]
Son akademik çalışmalar, İngilizlerin Nazilerden daha fazla katliam yaptığını
ortaya koyuyor. Bkz.: Dylan Sullivan ve Jason Hickel (2023) Capitalism and Extreme
Poverty: A Global Analysis of Real Wages, Human Height, and Mortality since the
Long 16th Century, World Development 161, s. 1-18; ve Shashi Tharoor (2017),
Inglorious Empire: What the British did to India (Londra: Hurst).
[22]
Arghiri Emmanuel (1972), Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of
Trade (New York: Monthly Review Press).
[23] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik (2016), A Theory of Imperialism (New York: Columbia University Press).
0 Yorum:
Yorum Gönder