12 Temmuz 2025

Emperyalizm Meselesi: Sosyolojik Bir Yaklaşım

2003’teki Irak işgalinden beri Arap coğrafyası, sayıları giderek artan savaşlara ve çatışmalara tanıklık ediyor. Yemen’de binlerce insan, kıtlık ve açlık riskiyle karşı karşıya. On iki milyondan fazla insan, yardıma muhtaç. Suudi ve ABD destekli koalisyonun bombardımanları sebebiyle sağlık, gıda, barınma konusunda sorunlar yaşıyor.

Dünya Gıda Programı’nın (WFP) başkanı, Şubat 2022’de mevcut durumun vahametini açıktan kabul eden cümleler kuruyor: “Açlıktan ölmek üzere olanları beslemek için açların önündeki yemeği almaktan başka bir seçeneğimiz yok.”[1]

Libya, 2011’de NATO öncülüğünde yürütülen askerî harekât neticesinde egemenliğini yitirdi. Yabancı güçler ve içteki müttefikleri, savaş ganimetleri için birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar. Sermaye ülkeyi terk etti, birileri halkın parasına çöktü. Sıradan Libyalılar, bitmek bilmeyen baskı koşullarında yaşamaya alıştı, Lübnan’a has olduğu düşünülen gerçekliği Libyalılar da kanıksadı. Yani artık bu ülke de su ve elektrik kesintileriyle, paradaki değer kaybıyla uğraşıyor.

Tunus’ta, 2011’deki eylemlerin elde ettiği “başarı”ya rağmen, gıda kıtlığı ve IMF’in dayattığı kemer sıkma tedbirleri işçi sınıfını boğuyor. İşbaşına gelen farklı hükümetler, giderek artan güvenlik tehditlerine karşı koymak adına, askeri bütçeyi artırıyor, Batı’nın silahlarını ve asker yardımlarını alıyor.[2]

Ekonomik ve toplumsal açıdan harap olmuş bir devlet olarak Suriye ve komşusu Lübnan’da 1993 yılından beri ilk kez kolera vakaları görüldü.[3]

En son savaşını 1973’te yapmış olan Mısır’ı en çok da Camp David Barış Anlaşması sonrası yürürlüğe konulan neoliberal politikalar mahvetti. Mısır, tam da akla Lin Biao’nun “savaş yıkım ve kayıp getirir, ama insanların köle olmayı istemesiyle birlikte emperyalizme karşı direnilmemesi durumunda oluşacak yıkım, zarar ve çile daha da büyük olacaktır” sözünü anımsatan bir ülke.[4] Ülkedeki yoksulluk oranı ve kötü beslenen çocukların oranı savaş koşullarında görülecek seviyede.[5]

Filistin’de İsrail, Batı Şeria’da her gün ev yıkıyor, insan öldürüyor, önüne geleni gözaltına alıyor, Gazze’ye belirli dönemlerde askerî harekâtlar düzenliyor.

Peki savaşlar, Ortadoğu’yu karakterize eden toplumsal ve politik ilişkilerin doğal bileşeni hâline nasıl geldi? Hâkim söyleme ve dile kulak verenler, devam eden yıkım sürecini iç savaşlara, kötü yönetime, kabilelere ve tarihsel ayrışmalara vs. bağlayacaktır.

İlginç olan şu ki ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirdikçe dünya düzenini en doğru şekilde analiz eden Bağımlılık Teorisi, Dünya Sistemi Teorisi ve Marksist teoriler gibi teoriler demode ilan ediliyor. Bu düzlemde ABD’nin öncülük ettiği, yaptırımları, savaşları ve neoliberal reformları esas alan emperyalist politikalara yönelik olarak bölge ve dünya genelinde ortaya konulan itirazlar dirhem dirhem azalıyor.[6] Ne yazık ki ABD emperyalizmini görmeyen analizler, ezilen-sömürülen ülkelerin ABD emperyalizmi karşısında yürüdüğü tarihsel kalkınma yolunu ve politik yolu anlayamıyorlar, ayrıca gerçekliğe dair soyut ve tarih dışı bir resim sunmakla yetiniyorlar.

Uzun süredir ABD emperyalizminin tarihteki ağırlığını görmezden gelenler, Çin’in ekonomi sahasındaki yükselişi karşısında bugün birden fazla emperyalizmden bahsetmek zorunda kalıyorlar. Çin’i ABD’yle eşdüzlemde duran, emperyalist bir ülke olarak görmeye yönelik bu hamlenin kafa karışıklığına yol açtığını görmek gerekiyor.

Biz, bu makalede ilgili yaklaşımların sınırlarını ortaya koyacağız, ayrıca Arap coğrafyasına dair çalışmayı, “ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm” anlamında emperyalizm meselesiyle ilişkilendireceğiz.

Empirisizm Moda, Tarih Demode

“İdealizm, nesne anlayışını uygun şekilde formüle edemez. Dünyayı parçalayan idealistler, onu yeniden bir araya getiremezler. […] İdealistlere çorbanın malzemelerini verin, onlardan bir tas çorba çıkartamazlar.”[7]

Akademi ve medya, emperyalizm kategorisini tarihin tozlu raflarına kaldırmak suretiyle dünyamızı alabildiğine yoksullaştırdı. Neoliberalizm analizleri, bugünün dünyasında hâlâ hüküm süren emperyalizmin niteliğinin üzerini örttü. Hâkim anlayış da aynı körleştirme işlemini, tarihi toplumsal bir öznenin yol açtığı gerçek olayların sürekliliğinden ibaret olduğuna dair gerçeği görmezden gelerek yapıyor. Bu anlayışa mensup olanlar, tarihi maniheist dünya anlayışına kapatıyorlar. Yani tüm dünyayı bireylerin kötü eylemlerine karşı cesur eylemlerin yön verdiği Garba Karşı Harp anlayışı üzerinden okuyorlar. Ardından da olan biteni zamansal silsile içerisinde, bir tür hikâye gibi anlatıyorlar. Savaşlar, uzun zamandır varolan mezhep veya kabile gibi kimlikler üzerinden kavranıyor ve bu kimliklerin bölgeyi tanımladıkları söyleniyor.

Toplumlar, varoluştan çok varlık olarak değerlendiriliyor. Bu tür değerlendirmeler, somut kurumlara ve tarihsel değişime bakmayan Veberci değerlendirmelerden besleniyor. Bunlar, çatışan çıkarlar yerine, sadece zamansız, idealize edilmiş kimliklere ve bütünleşme fikrine odaklanmış kategorilere bakıyorlar.

Bu yaklaşımlar, Keynes öncesi neoklasik iktisadın normal-denge şemasına fena halde benziyor. Yani burada toplumsal gerçekliğin bütünlüğünü ve zamana aşkın istikrarını temel alan mantıksal kurgular söz konusu. Bu tür görüşler, soyut, statik ve tarih dışı analizlere imza atıyorlar. Bunu yaparken, toplumun sorunlu yüzleri ne vakit görünür olsa, misal savaş gibi bu tür değerlendirmelerin açıklamayı amaçladığı gelişmeler yaşansa, nihayetinde bölgeyi bir anomali veya istisna olarak tanımlıyorlar.

Dolayısıyla, bugün rejim türünden kategorilerin, belirli bir modelin yön verdiği uluslararası ilişkiler sahasının ve neoklasik iktisat teorilerinin savaş meselesini ele almaları mümkün değil. Renata Allio’nun ifadesiyle, ekonomi ve sosyoloji alanında yürütülen araştırmalar ne vakit tarihsel gerçekle yüzleşse, savaş sorunundan kaçınmanın imkânsız olduğunu görüyorlar, çünkü her bir iktisatçı, ömründe bir dönem illaki ekonomiye ve toplumsal yeniden üretim tarzına etkide bulunmuş, küçüklü büyüklü bir savaşa ve çatışmaya tanıklık etmiştir.

Savaş incelemelerinde varolan boşluk, yüzeysel bir emprisizmle doldurulmaya çalışılıyor. Etnografi alanına ait veri yığını, istatistiki korelasyonlar ve empirik genellemeler, savaşların asli yönleri olarak görülüyor. Ufak parçalar arasındaki bağlar ve bütünün kendisi gözlerden kaçırılıyor.

Uluslararası ilişkiler sahasında çatışma ve güvenlikle ilgili alan çalışmaları yürütülmüyor. Jeopolitik sistemin temel ve kontrol etme amaçlı unsurları görülmüyor. Bu anlamda, periferinin, Güney’in politik yolu ve tarihsel gelişimine bakılmıyor. Oysa bu yol ve gelişim, bir boşlukta gerçekleşmiyor. Kapitalist dünya sistemi içerisinde varoluyor.[9]

Bize göre savaş çalışmaları, empirik verileri teorik düzlemde bütünlemek suretiyle geliştirilmeli. Burada amaç, sadece olgulara yönelik görüşü derinleştirmek olmamalı, ayrıca toplumsal kontrol ve çare sunan eylemlere dair ihtimaller açığa kavuşturulmalı.[10] Böylesi bir teori, toplumsal değişimin teorisi, toplum tiplerinin tarihsel gelişiminin teorisi olabilmeli. Aynı zamanda çatışma ve krizi toplumsal sistemin haricinde, kazara gelişen değil, o sistemin doğasından kaynaklanan şeyler olarak gören bir teori üretilmeli.

Örneğin 2011’de Libya ve Suriye’de yaşanan çatışmaları hâkim anlayış, bu ülkelerin savaş öncesindeki durumlarına ve onların geride bıraktıkları tarihlere bakarak, sınıf mücadelelerinin yereldeki ve uluslararası plandaki işleyişine eğilerek değerlendirmedi. Bunun yerine, iki çatışma sürecini analiz edenler, politik sorunların sebeplerini Beşşar Esad ve Muammer Kaddafi ismini taşıyan iki otoriter, zorba, paranoyak ve kötü kişiliklere bağlamakla yetindiler.

Bireylerin eylemleri ve ideolojileri, tarihsel gelişmeleri izah etmemize katkı sunan, önemli detaylar olsalar da bunların süreci belirleyen, tayin eden unsurlar olduklarını söyleyemeyiz. Bireyler ve ideolojiler, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemin çıkarlarına tabi olan, bu anlamda, emperyalizmin gücünü daimi kılan maddi gerçeklikle doğal olarak bağlantı içerisinde bulunan sınıfsal çıkarların somut ifadeleridirler. Bu türden önemli politik gerçekleri göz ardı eden değerlendirmeler, politika ve tarihi irrasyonel bireyler ve tehlikeli ideolojileri arasında cereyan eden tuhaf kavgaya indirgiyorlar, bunu yaparak, tarihi oluşum anomalisi ilmi anlamında teratolojiye dönüştürüyorlar.

Özünde bunlar, hep “ABD ve Avrupalı ortakları emperyalist ama bahsi edilen rejimler de faşist” diyorlar. Buradan da alelacele bu tür söylemleri sorunlu gören herkese “otoriter rejim destekçisi” yaftası yapıştırıyorlar.

Bu noktada esasen “emperyalizmin faşizme karşı olduğu”na vurgu yapılıyor. Bu yaklaşım, emperyalizmden yana duran sınıfsal bir konumun ürünü. Bu konuma sahip olanlar, bahsi edilen ülkelerin liderlerini şeytanlaştırmak suretiyle o ülkeleri yok etmeyi düşünüyorlar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemi toplumsal formasyonlardan ve onların kademeli dönüşümünden bağımsız bir şey olarak görenler, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist işgallere zemin hazırlıyorlar.[11]

2011’de Samir Amin, şu yerinde tespiti yapıyordu: “Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde mağlup edilen bu yönetici sınıfların önemli kısmı, Batı sermayesinin ikincil müttefikleri, yani kompradorları olma vasıflarını, bu konumlarını genel anlamda kabullenmişti.” Halkın felç olması ve gündelik geçim kavgasına girmesiyle birlikte kaderlerine razı geldiler. Daha da kötüsü bu rejimler, politik İslam gibi yeni yanılsamaları beslediler. Söz konusu liderler, doların hâkimiyetinde bulunan finans kapitalin emirlerine boyun eğdiler, komprador bir sınıfa dönüştüler.

NATO’nun başlattığı savaşların Güney’deki bir halkı özgürleştireceği fikri, tehlikeli. Bu türden bir konum, jeopolitik sistemin temel bir bileşenini görmezden geliyor, yani bölgedeki askerîleşme düzeyindeki yükselişin, finans çağında ABD’nin öncülük ettiği emperyalist yapıda telefin, savaşların ve militarizmin sahip olduğu merkezi rolün yansıması olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor.

Başka bir ifadeyle, toplumsal çelişkiler derinleşiyor. Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesine, genelde Güney’e bombalar yağdırılıyor, yaptırımlar dayatılıyor. Böylece NATO veya ABD destekli rejim değişikliği faaliyetleri için verimli bir zemin oluşturuluyor.[12]

Şunu söylememiz lazım: Biz, “Emperyalizm” kavramını sosyolojik bir olgu olarak kullanıyoruz. Emperyalizmi değer yasasının sermayenin metabolik oranını, dolayısıyla, dünya genelindeki toplumsal yeniden üretimi belirlediği bir toplumsal yeniden üretim sistemi olarak görüyoruz. Bu anlamda biz, “Emperyalizm” derken tam da Samir Amin’in kullandığı ifadeyle, “Üçlü Yapı”yı, yani Güney’in komprador sınıflarını kendisine bağlamış olan ABD, Avrupa ve Japonya’yı kastediyoruz.

Michael Parenti gibi biz de, “Emperyalizm” ve “İmparatorluk” terimlerinin, ABD siyasetinin ardında bir tür cevher olarak işleyen güçlü ekonomik çıkarlara zerre eğilmeden, sadece hâkimiyet ve kontrol anlamı yükleyerek kullanılmasına karşı çıkıyoruz.[16]

Leninizmde emperyalizmi sosyolojik bir olgu olarak ele alan, tarihsel açıdan özgül bir yere sahip tekelci-finans emperyalizmi üzerinde duran yaklaşım, David Harvey gibi “birden fazla emperyalizm”den dem vuranların ekonomik değerlendirmelerinden ayrışıyor.

Harvey, aşırı sömürüyle bağlantılı finansal akışlardaki değişimler konusunda empirik bir değerlendirme sunuyor.[17] Bu akışlar, fiziken Doğu’ya özellikle Çin’e fiziken nakledilen öz sermaye olarak birikiyor. Doğu’nun altyapısındaki ve diğer varlıklarındaki büyüme, dünya üzerinde güç ve zenginliğin Doğu lehine değiştiğini ispatlıyor.

Harvey, kendi ifadesiyle, dünya sistemleri teorisi içerisinde dile getirilen merkez-çevreyi temel alan kaba bir coğrafya anlayışından beslenen kaba bir emperyalizm teorisini savunmuyor. Harvey’nin teorisi, “eşitsiz coğrafi gelişimi, farklılaşan ve çeşitlenen işbölümünü, küresel emtia zincirlerini ve uzamsal halleri, bir süreliğine belirli bir yapısal tutarlılığın veya bölgesel değer rejiminin oluşma ihtimali bulunan bölgesel ekonomilerin inşasını ve yıkımını gören bir teori.”[18] Bu türden, belirli bir amaca matuf ilerleme, doğalında empirik bir değerlendirmeye, “uzamsal haller” türünden ifadelere, sermayenin aşırı sömürünün yol açtığı kârların toplanacağı yapıları inşa ettiği alanlara dair bir görüşe yol açıyor. Mantıken buradan söz konusu teori, emperyalizmin de emperyalizm olarak kalabilmek için merkezini ve yoğunlaşma noktasını yitirdiğinden söz ediyor.

Aslında bu tür bir emperyalizm teorisi önemli sınırlara sahip. Bu sınırların en önemlisi, uzamsal hallerin düz manada kurgusal olan zamanda çakılı olmasından kaynaklı. Empirik bir soyutlama olarak uzam, başka şeylerin ve tarihin öznesi olan bir şey: Uzam, şeyleşme yoluyla emperyalizm denilen tarihsel aşamayı siliyor. Uzam, tarihsel etkileşim sürecini belirliyor. Kendisini ideolojik planda formüle edilmiş bilinçten bağımsız olan özne olarak zihne dayatıyor. Neticede bilinç, kendi ilerleme sürecini yeniden kalıba döken gerçek özne.

Uzam ve uzamsal haller, abrakadabra ile bir şeyi yok etme yeteneğine sahip. Ama burada sadece gerçek özne veya hâkim ideolojinin fiilileşmesi olarak tarih, ortadan kayboluyor. Bu vasfıyla ilgili teori, önemli pratik sonuçlara yol açıyor, birden fazla uzamsal hal olduğu için insan karşısında Çin, Rus, İran, Brezilya, Venezuela vs. gibi mini emperyalizmler veya az çok hegemonik türevler buluyor. Öznenin, özel bir sermayenin finansal kanallarla kendisine yol bulduğu, belirli bir sermayeyi merkezileştirdiği veya yoğunlaştırdığı momentte yeni ve gelişkin bir teorik emperyalizm anlayışı ortaya çıkıyor.

“Uzamsal haller”e akan sermayeye bakan ama ABD’nin askeri üslerinin ve hâkim sınıfın eşbiçimi olarak hâkim ideolojisinin oynadığı rolü görmeyen anlayış, emperyalizmi ve sonuçlarını tanımlayamıyor. Tanıma yakın bir şeyi bile dillendiremiyor. Anlayış, ele alınan nesneyle bağlantılı bir ölçü üzerinden ya da sermayenin tahayyülü olarak değerlendiriliyor. Anlayış, sabit bir zamanda formüle edilmiş duygu temelli bir algı üzerinden, dinamik bir özne olmaksızın inşa edildiğinde bu teori, incelenen koşulu ne ele alabiliyor ne de ona yaklaşan bir fikir ortaya koyabiliyor. Bu durum emperyalizm için de geçerli.

Tarihsel bir özneden bağımsız olarak, sabit sermayede sermayenin birikmesiyle ve dolar formunda yeniden çekilmesiyle ilgili politikalar için gerekli zemini oluşturarak biriktiğini söyleyen anlayış, tek taraflı bir soyutlamadır veya tarihi gizemli kılan kısmi bir gerçekliktir.

ABD’nin askeri gücünün, ideolojinin ve ABD’nin küresel hegemonyasının aldığı toplumsal biçimin buluştuğu kavşak, teorinin konusudur. Bu konunun sahip olduğu özellikler, belirli bir tarihsel dönemi emperyalist yapar ya da yapmaz.

ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sınıf denilen özne, ürettiği zenginlikten daha fazlasını elinde tutan ve yöneten bir egemenliğe sahip olan, bu anlamda, emperyalist özneyi yeniden biçimlendiren Çin’le yüzleştikçe zayıflamaktadır. Ancak bu, bize ABD’nin artık daha az ya da daha çok emperyalist olduğunu veya emperyalist niteliğini yitirdiğini söylemez.

Empirik gözlemler tarihten soyutlanırsa bu tür şeyler yaşanır. Bu türden sorgulamalar, bize bilincin dışında şeylerin ve bilincin içinde belirli şeylerin olduğunu söyler. Burada düşünce pratiğinin yeniden biçimlendirdiği nesnenin hareketini takip eden teorinin diyalektik pratiğine karşı gelinmektedir.

Düşüncenin diyalektik yasaları[19], düşünme pratiğinin nesne olarak gerçeklikle ilişkisini ele alır. Nesne, dışımızdaki bir şeydir ve bu şey, öznenin faaliyetiyle gelişir. Değişen bilinç, toplumsal varlıktan çıkar. Empirisizm yoluyla teori ve pratik arasında işleyen bu süreci kesintiye uğratan Harvey, emperyalizm tanımıyla, gerçekliğe derde deva olacak bir eylem sunamaz. Yani antiemperyalist mücadele ortaya koyamaz.

Leninist yaklaşımda ise tarihsel koşullardaki gelişmelerin biçimlendirdiği bir toplumsal fail vardır. Onda, farklı yoğunluklara sahip salt mantık kaynaklı kavramlara rastlanmaz. Fail emperyalist sınıf haline geldikçe toplumsal faillik türü de değişir.

Harvey’de, Lenin’in sosyoloji temelli emperyalizm tanımı, politikanın öncelikli olduğuna dair anlayış[20], yüzlerce yıl önceye giden emperyalist düzenin ideolojik dayanakları, bu dayanaklar üzerinden kendisini belirleyici toplumsal ilişki olarak yeniden üreten hâkim sermayeye rastlanmaz. Bu haliyle Harvey’nin yürüttüğü tartışma, emperyalizm kavramının içini boşaltır.

Sadece uzam boyutunu temel alan bir teori önermek suretiyle Harvey, uzama tarihsel zamanın ağırlığının dışında ortaya çıkan bir nesneymiş gibi muamele eder, bu anlamda, Batı’nın dünyanın önemli bir kısmını teşkil eden Güney üzerinde tesis ettiği maddi ve ideolojik hâkimiyetin[21] yüzlerce yıl içerinde oluşmuş olan ağırlığını görmezden gelir. Bu da jeopolitik güçler dengesini yanlış aktaran bir yaklaşıma sebep olur. Çünkü aslında bu denge, bir bütün olarak sosyolojik bir niteliğe sahiptir.

Emperyalizm, sosis gibi ayrıksı bir unsur değil, sosyoloji düzleminde tanımlanmış tarihsel bir aşama olarak anlaşılmalıdır. Nihayetinde sınıfsal açı, güce dair algıyı değiştirir.

Emperyalizmi dümeninde bir özne olarak yapının bulunmadığı, merkezsiz işleyen, ekonomik-finansal birikime dayalı bir dünya sistemi olarak kavrayan anlayışın muhafazakârları rahatsız etmeyeceğini görmek gerekmektedir. Bu türden bir dünyada, misal New York gibi bir şehirde, ABD ordusunun harcamaları karşılansın diye vergi ödeyen eylemciler, toplumsal formasyonlarının yıkım araçlarıyla artı değer elde etmediğini pekâlâ varsayabilirler. Bu kişiler, küresel iktidara karşı koymadan, o sahte eylemlerinin sermayeyi artık üretimi yoluyla gerçekleşen birikimden koparttığını iddia edebilirler. Sermayenin istediği sonuçlara ulaşamadığı o kanlı yolu yargılayan eylemleri, aslında emperyalizmi insanileştirme, onun üzerine sahte bir demokrasi kılıfı geçirme riski barındırmaktadır.

Emperyalizmi merkezsiz zanneden yaklaşım, ABD’nin dünyadaki sermayeyi kendisindeki bir kusur sebebiyle değil, Güney’in barbarlarının, bugünün hegemonik güçlerinin veya mini emperyalistlerinin birlikte yaşamayı veya kendilerini huzur içerisinde yönetmeyi beceremedikleri için topladığını söylüyor.

Sermayeyi emperyalizmden arınmış, köksap misali örgütlenmiş, hiyerarşi içermeyen bir dünya düzeni inşa ettiğini söyleyenler, esasında hâkim ideolojiyi övüyorlar, bu anlamda, Güney’in nüfusunu azaltma pratiklerine ve katliamlar dizisine destek sunuyorlar.

Hipotezimizi yeniden aktaralım: emperyalizm, sınıfsal işbirliği yoluyla Güney’le Kuzey ülkeleri arasında kurulan maddi sömürü ilişkileri kümesidir. Dolayısıyla, eşitsiz değer birikimi[22] giderek emperyalist ülkelerin gelişmekte olan ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeylerine bağlı hale gelmiştir. Bu da gelişmekte olan ülkelerin teknolojik kaynaklara erişimine mani olan veya bölgesel kalkınma ile halkçı gelişim amacı doğrultusunda içsel kaynakların kullanılmasına ket vuran politikaların ya da askeri açıdan hâkimiyet kurmak için gerekli araçların kullanımını şart koşar.[23]

Bu tarihsel düzlemde teşkil edilmiş eşitsiz değer birikimi, sadece emtianın, doğal kaynakların ve onlara denk düşen fikirlerin biriktirilmesini şart koşmakla kalmaz. Ayrıca bu süreç, birikim süreci ve sermaye çekme süreci üzerinden yapılan, doğayı tahrip eden eylemlerin ve cansız bedenlerin biriktirilmesi neticesinde oluşur.

Finans çağında ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, savaşa ve yıkıma olan özel iştahı ile ayrışmaktadır. Bu sebeple, telef etme yoluyla birikimin ABD’nin öncülük ettiği emperyalist çağda oynadığı rolü anlamaya mecburuz.

Matteo Capasso
Ali Kadri

[Kaynak: Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]

Dipnotlar:
[1] World Food Programme (2022), “Countdown to Catastrophe Begins in Yemen as Funding for Food Assistance Dwindles”, WFP, erişim tarihi: 26 Ekim 2022.

[2] Fadil Aliriza (2022), “Food Shortages as Lenders ‘Suffocate’ Tunisia”, Meshkal.

[3] Reuters (2022), “Lebanon Records First Cholera Case since 1993”, Reuters.

[4] Lin Biao (1965) “Long Live the Victory of People’s War!”, MIA.

[5] Ray Bush (2022), “Land and Small Farmer Resistance in Authoritarian Egypt”, Journal of Agrarian Change, 23(1) s. 1167–184.

[6] Yayına Hz.: Sam Moyo & Paris Yeros (2011), Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America (New York: Pluto Press); Ilias Alami, Carolina Alves, Bruno Bonizzi, Annina Kaltenbrunner, Kai Koddenbrock, Ingrid Kvangraven ve Jeff Powell (2022), “International Financial Subordination: A Critical Research Agenda”, Review of International Political Economy, s. 1–27; Ingrid H. Kvangraven (2021), “Beyond the Stereotype: Restating the Relevance of the Dependency Research Programme”, Development and Change, 52(1), s. 76–112.

[7] Kwame Nkrumah (1978), Consciencism: Philosophy and Ideology for Decolonisation (Londra; Panaf), s. 23.

[8] Renata Allio (2021), War in Economic Theories over Time: Assessing the True Economic, Social and Political Costs (Cham, İsviçre: Palgrave Macmillan), s. 245.

[9] Samir Amin (1976), Unequal Development: An Essay on the Social Formations of Peripheral Capitalism (New York: Monthly Review Press).

[10] Arthur K. Davis (1957), “Social Theory and Social Problems”, Philosophy and Phenomenological Research, 18(2), s. 190–208.

[11] Bkz.: Matteo Capasso (2020), “The War and the Economy: The Gradual Destruction of Libya”, Review of African Political Economy, 47(166), s. 545–567; Ali Kadri (2015), Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of Encroachment (Londra: Anthem Press) ve Kadri (2019), Imperialism with Reference to Syria (Singapore: Springer).

[12] Yayına Hz.: S. Davis & Immanuel Ness (2021), Sanctions As War: Anti-Imperialist Perspectives on American Geo-Economic Strategy (Leiden: Brill); Farwa Sial (2022), Sanctions and the Changing World Order: Some Views from the Global South, Developing Economics. DE.

[13] A. Abdel-Malek (1981), Social Dialectics: Nation and Revolution (Albany: SUNY Press).

[14] Vladimir Lenin (1916), Imperialism: The Highest Stage of Capitalism. MIA.

[15] Amin (2006), The Liberal Virus: Permanent War and the Americanization of the World (Delhi: Aakar Books).

[16] Michael Parenti (2011), Face of Imperialism (Londra: Routledge).

[17] David Harvey (2018), “Realities on the Ground: David Harvey Replies to John Smith”, Review of African Political Economy. Roape.

[18] David Harvey (2003), The New Imperialism (Oxford: Oxford University Press) ve (2018) “Realities on the ground: David Harvey replies to John Smith”, Review of African Political Economy. Roape.

[19] Karl Marx (1894), Capital: A Critique of Political Economy. The Process of Capitalist Production as a Whole – Cilt III (New York: International Publisher).

[20] Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.

[21] Son akademik çalışmalar, İngilizlerin Nazilerden daha fazla katliam yaptığını ortaya koyuyor. Bkz.: Dylan Sullivan ve Jason Hickel (2023) Capitalism and Extreme Poverty: A Global Analysis of Real Wages, Human Height, and Mortality since the Long 16th Century, World Development 161, s. 1-18; ve Shashi Tharoor (2017), Inglorious Empire: What the British did to India (Londra: Hurst).

[22] Arghiri Emmanuel (1972), Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of Trade (New York: Monthly Review Press).

[23] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik (2016), A Theory of Imperialism (New York: Columbia University Press).

0 Yorum: