2003’teki
Irak işgalinden beri Arap coğrafyası, sayıları giderek artan savaşlara ve
çatışmalara tanıklık ediyor. Yemen’de binlerce insan, kıtlık ve açlık riskiyle
karşı karşıya. On iki milyondan fazla insan, yardıma muhtaç. Suudi ve ABD
destekli koalisyonun bombardımanları sebebiyle sağlık, gıda, barınma konusunda
sorunlar yaşıyor.
Dünya
Gıda Programı’nın (WFP) başkanı, Şubat 2022’de mevcut durumun vahametini
açıktan kabul eden cümleler kuruyor: “Açlıktan ölmek üzere olanları beslemek
için açların önündeki yemeği almaktan başka bir seçeneğimiz yok.”[1]
Libya,
2011’de NATO öncülüğünde yürütülen askerî harekât neticesinde egemenliğini
yitirdi. Yabancı güçler ve içteki müttefikleri, savaş ganimetleri için
birbirleriyle savaşmaya devam ediyorlar. Sermaye ülkeyi terk etti, birileri
halkın parasına çöktü. Sıradan Libyalılar, bitmek bilmeyen baskı koşullarında
yaşamaya alıştı, Lübnan’a has olduğu düşünülen gerçekliği Libyalılar da
kanıksadı. Yani artık bu ülke de su ve elektrik kesintileriyle, paradaki değer
kaybıyla uğraşıyor.
Tunus’ta,
2011’deki eylemlerin elde ettiği “başarı”ya rağmen, gıda kıtlığı ve IMF’in
dayattığı kemer sıkma tedbirleri işçi sınıfını boğuyor. İşbaşına gelen farklı
hükümetler, giderek artan güvenlik tehditlerine karşı koymak adına, askeri
bütçeyi artırıyor, Batı’nın silahlarını ve asker yardımlarını alıyor.[2]
Ekonomik
ve toplumsal açıdan harap olmuş bir devlet olarak Suriye ve komşusu Lübnan’da
1993 yılından beri ilk kez kolera vakaları görüldü.[3]
En
son savaşını 1973’te yapmış olan Mısır’ı en çok da Camp David Barış Anlaşması
sonrası yürürlüğe konulan neoliberal politikalar mahvetti. Mısır, tam da akla
Lin Biao’nun “savaş yıkım ve kayıp getirir, ama insanların köle olmayı
istemesiyle birlikte emperyalizme karşı direnilmemesi durumunda oluşacak yıkım,
zarar ve çile daha da büyük olacaktır” sözünü anımsatan bir ülke.[4] Ülkedeki
yoksulluk oranı ve kötü beslenen çocukların oranı savaş koşullarında görülecek
seviyede.[5]
Filistin’de
İsrail, Batı Şeria’da her gün ev yıkıyor, insan öldürüyor, önüne geleni
gözaltına alıyor, Gazze’ye belirli dönemlerde askerî harekâtlar düzenliyor.
Peki
savaşlar, Ortadoğu’yu karakterize eden toplumsal ve politik ilişkilerin doğal
bileşeni hâline nasıl geldi? Hâkim söyleme ve dile kulak verenler, devam eden
yıkım sürecini iç savaşlara, kötü yönetime, kabilelere ve tarihsel ayrışmalara
vs. bağlayacaktır.
İlginç
olan şu ki ABD, dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirdikçe dünya düzenini en
doğru şekilde analiz eden Bağımlılık Teorisi, Dünya Sistemi Teorisi ve Marksist
teoriler gibi teoriler demode ilan ediliyor. Bu düzlemde ABD’nin öncülük
ettiği, yaptırımları, savaşları ve neoliberal reformları esas alan emperyalist
politikalara yönelik olarak bölge ve dünya genelinde ortaya konulan itirazlar
dirhem dirhem azalıyor.[6] Ne yazık ki ABD emperyalizmini görmeyen analizler,
ezilen-sömürülen ülkelerin ABD emperyalizmi karşısında yürüdüğü tarihsel
kalkınma yolunu ve politik yolu anlayamıyorlar, ayrıca gerçekliğe dair soyut ve
tarih dışı bir resim sunmakla yetiniyorlar.
Uzun
süredir ABD emperyalizminin tarihteki ağırlığını görmezden gelenler, Çin’in
ekonomi sahasındaki yükselişi karşısında bugün birden fazla emperyalizmden
bahsetmek zorunda kalıyorlar. Çin’i ABD’yle eşdüzlemde duran, emperyalist bir
ülke olarak görmeye yönelik bu hamlenin kafa karışıklığına yol açtığını görmek
gerekiyor.
Biz,
bu makalede ilgili yaklaşımların sınırlarını ortaya koyacağız, ayrıca Arap
coğrafyasına dair çalışmayı, “ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm” anlamında
emperyalizm meselesiyle ilişkilendireceğiz.
Empirisizm
Moda, Tarih Demode
“İdealizm, nesne
anlayışını uygun şekilde formüle edemez. Dünyayı parçalayan idealistler, onu
yeniden bir araya getiremezler. […] İdealistlere çorbanın malzemelerini verin,
onlardan bir tas çorba çıkartamazlar.”[7]
Akademi
ve medya, emperyalizm kategorisini tarihin tozlu raflarına kaldırmak suretiyle
dünyamızı alabildiğine yoksullaştırdı. Neoliberalizm analizleri, bugünün
dünyasında hâlâ hüküm süren emperyalizmin niteliğinin üzerini örttü. Hâkim
anlayış da aynı körleştirme işlemini, tarihi toplumsal bir öznenin yol açtığı
gerçek olayların sürekliliğinden ibaret olduğuna dair gerçeği görmezden gelerek
yapıyor. Bu anlayışa mensup olanlar, tarihi maniheist dünya anlayışına
kapatıyorlar. Yani tüm dünyayı bireylerin kötü eylemlerine karşı cesur
eylemlerin yön verdiği Garba Karşı Harp anlayışı üzerinden okuyorlar.
Ardından da olan biteni zamansal silsile içerisinde, bir tür hikâye gibi
anlatıyorlar. Savaşlar, uzun zamandır varolan mezhep veya kabile gibi kimlikler
üzerinden kavranıyor ve bu kimliklerin bölgeyi tanımladıkları söyleniyor.
Toplumlar,
varoluştan çok varlık olarak değerlendiriliyor. Bu tür değerlendirmeler, somut
kurumlara ve tarihsel değişime bakmayan Veberci değerlendirmelerden besleniyor.
Bunlar, çatışan çıkarlar yerine, sadece zamansız, idealize edilmiş kimliklere
ve bütünleşme fikrine odaklanmış kategorilere bakıyorlar.
Bu
yaklaşımlar, Keynes öncesi neoklasik iktisadın normal-denge şemasına fena halde
benziyor. Yani burada toplumsal gerçekliğin bütünlüğünü ve zamana aşkın
istikrarını temel alan mantıksal kurgular söz konusu. Bu tür görüşler, soyut,
statik ve tarih dışı analizlere imza atıyorlar. Bunu yaparken, toplumun sorunlu
yüzleri ne vakit görünür olsa, misal savaş gibi bu tür değerlendirmelerin
açıklamayı amaçladığı gelişmeler yaşansa, nihayetinde bölgeyi bir anomali veya
istisna olarak tanımlıyorlar.
Dolayısıyla,
bugün rejim türünden kategorilerin, belirli bir modelin yön verdiği
uluslararası ilişkiler sahasının ve neoklasik iktisat teorilerinin savaş
meselesini ele almaları mümkün değil. Renata Allio’nun ifadesiyle, ekonomi ve
sosyoloji alanında yürütülen araştırmalar ne vakit tarihsel gerçekle yüzleşse,
savaş sorunundan kaçınmanın imkânsız olduğunu görüyorlar, çünkü her bir
iktisatçı, ömründe bir dönem illaki ekonomiye ve toplumsal yeniden üretim
tarzına etkide bulunmuş, küçüklü büyüklü bir savaşa ve çatışmaya tanıklık
etmiştir.
Savaş
incelemelerinde varolan boşluk, yüzeysel bir emprisizmle doldurulmaya
çalışılıyor. Etnografi alanına ait veri yığını, istatistiki korelasyonlar ve
empirik genellemeler, savaşların asli yönleri olarak görülüyor. Ufak parçalar
arasındaki bağlar ve bütünün kendisi gözlerden kaçırılıyor.
Uluslararası
ilişkiler sahasında çatışma ve güvenlikle ilgili alan çalışmaları yürütülmüyor.
Jeopolitik sistemin temel ve kontrol etme amaçlı unsurları görülmüyor. Bu
anlamda, periferinin, Güney’in politik yolu ve tarihsel gelişimine bakılmıyor.
Oysa bu yol ve gelişim, bir boşlukta gerçekleşmiyor. Kapitalist dünya sistemi
içerisinde varoluyor.[9]
Bize
göre savaş çalışmaları, empirik verileri teorik düzlemde bütünlemek suretiyle
geliştirilmeli. Burada amaç, sadece olgulara yönelik görüşü derinleştirmek
olmamalı, ayrıca toplumsal kontrol ve çare sunan eylemlere dair ihtimaller
açığa kavuşturulmalı.[10] Böylesi bir teori, toplumsal değişimin teorisi,
toplum tiplerinin tarihsel gelişiminin teorisi olabilmeli. Aynı zamanda çatışma
ve krizi toplumsal sistemin haricinde, kazara gelişen değil, o sistemin
doğasından kaynaklanan şeyler olarak gören bir teori üretilmeli.
Örneğin
2011’de Libya ve Suriye’de yaşanan çatışmaları hâkim anlayış, bu ülkelerin
savaş öncesindeki durumlarına ve onların geride bıraktıkları tarihlere bakarak,
sınıf mücadelelerinin yereldeki ve uluslararası plandaki işleyişine eğilerek
değerlendirmedi. Bunun yerine, iki çatışma sürecini analiz edenler, politik
sorunların sebeplerini Beşşar Esad ve Muammer Kaddafi ismini taşıyan iki
otoriter, zorba, paranoyak ve kötü kişiliklere bağlamakla yetindiler.
Bireylerin
eylemleri ve ideolojileri, tarihsel gelişmeleri izah etmemize katkı sunan,
önemli detaylar olsalar da bunların süreci belirleyen, tayin eden unsurlar
olduklarını söyleyemeyiz. Bireyler ve ideolojiler, ABD’nin öncülük ettiği
emperyalist sistemin çıkarlarına tabi olan, bu anlamda, emperyalizmin gücünü
daimi kılan maddi gerçeklikle doğal olarak bağlantı içerisinde bulunan sınıfsal
çıkarların somut ifadeleridirler. Bu türden önemli politik gerçekleri göz ardı
eden değerlendirmeler, politika ve tarihi irrasyonel bireyler ve tehlikeli
ideolojileri arasında cereyan eden tuhaf kavgaya indirgiyorlar, bunu yaparak,
tarihi oluşum anomalisi ilmi anlamında teratolojiye dönüştürüyorlar.
Özünde
bunlar, hep “ABD ve Avrupalı ortakları emperyalist ama bahsi edilen rejimler de
faşist” diyorlar. Buradan da alelacele bu tür söylemleri sorunlu gören herkese
“otoriter rejim destekçisi” yaftası yapıştırıyorlar.
Bu
noktada esasen “emperyalizmin faşizme karşı olduğu”na vurgu yapılıyor. Bu
yaklaşım, emperyalizmden yana duran sınıfsal bir konumun ürünü. Bu konuma sahip
olanlar, bahsi edilen ülkelerin liderlerini şeytanlaştırmak suretiyle o
ülkeleri yok etmeyi düşünüyorlar. ABD’nin öncülük ettiği emperyalist sistemi
toplumsal formasyonlardan ve onların kademeli dönüşümünden bağımsız bir şey
olarak görenler, bilerek ya da bilmeyerek, ABD’nin öncülük ettiği emperyalist
işgallere zemin hazırlıyorlar.[11]
2011’de
Samir Amin, şu yerinde tespiti yapıyordu: “Kuzey Afrika-Ortadoğu bölgesinde
mağlup edilen bu yönetici sınıfların önemli kısmı, Batı sermayesinin ikincil
müttefikleri, yani kompradorları olma vasıflarını, bu konumlarını genel anlamda
kabullenmişti.” Halkın felç olması ve gündelik geçim kavgasına girmesiyle
birlikte kaderlerine razı geldiler. Daha da kötüsü bu rejimler, politik İslam
gibi yeni yanılsamaları beslediler. Söz konusu liderler, doların hâkimiyetinde
bulunan finans kapitalin emirlerine boyun eğdiler, komprador bir sınıfa
dönüştüler.
NATO’nun
başlattığı savaşların Güney’deki bir halkı özgürleştireceği fikri, tehlikeli.
Bu türden bir konum, jeopolitik sistemin temel bir bileşenini görmezden
geliyor, yani bölgedeki askerîleşme düzeyindeki yükselişin, finans çağında
ABD’nin öncülük ettiği emperyalist yapıda telefin, savaşların ve militarizmin
sahip olduğu merkezi rolün yansıması olduğu gerçeğine gözlerini kapıyor.
Başka
bir ifadeyle, toplumsal çelişkiler derinleşiyor. Kuzey Afrika-Ortadoğu
bölgesine, genelde Güney’e bombalar yağdırılıyor, yaptırımlar dayatılıyor.
Böylece NATO veya ABD destekli rejim değişikliği faaliyetleri için verimli bir
zemin oluşturuluyor.[12]
Şunu
söylememiz lazım: Biz, “Emperyalizm” kavramını sosyolojik bir olgu olarak
kullanıyoruz. Emperyalizmi değer yasasının sermayenin metabolik oranını,
dolayısıyla, dünya genelindeki toplumsal yeniden üretimi belirlediği bir
toplumsal yeniden üretim sistemi olarak görüyoruz. Bu anlamda biz, “Emperyalizm”
derken tam da Samir Amin’in kullandığı ifadeyle, “Üçlü Yapı”yı, yani Güney’in
komprador sınıflarını kendisine bağlamış olan ABD, Avrupa ve Japonya’yı
kastediyoruz.
Michael
Parenti gibi biz de, “Emperyalizm” ve “İmparatorluk” terimlerinin, ABD
siyasetinin ardında bir tür cevher olarak işleyen güçlü ekonomik çıkarlara
zerre eğilmeden, sadece hâkimiyet ve kontrol anlamı yükleyerek kullanılmasına
karşı çıkıyoruz.[16]
Leninizmde
emperyalizmi sosyolojik bir olgu olarak ele alan, tarihsel açıdan özgül bir
yere sahip tekelci-finans emperyalizmi üzerinde duran yaklaşım, David Harvey
gibi “birden fazla emperyalizm”den dem vuranların ekonomik
değerlendirmelerinden ayrışıyor.
Harvey,
aşırı sömürüyle bağlantılı finansal akışlardaki değişimler konusunda empirik
bir değerlendirme sunuyor.[17] Bu akışlar, fiziken Doğu’ya özellikle Çin’e
fiziken nakledilen öz sermaye olarak birikiyor. Doğu’nun altyapısındaki ve
diğer varlıklarındaki büyüme, dünya üzerinde güç ve zenginliğin Doğu lehine
değiştiğini ispatlıyor.
Harvey,
kendi ifadesiyle, dünya sistemleri teorisi içerisinde dile getirilen
merkez-çevreyi temel alan kaba bir coğrafya anlayışından beslenen kaba bir
emperyalizm teorisini savunmuyor. Harvey’nin teorisi, “eşitsiz coğrafi
gelişimi, farklılaşan ve çeşitlenen işbölümünü, küresel emtia zincirlerini ve
uzamsal halleri, bir süreliğine belirli bir yapısal tutarlılığın veya bölgesel
değer rejiminin oluşma ihtimali bulunan bölgesel ekonomilerin inşasını ve
yıkımını gören bir teori.”[18] Bu türden, belirli bir amaca matuf ilerleme,
doğalında empirik bir değerlendirmeye, “uzamsal haller” türünden ifadelere,
sermayenin aşırı sömürünün yol açtığı kârların toplanacağı yapıları inşa ettiği
alanlara dair bir görüşe yol açıyor. Mantıken buradan söz konusu teori,
emperyalizmin de emperyalizm olarak kalabilmek için merkezini ve yoğunlaşma
noktasını yitirdiğinden söz ediyor.
Aslında
bu tür bir emperyalizm teorisi önemli sınırlara sahip. Bu sınırların en
önemlisi, uzamsal hallerin düz manada kurgusal olan zamanda çakılı olmasından
kaynaklı. Empirik bir soyutlama olarak uzam, başka şeylerin ve tarihin öznesi
olan bir şey: Uzam, şeyleşme yoluyla emperyalizm denilen tarihsel aşamayı
siliyor. Uzam, tarihsel etkileşim sürecini belirliyor. Kendisini ideolojik
planda formüle edilmiş bilinçten bağımsız olan özne olarak zihne dayatıyor.
Neticede bilinç, kendi ilerleme sürecini yeniden kalıba döken gerçek özne.
Uzam
ve uzamsal haller, abrakadabra ile bir şeyi yok etme yeteneğine sahip. Ama
burada sadece gerçek özne veya hâkim ideolojinin fiilileşmesi olarak tarih,
ortadan kayboluyor. Bu vasfıyla ilgili teori, önemli pratik sonuçlara yol
açıyor, birden fazla uzamsal hal olduğu için insan karşısında Çin, Rus, İran,
Brezilya, Venezuela vs. gibi mini emperyalizmler veya az çok hegemonik türevler
buluyor. Öznenin, özel bir sermayenin finansal kanallarla kendisine yol
bulduğu, belirli bir sermayeyi merkezileştirdiği veya yoğunlaştırdığı momentte
yeni ve gelişkin bir teorik emperyalizm anlayışı ortaya çıkıyor.
“Uzamsal
haller”e akan sermayeye bakan ama ABD’nin askeri üslerinin ve hâkim sınıfın
eşbiçimi olarak hâkim ideolojisinin oynadığı rolü görmeyen anlayış,
emperyalizmi ve sonuçlarını tanımlayamıyor. Tanıma yakın bir şeyi bile
dillendiremiyor. Anlayış, ele alınan nesneyle bağlantılı bir ölçü üzerinden ya
da sermayenin tahayyülü olarak değerlendiriliyor. Anlayış, sabit bir zamanda
formüle edilmiş duygu temelli bir algı üzerinden, dinamik bir özne olmaksızın
inşa edildiğinde bu teori, incelenen koşulu ne ele alabiliyor ne de ona
yaklaşan bir fikir ortaya koyabiliyor. Bu durum emperyalizm için de geçerli.
Tarihsel
bir özneden bağımsız olarak, sabit sermayede sermayenin birikmesiyle ve dolar
formunda yeniden çekilmesiyle ilgili politikalar için gerekli zemini
oluşturarak biriktiğini söyleyen anlayış, tek taraflı bir soyutlamadır veya
tarihi gizemli kılan kısmi bir gerçekliktir.
ABD’nin
askeri gücünün, ideolojinin ve ABD’nin küresel hegemonyasının aldığı toplumsal
biçimin buluştuğu kavşak, teorinin konusudur. Bu konunun sahip olduğu
özellikler, belirli bir tarihsel dönemi emperyalist yapar ya da yapmaz.
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist sınıf denilen özne, ürettiği zenginlikten daha
fazlasını elinde tutan ve yöneten bir egemenliğe sahip olan, bu anlamda,
emperyalist özneyi yeniden biçimlendiren Çin’le yüzleştikçe zayıflamaktadır.
Ancak bu, bize ABD’nin artık daha az ya da daha çok emperyalist olduğunu veya
emperyalist niteliğini yitirdiğini söylemez.
Empirik
gözlemler tarihten soyutlanırsa bu tür şeyler yaşanır. Bu türden sorgulamalar,
bize bilincin dışında şeylerin ve bilincin içinde belirli şeylerin olduğunu
söyler. Burada düşünce pratiğinin yeniden biçimlendirdiği nesnenin hareketini
takip eden teorinin diyalektik pratiğine karşı gelinmektedir.
Düşüncenin
diyalektik yasaları[19], düşünme pratiğinin nesne olarak gerçeklikle ilişkisini
ele alır. Nesne, dışımızdaki bir şeydir ve bu şey, öznenin faaliyetiyle
gelişir. Değişen bilinç, toplumsal varlıktan çıkar. Empirisizm yoluyla teori ve
pratik arasında işleyen bu süreci kesintiye uğratan Harvey, emperyalizm
tanımıyla, gerçekliğe derde deva olacak bir eylem sunamaz. Yani antiemperyalist
mücadele ortaya koyamaz.
Leninist
yaklaşımda ise tarihsel koşullardaki gelişmelerin biçimlendirdiği bir toplumsal
fail vardır. Onda, farklı yoğunluklara sahip salt mantık kaynaklı kavramlara
rastlanmaz. Fail emperyalist sınıf haline geldikçe toplumsal faillik türü de
değişir.
Harvey’de,
Lenin’in sosyoloji temelli emperyalizm tanımı, politikanın öncelikli olduğuna
dair anlayış[20], yüzlerce yıl önceye giden emperyalist düzenin ideolojik
dayanakları, bu dayanaklar üzerinden kendisini belirleyici toplumsal ilişki
olarak yeniden üreten hâkim sermayeye rastlanmaz. Bu haliyle Harvey’nin
yürüttüğü tartışma, emperyalizm kavramının içini boşaltır.
Sadece
uzam boyutunu temel alan bir teori önermek suretiyle Harvey, uzama tarihsel
zamanın ağırlığının dışında ortaya çıkan bir nesneymiş gibi muamele eder, bu
anlamda, Batı’nın dünyanın önemli bir kısmını teşkil eden Güney üzerinde tesis
ettiği maddi ve ideolojik hâkimiyetin[21] yüzlerce yıl içerinde oluşmuş olan
ağırlığını görmezden gelir. Bu da jeopolitik güçler dengesini yanlış aktaran
bir yaklaşıma sebep olur. Çünkü aslında bu denge, bir bütün olarak sosyolojik
bir niteliğe sahiptir.
Emperyalizm,
sosis gibi ayrıksı bir unsur değil, sosyoloji düzleminde tanımlanmış tarihsel
bir aşama olarak anlaşılmalıdır. Nihayetinde sınıfsal açı, güce dair algıyı
değiştirir.
Emperyalizmi
dümeninde bir özne olarak yapının bulunmadığı, merkezsiz işleyen,
ekonomik-finansal birikime dayalı bir dünya sistemi olarak kavrayan anlayışın
muhafazakârları rahatsız etmeyeceğini görmek gerekmektedir. Bu türden bir
dünyada, misal New York gibi bir şehirde, ABD ordusunun harcamaları karşılansın
diye vergi ödeyen eylemciler, toplumsal formasyonlarının yıkım araçlarıyla artı
değer elde etmediğini pekâlâ varsayabilirler. Bu kişiler, küresel iktidara
karşı koymadan, o sahte eylemlerinin sermayeyi artık üretimi yoluyla
gerçekleşen birikimden koparttığını iddia edebilirler. Sermayenin istediği
sonuçlara ulaşamadığı o kanlı yolu yargılayan eylemleri, aslında emperyalizmi
insanileştirme, onun üzerine sahte bir demokrasi kılıfı geçirme riski
barındırmaktadır.
Emperyalizmi
merkezsiz zanneden yaklaşım, ABD’nin dünyadaki sermayeyi kendisindeki bir kusur
sebebiyle değil, Güney’in barbarlarının, bugünün hegemonik güçlerinin veya mini
emperyalistlerinin birlikte yaşamayı veya kendilerini huzur içerisinde
yönetmeyi beceremedikleri için topladığını söylüyor.
Sermayeyi
emperyalizmden arınmış, köksap misali örgütlenmiş, hiyerarşi içermeyen bir
dünya düzeni inşa ettiğini söyleyenler, esasında hâkim ideolojiyi övüyorlar, bu
anlamda, Güney’in nüfusunu azaltma pratiklerine ve katliamlar dizisine destek
sunuyorlar.
Hipotezimizi
yeniden aktaralım: emperyalizm, sınıfsal işbirliği yoluyla Güney’le Kuzey
ülkeleri arasında kurulan maddi sömürü ilişkileri kümesidir. Dolayısıyla,
eşitsiz değer birikimi[22] giderek emperyalist ülkelerin gelişmekte olan
ülkelere zulmetme ve onları sömürme düzeylerine bağlı hale gelmiştir. Bu da
gelişmekte olan ülkelerin teknolojik kaynaklara erişimine mani olan veya
bölgesel kalkınma ile halkçı gelişim amacı doğrultusunda içsel kaynakların
kullanılmasına ket vuran politikaların ya da askeri açıdan hâkimiyet kurmak
için gerekli araçların kullanımını şart koşar.[23]
Bu
tarihsel düzlemde teşkil edilmiş eşitsiz değer birikimi, sadece emtianın, doğal
kaynakların ve onlara denk düşen fikirlerin biriktirilmesini şart koşmakla
kalmaz. Ayrıca bu süreç, birikim süreci ve sermaye çekme süreci üzerinden
yapılan, doğayı tahrip eden eylemlerin ve cansız bedenlerin biriktirilmesi
neticesinde oluşur.
Finans
çağında ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizm, savaşa ve yıkıma olan özel
iştahı ile ayrışmaktadır. Bu sebeple, telef etme yoluyla birikimin ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist çağda oynadığı rolü anlamaya mecburuz.
Emperyalizmin
İşleri: Militarizm, Savaş ve Telef
“Kapitalist iş pratiği
olarak pentagonculuk, muhteşem bir icattır. Pentagonizm, kâr biriktirme
becerisinin toplumsal değerler skalasında en üstte durduğu, kapitalizmin aşırı
geliştiği ülkelerde varlık imkânı bulmaktadır.”[24]
Savaş,
bir anomali değil, üretim biçimi olan ve yeniden üretimin zeminini oluşturan
sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan bir toplumsal süreçtir. Buna karşın,
burjuva ideologların değerlendirmelerinde savaş, sermayenin artık değeri para
ve emtia biçimi altında ürettiği akışları ifade eden sermaye döngülerinin
dışında gelişen bir olgu olduğu üzerinde durulmaktadır.[25] Bu ideologlar, ABD
öncülüğünde ilerleyen emperyalist düzenin temel kurumlarını ve kanunlarını
dinamik ve eleştirel analizin dışında tutmak, bilimin dikkatini emperyalizmin
çıkarlarına hizmet eden veya etmeyen, ama en azından onlarla çelişmeyen
zararsız alanlara çekmek suretiyle, bu düzene destek olmaktadırlar. Savaşlarla
hâkimiyet kurma pratiklerinin sermaye birikimiyle arasındaki bağ ya görmezden
gelinmekte ya da bu bağ, tüm imparatorlukların doğasına içkin bir eğilim olarak
değerlendirilmektedir.
Diğer
endüstri kollarında olduğu gibi savaş da artı değer üretimi üzerinden kâr
sağlar.[26] Bu kârların ana kaynağı, oldukça kısa bir zaman aralığı içerisinde
yoğunlaşıp tükenen, artık emeğin işletildiği saatlerde oluşan değerdir. Savaşın
finansmanını devlet karşıladığı için savaş yoluyla elde edilen kârlar, aynı
zamanda finansa aittir.
Emperyalizm,
aşırı yükselmiş varlık değeri olarak hayali sermayenin ekonomik faaliyet
üzerine bindirdiği basıncı hafifletmek için servetteki alınır satılır payı,
paraya tahvil edilmiş ve tekelde toplanmış artıkları harekete geçirir.
Lenin’e
göre, finansal araçların kullanılma sıklığı savaşın habercisidir. Savaş, fazla
parayı emer, onu kamuya ait borca dönüştürür. Savaş, aynı zamanda finansmana
ihtiyaç duyar, finansal borçlardaki artış, itibari parayı artırır,
finansallaşmayı hızlandırır.[27] Savaşlardan elde edilen ganimetlerin yanı sıra
emperyalizm, gücünü yeni icat edilen veya elektronik yoldan aktarılan kredilere
borçludur.
Tarihsel
bir aşama olarak gördüğü emperyalizmi dönemlere ayıran Lenin, sömürü oranının
ölçek ve kapsam açısından ekonomi sahasında yaşanan genişlemeye denk gelmesi
gerektiğini, sermayedeki yoğunlaşmanın ve merkezileşmenin, ayrıca finansal kriz
döngülerinin tekelci çağa damga vurduğunu söyler.
Lenin,
emperyalizmi değer yasası temelli uygulamaların yoğunlaşması olarak görür.
Tarihsel materyalizme ait kategorileri esas alan bu yaklaşım üzerinden
emperyalizm kavramındaki değişim, tarihsel temellerindeki değişimle birlikte
ele alınmalıdır. Bu noktada, yirminci yüzyılda yaşanan savaşların finansal
gerekçeleri ve sebepleri yeniden değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.
Lenin’in
finans kapitalin üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki çelişkiyi
derinleştirdiğine, savaşın bu çelişkinin çözüme kavuşturulmasının yolu olarak
devreye sokulduğuna dair açıklaması, sermayenin çıkarları üzerinden elde ettiği
mevzilerin ardındaki mekanizma konusunda çok şey söylemektedir.
Lenin’in
başvurduğu mantığı günümüze uyarladığımızda, şunu görürüz: Sermaye, finansal
varlıklar ve iktidar yapısı üzerinden merkezileşip yoğunlaştığında bir geçiş
aşamasını başlatır. Bu aşamada aşırı sömürünün hüküm sürdüğü koşullarda, artı
değer temini, krizin çözümü noktasında telef etme, militarizm ve savaşla
bağlantılı birikim sürecinden daha az bir role sahiptir.
Hâkim
olunan ülkede emperyalizme kültürel düzeyde direnen herkesin tasfiye edildiği,
insanın ve doğanın savaş içerisinde eritildiği, nüfusun azaltıldığı, insanın
salt işgücüne indirgendiği koşulların[29] oluşmasıyla birlikte tekelci finans
kapital döneminde yüksek artı değer oranı alabildiğine yükselir. Bu,
halihazırda işleyen bir süreçtir.
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist sınıf açısından savaş, herkesin kazandığı bir
gerçekliktir. Savaş hem bir pazar, hem bir işkolu, hem de üretim alanıdır. Bir
işkolu olma üzerinden sahip olduğu vasıfların yanında savaş, bir de değiş
tokuşun gerçekleştiği pazarlara hâkim olmak suretiyle elindeki somut emeğin bir
kısmını soyut emeğe dönüştürme vasfına sahiptir.
Savaş,
yol açtığı ölümlerle insan ömrünü toplumsal zamanın, sermayenin komuta ettiği
zamanın gereklerini karşılayacak ölçüde kısaltır. İnsanları daha fazla
fedakârlık yapmaya mecbur eder. Hatta insanlar, kendi hayatlarını feda ederler.
Sivillerin
kullanacağı ürünler için harcanan emeğe yönelik şiddetten farklı olarak, değer
yasasının toplumsal açıdan gerekli emek zamanla ilgili talepleri, saf artık
insanların üretilmesini şart koşar. Artık insanlar, savaşın ürettiği bir
üründür. Savaş, uyguladığı şiddetle bu ürün bollaşmasını sağlar. Bu anlamda,
patlayan bombalar, o bombaların öldürdüğü insanlar, yok ettiği gezegen, hem
araç hem de amaçtır.
Mantıksal
açıdan saçma olsa da savaş herkesi öldürürse, somut emek rolünü oynayacak kimse
kalmaz. Ama gene de savaş ve sebep olduğu kemer sıkma politikaları, nüfusu
azaltarak, aşırı üretim sebebiyle insanın elindeki kaynakların yetersiz
kullanımı sorununa çözüm bulur.
Aşırı
üretim aşırı ürün tedarikine yol açsa da bu, her zaman sorun teşkil etmez.
Üretim, sermayenin komutası altında olgunlaşan toplumsal bir süreçtir. Bir
pazarın taleplerini karşılayan odur. Emtia, sınıfın üretilenleri alacak durumda
olmadığı koşullarda aşırı üretildiğinde, ekonomik açıdan bolluk meydana gelir.
Bu anlamda, aşırı üretim kavramı, ekonomik bolluk kavramını içerir. Zira
toplumsal bir süreç olarak sermayedeki anarşi, eldeki fiyatlardan bağımsız
olarak, tüm pazarlar için gereğinden fazla mal üretilmesi demektir. Toplumsal
süreç olarak aşırı üretim, her daim ilgili pazarla bağlantısı içerisinde
gerçekleşir. O pazara destek olan sermaye, elindeki güçle, pazarın
genişlemesini tehdit etme potansiyeli bulunan diğer pazarlardaki kaynakları
devreye sokar.
Aşırı
üretime dayalı sermaye, bilhassa gelişmekte olan ülkelerde, birbiriyle rekabet
içerisindeki sermayenin büyüme sürecini en tehlikeli araçlarla ketler. Bunun
için çalışma sürecini düzene sokar ya da üretimle ilişkili emeği ucuzlatıp
disipline eder. Toplumun yaşam döngüsü boyunca sadece ödenen ücreti düşürmekle
kalmaz, aynı zamanda emeğin yeniden üretimi için gerekli sağlık ve eğitim gibi
maliyet kalemlerini aşağı çeker. Emek maliyetlerini veya gerekli emeği
azaltmak, emeğin yeniden üretim oranını belirleyecek tedbirleri yapmak için,
işçilerin sayısını veya ortalama ücreti düşürmek suretiyle, ücret gibi
maliyetlerin aşağı çekilmesi gerekir.
Bu
noktada bir milleti kendi politikalarına boyun eğdiren ABD emperyalizmi, uzak
diyarlarda güçlü olmasını sağlayacak kudret düzeyine kavuşur. Savaş, askeri
teçhizatı, doğayı ve insanları tüketir. Savaşın kendisi, ABD emperyalizminin
hâkim olduğu dönemin ana faaliyeti olan telef etme yoluyla birikim
kategorisinin merkezinde duran bir atıktır. Başka bir ifadeyle savaşın kendisi,
yıkım yoluyla işleyen üretim süreci olduğu için, o ne kadar çok şeyi yok ederse
o kadar çok şey üretir.
İşçilerin
hayatı üretim olarak savaşa ait girdilerdir. Cesetlerin, heba edilmiş canların
ve doğada yok edilmiş türlerin sayısı, bu işkolunun yan ürünleridir.
Emperyalizm,
yıkım yoluyla, toplumsal doğanın heba edilmesiyle veya nispi ya da mutlak nüfus
azaltma faaliyetiyle biriken sermayenin şiddete bakan yüzüdür. Emperyalizm,
nüfusun yeniden üretimi için gerekli toplumsal destek mekanizmalarını devre
dışı bırakır.
“Telef
etme” kategorisi denilen bütünlük içerisinde militarizm, sermaye sisteminin ana
eylem biçimidir. Sermaye, militarizm yoksa durur. Militarizm, finans açısından
önemli bir olgudur.
ABD
emperyalizmi, dünyaya dolar akıtır. Dolar, tüm işgal edilmiş ülkelerin ana para
birimidir. Para getiren artığın birikmesiyle oluşan tekeli sağlama almak,
yutmak ve yeniden devreye sokmak için emperyalizm, tahviller çıkartır.[30]
Bonolar
ve tahviller sayesinde finans sektörünün elindeki varlıklar büyür, para arzını
büyütme, finansal kârları artırma becerisi bunlara bağlıdır. Savaş ekonomisinin
geliştirdiği teknolojik yenilikler özel sektörden sorulur.[31] Bunun dışında,
devlet orduya yatırım yapar. Sağlık ve eğitim gibi toplumsal harcama
kalemlerini özel sektöre bırakır.
Toplumsal
düzeyde militarizm, sermayedeki esneklik için önemlidir çünkü insan hayatında
varolan, harekete geçirilmemiş değeri işleyen odur. Her yaşayan insan, üretim
yapabilecek birer emekçidir, çünkü bu insan, kemer sıkma politikası dâhilinde
artan fiyatlara direnir veya bir bomba sonucu hayatını kaybeder.
Militarizm
nüfusu azaltır, emekçi insanların müşterek iradesini toplumsal örgütlenmenin
fiili veya potansiyel biçimlerini ortadan kaldırmak suretiyle yok eder.
Militarizm, artık değer üreten bir motordur çünkü o, işe girip çıkma döngüsü
dâhilinde tüm yaşayanların çalışma sürelerini böler ve kısaltır, işçi sınıfının
toplam toplumsal üründeki payını, yani gerekli emeği azaltır.
Militarizm
aynı zamanda, Eisenhower’ın formüle ettiği biçimiyle, “sınırsız kaynakları ve
aşırı üretimin sonucu olan sermaye fonlarını temellük edip dağıtan”[32]
askeri-endüstriyel komplekse dair muhasebe temelli anlayışa kıyasla daha
kapsamlı bir anlayıştır. Hakikat şu ki askeri-endüstriyel kompleks, burjuva
devletini, sanayideki şirketleri, finans kapitali ve askeri bürokrasiyi
emperyalist güce ait tek bir mekanizma içerisinde harmanlayıp cem eden
ilişkiler ağını oluşturan güçtür.[33] Bu terimle tanımlanan, farklı düzlemde
cereyan eden ilişkiler, ancak iktidar yapısı üzerine yürütülecek kapsamlı
çalışmalar bağlamında, diyalektik açıdan bakılarak netliğe
kavuşturulabilir.[34] Bu “karmaşık” çıkarlar ağının merkezinde askeri sanayi,
bilim insanları, üniversiteler ve araştırma kurumları gibi düşünce kuruluşları,
iş insanları, medya patronları ve Başkan Eisenhower’ın açıklamasında adını
anamadığı Kongre üyeleri durur.[35]
Neticede
Eisenhower, bu kompleksten söz ederken, askeriyenin gelişimini babahancı bir
yerden ele almakta, kompleksin yol açtığı “tehlikeler”i sadece olgusal düzeyde
gündeme getirmektedir.
Askeri-endüstriyel
kompleks denilen olgu, Kuzey Amerika toplumunda “yeni” bir şeymiş gibi kabul
ediliyor, ama bu olgu, halen daha koşullara bağlı niteliği ve öznel boyutu
üzerinden yorumlanıyor. Bu açıdan kompleks, tarihsel düzlemde kendisini
belirleyen gerçeğe, yani günümüz emperyalizminin doğasından kaynaklanan
özelliğine bakmaksızın, sıkı bir devlet kontrolü ve idari önlemlere dayalı bir
yönetim politikasıyla yok edilebilecek bir süreç olarak görülüyor. Temelde
askeri-endüstriyel kompleks, kapitalist devletin kurumsal sınırları “haricinde”
ortaya çıkmış bir üstyapı olarak algılanıyor.
Oysa
sadece potansiyel değil, fiiliyatta varolan insanların hayatlarının heba
edilmesi, tam da birikimin gerçekleştiği alandır. Nüfus azaltma pratiğinin
sermayenin hareketine içkin olduğu üretim süreci, bu şekilde işlemektedir.
Savaş,
telef etme yoluyla birikim denilen yapı içinde işleyen bir ekonomik
faaliyettir. Savaş, emeği sömürür, artı değeri ortaya çıkartır. Savaş
düzleminde değer denilen şey, sadece ceset veya telef etme üzerinden üretilen
bir şey değil, aynı zamanda bir özne-nesne ilişkisidir. Bu ilişki, işçilerin
ürettiği şeylerle (nesnelerle) sınıflar veya toplumsal katmanlar içerisinde
örgütlenen işçiler (özneler) arasında cereyan eder.
Diğer
tüm metalar gibi savaşın ürettiği ürünlerin değeri de bir töze sahiptir, yani
burada üretilen şeyle onun üretimini belirleyen bilinç ve örgütlenme biçimleri
arasında bir birlik söz konusudur. Bu anlamda, insanların öldürüldüğü, çevrenin
kirlendiği bir süreç olarak savaşlar, güneydeki ülkelerin örgütsel yapılarını
değiştirir, bu ülkelerin ulusal ve bölgesel birliklerini yok eder. Bu haliyle
savaşlar, ABD emperyalizmine meydan okumak için gerekli her türden politik
teşkilatı ve/veya ideolojik bilinci susturur. Dolayısıyla mesele, basit manada
yıkım yoluyla birikime zemin teşkil eden bombalar ve finansal yan ürünler
değildir. Mesele, küresel Güney’in ulusal egemenliğinin ve bölgesel birliğinin
tarumar edilmesidir.
Bu
türden bir süreçte olan, gezegene olur. Sermaye ve bir avuç insanın şatafatı
için dünya heba edilir. Burada mesele kullanılacak kaynakların fiziki sınırına
gelip dayanması değil, insanı ve doğayı orantısız bir biçimde yok eden süreç
üzerinden insanın ve toplumsal doğanın yeniden üretilmesini sağlayan sermaye
temelli ilişkidir.
Kaynaklar
yok olmaktadır. Bu yok oluş, kıtlık sürecini beslemektedir. Bu sayede fiyatlar
arasındaki farklılıklar daha da artmaktadır. Temiz doğa gibi kıt malları ancak
zenginler alabilmekte, yoksulların bunlara erişme imkânları ortadan
kalkmaktadır. Örneğin su borularının imha edilmesi, suların kirletilmesi,
plastik şişe üreticilerinin daha da büyümesi yüzünden içilebilir suya ancak
parası olanlar kavuşabilmektedir.
Kıtlık,
kârları yukarı fırlatan bir şeydir. Bu koşullarda tükenen, tükenme ihtimali
bulunan kaynaklar diye bir gerçek ortadayken, sermayenin toplumsal doğanın
kirlenmesiyle ilgili fikrini değiştirmesi mümkün değildir.
“Kaynak
savaşları”ndan söz edenler, imal edilmiş kıtlık, telef etme pratikleri ve
katliamlarla yüklü süreci üreten ve besleyen sermayeyi dikkate almamaktadırlar.
Bu anlamda, yukarıda aktardığımız görüş, bu tür kavramların sınırları konusunda
da çok şey söylemektedir.
Telef
etme endüstrisi, Kuzey’deki sınıfların içerisinde kullanılıp atılacak
unsurların fiyatını düşürdü, gerekli emeği azalttı. Tüm bunlar, sömürgecilikle
ve emperyalizmle tanımlı, yaklaşık beş yüz yıllık dönem içerisinde gerçekleşti.
Kölelik, yerli soykırımı, doğal türlerin yok edilmesi, ticari sömürünün yeni
biçimleriydi ama aynı zamanda Kuzey’de hüküm süren ücretli kölelik düzeninin
üzerinde durduğu “kaide”ydi.[36]
İnsan
ve doğa ticarileştiriliyor. Bunlar, toplumsal üretim döngüsü üzerinden oluşan
birikimin oranı temelinde üretiliyor ve tüketiliyorlar. İnsan ve doğa, birer
meta olarak otomobiller veya bombalar gibi fabrikada üretilen mallar satılmadan
önce veya satıldıktan sonra gerçekleşen şeyler değil. İnsan ve doğayı pazar
yutar. Onların fiyatı, toplumsal zamana ya da sermayenin insanları en düşük
maliyetle veya topluma aktarılacak maliyetle üretmek için disipline ettiği
zamana göre fiyatlandırılır. Toplumsal veya soyut zaman, özel veya somut zamana
baskı uygular, kâr elde etmek için insanları ezer. Telef etme pratiği, üretimin
arka planında, üretimin habercisi veya yan ürünü olarak oluşur.
Toplumsal
zaman, kronolojik zamandan farklıdır. O, geçmişte meydana gelip, belirli bir
ihtimal üzerinden, gecikmeli olarak geleceği etkileyecek bir şey değildir.
Toplumsal zaman, olayları biçimlendiren toplumsal güçlerin niteliksel açıdan
değişen niteliğine bağlı zamandır. Toplumsal zaman kronolojik zamanla
uyuşmadığı gibi ondan farklıdır da. Toplumsal zaman, üretim zamanında karşılık
bulan toplumsal güçlerin değişen niteliğidir. Daha uygun bir tanımla, illiyet
bağındaki belirsizlik sebebiyle toplumsal zaman, tarihin yaşamsal süreçleri
üstten belirlediği sürecin zamansal yansımasıdır.
Telef
etme pratiği, zamansal güzergâhta belirleyici rol oynar. Bu pratiğin geçmişi de
geleceği de kronolojik zamandan bağımsız temellerdir. Telef etme, kronolojik
zamanda cereyan eden gelişmeyi sermayenin taleplerini karşılamak adına
biçimlendirir.
Sermayenin
hâkim olduğu koşullarda toplumsal zaman, kısa kronolojik zaman aralıklarında
insanların hayatını kısaltır. Ama emeğin hâkim olduğu, yani işçi sınıfının
sermayenin belirlediği zamansal kısıtlamalardan kurtulduğu koşullarda toplumsal
zaman, Lenin’in ifadesiyle, nesiller boyu yaşanacak olayların bir günde
yaşanmasında olduğu gibi, zamanın ta kendisi hâline gelir.
Toplumsal
zaman, gerçek zaman veya sebep-sonuç arasında analiz düzeyindeki kopukluğun
yerini, dolaysızlık olarak diyalektik birliğe bıraktığı zamandır. Halkın
diliyle söyleyecek olursak telef etme pratiği, ona yol açan, geçmişe ve
geleceğe ait sebep ve/veya sonuçların ürünüdür.
Sermaye,
insanı ve doğayı tüketir. Tarihsel süreçte insan, sermayeye içseldir. Dışsal
olduğu iddiası, saçmadır. Sermayenin tüm ürünleri, doğal felâketler ve yeri
doldurulamayacak türlerin yokoluşunun gölgesinde kalır.
Marx,
insanın ancak çözüme kavuşturabileceği soruları sorduğunu söyler ama artık bu
tespitin tersi doğrudur. İnsanın sermayeye dışsal olduğu iddiası, mantıksal
açıdan veya biçimsel bir değerlendirme bağlamında doğrudur ama gerçekçilik ve
işlevsellik açısından yanlıştır. Dışsallık iddiası, burjuva ideologlarının
dillerine doladığı her türden kavram gibi işçi sınıfına karşı kullanılan bir
silahtır.
Eski
yaklaşım, aslında ayrıştırılması mümkün olmayan üretim sürecini telef ve telef
harici unsurlara bölüyor, ardından da her iki kısmı ayrı ayrı ele alıyor. Bu
haliyle eski yaklaşım, sermayenin girdi maliyetlerini aşağı çekmek,
dolayısıyla, işçi sınıfını etkisiz kılıp, kaynaklarını elinden almak, bunları
sorumsuzca, en düşük maliyetle kullanmak, toplumsal kullanımın üreteceği
atıktan daha fazla atık üretmek zorunda olduğu gerçeğini örtbas ediyor.
Aslında
üretim, insanın yabancılaştığı bir süreç olduğu için, teknolojik gelişmenin ve
üretimin topluma hesap vermeden ulaştığı düzeyler, sermayenin hüküm sürdüğü
koşullarda yaşanan ilerlemenin aklanmasını sağlıyor. Kuzey’de refah devletinin
elindeki toplumsal kazanımlar, bir yanıyla, Güney’de mevziler kazanan
komünizmle ve ulusal kurtuluş hareketleriyle mücadele ederken işçi sınıfına
verilen rüşvetlerdi.
Batı
medeniyetini savunup duranlar, ırkçı bir dil tutturuyorlar. Bu noktada durmadan
tüm dünyaya, yaptıkları keşifler olmasaydı, ortalama yaşam süresinin daha düşük
olacağını söylüyorlar. Oysa bugün Afrikalılar ve Araplar daha uzun yaşıyormuş
gibi görünüyorsa bunun nedeni Batı’nın hümanizmi değil. Misal sıtma ilaçları,
ilk başta İngiltere’deki çiftliklerde yetiştirilen sığırlarda görülen parazit
kaynaklı hastalıkları tedavi etmek için geliştirildi ama bu ilaçların tesadüfen
insanlara da hayrı oldu.
Aslında
sermaye, eldeki imkânlarla yaşanacak ömrü kısaltır. Buna karşın, sermaye,
Avrupa medeniyeti olmasaydı, insanların ormanlarda veya çöllerde yirmili
yaşlarda ölüp gideceğini söyleyerek aklamaya çalışır. 43 yaşında Felluce’de
seyreltilmiş uranyum içeren bombayla ölen yoksul bir adamı Sümer devletinde
veya neolitik çağda 23 yaşına dek gayet iyi yaşamış bir adamla kıyaslamak saçma
olurdu.
Zamanı
koşullayan, belirli bir dönemde onun yapısını belirleyen toplumsal ilişkiler
kümesidir. Farklı tarihsel dönemleri kıyaslamak isteyenler, keyfilik düzeyini
aşağı çekmek için vasıflandırma ve dönemleştirme çabası içinde olmalıdır. Aksi
takdirde geri döndürülemez olan zaman ölçülemez. Bunun sebebi, olguda ortaya
çıkan içeriğin değişmesidir. Bu anlamda, tarih yeniden dönemleştirilmelidir.
Güney,
on dördüncü yüzyıldan beri katledildi. Bu katliam, sermayenin asli iş
sahasıydı. Sermayenin kültürü, Batı’nın kültürü haline geldi. Emperyalist
saldırıların ve oluşturulan servetin biriktirdiği bilgiye dayanan bu kültür
konusunda kimse, ABD’nin öncülük ettiği emperyalizmin Yemen’e attığı bombalarla
bu ülkedeki ortalama yaşam süresini Avrupa’daki sürenin altına nasıl çektiğini
sormuyor. Kültür düzeyinde de bir katliama tanıklık ediyor ve bu katliam,
gelişmekte olan dünyada yenilgiyi kabul eden görüşlere yol açıyor. Amilcar
Cabral, tam da bu yüzden kültürel mücadeleyi öncelikli görüyor.
Ekolojik
emperyalizmin Güney’deki halk kitlelerini hasta ettiğini görmek gerek. “Dünya
nüfusunun en zengin kısmına denk düşen yüzde birlik dilim, salınımlarda eşi
benzeri görülmemiş artışa tanıklık edilen 25 yıllık kritik dönem boyunca
insanlığın yarısını ifade eden ve en yoksul kesime denk düşen 3,1 milyar
insanın yol açtığı toplam karbon kirliliğinin iki katından sorumlu.”[38]
Doğaya
yönelik saldırının sermayenin işine geldiğini görmek gerekiyor. Çünkü işçi
sınıfının sahip olduğu güç, doğanın fiyatını emek lehine ayarlıyor. Ama düşük
fiyatlarla kullanılan ve suiistimal edilen doğa, yani giderek ölen doğa, emeğin
yeniden üretim maliyetini düşürüyor. Çünkü bu haliyle emeğin hayatı erkenden
son buluyor. Telef etme, en güvenli kitle imha silahı.
Bu
sebeplere bağlı olarak, politik düzeyde, Vaşington’un telef etme yoluyla
birikim yönteminin dünyanın geri kalanını kendisine tabi kılma konusunda
oldukça önemli bir yöntem olduğunu acilen idrak etmek gerekiyor.
Samir
Amin’in de dediği gibi, telef etme yoluyla birikim projesinin yenilgiye
uğraması, “özgürlüğün alanını genişletmenin en önemli koşulu. Bu yapılmazsa
toplumsal ve demokratik ilerleme sağlanamaz. Çok kutuplu dünyaya doğru
ilerlenemez.”[39]
Militarizmin
ve telef etmenin ABD öncülüğünde hareket eden emperyalizmin varlığını
sürdürmesinde önemli rollere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Sömürgelikten
kurtuluş ve bağımsızlık yolunu yürümüş ülkelerde ABD emperyalizminin ülkeleri
üzerindeki ağırlığını ilk elden tecrübe eden akademisyenler ve siyasetçiler, bu
iki olgunun önemini görüyorlar. Buna karşılık, Kuzey’de akademisyenler, ABD’nin
dünya meseleleri düzleminde hegemonik rolünü pekiştirdiği koşullarda bu tür
konuları demode buluyorlar.
ABD’nin
başını çektiği yıkım süreci karşısında ilgili dinamikleri incelemek
zorundayız.[40] Bu noktada emperyalizmin Güney’e yönelik saldırılarını
inceleyen, dinamiklerini teşhis eden eski metinlerin sundukları görüşleri de
okumalıyız.
Örneğin
1966 yılında Dominik Cumhuriyeti’nin eski cumhurbaşkanı, Castro’nun dostu Juan
Bosch, “Emperyalizmin Yerini Alabilecek Bir Kavram Olarak Pentagonizm” başlıklı
uzun bir makale kaleme aldı. Dünya meselelerini yakından izleyen bir isim
olarak Bosch, makalede şunu söylüyordu:
“Pentagonizmin
tüm dünya halklarına yönelik bir tehdit olduğuna hiç şüphe yok. Çünkü
pentagonizm, canlıların ihtiyaç duydukları hava ve yemek gibi savaşa ihtiyaç
duyan bir savaş makinesidir.”[41]
Bosch’un
yazısında asıl çarpıcı olan, pentagonizmin Kuzey’deki emekçi kitleler için
sebep olduğu tehlikeleri aktaran bölümler:
“Tüm Amerikalılar da
tehdit altında. Pentagonizm, bu gücünü muhafaza edecek olursa, ABD’de sivil
halkın elindeki güce hükmetmeyi sürdürürse, sadece politikacılar ve askeri
liderler değil tüm ülke, sonuçta dünyanın öfkesini üzerine çekecek.”[42]
Batı’da
üretilen teori, bu asli meseleyi ya görmezden geliyor ya da örtbas ediyor.
Batılı teorisyenler, faşizmi ve otoritarizmi kınama, onların yükünü
muhaliflerin sırtına yükleme konusunda gayet cevvallerken, bombalar, katliamlar
ve yaptırımlar üzerinden Batı’nın hükmettiği ülkelere yapılan zulmü görmezden
geliyorlar.[43]
ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist genişleme sürecini yöneten değer yasasını anlamak
iki açıdan önemli:
1.
Güç ilişkileri sistemi, en haşin biçimine Batı’da kavuştu. Burada sistem,
halkın topyekûn katlini ve köleliği temel aldı.
2.
Bu tür acımasız politikalar dünyanın çoğunluğunu hedef aldı.[45]
Suriye,
Irak, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki savaşlar, genelde Hollywood filmlerinde
görülen kötü lideri bahane ederek başlatıldılar. ABD’nin öncülük ettiği
emperyalizm, bir yandan gerici mücahidleri teşvik etti, besledi, mezhepçiliği
körükledi, devleti zayıflattı, bir yandan da kesintisiz sürecek savaşların
temelini attı. Oysa olayların ardındaki fail, ne kötü lider ne de bir grup
bireyin tarihe aşkın psikolojik özellikleri ve eğilimleriydi.
Mücerret
veya münferit özne diye bir şey yoktur, olamaz. Birey, toplumsal düzende
cereyan eden birçok toplumsal ilişkiyi yansıtan, toplumsal bir ilişkidir.
Örgütlü politik eylem aracıyla politik tesir yaratmak için örgütlenmiş
ilişkilerden başka bir failden söz edilemez.
Emperyalizmle
mücadele eden kitlelerin failliği, devletin dağılması ile birlikte sönümlendi.
Sömürgecilik ve emperyalist sınıfın iktidarı karşısında ulus-devlet
antiemperyalist mücadele yürütür. Bu şekilde tanımlandığında, antiemperyalist
bir gelişmekte olan ülke başarısız bir devlet değildir. Bu noktada fiziken ne
kadar harap halde olduğunun bir önemi yoktur.
Proleter
sınıfla küresel sermayenin birbirinden farklı çıkarlarına arabuluculuk yapan
kurum olarak devlet, Meszaros’un ifadesiyle[46], antiemperyalist savaşlarda
toprak kaybettiği için değil, emperyalizme uşaklık ettiği için başarısız
olur.[47]
Herkes
şunu görmeli: emperyalizm, ancak Batı sömürgeci yağmayı yeniden idrak ederse,
daha da önemlisi, sömürgecilik karşıtı devrimle yeniden ilişki kurarsa,
yirminci yüzyılda oluşmuş tarihsel dengede belirli bir ağırlığa sahip olan bu
iki olguya yeniden önem verirse alt edilebilir.[48] “Her meselenin iki yönü
olmalı” diye düşünenler, bölgede sömürgeciliğin ve emperyalizmin yol açtığı
sonuçlar üzerinden bir bilanço çıkartamazlar. Walter Rodney’nin sözüyle,
ABD’nin öncülük ettiği emperyalizm, “sadece tek bir ele sahip ya da tek kolu
olan bir haydut”tur.[49]
Matteo Capasso
Ali Kadri
[Kaynak:
Middle East Critique, 2023, Cilt 32: Sayı. 2, s. 149-166.]
Dipnotlar:
[1] World Food Programme (2022), “Countdown to Catastrophe Begins in Yemen as
Funding for Food Assistance Dwindles”, WFP, erişim tarihi: 26 Ekim 2022.
[2]
Fadil Aliriza (2022), “Food Shortages as Lenders ‘Suffocate’ Tunisia”, Meshkal.
[3]
Reuters (2022), “Lebanon Records First Cholera Case since 1993”, Reuters.
[4]
Lin Biao (1965) “Long Live the Victory of People’s War!”, MIA.
[5]
Ray Bush (2022), “Land and Small Farmer Resistance in Authoritarian Egypt”, Journal
of Agrarian Change, 23(1) s. 1167–184.
[6]
Yayına Hz.: Sam Moyo & Paris Yeros (2011), Reclaiming the Nation: The
Return of the National Question in Africa, Asia and Latin America (New
York: Pluto Press); Ilias Alami, Carolina Alves, Bruno Bonizzi, Annina
Kaltenbrunner, Kai Koddenbrock, Ingrid Kvangraven ve Jeff Powell (2022),
“International Financial Subordination: A Critical Research Agenda”, Review
of International Political Economy, s. 1–27; Ingrid H. Kvangraven
(2021), “Beyond the Stereotype: Restating the Relevance of the
Dependency Research Programme”, Development and Change, 52(1), s.
76–112.
[7]
Kwame Nkrumah (1978), Consciencism: Philosophy and Ideology for
Decolonisation (Londra; Panaf), s. 23.
[8]
Renata Allio (2021), War in Economic Theories over Time: Assessing the True
Economic, Social and Political Costs (Cham, İsviçre: Palgrave Macmillan),
s. 245.
[9]
Samir Amin (1976), Unequal Development: An Essay on the Social Formations of
Peripheral Capitalism (New York: Monthly Review Press).
[10]
Arthur K. Davis (1957), “Social Theory and Social Problems”, Philosophy and
Phenomenological Research, 18(2), s. 190–208.
[11]
Bkz.: Matteo Capasso (2020), “The War and the Economy: The Gradual Destruction
of Libya”, Review of African Political Economy, 47(166), s. 545–567; Ali
Kadri (2015), Arab Development Denied: Dynamics of Accumulation by Wars of
Encroachment (Londra: Anthem Press) ve Kadri (2019), Imperialism with
Reference to Syria (Singapore: Springer).
[12]
Yayına Hz.: S. Davis & Immanuel Ness (2021), Sanctions As War:
Anti-Imperialist Perspectives on American Geo-Economic Strategy (Leiden:
Brill); Farwa Sial (2022), Sanctions and the Changing World Order: Some
Views from the Global South, Developing Economics. DE.
[13]
A. Abdel-Malek (1981), Social Dialectics: Nation and Revolution (Albany:
SUNY Press).
[14]
Vladimir Lenin (1916), Imperialism: The Highest Stage of Capitalism. MIA.
[15]
Amin (2006), The Liberal Virus: Permanent War and the Americanization of the
World (Delhi: Aakar Books).
[16]
Michael Parenti (2011), Face of Imperialism (Londra: Routledge).
[17]
David Harvey (2018), “Realities on the Ground: David Harvey Replies to John
Smith”, Review of African Political Economy. Roape.
[18]
David Harvey (2003), The New Imperialism (Oxford: Oxford University
Press) ve (2018) “Realities on the ground: David Harvey replies to John Smith”,
Review of African Political Economy. Roape.
[19]
Karl Marx (1894), Capital: A Critique of Political Economy. The Process of Capitalist
Production as a Whole – Cilt III (New York: International Publisher).
[20]
Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.
[21]
Son akademik çalışmalar, İngilizlerin Nazilerden daha fazla katliam yaptığını
ortaya koyuyor. Bkz.: Dylan Sullivan ve Jason Hickel (2023) Capitalism and Extreme
Poverty: A Global Analysis of Real Wages, Human Height, and Mortality since the
Long 16th Century, World Development 161, s. 1-18; ve Shashi Tharoor (2017),
Inglorious Empire: What the British did to India (Londra: Hurst).
[22]
Arghiri Emmanuel (1972), Unequal Exchange: A Study of the Imperialism of
Trade (New York: Monthly Review Press).
[23] Utsa Patnaik ve Prabhat Patnaik (2016), A Theory of Imperialism (New York: Columbia University Press).
[24]
Juan Bosch (1968) Pentagonism, a Substitute for Imperialism (New York:
Grove Press), s. 28.
[25]
Karl Marx (1992) [1893]. Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 2:
The Process of Circulation of Capital (New York: Penguin).
[26]
Karl Marx (1867) Capital: A Critique of Political Economy, Vol. 1:
The Process of Production of Capital. (Moskova: Progress Publishers).
[27]
Michael Hudson (2003) Super Imperialism: The Origin and Fundamentals of U.S.
World Dominance, 2. Baskı (Londra: Pluto Press).
[28]
Lenin, Imperialism: The Highest Stage of Capitalism.
[29]
Amilcar Cabral (1970) National Liberation and Culture, HW.
[30]
Hudson, Super Imperialism.
[31]
Heidi Peltier (2021), “Arms, Tanks, and Munitions: The Relationship between
Profits and Monopoly Conditions”, Security in Context Working Paper Sayı.
1. Drive.
[32]
Ivan Meszaros (1995), Beyond Capital: Toward a Theory of Transition (NY:
Monthly Review Press).
[33]
Jorge Hernandez Martinez (2011), “Imperialismo/Pentagonismo – La sociedad
norteamericana 42 anos despues” [“Emperyalizm/Pentagonizm – 42 Yılın Ardından
Kuzey Amerika Toplumu”], Yayına Hz.: Luis Cespedes Espinosa, El
Pentagonismo: 42 anos despues içinde [“42 Yılın Ardından Pentagonizm”]
(Santo Domingo: Fundacion Global Democracia y Desarollo), s. 18-40.
[34]
A.g.e., s. 29.
[35]
Christian Sorensen (2020), Understanding the War Industry (Atlanta:
Clarity Press).
[36]
Marx, Capital: A critique of Political Economy.
[37]
Emmanuel, Unequal Exchange.
[38]
Oxfam (2020) Carbon Emissions of Richest 1 Percent More than Double the
Emissions of the Poorest Half of Humanity, Oxfam.
[39]
Samir Amin (2011) “National States: Which Way Forward?”, Yayına Hz.: S. Moyo ve
P. Yeros, Reclaiming the Nation: The Return of the National Question in
Africa, Asia and Latin America içinde (Londra: Pluto Press), s. 343.
[40]
Örneğin bkz.: Andrew Bacevich (2016), America’s War for the Greater Middle
East (New York: Penguin); ve Neta C. Crawford (2019) Pentagon Fuel Use,
Climate Change, and the Costs of War. Costs of War (Watson Institute: Brown
University). Watson.
[41]
Bosch, Pentagonism, a Substitute for Imperialism, s. 131.
[42]
A.g.e.
[43]
Stefano Azzara (2022), Dov’e Il Fascismo Oggi? Processi Di Concentrazione
Neoliberale Del Potere, Stato d’eccezione e Ricolonizzazione Del Mondo [“Bugün
Faşizm Nerede? Neoliberal Dönemde İktidarın Yoğunlaşma Süreçleri, İstisna Hali
ve Dünyanın Yeniden Sömürgeleştirilmesi”], MO.
[44]
David E. Stannard (1993), American Holocaust: The Conquest of the New World
(Oxford: Oxford University Press).
[45]
Domenico Losurdo (2017), Il marxismo occidentale. Come nacque, come morı,
come puo rinascere [“Batı Marksizmi: Nasıl Doğdu, Nasıl Öldü, Yeniden Nasıl
Doğabilir?”] (Bari: Laterza).
[46]
Istvan Meszaros (2007), “The Only Viable Economy”, Monthly Review,
58(11). MR.
[47]
Kadri, Arab Development Denied.
[48]
Tricontinental Institute for Social Research & Casa de las Americas (2022),
Ten Theses on Marxism and Decolonisation, Tricontinental: Institute for
Social Research. Tric.
[49]
Walter Rodney (2018), How Europe Underdeveloped Africa (Londra: Verso
Books).
0 Yorum:
Yorum Gönder