21 Temmuz 2025

,

Irak, Libya, Suriye, Gazze, Lübnan ve İran İşgallerinin Perde Arkası


Aralık 2002’de “Irak İşgalinin Perde Arkası” başlıklı özel bir sayı yayınlamıştık. Sonrasında bu sayı, Monthly Review Press tarafından, aynı adla [Behind the Invasion of Iraq] kitap olarak yayımlandı. Irak işgali, kitap yayımlandıktan üç ay sonra gerçekleşti, kitabın yazıldığı günlerde herkes işgali beklemekteydi.

Bu kitap, diğer yayınlarımızdan daha fazla okura ulaştı.[1] Bunun sebebi, o dönemde dünya genelinde protesto eylemlerinin orman yangını misali her yanı sarmış olmasıydı. Hindistan dâhil birçok ülkede gerçekleşecek işgale karşı büyük gösteriler örgütlendi.

Bu kitaptan bölgede olan biteni anlama konusunda birçok çalışmaya göre çok daha mahir olması sebebiyle bahsettik. Aslında süreç ilerledikçe sürecin niteliği konusunda zihinlerin daha da netleşmesi beklenir ama bugün bunun tam tersi gerçekleşti. Dolayısıyla, 23 yıl öncesinde dile getirdiğimiz kimi hususları yinelemekte fayda var.

Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden sadece altı ay geçti ve şimdiye dek iki ülkeye, Yemen ve İran’a askeri saldırı gerçekleştirdi. Trump’ın birçok destekçisi, bu saldırıları şaşkınlıkla karşıladı çünkü Trump, kampanyası süresince ABD’nin savaşlarla ilişkisine son vereceğini vaat etmişti. İnternet bülbülleri, Trump’ın ABD çıkarlarına değil Netanyahu’nun emirlerine göre hareket ettiğine dair sözler söylediler.[2]

24 Haziran günü itibarıyla Trump ateşkes ilan etti ve İsrail’e yönelik rahatsızlığını açıktan dile getirdi. Birçok yorumcu, bunu İsrail ve ABD’nin çıkarlarının ayrı olduğunun teyidi olarak okudu. Bu kişiler, Trump’ın kendisini savaşa sürükleyenin Netanyahu olduğuna ayıktığını, tam da bu sebeple küplere bindiğini söylediler.

Oysa Trump’un sözlerine pek itibar etmemek gerek. Hasımlarını kandırmak için sürekli aldatıcı açıklamalarda bulunan biri o. Gazze’yle ilgili ettiği laflara bakılabilir. Aynı Trump, sahneye çıkıp İran’la müzakere yürüteceğini söylemiş, ama perde gerisinde bombardımanın başlaması için gerekli işareti vermişti.

Esasında ABD’nin İran’a saldırısı, yirmi yılı aşkın bir zamandır devam eden olay zinciri içerisinde yapılmış bir hamleden ibaret. Saldırı, Tel Aviv’de değil, Vaşington’da formüle edilmiş olan politikanın bir parçası. Trump’ın savaş politikası, önceki başkanların savaş politikasıyla uyumlu.

Amnezi

Batı medyası, savaşı İran’ın nükleer programını odağa alarak tartışıyor. Hindistan gibi ülkelerde savaş, tam da bu bağlamda haber yapılıyor. Oysa ABD ve İsrail’i asıl motive eden şey, İran’ın nükleer silah temin etmesine mani olma kararlılığı değil.

Bugün bazı yorumcular, ABD bombalarının İran’ın nükleer tesislerini yok etmeyi başaramaması sonrası İran’ın saldırıya karşı koruma amacıyla, nükleer silah yapma konusunda harekete geçeceği öngörüsünde bulunuyorlar. Bazıları da İran’ın kaderine tanık olduktan sonra daha fazla ülkenin “nükleer silah” üretebileceğine dair endişelerini dile getiriyorlar.

Böylesi bir görüşün dillendirilebilmesi için amnezinin pençesinde kıvranıp son 23 yıldır yaşanan olayları unutmuş olmak gerekiyor.

ABD, tüm bölgeyi kendi emperyalist çıkarları uyarınca yeniden biçimlendirmek için uğraşıyor. Bu uğurda Bush, Obama, Bide ve Trump, Irak’, Suriye’ye ve Libya’ya savaş açtı. ABD’nin vekil gücü olarak İsrail, Lübnan, Suriye ve Yemen’le savaştı. Gazze ve Batı Şeria’dan bahsetmeye bile gerek yok.

Her bir işgalde farklı bahanelerin ardına saklanıldı. ABD, Irak’a bu ülkenin kitle imha silahlarına sahip olmasına mani olmak için saldırmıştı. Libya’ya yönelik saldırıda bahane, insan haklarını savunmak, Suriye’ye yönelik saldırıda IŞİD’in büyümesine mani olmaktı. Bugünse İran’a bu ülkenin nükleer silah temin etmesine mani olma bahanesiyle saldırıldı. Her seferinde hâkim medya, dile getirilen bahanelere odaklandı. İşgal gerçek hedefine ulaştıktan sonra o bahane çöpe atıldı.

Madem ABD’nin asıl önceliği İran’ın nükleer silah teminine mani olmaktı, o vakit ABD, İran’ın nükleer zenginleştirme hakkından yaptırımların kaldırılması karşılığında vazgeçtiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) denilen 2015 tarihli nükleer anlaşmasını uygulamaya koyardı. Oysa Trump, ilk yönetiminde 2018’de anlaşmadan çekildi. Biden, seçim kampanyası süresince anlaşmayı uygulayacağı vaadinde bulundu ama Birinci Trump Dönemi’nin politikalarını sürdürmeyi seçti. İkinci döneminde Trump, dizginleri eline alıp daha da ileri gitti. Başkanların politikaları arasında net bir sürekliliğin olduğu açık.[4]

2002’den Bugüne

2002 yılına, Irak işgalinin öncesine dönelim. Bölgenin önemli bir kısmını ABD emperyalizmine teslim olmaya şu veya bu ölçüde karşı çıkan güçler yönetiyordu.[5] Libya’nın başında Muammer Kaddafi, Suriye’nin başında Beşşar Esad, Irak’ın başında güçsüz olmasına rağmen boyun eğmeyen bir isim olarak Saddam Hüseyin bulunuyordu. İran, Irak’la yaptığı savaşın yaralarını kapatmış, istikrarlı bir yola girmişti.[6] Lübnan’da iki yıl öncesinde İsrail işgalinden ülkenin güneyini kurtarmış olan Hizbullah, önemli bir nüfuza ve itibara sahipti. Filistin’de İkinci İntifada sürmekte, Suudi Arabistan ve diğer Körfez İşbirliği Konseyi ülkeleri, halklarının muhalefetinden korktuğu için açıktan İsrail rejimiyle uzlaşamamaktaydı.

Bölge üzerindeki kontrolünü yeniden tesis edebilmesi için ABD emperyalizminin bu türden engelleri ortadan kaldırması, mezhepçi ayrışmaları derinleştirmesi ve halkın direnişini ezmesi gerekiyordu. ABD emperyalizminin nihai hedefi, bölge halklarının uzun zamandır sergilediği muhalefetin gücünü kırmaktı. Mart 2003’te gerçekleşen Irak işgali, bu programın ilk adımıydı.

Bugün Amerikan askerleri Irak’ta konuşlu ve Irak hükümeti hiçbir egemenliğe sahip değil. Libya, kaosun ve sefaletin hüküm sürdüğü bir ülke. Harabeye dönmüş olan Suriye’de ABD yanlısı İslami köktenci bir rejim iş başında. Ülkenin önemli bir bölümü ABD ve İsrail’in işgali altında.

Hizbullah ağır darbe aldı. Savunmaya çekildi. ABD elçisi, Lübnan siyasetini Roma valisi gibi dikte ediyor. İsrail, Lübnan’a saldırılarını sürdürüyor. Gazze’de soykırımın gerçekleştirildiği koşullarda Mahmud Abbas’ın başında olduğu Filistin yönetimi, Batı Şeria’da İsrailli işgalcilerin bir uzantısı olarak çalışıyor. Bölgedeki birçok hükümet, halk kitlelerinin muhalefetine rağmen İsrail’le ilişkileri normalleştirecek anlaşmalara imza attı.

ABD ve İsrail’in yirmi yıldır sürdürdüğü, yıkım ve saldırı politikası, tüm bölgeyi geriletti. İran’a yapılan son saldırıyla ilgili tartışmayı bu arka plandan kopartanların emperyalistlerin propaganda faaliyetlerine hizmet ettiklerini görmek gerekiyor.

Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi

Irak İşgalinin Perde Arkası kitabı özünde şunu söylüyordu: ABD emperyalizmi, 21. yüzyılın başında her şeye kadirmiş gibi görünüyordu. Ama aslında ekonomik gücü azalmaktaydı. ABD’yi yönetenler, askeri güce yeniden başvurmak suretiyle bu durumu savuşturmak istediler.

ABD’nin giderek büyüyen ticari açıkları, ülkenin ekonomik durumunun zayıfladığını ortaya koyan bir delildi. Amerika, bu açığı dünyanın geri kalan kısmından borç alarak kapatıyordu. Bunu yapabilmesini sağlayansa doların en önemli uluslararası para birimi olmasıydı. Neticede dolar, dünyanın ana servet biriktirme aracıydı. Dünyada merkez bankaları ve yatırımcılar, ABD Hazinesi’ne ait tahvilleri ve diğer finansal varlıkları satın alıyor, böylelikle ABD’nin borcunu ödüyordu. Larry Summers, bu asalaklığı gayet iyi özetliyor: “Çin oldukça düşük fiyatlara ürün atmak istese ona bizim bastığımız kâğıt parçalarını veriyoruz. […] Bence bu gayet iyi bir anlaşma.”[7] Ama gelgelelim, bu bitip tükenmek bilmeyen altın yumurtaların devamının gelmesi, emperyalist gücün herkesten üstün olmasına, doların hâkim uluslararası para birimi olarak kalmasına bağlıydı. Zaten ikinci koşul da birinciye tabiydi.

ABD, AB’nin rakip olma ihtimalini gördü. Avro, rakip para birimi olabilirdi. Asya’da orta vadede Çin’in güçlük çıkartmasından korktu. ABD sermayesinin belirli bir kesimi, bu tür olası tehlikelere ve güçlüklere karşı önceden önlem almak, bu sayede ABD’nin dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştirip güçlendirmek gerektiğini düşündü.

Bu fikir, Yeni Amerika Yüzyılı Projesi tarafından üretildi. Bu düşünce kuruluşu George W. Bush’un dış politika ekibinden isimlerce kurulmuştu. Sonrasında bu geliştirilen politikalar, Eylül 2002’de yayınlanan Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde bir bir aktarıldı.

Yeni Amerika Yüzyılı Projesi’nin 2001 tarihli “Amerika’nın Savunma Hattının Yeniden İnşası: Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar” başlıklı rapor, niyetini gayet dürüstçe ortaya koyuyordu:

“ABD, onlarca yıldır Körfez bölesinin güvenliğin kalıcı bir rol oynamak için uğraştı. Irak’la çözüme kavuşturulamayan çatışma, ilk elden gelen gerekli meşruiyeti sağladı, böylelikle ABD, Saddam Hüseyin rejimi denilen meselenin boyutunu aşan bir ihtiyaç üzerinden Irak’ta somut bir güç bulundurmanın gerekli olduğunu ortaya koydu.”

Rapor, açıktan “Saddam sahneden çekilse bile bu güce ihtiyaç duyulacağını” söylüyordu, çünkü “İran, Irak gibi ABD çıkarlarını tehdit eden bir güç olduğunu kanıtlamıştı.”

Yapılanların dünyanın iyiliği için ihtiyaç duyulduğunu söyleme gereği bile duymayan rapor, ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünü sürdürmek, büyük bir gücün rakip olarak ortaya çıkışına mani olmak ve uluslararası güvenlik alanında düzeni Amerika’nın ilke ve çıkarları uyarınca biçimlendirmek için hazırlanacak plana destek sundu.[8]

Bugün John Mearsheimer gibi ABD dış politikasını eleştiren birçok ünlü eleştirmen, büyük bir gücün rakip olarak ortaya çıkmasına mani olma hedefini açıktan savunuyor. Bu isimler, sadece nereye odaklanılması gerektiği konusunda anlaşamıyorlar. Örneğin, Mearsheimer, ABD’nin Ukrayna ve Batı Asya’daki çatışmalara dâhil oluşunun onu Çin hedefinden uzaklaştırdığını, oysa aslında Çin’in ana tehdit olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.

11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırılar, bahsi edilen planın yürürlüğe konulması için gerekli fırsatı sundu. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, gazeteci Nicholas Lemann’a “Ulusal Güvenlik Konseyi’nin üst düzey görevlilerini bir araya toplayıp kendilerinden 11 Eylül sonrası Amerikan doktrinini kökten değiştirmek ve dünyayı biçimlendirmek için bu oluşan fırsatlardan nasıl yararlanılacağını ciddiyetle düşünmelerini istediğini” söyledi.

Sonrasında belirlenen hedefin kapsamı iyice genişletildi. Önceden “terörizm”i önlemekten söz edilirken, artık “sorumsuz devletlerin elinde kitle imha silahlarının birikmesine mani olma” hedefine vurgu yapılıyordu. Bu bahane, Irak’ta işe yaradı, şimdi de İran için kullanılıyor.

Irak İşgalinin Perde Arkası isimli kitap şunları söylüyordu:

“ABD, Irak işgalini Batı Asya’yı yeniden biçimlendirme çalışmaları için ana zemin olarak kullanmayı planlıyor. Bush yönetimi, tüm bölgede bir dizi ülkeyi işgal edip rejimleri değiştirmeyi düşünüyor. İran, Suudi Arabistan, Suriye, Libya, Mısır ve Lübnan hedefteki ülkelerden bazıları. Bir de buna İsrail’in Filistin sorununa bir tür ‘nihai çözüm’ getirme çabaları eşlik edecek. Burada kâh şehirlerin toplu olarak boşaltılması politikasına kâh yerleşim politikasına başvurulacak.”

Saddam’ın yardımcısı Tarık Aziz de o günlerde “ABD’nin sadece rejim değişikliği değil, bölgesel değişim istediğini” söylüyordu. Son yirmi yıllık süreçte yaşanan olaylar bu çabanın ürünü.

ABD’nin Üstünlüğünün Güvence Altına Alınması

Irak İşgalinin Perde Arkası, ABD’nin Batı Asya petrolüne el koymasındaki amacın, emperyalist güçler arasında sahip olduğu üstünlüğü güvence altına almak olduğunu söylüyordu. Başka hususlar yanında ABD, bu petrole el koyarak bir de petrol ticaretinin dolarla yapılmasını sağladı, böylelikle doların üstünlüğünü ortadan kaldıracak tehlikeleri savuşturdu.

“En geniş manada ABD, üstünlüğünü askeri ve stratejik kaynakların kontrolü açısından tesis etme girişimlerinin AB gibi her türden ciddiyet arz eden emperyalist itirazların ortaya çıkışına mani oldu.”

Aynı zamanda ABD, bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki doğrudan kontrolün kendisine Çin’e karşı önemli bir koz sunduğuna inanıyordu. Çünkü Çin, takip eden on yıl içerisinde petrol ithalatına daha da bağımlı hale gelecekti. Tam da bu sebeple Rusya ve Çin, bölgede ABD’nin hamlelerine karşı koymak için, bu iki ülke yanında belirli Orta Asya ülkelerini içeren Şangay Beşlisi (sonradan Altılısı) denilen güvenlik platformunu meydana getirdi.

İsrail’in ABD’yle Uyumlu Rolü

Irak İşgalinin Perde Arkası isimli kitap, İsrail’in ABD’nin bölgeyi işgal edip kontrol altında tutma planlarıyla uyumlu bir rol oynadığını söylüyordu.

İsrail, böylelikle askeri gücünü harekete geçirip Filistinlileri Ürdün’e sürmek için uygun bir fırsat yakaladı. Bu hamlenin komşu ülkelerin itirazıyla karşılaşması durumunda İsrail, bu sefer de oluşan bu fırsatı elindeki devasa askeri gücüyle bu ülkelere saldırıp onları ezmek için değerlendirecekti.

“İsrail’in Filistinlilere, ardından Arap devletlerine yönelik saldırıları, ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdiği işgali ve başka devletlere yönelik işgal harekâtını itmam edecekti. İsrail, bölgedeki askeri nüfuzunu Amerika’nın gücünü bölgede uygulamaya dökmek için devreye sokacaktı.”

İsrail, ayrıca ABD’nin İran’a saldırmasını istiyordu. O günlerde bir analizci, “İran, nükleer programını ve füze programını ortadan kaldırması konusunda yoğun bir baskıya karşılaşacak, aksi takdirde karşısında ABD güçlerini bulacak. […] En iyi ihtimal, ABD, ülkede İslami rejim karşıtı bir ayaklanmayı kışkırtacak, onun yerine ya Şah yanlısı bir hükümet ya da ABD’de yaşayan İranlı sürgünlerden devşirilmiş bir hükümet kuracak.”

Yurtta ve Cihanda Tahavvül

Irak’ı işgalini gerçekleştirmekteki amaçlarıyla uyumlu hareket eden ABD,

“artık BM sisteminin öldüğünü açıktan beyan ediyor. Sahip olduğu değeri ortaya koyuyor. Bush’un BM’deki konuşması bunun delili. Orada Bush, ABD’nin üstünlüğüne onay vermezse BM’nin geçerliliğini yitireceğini söyledi. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde aktarılan, yeni gelişen veya potansiyel tehditlere karşı Amerika’nın önleyici müdahale gerçekleştirme hakkının bulunduğunu söyleyen yeni doktrin, diğer emperyalist güçlerin ABD’nin peşinden gitmemesi durumunda onun tek başına hareket etme iradesine sahip olduğunu ortaya koyuyor.”

Maliyet ve risk düzeyi yüksek bir kumar olarak icra edilen Irak işgali, George Bush’un kişisel projesi değildi. O, ABD’deki egemen sınıflara ait bir projeydi:

“Ülkede üst düzey strateji uzmanları ve politik figürler savaş konusunda kimi ikazlarda bulunsalar da bugün egemen sınıflar arasında bu sıra dışı maceracılık ve tek taraflı saldırı konusunda geniş bir uzlaşma söz konusu. […] Mevcut resesyona ve ekonomideki belirsizliğe, ödemeler dengesindeki ve bütçedeki açığın büyümesine rağmen ABD, ucu açık, kapsamlı bir askeri operasyon için karar çıkartmak istiyor. Şurası açık ki ABD’li şirketler, elde edilmesi muhtemel ödülün savaşı meşru kılacağına ya da savaşa girerek yapılacak hatanın kendileri için önemli sonuçlar doğuracağına inanıyorlar.”

ABD hegemonyasının ömrünü uzatmak adına bölgeyi dönüştürmeyi öngören kapsamlı proje, bazı ülkelerin doğrudan işgal edilmesini gerekli kılıyor. Sonuçta işgal edilen ülkelerdeki halkların sert bir direnişle cevap vermesi bekleniyor. “Aynı zamanda ABD içerisinde faal olan baskı aygıtı daha da güçlendiriliyor, korku, otoriteye boyun eğilmesini sağlayacak araçlar ve faşizme ait diğer unsurlar bir bir imal ediliyor.”

Kitap, buradan şu sonuca ulaşıyordu:

“Dünya genelinde halkların itirazına ve direnişine diğer emperyalist güçlerin muhalefeti eşlik ediyor. Bir de buna ABD ekonomisindeki zayıflık ekleniyor. Tüm bunlar, olayların ABD emperyalizminin istediği gibi seyretmeyeceğini söylüyor.”

Geriye Dönüp Bakmak

Bu uzun kitap özetini Filistin, Suriye ve İran’da son dönemde yaşanan gelişmelerin münferit olaylar olmadıklarını, tek başına Trump ve Netanyahu gibi bireylere atfedilemeyeceğini, Irak savaşının sadece George W. Bush’un aklının bir ürünü olmadığını göstermek için sunduk.

Aslında bu olaylar, en genel manada ekonomi sahasında süren mücadelede, değişmekte olan dünyada ABD’li emperyalistlerin çıkarlarını temel alan bir planın kademeli olarak uygulanmasının bir sonucu.

Sonradan da görüldüğü üzere Avrupa Birliği, politik ve ekonomik açıdan kendisini konsolide edemedi, ABD emperyalizminin üstünlüğünü tehdit eden bir güç olma vasfına erişemedi. Irak işgaline karşı çıkan Fransız cumhurbaşkanı Chirac yerini Sarkozy’ye, Alman cumhurbaşkanı Schröder yerini Merkel’e bıraktı. Bu iki isim de ABD’ye tabi olmayı esas alan ilişkileri yeniden tesis etti.

Bu noktada ABD emperyalizmi, sıkıntı yaratabilecek iki güçlükle yüzleşti: Çin ve Rusya. Sonrasında Şangay Beşlisi denilen güvenlik platformu Şangay İşbirliği Teşkilâtı’na evrildi ve NATO’ya rakip bir yapıya dönüştü.

Trump, doların üstünlüğü meselesini tekrar tekrar gündeme getirdi. Uluslararası para birimi olarak dolara alternatif çıkartmayı düşünen ülkeleri gümrük vergileriyle sürekli tehdit etti. Buna karşın, ikinci döneminin ilk altı ayına doların uluslararası statüsünün geleceğiyle, Moody’s şirketinin ABD hazine bonolarının kredi derecesini düşürmesiyle, ABD hazine bonoları ile doların piyasa değerinin istikrarsız seyriyle ilgili medyada süren kapsamlı tartışmalar damgasını vurdu.

Bu dönemde önde gelen finans uzmanlarından biri, Moody’s şirketinin kredi derecesini az da olsa düşürmüş olmasının, ABD devletinin yönettiği finans alanına hemen tesir etmeyeceğini ama bu olayın sembolik bir ağırlığının bulunduğunu, şirketin bu hamlesinin, ABD’nin istisnai bir güç olduğuna dair algının son demlerini yaşadığına dair bir başka gösterge olarak alınması gerektiğini söylüyor.

Trump’ın alaycı bir dille ifade ettiği “sonsuz savaşlar”ın hiç de ucuza mal olmadığını bilmek gerekiyor. Brown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Kamu İdaresi Enstitüsü’nün hesaplamasına göre, 11 Eylül sonrası yaşanan savaşlar, ABD’ye 8 trilyon dolara mal olmuş. Aynı enstitü, ABD’nin 7 Ekim 2023-30 Eylül 2024 arası dönemde bölgede yürüyen ABD operasyonlarına ve İsrail’in askeri operasyonlarına yaptığı harcamanın en az 22,76 milyar doları bulduğunu söylüyor. Tabii tüm bu harcamalar, ABD hükümetinin tüm dünyaya ödettiği borçları üzerinden fonlanıyor.

ABD, hegemonyasına karşı çıkan güçleri savuşturmaya çalışıyor. Askeri rakipleri veya olası rakipleri, ABD ve İsrail saldırılarına açıktan karşı çıkıyorlar.[10] Rusya ve Çin, ABD’nin İran’a yönelik saldırılarını eleştiriyorlar ama kendilerini sadece iki taraf arasında arabuluculuk yapma talebiyle kısıtlıyorlar. Bu koşullarda ABD ve İsrail, hiçbir ceza almadan hareket etme imkânına kavuşuyor.

ABD’nin hegemonyasını muhafaza etmek için geliştirdiği projeye Üçüncü Dünya’nın nispeten yoksul olan hükümetleri ve halk milisleri karşı koydu. İki tarafın elindeki araçlar eşit olmamasına karşın ABD, yolunu rahatça yürüme imkânı bulamadı. ABD, Irak’ta kalabilmek için yıllarca kanlı sonuçlar doğuran operasyonlar düzenledi. Bugün hâlâ askeri varlığını bu ülkede tutmaya ihtiyaç duyuyor. Afganistan’daki işgal pratiğini sürdüremedi. İşgal süreci, ABD’nin burnunun sürtülmesi ve aşağılanması ile birlikte son buldu. Ölümcül sonuçlar doğuran ABD yaptırımlarıyla büyük ölçüde zayıflatılmış olan Esad hükümetini ABD destekli köktenci güçler 14 yıl yıkamadılar. ABD’nin vekil gücü Suudi Arabistan, ABD’nin onca askeri yardımı ve ABD silahına rağmen Yemen’deki Ensarullah hükümetini ezemedi. ABD ve İsrail’in bu ülkeye yönelik gerçekleştirdiği son saldırılar, Ensarullah’ın teslim alınmasını da yıkılmasını da sağlamadı. Onlarca yıldır yürürlükte olan onca ağır yaptırıma rağmen İran, bölgedeki direniş güçlerine yardım sunmaya devam etti. Bugün İran’ın füze programının İsrail’e önemli bir cevap verebildiğini gördük.

Bir de ABD dâhil birçok ülkede sokaklarda ve kampüslerde onca baskıya rağmen gösteri yapan sıradan insanlar var. Bu insanlar, silah imalatçılarına karşın karşı cesur eylemler gerçekleştirdiler. ABD emperyalizminin elindeki propaganda aygıtını her yönüyle ifşa ettiler.

Hâsılı: ABD’nin İran’a yönelik olarak gerçekleştirdiği son saldırı, ne İran’ın nükleer programıyla bir alakası var ne Netanyahu’nun Trump’ı kandırmasının bir sonucu ne de ABD’deki İsrail lobisinin gücünün bir yansıması. Bilâkis, bu saldırı, küresel hegemonyasını sağlam bir zemine kavuşturma çalışmalarının önemli bir parçası olarak, ABD’nin bölgede hegemonya tesis etmesini amaçlayan proje kapsamında ileriye doğru atılmış bir adımdan başka bir şey değil.

ABD ve vekil güçleri, bu yolda halkları ne kadar korkunç bir yıkımla yüzleştirirse yüzleştirsin, bu projenin başarısızlığa mahkûm olduğunu görmek gerekiyor. Irak İşgalinin Perde Arkası’nda tespit ettiğimiz üzere:

“Tarih kendisini tekrar etmez, edemez. Çünkü tüm aktörler ve politik bağlam tarihsel gelişim süreci içerisinde değişmiştir. Büyük sömürgecilik karşıtı mücadelelerin bugün hâlâ diri ve canlı olan mirası, dünya halklarının antiemperyalist bilinciyle örülüdür. Bu halklar, ellerindeki örgütler ne kadar zayıf olursa olsun, boyun eğdirme pratiklerine teslim olmayı reddetmektedirler.”

Politik Ekonomi Araştırma Birimi
26 Haziran 2025
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Bizim bastığımız kitap iki baskı yaptı. Kitap Tamil diline, Norveççeye, Almancaya ve Türkçeye [Irak İşgalinin Perde Arkası, Yordam Yayınları, 2006] tercüme edildi, bazı kısımları Yunanca, Portekizce ve İsveççe gibi dillerde yayımlandı. İnternetteki halini kısa zamanda 200.000’in üzerinde kişi ziyaret etti.

[2] Bir örnek: “Andrew Napolitano: Kanaatinizce Donald Trump’ın egemen bir ülkede yürüyen tümüyle yasal, gerekli kurullarca teftiş edilen ve gerekli onayı almış olan uranyum zenginleştirme programını yok etmeye neden çalıştı, İran’ı neden bombaladı? Jeffrey Sachs: Çünkü bunu ona yapmasını Binyamin Netanyahu söyledi. Başkan da onun emirlerini yerine getirdi.” — Mülâkat, 23 Haziran 2025.

[3] ABD, aynı zamanda Esad hükümetini devirmek için faaliyet yürüten silahlı isyan hareketini de fonladı. Ayrıca ülkeye ağır ekonomik yaptırımlar dayattı. Bunlar, savaş kadar ağır sonuçlar doğurdu. Üstelik tüm bu adımlar, Suriye’de insan haklarını savunmak için atıldı.

[4] Obama yönetiminin 2015’te İran’la nükleer anlaşmasını imzalaması, ABD’de egemen çevrelerin İran meselesinin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda farklı seçeneklere ağırlık verdiğini ortaya koyuyor. Sonrasında başa geçen ve Trump ve Biden, doğrudan çatışma yönünde karar alıyor.

[5] Bölgede emperyalizme karşı çıkan bu güçlerin bazıları yıllar içerisinde ABD emperyalizmine kimi tavizler verdi. Ama oluşan yeni durumda herkesin kendisine teslim olmasını isteyen ABD emperyalizmi, bu tavizlerle tatmin olmadı. Çıta öylesine yükseğe çıkartıldı ki tümüyle uzlaşmış olan Arafat kuşatıldı ve sonrasında kendisi bertaraf edildi.

[6] İran Şahı’nı deviren halk ayaklanması sonrası ABD ve müttefikleri İran’ı bölge üzerindeki kontrollerine yönelik bir tehdit olarak gördüler, bu sebeple İran-Irak savaşını kurguladılar. İran, onca can kaybetmiş olmasına, büyük ekonomik kayıplar yaşamasına rağmen boyun eğmedi.

[7] “Tariffs, Decline and the Promise of AI: A Conversation between Larry Summers and Niall Ferguson”, Youtube.

[8] Vurgu bize ait.

[9] Bugünkü kimi yorumcular gibi Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin en önemli Marksist teorisyeni Karl Kautsky de emperyalizmin bir zorunluluk olmadığını, finans kapitalden yana olan bir tür “politika” olduğunu, “emperyalizmin bugünün kapitalizmiyle tanımlanmaması gerektiğini” söylüyordu. Lenin’se emperyalizmin kapitalizmin mevcut aşamasının zorunlu bir sonucu olduğunu, bu aşamanın “en genel manada ekonomi sahasında kârlı anlaşmalar, tavizler, tekel kârları vs. yani nüfuz alanları, sermaye ihracı, hammadde kaynakları için mücadeleyi içerdiği” üzerinde duruyordu. Lenin’e göre, emperyalizmin temel özelliği, hegemonya mücadelesi veren, yani toprak ele geçirmek için uğraşan bir dizi büyük güç arasındaki rekabetti. Burada ayrıca hasmı zayıflatmak ve hegemonyasının zeminini ortadan kaldırmak esastı. [Lenin, Imperialism, the Highest Stage of Capitalism]

[10] Rusya, Suriye’de önemli bir deniz üssü bulunduğu için ilk başta Esad hükümetine yardım etti. Ancak bugün Rusya’nın İslami köktenci güçlerin iktidarı almasında parmağı olduğu görülüyor.

0 Yorum: