Aralık
2002’de “Irak İşgalinin Perde Arkası” başlıklı özel bir sayı yayınlamıştık.
Sonrasında bu sayı, Monthly Review Press tarafından, aynı adla [Behind the
Invasion of Iraq] kitap olarak yayımlandı. Irak işgali, kitap
yayımlandıktan üç ay sonra gerçekleşti, kitabın yazıldığı günlerde herkes
işgali beklemekteydi.
Bu
kitap, diğer yayınlarımızdan daha fazla okura ulaştı.[1] Bunun sebebi, o
dönemde dünya genelinde protesto eylemlerinin orman yangını misali her yanı
sarmış olmasıydı. Hindistan dâhil birçok ülkede gerçekleşecek işgale karşı
büyük gösteriler örgütlendi.
Bu
kitaptan bölgede olan biteni anlama konusunda birçok çalışmaya göre çok daha
mahir olması sebebiyle bahsettik. Aslında süreç ilerledikçe sürecin niteliği
konusunda zihinlerin daha da netleşmesi beklenir ama bugün bunun tam tersi
gerçekleşti. Dolayısıyla, 23 yıl öncesinde dile getirdiğimiz kimi hususları
yinelemekte fayda var.
Trump’ın
başkanlık koltuğuna oturmasının üzerinden sadece altı ay geçti ve şimdiye dek
iki ülkeye, Yemen ve İran’a askeri saldırı gerçekleştirdi. Trump’ın birçok
destekçisi, bu saldırıları şaşkınlıkla karşıladı çünkü Trump, kampanyası
süresince ABD’nin savaşlarla ilişkisine son vereceğini vaat etmişti. İnternet
bülbülleri, Trump’ın ABD çıkarlarına değil Netanyahu’nun emirlerine göre
hareket ettiğine dair sözler söylediler.[2]
24
Haziran günü itibarıyla Trump ateşkes ilan etti ve İsrail’e yönelik
rahatsızlığını açıktan dile getirdi. Birçok yorumcu, bunu İsrail ve ABD’nin
çıkarlarının ayrı olduğunun teyidi olarak okudu. Bu kişiler, Trump’ın kendisini
savaşa sürükleyenin Netanyahu olduğuna ayıktığını, tam da bu sebeple küplere
bindiğini söylediler.
Oysa
Trump’un sözlerine pek itibar etmemek gerek. Hasımlarını kandırmak için sürekli
aldatıcı açıklamalarda bulunan biri o. Gazze’yle ilgili ettiği laflara
bakılabilir. Aynı Trump, sahneye çıkıp İran’la müzakere yürüteceğini söylemiş,
ama perde gerisinde bombardımanın başlaması için gerekli işareti vermişti.
Esasında
ABD’nin İran’a saldırısı, yirmi yılı aşkın bir zamandır devam eden olay zinciri
içerisinde yapılmış bir hamleden ibaret. Saldırı, Tel Aviv’de değil,
Vaşington’da formüle edilmiş olan politikanın bir parçası. Trump’ın savaş
politikası, önceki başkanların savaş politikasıyla uyumlu.
Amnezi
Batı
medyası, savaşı İran’ın nükleer programını odağa alarak tartışıyor. Hindistan
gibi ülkelerde savaş, tam da bu bağlamda haber yapılıyor. Oysa ABD ve İsrail’i
asıl motive eden şey, İran’ın nükleer silah temin etmesine mani olma
kararlılığı değil.
Bugün
bazı yorumcular, ABD bombalarının İran’ın nükleer tesislerini yok etmeyi
başaramaması sonrası İran’ın saldırıya karşı koruma amacıyla, nükleer silah
yapma konusunda harekete geçeceği öngörüsünde bulunuyorlar. Bazıları da İran’ın
kaderine tanık olduktan sonra daha fazla ülkenin “nükleer silah”
üretebileceğine dair endişelerini dile getiriyorlar.
Böylesi
bir görüşün dillendirilebilmesi için amnezinin pençesinde kıvranıp son 23
yıldır yaşanan olayları unutmuş olmak gerekiyor.
ABD,
tüm bölgeyi kendi emperyalist çıkarları uyarınca yeniden biçimlendirmek için
uğraşıyor. Bu uğurda Bush, Obama, Bide ve Trump, Irak’, Suriye’ye ve Libya’ya
savaş açtı. ABD’nin vekil gücü olarak İsrail, Lübnan, Suriye ve Yemen’le
savaştı. Gazze ve Batı Şeria’dan bahsetmeye bile gerek yok.
Her
bir işgalde farklı bahanelerin ardına saklanıldı. ABD, Irak’a bu ülkenin kitle
imha silahlarına sahip olmasına mani olmak için saldırmıştı. Libya’ya yönelik
saldırıda bahane, insan haklarını savunmak, Suriye’ye yönelik saldırıda IŞİD’in
büyümesine mani olmaktı. Bugünse İran’a bu ülkenin nükleer silah temin etmesine
mani olma bahanesiyle saldırıldı. Her seferinde hâkim medya, dile getirilen
bahanelere odaklandı. İşgal gerçek hedefine ulaştıktan sonra o bahane çöpe
atıldı.
Madem
ABD’nin asıl önceliği İran’ın nükleer silah teminine mani olmaktı, o vakit ABD,
İran’ın nükleer zenginleştirme hakkından yaptırımların kaldırılması
karşılığında vazgeçtiği Ortak Kapsamlı Eylem Planı (JCPOA) denilen 2015 tarihli
nükleer anlaşmasını uygulamaya koyardı. Oysa Trump, ilk yönetiminde 2018’de
anlaşmadan çekildi. Biden, seçim kampanyası süresince anlaşmayı uygulayacağı
vaadinde bulundu ama Birinci Trump Dönemi’nin politikalarını sürdürmeyi seçti.
İkinci döneminde Trump, dizginleri eline alıp daha da ileri gitti. Başkanların
politikaları arasında net bir sürekliliğin olduğu açık.[4]
2002’den
Bugüne
2002
yılına, Irak işgalinin öncesine dönelim. Bölgenin önemli bir kısmını ABD
emperyalizmine teslim olmaya şu veya bu ölçüde karşı çıkan güçler
yönetiyordu.[5] Libya’nın başında Muammer Kaddafi, Suriye’nin başında Beşşar
Esad, Irak’ın başında güçsüz olmasına rağmen boyun eğmeyen bir isim olarak
Saddam Hüseyin bulunuyordu. İran, Irak’la yaptığı savaşın yaralarını kapatmış,
istikrarlı bir yola girmişti.[6] Lübnan’da iki yıl öncesinde İsrail işgalinden
ülkenin güneyini kurtarmış olan Hizbullah, önemli bir nüfuza ve itibara
sahipti. Filistin’de İkinci İntifada sürmekte, Suudi Arabistan ve diğer Körfez
İşbirliği Konseyi ülkeleri, halklarının muhalefetinden korktuğu için açıktan
İsrail rejimiyle uzlaşamamaktaydı.
Bölge
üzerindeki kontrolünü yeniden tesis edebilmesi için ABD emperyalizminin bu
türden engelleri ortadan kaldırması, mezhepçi ayrışmaları derinleştirmesi ve
halkın direnişini ezmesi gerekiyordu. ABD emperyalizminin nihai hedefi, bölge
halklarının uzun zamandır sergilediği muhalefetin gücünü kırmaktı. Mart 2003’te
gerçekleşen Irak işgali, bu programın ilk adımıydı.
Bugün
Amerikan askerleri Irak’ta konuşlu ve Irak hükümeti hiçbir egemenliğe sahip
değil. Libya, kaosun ve sefaletin hüküm sürdüğü bir ülke. Harabeye dönmüş olan
Suriye’de ABD yanlısı İslami köktenci bir rejim iş başında. Ülkenin önemli bir
bölümü ABD ve İsrail’in işgali altında.
Hizbullah
ağır darbe aldı. Savunmaya çekildi. ABD elçisi, Lübnan siyasetini Roma valisi
gibi dikte ediyor. İsrail, Lübnan’a saldırılarını sürdürüyor. Gazze’de
soykırımın gerçekleştirildiği koşullarda Mahmud Abbas’ın başında olduğu
Filistin yönetimi, Batı Şeria’da İsrailli işgalcilerin bir uzantısı olarak
çalışıyor. Bölgedeki birçok hükümet, halk kitlelerinin muhalefetine rağmen
İsrail’le ilişkileri normalleştirecek anlaşmalara imza attı.
ABD
ve İsrail’in yirmi yıldır sürdürdüğü, yıkım ve saldırı politikası, tüm bölgeyi
geriletti. İran’a yapılan son saldırıyla ilgili tartışmayı bu arka plandan
kopartanların emperyalistlerin propaganda faaliyetlerine hizmet ettiklerini
görmek gerekiyor.
Yeni
Amerikan Yüzyılı Projesi
Irak
İşgalinin Perde Arkası kitabı özünde şunu söylüyordu: ABD
emperyalizmi, 21. yüzyılın başında her şeye kadirmiş gibi görünüyordu. Ama
aslında ekonomik gücü azalmaktaydı. ABD’yi yönetenler, askeri güce yeniden
başvurmak suretiyle bu durumu savuşturmak istediler.
ABD’nin
giderek büyüyen ticari açıkları, ülkenin ekonomik durumunun zayıfladığını
ortaya koyan bir delildi. Amerika, bu açığı dünyanın geri kalan kısmından borç
alarak kapatıyordu. Bunu yapabilmesini sağlayansa doların en önemli
uluslararası para birimi olmasıydı. Neticede dolar, dünyanın ana servet
biriktirme aracıydı. Dünyada merkez bankaları ve yatırımcılar, ABD Hazinesi’ne
ait tahvilleri ve diğer finansal varlıkları satın alıyor, böylelikle ABD’nin
borcunu ödüyordu. Larry Summers, bu asalaklığı gayet iyi özetliyor: “Çin
oldukça düşük fiyatlara ürün atmak istese ona bizim bastığımız kâğıt
parçalarını veriyoruz. […] Bence bu gayet iyi bir anlaşma.”[7] Ama gelgelelim,
bu bitip tükenmek bilmeyen altın yumurtaların devamının gelmesi, emperyalist
gücün herkesten üstün olmasına, doların hâkim uluslararası para birimi olarak
kalmasına bağlıydı. Zaten ikinci koşul da birinciye tabiydi.
ABD,
AB’nin rakip olma ihtimalini gördü. Avro, rakip para birimi olabilirdi. Asya’da
orta vadede Çin’in güçlük çıkartmasından korktu. ABD sermayesinin belirli bir
kesimi, bu tür olası tehlikelere ve güçlüklere karşı önceden önlem almak, bu
sayede ABD’nin dünya üzerindeki hâkimiyetini pekiştirip güçlendirmek
gerektiğini düşündü.
Bu
fikir, Yeni Amerika Yüzyılı Projesi tarafından üretildi. Bu düşünce kuruluşu
George W. Bush’un dış politika ekibinden isimlerce kurulmuştu. Sonrasında bu
geliştirilen politikalar, Eylül 2002’de yayınlanan Amerika Birleşik
Devletleri Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde bir bir aktarıldı.
Yeni
Amerika Yüzyılı Projesi’nin 2001 tarihli “Amerika’nın Savunma Hattının Yeniden
İnşası: Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Strateji, Güçler ve Kaynaklar” başlıklı
rapor, niyetini gayet dürüstçe ortaya koyuyordu:
“ABD, onlarca yıldır
Körfez bölesinin güvenliğin kalıcı bir rol oynamak için uğraştı. Irak’la çözüme
kavuşturulamayan çatışma, ilk elden gelen gerekli meşruiyeti sağladı,
böylelikle ABD, Saddam Hüseyin rejimi denilen meselenin boyutunu aşan bir
ihtiyaç üzerinden Irak’ta somut bir güç bulundurmanın gerekli olduğunu ortaya
koydu.”
Rapor,
açıktan “Saddam sahneden çekilse bile bu güce ihtiyaç duyulacağını” söylüyordu,
çünkü “İran, Irak gibi ABD çıkarlarını tehdit eden bir güç olduğunu
kanıtlamıştı.”
Yapılanların
dünyanın iyiliği için ihtiyaç duyulduğunu söyleme gereği bile duymayan rapor,
ABD’nin dünya üzerindeki üstünlüğünü sürdürmek, büyük bir gücün rakip olarak
ortaya çıkışına mani olmak ve uluslararası güvenlik alanında düzeni
Amerika’nın ilke ve çıkarları uyarınca biçimlendirmek için hazırlanacak plana
destek sundu.[8]
Bugün
John Mearsheimer gibi ABD dış politikasını eleştiren birçok ünlü eleştirmen,
büyük bir gücün rakip olarak ortaya çıkmasına mani olma hedefini açıktan
savunuyor. Bu isimler, sadece nereye odaklanılması gerektiği konusunda
anlaşamıyorlar. Örneğin, Mearsheimer, ABD’nin Ukrayna ve Batı Asya’daki
çatışmalara dâhil oluşunun onu Çin hedefinden uzaklaştırdığını, oysa aslında
Çin’in ana tehdit olarak görülmesi gerektiğini söylüyor.
11
Eylül 2001’de gerçekleştirilen saldırılar, bahsi edilen planın yürürlüğe
konulması için gerekli fırsatı sundu. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza
Rice, gazeteci Nicholas Lemann’a “Ulusal Güvenlik Konseyi’nin üst düzey
görevlilerini bir araya toplayıp kendilerinden 11 Eylül sonrası Amerikan
doktrinini kökten değiştirmek ve dünyayı biçimlendirmek için bu oluşan
fırsatlardan nasıl yararlanılacağını ciddiyetle düşünmelerini istediğini”
söyledi.
Sonrasında
belirlenen hedefin kapsamı iyice genişletildi. Önceden “terörizm”i önlemekten
söz edilirken, artık “sorumsuz devletlerin elinde kitle imha silahlarının
birikmesine mani olma” hedefine vurgu yapılıyordu. Bu bahane, Irak’ta işe
yaradı, şimdi de İran için kullanılıyor.
Irak
İşgalinin Perde Arkası isimli kitap şunları söylüyordu:
“ABD, Irak işgalini Batı
Asya’yı yeniden biçimlendirme çalışmaları için ana zemin olarak kullanmayı
planlıyor. Bush yönetimi, tüm bölgede bir dizi ülkeyi işgal edip rejimleri
değiştirmeyi düşünüyor. İran, Suudi Arabistan, Suriye, Libya, Mısır ve Lübnan
hedefteki ülkelerden bazıları. Bir de buna İsrail’in Filistin sorununa bir tür
‘nihai çözüm’ getirme çabaları eşlik edecek. Burada kâh şehirlerin toplu olarak
boşaltılması politikasına kâh yerleşim politikasına başvurulacak.”
Saddam’ın
yardımcısı Tarık Aziz de o günlerde “ABD’nin sadece rejim değişikliği değil,
bölgesel değişim istediğini” söylüyordu. Son yirmi yıllık süreçte yaşanan
olaylar bu çabanın ürünü.
ABD’nin
Üstünlüğünün Güvence Altına Alınması
Irak
İşgalinin Perde Arkası, ABD’nin Batı Asya petrolüne el koymasındaki
amacın, emperyalist güçler arasında sahip olduğu üstünlüğü güvence altına almak
olduğunu söylüyordu. Başka hususlar yanında ABD, bu petrole el koyarak bir de
petrol ticaretinin dolarla yapılmasını sağladı, böylelikle doların üstünlüğünü
ortadan kaldıracak tehlikeleri savuşturdu.
“En geniş manada ABD,
üstünlüğünü askeri ve stratejik kaynakların kontrolü açısından tesis etme
girişimlerinin AB gibi her türden ciddiyet arz eden emperyalist itirazların
ortaya çıkışına mani oldu.”
Aynı
zamanda ABD, bölgedeki petrol kaynakları üzerindeki doğrudan kontrolün
kendisine Çin’e karşı önemli bir koz sunduğuna inanıyordu. Çünkü Çin, takip
eden on yıl içerisinde petrol ithalatına daha da bağımlı hale gelecekti. Tam da
bu sebeple Rusya ve Çin, bölgede ABD’nin hamlelerine karşı koymak için, bu iki
ülke yanında belirli Orta Asya ülkelerini içeren Şangay Beşlisi (sonradan
Altılısı) denilen güvenlik platformunu meydana getirdi.
İsrail’in
ABD’yle Uyumlu Rolü
Irak
İşgalinin Perde Arkası isimli kitap, İsrail’in ABD’nin bölgeyi
işgal edip kontrol altında tutma planlarıyla uyumlu bir rol oynadığını
söylüyordu.
İsrail,
böylelikle askeri gücünü harekete geçirip Filistinlileri Ürdün’e sürmek için
uygun bir fırsat yakaladı. Bu hamlenin komşu ülkelerin itirazıyla karşılaşması
durumunda İsrail, bu sefer de oluşan bu fırsatı elindeki devasa askeri gücüyle
bu ülkelere saldırıp onları ezmek için değerlendirecekti.
“İsrail’in Filistinlilere,
ardından Arap devletlerine yönelik saldırıları, ABD’nin Irak’ta
gerçekleştirdiği işgali ve başka devletlere yönelik işgal harekâtını itmam
edecekti. İsrail, bölgedeki askeri nüfuzunu Amerika’nın gücünü bölgede
uygulamaya dökmek için devreye sokacaktı.”
İsrail,
ayrıca ABD’nin İran’a saldırmasını istiyordu. O günlerde bir analizci, “İran,
nükleer programını ve füze programını ortadan kaldırması konusunda yoğun bir
baskıya karşılaşacak, aksi takdirde karşısında ABD güçlerini bulacak. […] En
iyi ihtimal, ABD, ülkede İslami rejim karşıtı bir ayaklanmayı kışkırtacak, onun
yerine ya Şah yanlısı bir hükümet ya da ABD’de yaşayan İranlı sürgünlerden
devşirilmiş bir hükümet kuracak.”
Yurtta
ve Cihanda Tahavvül
Irak’ı
işgalini gerçekleştirmekteki amaçlarıyla uyumlu hareket eden ABD,
“artık BM sisteminin
öldüğünü açıktan beyan ediyor. Sahip olduğu değeri ortaya koyuyor. Bush’un
BM’deki konuşması bunun delili. Orada Bush, ABD’nin üstünlüğüne onay vermezse
BM’nin geçerliliğini yitireceğini söyledi. ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi
belgesinde aktarılan, yeni gelişen veya potansiyel tehditlere karşı Amerika’nın
önleyici müdahale gerçekleştirme hakkının bulunduğunu söyleyen yeni doktrin,
diğer emperyalist güçlerin ABD’nin peşinden gitmemesi durumunda onun tek başına
hareket etme iradesine sahip olduğunu ortaya koyuyor.”
Maliyet
ve risk düzeyi yüksek bir kumar olarak icra edilen Irak işgali, George Bush’un kişisel
projesi değildi. O, ABD’deki egemen sınıflara ait bir projeydi:
“Ülkede üst düzey strateji
uzmanları ve politik figürler savaş konusunda kimi ikazlarda bulunsalar da bugün
egemen sınıflar arasında bu sıra dışı maceracılık ve tek taraflı saldırı
konusunda geniş bir uzlaşma söz konusu. […] Mevcut resesyona ve ekonomideki
belirsizliğe, ödemeler dengesindeki ve bütçedeki açığın büyümesine rağmen ABD,
ucu açık, kapsamlı bir askeri operasyon için karar çıkartmak istiyor. Şurası açık
ki ABD’li şirketler, elde edilmesi muhtemel ödülün savaşı meşru kılacağına ya
da savaşa girerek yapılacak hatanın kendileri için önemli sonuçlar doğuracağına
inanıyorlar.”
ABD
hegemonyasının ömrünü uzatmak adına bölgeyi dönüştürmeyi öngören kapsamlı proje,
bazı ülkelerin doğrudan işgal edilmesini gerekli kılıyor. Sonuçta işgal edilen
ülkelerdeki halkların sert bir direnişle cevap vermesi bekleniyor. “Aynı
zamanda ABD içerisinde faal olan baskı aygıtı daha da güçlendiriliyor, korku,
otoriteye boyun eğilmesini sağlayacak araçlar ve faşizme ait diğer unsurlar bir
bir imal ediliyor.”
Kitap,
buradan şu sonuca ulaşıyordu:
“Dünya genelinde halkların
itirazına ve direnişine diğer emperyalist güçlerin muhalefeti eşlik ediyor. Bir
de buna ABD ekonomisindeki zayıflık ekleniyor. Tüm bunlar, olayların ABD
emperyalizminin istediği gibi seyretmeyeceğini söylüyor.”
Geriye
Dönüp Bakmak
Bu
uzun kitap özetini Filistin, Suriye ve İran’da son dönemde yaşanan gelişmelerin
münferit olaylar olmadıklarını, tek başına Trump ve Netanyahu gibi bireylere
atfedilemeyeceğini, Irak savaşının sadece George W. Bush’un aklının bir ürünü
olmadığını göstermek için sunduk.
Aslında
bu olaylar, en genel manada ekonomi sahasında süren mücadelede, değişmekte olan
dünyada ABD’li emperyalistlerin çıkarlarını temel alan bir planın kademeli
olarak uygulanmasının bir sonucu.
Sonradan
da görüldüğü üzere Avrupa Birliği, politik ve ekonomik açıdan kendisini
konsolide edemedi, ABD emperyalizminin üstünlüğünü tehdit eden bir güç olma vasfına
erişemedi. Irak işgaline karşı çıkan Fransız cumhurbaşkanı Chirac yerini
Sarkozy’ye, Alman cumhurbaşkanı Schröder yerini Merkel’e bıraktı. Bu iki isim
de ABD’ye tabi olmayı esas alan ilişkileri yeniden tesis etti.
Bu
noktada ABD emperyalizmi, sıkıntı yaratabilecek iki güçlükle yüzleşti: Çin ve
Rusya. Sonrasında Şangay Beşlisi denilen güvenlik platformu Şangay İşbirliği
Teşkilâtı’na evrildi ve NATO’ya rakip bir yapıya dönüştü.
Trump,
doların üstünlüğü meselesini tekrar tekrar gündeme getirdi. Uluslararası para
birimi olarak dolara alternatif çıkartmayı düşünen ülkeleri gümrük vergileriyle
sürekli tehdit etti. Buna karşın, ikinci döneminin ilk altı ayına doların
uluslararası statüsünün geleceğiyle, Moody’s şirketinin ABD hazine bonolarının
kredi derecesini düşürmesiyle, ABD hazine bonoları ile doların piyasa değerinin
istikrarsız seyriyle ilgili medyada süren kapsamlı tartışmalar damgasını vurdu.
Bu
dönemde önde gelen finans uzmanlarından biri, Moody’s şirketinin kredi derecesini
az da olsa düşürmüş olmasının, ABD devletinin yönettiği finans alanına hemen
tesir etmeyeceğini ama bu olayın sembolik bir ağırlığının bulunduğunu, şirketin
bu hamlesinin, ABD’nin istisnai bir güç olduğuna dair algının son demlerini
yaşadığına dair bir başka gösterge olarak alınması gerektiğini söylüyor.
Trump’ın
alaycı bir dille ifade ettiği “sonsuz savaşlar”ın hiç de ucuza mal olmadığını
bilmek gerekiyor. Brown Üniversitesi Uluslararası İlişkiler ve Kamu İdaresi
Enstitüsü’nün hesaplamasına göre, 11 Eylül sonrası yaşanan savaşlar, ABD’ye 8
trilyon dolara mal olmuş. Aynı enstitü, ABD’nin 7 Ekim 2023-30 Eylül 2024 arası
dönemde bölgede yürüyen ABD operasyonlarına ve İsrail’in askeri operasyonlarına
yaptığı harcamanın en az 22,76 milyar doları bulduğunu söylüyor. Tabii tüm bu
harcamalar, ABD hükümetinin tüm dünyaya ödettiği borçları üzerinden fonlanıyor.
ABD,
hegemonyasına karşı çıkan güçleri savuşturmaya çalışıyor. Askeri rakipleri veya
olası rakipleri, ABD ve İsrail saldırılarına açıktan karşı çıkıyorlar.[10] Rusya
ve Çin, ABD’nin İran’a yönelik saldırılarını eleştiriyorlar ama kendilerini
sadece iki taraf arasında arabuluculuk yapma talebiyle kısıtlıyorlar. Bu
koşullarda ABD ve İsrail, hiçbir ceza almadan hareket etme imkânına kavuşuyor.
ABD’nin
hegemonyasını muhafaza etmek için geliştirdiği projeye Üçüncü Dünya’nın nispeten
yoksul olan hükümetleri ve halk milisleri karşı koydu. İki tarafın elindeki araçlar
eşit olmamasına karşın ABD, yolunu rahatça yürüme imkânı bulamadı. ABD, Irak’ta
kalabilmek için yıllarca kanlı sonuçlar doğuran operasyonlar düzenledi. Bugün hâlâ
askeri varlığını bu ülkede tutmaya ihtiyaç duyuyor. Afganistan’daki işgal
pratiğini sürdüremedi. İşgal süreci, ABD’nin burnunun sürtülmesi ve
aşağılanması ile birlikte son buldu. Ölümcül sonuçlar doğuran ABD
yaptırımlarıyla büyük ölçüde zayıflatılmış olan Esad hükümetini ABD destekli
köktenci güçler 14 yıl yıkamadılar. ABD’nin vekil gücü Suudi Arabistan, ABD’nin
onca askeri yardımı ve ABD silahına rağmen Yemen’deki Ensarullah hükümetini
ezemedi. ABD ve İsrail’in bu ülkeye yönelik gerçekleştirdiği son saldırılar,
Ensarullah’ın teslim alınmasını da yıkılmasını da sağlamadı. Onlarca yıldır
yürürlükte olan onca ağır yaptırıma rağmen İran, bölgedeki direniş güçlerine
yardım sunmaya devam etti. Bugün İran’ın füze programının İsrail’e önemli bir
cevap verebildiğini gördük.
Bir
de ABD dâhil birçok ülkede sokaklarda ve kampüslerde onca baskıya rağmen
gösteri yapan sıradan insanlar var. Bu insanlar, silah imalatçılarına karşın
karşı cesur eylemler gerçekleştirdiler. ABD emperyalizminin elindeki propaganda
aygıtını her yönüyle ifşa ettiler.
Hâsılı:
ABD’nin İran’a yönelik olarak gerçekleştirdiği son saldırı, ne İran’ın nükleer
programıyla bir alakası var ne Netanyahu’nun Trump’ı kandırmasının bir sonucu
ne de ABD’deki İsrail lobisinin gücünün bir yansıması. Bilâkis, bu saldırı,
küresel hegemonyasını sağlam bir zemine kavuşturma çalışmalarının önemli bir
parçası olarak, ABD’nin bölgede hegemonya tesis etmesini amaçlayan proje
kapsamında ileriye doğru atılmış bir adımdan başka bir şey değil.
ABD
ve vekil güçleri, bu yolda halkları ne kadar korkunç bir yıkımla yüzleştirirse
yüzleştirsin, bu projenin başarısızlığa mahkûm olduğunu görmek gerekiyor. Irak
İşgalinin Perde Arkası’nda tespit ettiğimiz üzere:
“Tarih kendisini tekrar
etmez, edemez. Çünkü tüm aktörler ve politik bağlam tarihsel gelişim süreci
içerisinde değişmiştir. Büyük sömürgecilik karşıtı mücadelelerin bugün hâlâ
diri ve canlı olan mirası, dünya halklarının antiemperyalist bilinciyle
örülüdür. Bu halklar, ellerindeki örgütler ne kadar zayıf olursa olsun, boyun
eğdirme pratiklerine teslim olmayı reddetmektedirler.”
Politik Ekonomi Araştırma Birimi
26
Haziran 2025
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Bizim bastığımız kitap iki baskı yaptı. Kitap Tamil diline, Norveççeye, Almancaya
ve Türkçeye [Irak İşgalinin Perde Arkası, Yordam Yayınları, 2006] tercüme
edildi, bazı kısımları Yunanca, Portekizce ve İsveççe gibi dillerde yayımlandı.
İnternetteki halini kısa zamanda 200.000’in üzerinde kişi ziyaret etti.
[2]
Bir örnek: “Andrew Napolitano: Kanaatinizce Donald Trump’ın egemen bir
ülkede yürüyen tümüyle yasal, gerekli kurullarca teftiş edilen ve gerekli onayı
almış olan uranyum zenginleştirme programını yok etmeye neden çalıştı, İran’ı
neden bombaladı? Jeffrey Sachs: Çünkü bunu ona yapmasını Binyamin Netanyahu
söyledi. Başkan da onun emirlerini yerine getirdi.” — Mülâkat, 23 Haziran 2025.
[3]
ABD, aynı zamanda Esad hükümetini devirmek için faaliyet yürüten silahlı isyan
hareketini de fonladı. Ayrıca ülkeye ağır ekonomik yaptırımlar dayattı. Bunlar,
savaş kadar ağır sonuçlar doğurdu. Üstelik tüm bu adımlar, Suriye’de insan
haklarını savunmak için atıldı.
[4]
Obama yönetiminin 2015’te İran’la nükleer anlaşmasını imzalaması, ABD’de egemen
çevrelerin İran meselesinin nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda farklı
seçeneklere ağırlık verdiğini ortaya koyuyor. Sonrasında başa geçen ve Trump ve
Biden, doğrudan çatışma yönünde karar alıyor.
[5]
Bölgede emperyalizme karşı çıkan bu güçlerin bazıları yıllar içerisinde ABD
emperyalizmine kimi tavizler verdi. Ama oluşan yeni durumda herkesin kendisine
teslim olmasını isteyen ABD emperyalizmi, bu tavizlerle tatmin olmadı. Çıta öylesine
yükseğe çıkartıldı ki tümüyle uzlaşmış olan Arafat kuşatıldı ve sonrasında
kendisi bertaraf edildi.
[6]
İran Şahı’nı deviren halk ayaklanması sonrası ABD ve müttefikleri İran’ı bölge
üzerindeki kontrollerine yönelik bir tehdit olarak gördüler, bu sebeple İran-Irak
savaşını kurguladılar. İran, onca can kaybetmiş olmasına, büyük ekonomik kayıplar
yaşamasına rağmen boyun eğmedi.
[7]
“Tariffs, Decline and the Promise of AI: A Conversation between Larry Summers
and Niall Ferguson”, Youtube.
[8]
Vurgu bize ait.
[9]
Bugünkü kimi yorumcular gibi Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin en önemli
Marksist teorisyeni Karl Kautsky de emperyalizmin bir zorunluluk olmadığını, finans
kapitalden yana olan bir tür “politika” olduğunu, “emperyalizmin bugünün
kapitalizmiyle tanımlanmaması gerektiğini” söylüyordu. Lenin’se emperyalizmin
kapitalizmin mevcut aşamasının zorunlu bir sonucu olduğunu, bu aşamanın “en
genel manada ekonomi sahasında kârlı anlaşmalar, tavizler, tekel kârları vs. yani
nüfuz alanları, sermaye ihracı, hammadde kaynakları için mücadeleyi içerdiği”
üzerinde duruyordu. Lenin’e göre, emperyalizmin temel özelliği, hegemonya
mücadelesi veren, yani toprak ele geçirmek için uğraşan bir dizi büyük güç
arasındaki rekabetti. Burada ayrıca hasmı zayıflatmak ve hegemonyasının
zeminini ortadan kaldırmak esastı. [Lenin, Imperialism, the Highest Stage of
Capitalism]
[10] Rusya, Suriye’de önemli bir deniz üssü bulunduğu için ilk başta Esad hükümetine yardım etti. Ancak bugün Rusya’nın İslami köktenci güçlerin iktidarı almasında parmağı olduğu görülüyor.
0 Yorum:
Yorum Gönder