17 Ekim 2010

,

Demir Tozları

Devlet-Demokrasi

Marx’ın Gotha Programı Eleştirisi’nde belirttiği gibi sol, “devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmış” ya da “bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur.”[1] Yakın dönemde yaşanan referandum (2010) tartışmaları, bu tespitin bugün de geçerliliğini koruduğunu gösterdi.

Referandumda bir yan, “demokrasi ilerlesin” diye AKP’yi; bir yan da “devlet dağılmasın” diye CHP’yi destekledi. Aslında kitleler içinde bir yan demokrasinin, bir yan da devletin propagandasını, kaba tabirle, reklâmını yaptı. Buradaki rekabet, tekillik ve bütünlük konusunda hüküm sahibi oldukları iddiasında olanların arasındaki bir rekabetti.

Herkes, kendi tutundukları yerden, bir “güçler dengesi, güçler ayrımı” edebiyatı tutturdu. Kimse, burada “güç”ten kastın ne olduğunu sorgulamadı. “Sınıf” diyenler, sanki sınıftan azade olmak için sınıfçı; “ezilen” diyenler, ezilenden azade kalmak ve olmak için ezilenci idiler. Oysa o güç kurgusunda mazlumun ve sınıfın adı bile yoktu. Onun adına koşturanlar ise hiç olmayacak bir duaya “âmin” diyerek, kurguda yer bulmak istediler. Aristokrasinin, burjuvazinin ve toprak ağalarının arasındaki sınıfsal ayrımlara tekabül eden güçler ayrılığına, sanki bu ayrımın bir yerindeymişçesine, “evet” ya da “hayır” dediler. Bir yan, “yasama güçlenirse emekçi sınıflar zarar görürler”, bir yan da “yargı güçlenirse işçi sınıfı ve solun alanı daralır” iddiasındaydı.

Evet’çiler, bir tür ezilen’ci; hayır’cılar bir tür sömürülen’ci tepki geliştirdiler. Onlar, zulmün ve sömürünün ortak oyununda figüran olmayı yeğlediler. Tepkiler yüzeyseldi, yüzeyin altındaki sömürü ve zulüm onlarda gizleniyordu. İşaret parmağına değil de işaret edilen yere bakıldığında, görülen buydu. Ezilen’ciler üzerinden pazarlanan demokrasi, işçiciler üzerinden pazarlanan ise devletti. Niyet, mazlumları demokrasiye, işçileri de devlete peşkeş çekmekti.

Sol cenahta “devlet mikrobu” ve “demokrasi mucizesine inanç” böyle peydahlandı. Reformist küçük burjuva sol, zulme ve sömürüye karşı mücadeleyi ortaklaştıracak devrimcilikten uzak durdu. Uzaklaştıkça, kendilerine oynayacak alan açtıkça, sömürü ve zulme karşı mücadeleyi iki yana ayırdılar. Sonuçta onlar, siyaset alanına neden girdiklerini “unutanlardı”. Kitlelere sadece unutmayı öğretiyorlardı.

Bu bağlamda, devrimin tahayyül olarak dahi eridiği, silikleştiği ve anlamını yitirdiği momentlerde sol, iki yana çekiştiriliyordu. Düşman, karşı-devrim, kendi hizmetine koşacak unsurları böylelikle devşirebiliyordu. Bu maddiyatta sahne, ilgili reformizme kalıyordu. Tarak ve baş birbirine uymak zorundaydı. Düşman vurdukça, içimizde ilk dökülenler onlardı. İçimizdeki düşman reformizmle ses veriyordu. Bir yan, “laik/İslamcı sermaye”den, bir yan da “İslamofaşist/Kemalist vesayet”ten dem vuruyordu. Veremle korkutup sıtmaya razı etmek, bu oluyordu.

Geçmişte düşman, Ermenilerden temizlediği topraklara fukara Türkmen boylarını yerleştiriyor, bu sayede onların olmayan mülkleri yitirme korkusunu da ilgili coğrafyaya yerleştirmiş oluyordu. Bu topraklar, mülk sahiplerine karşı mücadelenin en ölü olduğu yerlerdi dolayısıyla. AKP, tam da bu toprakların evlatlarını İstanbul sermayesi ve ordu ile biraraya getiren masa idi. Garantör ya da arabulucu güç, bir yanıyla ABD, bir yanıyla İsrail’di.

Menderes yerine Tayyip, gene CHP’nin “pis işler”ini yapmak için gerekliydi. Devletin ulaşamadığı, örneğin, kenar mahallelerde, mafyaya alan açması misali, kurucu ideoloji de kendi yedeğini altı boş bir iktidar koltuğuna yerleştiriyordu. Deniz Baykal’ın 2002’deki “hukuksuz”luğa ses çıkarmaması ve yapılan gizli görüşmeler, bu gerçeği açığa vuruyordu. Temelde CHP[2] ile DP arasında karşıtlık değil, süreklilik vardı. Her ikisi, Kemalizmin ilkine aydınlanma, ikincisine modernizm rolü bahşettiği, birer figürandı.

İlerleyen devrimi ezmek adına düşman, onun kitlesinin içinden kimi “Türkmen boyları” bulmak zorundaydı. Devrime kilitlenmiş teori, ideoloji ve pratik, bu boylarda, gündelik çıkarlara kurban ediliyordu. Sol içine laikliğe, demokrasiye ve devlete ilişkin korku ve kaygılar yerleşiyordu. Zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyleri olanlar o topraklara yerleşiyor, etraflarına kaybetmemek isteyen genç müritler topluyorlardı.

Devlet ve demokrasi[3] yoluna sapma meyli göstermeksizin, devrim kavşağında, ocağında kalmak, elini hamura, ayağını çamura bulaştırmamak demek değildi kuşkusuz. Aksine, elin yoğurdukları, ayağın yürüdükleri ile kurup yıkmak, yıkıp kurmaktı mesele. Devleti ve demokrasiyi, ezel-ebedde, ilahi unsurlar olarak görmekten bizi alıkoyacak olan da buydu.

Devlet ve demokrasi, birleştiricidir. İlki, tekilliklerin belli bir bütünde, ikincisi bütünlüğün tekilliklerle birleştirilmesidir. Demokrasi, halkın politik süreçlere katılımı meselesidir. Eğer halk bu yönde bir talep içinde değilse, solun demokrasi yaygarası, egemenlerin politik oyununa renk katmaktan başka bir işe yaramaz. Ama buradaki hinlik, zaten halkın böylesi bir talebinin olmadığının bilinmesi ile ilgilidir.

Üç beş aydın, teorik plandaki liberalizmleri gereği, kendilerini payelendirirler. Bu paye için demokrasinin her şeyden önce ve sonra olduğu millete inandırılmalıdır. Dağınıklıktan, parçalılıktan ve kopuştan korkan aydınların tekilliklerin bütüne eklemlenmesi (devlet) veya bütünün tekilliklerde cisimleşmesi, onlara yedirilmesi (demokrasi) çabası dâhilinde, ikiye bölünmesi kaçınılmazdır.

Mesele, militan proleter devrimciler olarak, tekilliklerimizin sınırlarını aşıp bütünü tekilleştirmek ve tekilliklere yedirilen bütünlükle hesaplaşmaktır. Kavga, mücadele ve savaş çift yönlüdür, hedefi ise tektir: devrim.

Teori ve Birey

“1986 yılında Gelenek dizisine başlarken, ilk sayılarda ‘aydın’ ve ‘birey’ ekseninden kalkarak siyasete ve siyasal bağlanmaya uzanmanın o dönemin ortamında yerinde olacağını düşünmüştük (bugünlerde de ara sıra yapmak gerekiyor!)”[4]

Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen Gelenek-SİP-TKP teorisyeni Metin Çulhaoğlu, birey-aydın ekseni etrafında döndürdüğü siyaset ve siyasî bağlanma projesi ile 12 Eylül korkusunu örgütledi sadece. Cesaret ve basiret, yerini gündelik çıkarlara ve buna uygun adımlara bıraktı. Kendinde tam birey, kuyunun ağzını dünya zannediyor, oradan gördükleri ölçüsünde fikir geliştiriyor, bu fikir verili hâlinin kılıfı oluyordu.

Oysa siyaset, kitlelerle yapılabilen bir işti. Bireyin kitlede gördükleri, en fazla kendi benzerleri olabilirdi. Bu da siyaseti kitlelerin değil, bireyin aklı ve yüreğine kilitlemek demekti. Tam bireye hoş gelecek bir marksizm ve sosyalizm, siyasetsiz ve devrim dışıydı. Olmak zorundaydı.

“Aydın ve birey ekseni”nden komünist siyaset üretebileceğini zannetmek, sadece başkalarını değil, insanın kendisini de kandırmasıydı. Bu, sokak lambaları etrafında sinek toplamayı öngörmek zorundaydı. Aydın katına yükselen ve orada Allah’laşıp bireyleşen zevatın faşizme ve liberalizme karşı mücadelesi de olmayacağından, 12 Eylül faşizminden ve Özal liberalizminden münezzeh olmak, sömürenlerin ve zalimlerin sesi ve ruhunun, arka kapıdan, içeri girmesine imkân verdi.

Birey olmak aydın, aydın olmaksa birey olmak demekti, bu yüzden, bu birey-aydının ölçü ve ölçeği belirleyici oluyor, onların “önder” oldukları kitlelerin günbegün deneyimlediği sömürü ve zulüm kendi mücadelesini örgütleyemiyor, birey-aydın, kendi korku ve kaygısını sürece hâkim kılıyordu. Dolayısıyla 12 Eylül eleştirileri bir tür demokrasicilik; Özal liberalizmi eleştirileri bir tür devletçilik olarak sol içine sindi. Bir yan, işçi sınıfını demokrasi ile terbiye, bir yan da devletle disipline etmeyi siyaset olarak belirliyor, sosyalizm ve marksizm tarihine ait özenle seçilmiş verilerden yeni teoriler icat ediliyordu.

Örgüt şefleri, ülke, bölge ve dünya bağlamında, sınıf, devrim ve iktidar üzerinden, ayrı ayrı uzmanlaştılar. Yapıp edilen her şeyin anlamını Hegel’ci açıdan “Büyük Öteki”de, yani Tarih’te bulmak türünden, bu şefler de kendi militanlarını bir arada tutmak amacıyla daha şümullü teorik faaliyetler içine girdiler. Toplum da Tarih’in karşısına çıkartılan bir bütünlüktü. Teorilerinin her şeye kadir olduğunu ispatlamak derdinde olan bu şeflerin ceplerinden günlük gazete kupürleri dökülüyor, kafa giderek gazeteci kafasına dönüşüyordu. Her gün bir yığın zırvayı okurun kafasına boca etmeyi meslek edinmiş olan bir gazetecinin, o zırvanın anlamlı olduğu ideolojik bir bütünlüğün sırda saklı olduğunu okur kitlesine yutturması gerekiyordu. (Benzer bir maraz, yayıncılık sektörü için de geçerli. Orada da sırf para kazanmak amacıyla çıkartılmış kitabın teorik arka planı bir süre sonra patronu teslim alıyor.) Burada bütünlüklü bir toplum ve tarih bilgisinin her şeyi kuşattığı iddia edilmeliydi.

Çulhaoğlu’nun işaret ettiği seksenli yıllar, gazeteciliğin ve reklâmcılığın revaçta olduğu bir dönemdi. Maddî analizler, yerini gündelik keşmekeşi ideolojik bir haritaya yerleştirme becerisine bırakıyordu. Teori, politik sınırlarından, tarihte ve toplumda politik olan her şeyi teorize ederek kurtuluyordu. Aydın-birey ekseninde dönen siyaset, kitleler ve onların maddî gerçekliği değil, bireylerin gerilimleri üzerinden biçimleniyordu. Gazete ve reklâmcılık dâhilinde gelişen teorik akıl ve fikriyat, tekil parçalara ve onların birleşmesine bakıyordu. Bu, aslında tekil parçaların Birey’e işaret etmesi becerisi ile tanımlı idi. Herkes adamdan sayılmak, önemsenmek, dikkate alınmak istiyordu. Tarihi boyunca insanı ve bireyi hor görmekle ve dikkate almamakla eleştirilen marksizm, içerik ve biçim değiştiriyordu. Artık marksizm, ya sosyoloji ya da tarih bilimi idi.

Kitaplar, makaleler, bildiriler “okur” denilen tekilliğin mevcudiyetini hesaba katarak kaleme alınıyordu. Yazar ve okur arasındaki ilişkinin, iki nokta arasındaki düz bir doğru olarak biçimlenmesi isteniyordu. Yazarın ve okurun tüm aidiyetleri, doğrunun bozulmasına neden olacağından, çöpe atılıyordu. Bir süre sonra aidiyetti kötülenen.

Žižek’in tabiriyle “Büyük Öteki”, bu bireylerin maddiyatla karşılaştıklarında muhtaç oldukları ideolojik bir gereklilikti. Birey-aydın, zorunlu olarak Tarih’in yerine devleti, Toplum’un yerine demokrasiyi koyabiliyordu. Bu ikame işleminde devrimin hiçbir anlamı yoktu. Devrim, doğruyu kıran bir müdahaleydi. Zaten bu birey-aydınların yıldızları, Tarih’in köklü, devrimsel dönüşümlere/kırılmalara, Toplum’un açık sınıfsal ayrışmalara tabi olduğu uğraklarda parlıyordu. Tarihin ve toplumun efendileri, onları sömürülen-mazlum kitlelerin ufuklarını daraltmak, teorik-ideolojik-politik ihtiyaçlarını eylemden kopartmak, eylemi kısırlaştırmak için görevlendiriyordu.

Çelişkiler ve Çelikleşen Özne

"Çelişkiler ben varım diye var” tespiti, düşmanın mazlumlara-sömürülenlere inandırdığı bir fikir. Düşman, biz var olduğumuz için çelişkinin ve onun sonucunda da başkaldırının olduğunu bize inandırmaya çalışıyor. “Huzurun, rahatın ve güvenin tesisi” edebiyatı, bu yalan fikre inananları kendisine örgütlüyor. Bu fikir, “senin başkaldırma sebeplerini de ben düzeltirim” kibriyle kol kola ilerliyor. Buradaki kilit mesele, “biz”.

F tipi hapishaneler, militanların aidiyetlerini parçalamak, onların kendi başlarına kalıp kendilerini aşan şeyler uğruna dövüşmelerini anlamsızlaştırmak içindi örneğin. BBG Evi[5] ve bilcümle yarışma bu dönemde devreye sokuldu. Çünkü efendilerin genelde derdi, “yüzünü bile görmediği insanlar için ölebilme”yi öldürmekti.

Şu tarz diziler, üstelik solcu eliyle, girdi devreye: doğudan ya da varoştan gelen kız ya da oğlan şehirli-burjuva olana tutulur. Akıl ve vicdan arasında bir kavga sürer gider dizi boyunca. Zengin samimiyetsiz, yalan bir gerçeğin içinde sıkılmıştır, ama film sonunda tüm sorunlar onun maddî müdahalesi ile birden hallolur. Efendilerin çelişkileri öğrettikleri yer burasıdır: duygular.

Vicdan ve duygular dünyasının çelişkilerle yüklü; aklın çelişkisiz, pürüzsüz, sorunsuz olduğu yalanını satan onlardır. İki nokta arasındaki düz doğruyu bozan, duygusallıktır. Sonuçta davet edilen yer, çelişkilerden münezzeh, kendi akıllarıdır.

“Çelişkiler ben varım diye var” lafı, şiddetin öznesindeki öfkeyi içeriksizleştirir bu yanıyla. Öfke bilinçlenmez ve çelikleşmez. En nihayetinde “ben”in mevcudiyeti ayak direr ve her isyanda, her dirençte, efendinin ayakları önünde eğilmeye başlar. Çünkü o “ben”, onların “ben”idir artık. Çelişkiden azade “ben”, düşmanın “biz”ine eklemlenmiştir.

Siyaseten öfke, küçükken şişman olduğu için mahalle takımına alınmamaya karşı duyulan öfkenin ötesine geçebilmeli bu anlamda. Bunun alternatifi, mahallede güreş takımı kurmak değil. Bu açıdan “emek-sermaye” ya da “ezen-ezilen” çelişkisi, kişisel gerilimlerin, çelişkilerin ve çatışmaların bütününü gören, “grand” bir alternatif olamaz. Siyasette kolektif aidiyetler içinden devşirilen tekil, birey kadrolar bu minvalde ikna edildiklerinden, söz konusu "grand", büyük alternatif, tekil gündelik çelişkileri örtbas etmesi sebebiyle, gene bireylik düzleminde istismar edilir.

Örneğin işçicilik[6] düzleminde şu kaba fikir devrededir: “İşçiler, emekçiler sayıca çok, burjuva ise sayıca az, işçiler gene sayıca bi birleşirlerse, sayıca az olanı mahalle maçında yenerler!” Bu “netliğe” örgütlenen bireyin gündelik hayatı çokça çelişkiyle yüklü demektir. Buradaki yaklaşım, her şeyi Amerika’ya ya da “askerî vesayet”e bağlamak gibidir.

Örgütsel planda ya da sosyalistlik mecrasında süreç bu şekilde ilerler: bireyler, ya aklî ya da vicdanî sorumluluklarını atfettikleri bir yüce’ye bakarlar. Genel, ortalama bir Müslüman’ın sadece camide, o da on dakika, namaz esnasında Müslüman olması gibi, bir solcu da örgüt bürosunda, bildiri dağıtımında ya da bir eylem anında solcu kalmanın yolunu bulur.

“Kur’an’ın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık.” Mevlana’nın bu sözü üzerinden gidilecek olursa, din adamları ve fakihler, ümmetin sadece basit temel ibadetler ve akideler dünyasına takılıp kalmasına izin verirler. Bu da ümmeti, kaba tabirle, köpek”leştirir. Efendiler, özü tekeline alan insanları beslerler, ümmete ise namazda elin kaç santim yukarı konulacağına ilişkin boş tartışmalar kalır. Tekil Müslüman da Müslüman oluşunu basit ibadet yöntemlerine indirgediği için, onu gözü gibi korur, yaygınlaştırmak ister. Beş yaşındaki çocuklara namaz öğreten bilgisayar programları yazılır, oyunlar icat edilir vs.

“Hz. Peygamberi mistik bir dünya kurarak insanlara anlatan din adamları, peygamberin insanların kurtuluşu için verdiği, vahyin mesajını mustazaflara ulaştırmak için gösterdiği örnek mücadelesinin insanlara ulaşmasına ve onların anlamasına engel olurlar.”[7]

Benzer bir engel, her şeyi tekeline alan sol şeflerde de mevcuttur. Onlar, bir sırrın sahibidirler ve o sırrı kimseyle paylaşmak istemezler. Birileri aritmetik birer ifade olarak tekil insanları belli bir mekânda ve zamanda bir araya getirmenin kibri ile hareket ederler. Bu kibir, belli bir sır olduğu iddiasına yaslanır. O özeldir. “Ben tek bir duayı zor ezberliyorum, adam Kur’an’ı hatmetmiş” ya da “ben Marx’ın bir kitabını anlamakta zorlanırken, adam anlamış, üstüne bir de bunun teorisini yapmış” diyenleri kandırmak artık gayet kolaydır. Bir şef olmanın önkoşulu, herkesi tekilleştirmek ve tekil bir “güç” olduğuna inandırmaktır. Kimseyi kendilerinin ebedî bir ihtiyaç olduklarını başka türlü ikna edemezler.

Teori ve ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, iç meseledir aslında. Tekil bireylerin iç hesapları ve hesaplaşmaları, o İç’in olduğu gibi muhafazası gayesiyle, dışarıda kimi insanların “kurban” seçilmesini gerektirir. Teori ve ilim hakkının özel şahıslara bahşedilmesi, suların karışmaması için gereklidir.

Yirmi dört saat Müslüman ya da devrimci olmak mümkün değilse, eylem ve amel dışında kalanların hükmü başkalarına teslim edilmelidir. Bu içerinin biraz Yahudi biraz Hıristiyan biraz reformist ya da muhafazakâr kalması noktasında zorunludur.

İlgili gerilimi ve çelişkiyi emek-sermaye ya da ezen-ezilen üst çelişkisine bağlayanların sıcak ana kucağını asla terk edememelerinin nedeni, burasıdır. Terk varsa, ikame vardır. Kucak değişmiştir sadece.

Kavga-mücadele-savaş, hat çekme meselesidir. Kavga için adam toplamak adına bütünlükçü, birlikçi edebiyatın devreye sokulması kaçınılmazdır. Ama bu edebiyat, söz konusu hattın çekilmesi esnasında bir anlam taşımaz. Kavga, mücadele ve savaş, içeriyi de bölmüyorsa yoğunluğu düşüktür. Bu düşüklüğün altında teslimiyet yatar. Teori ve ilim sahipleri, bu bölünmeyi kendi bekaları için asla istemeyeceklerdir. Bu nedenle, teslimiyet her daim baştan başlar. Nesnel olarak hep kolay teslim olacak unsurlar başa geçerler.

Teorik planda “haklı-haksız savaş” ayrımı ve bu ayrım üzerinden yapılan felsefî tartışmalar, boştur. Hak denilen şey, hâlâ efendilerin, zalimlerin belirledikleri bir şeyse, mazlumların mücadelesi “haksız” değil, “hak-dışı” olmalıdır. Salt hukuk kavgası, karşı tarafa sınır çekerken, onun mevcudiyetini tanıyacak, kendi içindeki “düşman”ı muhafaza edip onu meşrulaştıracaktır. Bu kavga, ahlâkî-düzleyici-eşitleyici bir mücadeleyi de içermelidir. Bu sayede içte de sınır çekmek, içteki düşmanla hesaplaşmak mümkün olacaktır.

Kürd’ün, Müslüman’ın ve sosyalistin politik mücadele tarihi, düşmanın bu telkinine inanmak, bölünmek, kalanlarla yeniden rüşt ispatına yönelmek ve tekrar aynı yalana, bu sefer bilerek, kapılmakla yüklüdür. Düşman, ülkenin temellerinde olumlu ve olumsuz anlamda, kanı bulunan bu üç dinamiği birbiriyle “tokuşturmayı”, kendisine uygun bir bileşkeyi yükseltmeyi bilmiştir. Bu bileşke, efendilerin önünde diz çökenlerin ortak paydasıdır. Çelişkilerden kurtulmak amacıyla, Kürdlüğünden, Müslümanlığından ve sosyalistliğinden azad eden kişiler, efendilerin muhafazakâr ya da liberal hukukî düzenine eklemlenmişlerdir.

Buradaki psikoloji, uyduruk bir Hollywood filminde Türk bayrağı görünce sevinmekle ilgilidir. “Kürtçe şarkı söyledi” diye kimilerine paye vermek, “başörtüsü takıp podyumda yürüdü” diye bir mankenin dizisini sevmek, “sol lafları pazara çıkarttı” diye ilgili kişilerin kitaplarını satın almaktır mesele. Bu psikoloji, diz çökmeden önce edilen dua gibidir.

Bu açıdan, çelişkinin kendisini Kürtlükte, Müslümanlıkta ya da sosyalistlikte, özel olarak işçilikte görmek, mücadelenin, psikolojik belli içeriklere sahip bu unsurlardan kurtulma mücadelesini koşullar. Böylesi bir mücadelenin liberal ya da muhafazakâr kanala girmesi kaçınılmazdır.

Elbette özgürlükçülerin eşitleyici; eşitlikçilerin özgürleştirici bir yanı mevcuttur. Bu anlamda kurtulma çabası, efendilerin “Kürd”ünden, “Müslüman”ından ve “sosyalist”inden kurtulmayı hedefliyor da olabilir. Öte yandan muhafazakârlık biçiminde tezahür eden düzleme, eşitleme pratiği, bir anlamda efendilere diz çöktürecek Kürd’ün (ve Türk’ün), Müslüman’ın ve sosyalistin korunmasını öngörüyor da olabilir. Politik-ideolojik-teorik faaliyet, buradaki devrimci ayıraç-kama olabilmelidir.

Son dönemde ayyuka çıkan “sivilleşme” teraneleri, Kürd’ün Kürdlükten, Müslüman’ın Müslüman’lıktan ve işçinin işçilikten çıkıp soyut bir yurttaşlıkta eritildiği, demokrasinin bu şekilde tesis edildiği bir burjuva kurgusuna aittir. Buradaki yurttaşlık, vicdandan ve duygudan azadedir. Saf, düz ve pürüzsüz bir akıl âleminde, herkes demir tozları gibi, piyasanın güçlü mıknatısının insafına terk edilir. Toplayacak ve dağıtacak ise gene odur. Toplanan yerin, çekim merkezinin daima bir sözcüsü olacaktır. O sözcüyü eleştirmenin, kendi sözünün merkez hâline gelmesini istemek dışında, devrimci bir içeriği olabilmelidir.

Hudud

Düşünce dünyasının da bir iktisadı vardır ve bu iktisat, maddî iktisattan asla bağımsız değildir. İktisat, temelde optimuma endekslidir, optimum ise eldeki imkânları en elverişli biçimde kullanmakla ilgilidir. Teori konusunda, devrimciler için optimum, kitleler nezdinde en elverişli olandır. Dert üstü murat üstü olan bir akademisyenin marksizmi ile asgarî ücrete köle olan bir işçinin marksizmi farklı olmalıdır. Tek seferde bir işçi maaşı kadar kitap satın alan bir aydının politik önerileri ile işçinin hakikati arasında ciddî bir açı mevcuttur. Bu anlamda Marx ile başlayan literatüre yönelik, farklı bir ölçü ve ölçek üzerinden, sınırları aşma bağlamında yapılan okuma, proleter açıdan reddedilmeli, ilgili literatür, tersten, bir sınır çekme, had bildirme gerçeği üzerinden okunabilmelidir.

Hegel, Feuerbach, Adam Smith ve Ricardo’nun aşılmasına kilitlenenler, ilgili isimlerde somutlanan teorinin Marx ayracı ile sınırlandırıldığına ilişkin bir fikir de edinmelidirler. Marx’ın bu teorisyenlerin söz sahibi olduğu piyasada kendi dükkânını açmak için uğraştığını, dükkân sahipleri iddia etmişlerdir. Marx’ta gördükleri, kendilerinde görmek istedikleridir.

Düşmanın “bir adamın lafının peşinden mi gidiyorsunuz, siz de akıl yok mu?” sataşmaları üzerinden dillendirdiği “marksizm”, düşmanın elinden alınmış, silâha dönüştürülmüş ve tahkim edilerek yeniden düşmana çevrilmiştir. Aynı durum leninizm için de geçerlidir. İlk eylemin altında Engels’in, ikincinin altında Stalin’in imzası vardır.

Yirminci yüzyıl marksizm tarihi, bir tür marksizmi ya da komünizm teorisini Engels ve Stalin’den kurtarma çabası ile yüklüdür. İki isimdeki “kabalaştırma”, dükkân sahiplerinin ticarî perspektiflerini daralttığı için düşman bellenmiştir.

Marx, genelde onun dini felsefe, felsefeyi bilim, bilimi politika ile aşmışlığı üzerinden okunur. Tersi geçerlidir: politika bilimle, bilim felsefeyle, felsefe dinle sınırlandırılmıştır. Başı sonu belli, akademik, derli toplu, bütünlüklü bir politika, bilim, felsefe ya da din kitabı yazmadığı için Marx’ı eleştirenler, onun had bildiğini ve bildirdiğini görmezler. Gördükleri, sadece fikri-teorik sınırların aşılmasıdır.

Bu marksistlerin sınır gördükleri anda marksizmi de geriye ya da ileriye doğru aşmaya çalışmaları kaçınılmazdır. Had bilmezlik ve bildirmezlik, marksizmi de sınır olarak tespit etmekten çekinmeyecektir. Bu aşma gayreti, doğası gereği, özel olarak Marx ve Engels’in tartıştığı, karşıya aldığı, Proudhon, Lasalle ve Duhring gibi isimlerin güncelleştirilmesi ile sonuçlanacaktır.

Bütün’cülük anlamında faşizm, aydın kafasındaki teorinin kendisinde mevcuttur. O içte “faşist”, dışarıda “liberal”dir. Teori işi, esnaf, zanaatkâr ya da tüccar pratiğine paralel bir işleyiş içinde gelişir. Orada akan faşizmse, teori de bu ideolojik gömleği giyecektir. Tekçi, bütüncü yaklaşımların dışarıda parçacı, kaos’çu, liberal yönelimler içine girmesi kaçınılmazdır. Tersi de geçerlidir: kafada liberal olan, dünyaya ve evrene total, düz, despotik bir eylemle yaklaşacaktır.

Son birkaç yılda, akademyada Žižek üzerinden yürütülen tartışma, düşüncedeki ve düşünce pratiğindeki iktisatla ilgilidir. Fazıl Say’ın “yavşak!” çıkışı da buraya denk düşer. Bir konserde “on yedi milyon nota”ya bastığı, armoni bildiği ile övünen Say’ın esasta itiraz ettiği arabesk değil, müziğin herkesçe yapılabilirliği, kendisinin “dahi” özel’liğinin anlamsızlaşmasıdır. Onun ifadesine göre, “her duygulanan” yani, “her duygusu olan” müzik yapıyor olamaz. Müzik, özel insanların özel uğraşısı ve geçim kapısıdır. Žižek’e yönelik “popülerlik” eleştirisi de aynı yerdedir. Onun “derin felsefî meseleleri gündelik hayata tercüme etmesi”, kabul edilemez. Esasta “bize has, bize özel şeylerin bu şekilde ayağa düşürülmesine karşıyız” denilmektedir.

Yani, bir biçimde anlaşılan metnin özelleşmesi ve bu yolla yücelmesi, ayrıksılaşması, ona harcanan “emek-zaman”ın kıymetlenmesi sonucu aydın, ilgili teorik katkının gerçekliğine uzaklaşır. Bir kitap için harcanan vakitle ilgili algı, kitabın anlaşılmasını ve değerlendirilmesini de etkilemektedir. “Ben bu işe yıllarımı verdim” kibri, harcanan yılları, teorinin üzerine çıkartmakta, teorinin gerçek yeri ve anlamı gölgelenmektedir. Oysa her kitap okuru, en genel anlamda, kitabın kapağını açtığında, kendisinden önceki ve sonraki uçsuz bucaksız bir mahşer yerine dönmüş bir savaş alanına girmektedir. Bu anlamda o, orada, onlarla birlikte, işin çok küçük bir kısmını, o da eksiği gediği ile, hallettiğini düşünmek zorundadır. Harcanan saatler ya da yıllar, ilgili kitabın ya da teorinin mezarı olmamalıdır.

Bu noktada marksizm tarihinden bir örnekle devam etmek mümkündür: Althusser, otobiyografisinde, üyesi olduğu Fransız KP’si içinde, politik her türlü müdahale imkânının sıfırlandığından, kendisinin de bu nedenle, saf bir teorik müdahaleye yöneldiğinden bahseder. Bu müdahalenin amacı, genel teorik alanda muarızlarının, hasımlarının ellerini bağlamaktır. Bu müdahaleye ilişkin Marx’a projeksiyon tutar ve onun biyografisini ikiye böler. “Genç/yaşlı” ayrımı da söz konusu müdahale ile ilgilidir. Gençliğin duygu, yaşlılığın akılla ilişkisine göndermede bulunulur. Dert, bu hâliyle marksizmi her türden gençliğe özgü toyluktan, acemilikten ve duygusallıktan arındırmaktır. Bu amaçla, Marx’a ve onun yaşadığı dönemdeki teorik yaklaşımlara salladığı kırbaca bakılır. Althusser, özelde Komintern’in tasfiyesi ve Çin Devrimi’nin etkileri arasında sıkışmış KP’nin sancılarına ilişkin somut bir ifadedir.

Faşizmde devletten, ırktan, kandan ve topraktan bahis açıldığı vakit tüm akan suların durmasında olduğu gibi, teorisizm için de teori, böylesi bir kudrete sahiptir. Bu anlamda Althusser’in ideoloji ve felsefe karşısına yerleştirdiği bilim, sınırlayıcılık değil, bu türden bir kudrete sahiplik üzerinden değerlidir. “Felsefeye politikacı, politikaya felsefeci olarak müdahale etme” arzusundaki Althusser’in elindeki tek müdahale aracı, bilimdir. Çünkü bilim, kimsenin karşı koyamayacağı hakikatleri dillendirme konusunda önemli, muktedir bir öğedir.

“Althusser, Fransa’da belli bir entelektüel iklime denk düşer. Her ne kadar Althusser, genel anlamda, birey olarak, tecrit edilmiş olsa da onun öteki Fransız düşünürlerin teşkil ettiği cemaatin içinde arz-ı endam edebilmesi noktasında, uygun bir uğraktır bu. Onun başarısı emsalsiz bir olgu değildir. Tam da antropolog (Claude) Lévi-Strauss’un ampirik olayların çeşitliliği arkasında evrensel bir zihnî yapı olduğunu iddia ettiği ya da (Jacques) Lacan’ın en genel anlamda insan ruhunu kavrayabildiğine inandığı bir dönemde, Althusser de karmaşıklığın birliği ve bütünlüğü olarak toplumun belli bir bütünlük ve birlik olduğunu düşünür. Lévi-Strauss’un belli bir ilkel halk topluluğuna ait geleneklerin görece daha büyük bir yapı ile ilişkilendirebileceğini iddia ettiği, Lacan’ın hasta bireylerin terapisini büyük insan öznesine bağlamanın yollarını araştırdığı ortamda Althusser de her toplumsal formasyonda hâkim tek bir yapının olduğunu söylemektedir.”[8]

Tek yapı, tek hakikat, tek merkez, cümleten, tekil bireye işaret eder. Bu, ilgili tekleştirme işleminin tümüyle yanlış olduğu anlamına gelmez. Kasıt, işlemi yapanın kendi mevcudiyetine, varlığına ilişkin belli bir vehim içine girmesidir. Buradaki tekleşme ve bütünleme eğilimi, aslında teorik faaliyetin krizi ile ilgilidir. Kriz, krizin görüldüğü faaliyetin öldürülmesi ile mümkündür. Eski bir millî eğitim bakanının ifadesi ile “şu okullar olmasa bakanlığı yönetmek daha kolay” demek gibi bir şeydir bu. Örnek olarak, Hitler iktidarı, krizdeki Alman siyasî faaliyetinin öldürülmesi, siyasete hiçbir alan bırakılmaması ile ilgili bir iradenin ürünüdür. Ölümün ve sonun rasyonel kılıfını geçmişten veya gelecekten devşirmek mümkündür.

Althusser örneğinde, onun maoizmin Fransız KP’si içindeki etkileri bağlamında okunabileceğini söylerken, belki de tüm yazı-çizisi ile yazarın bir dalgakıran olduğu da iddia edilebilmelidir. Althusser ekolünden Regis Debray’nin Küba Devrimi’ni kırarak Latin Amerika’ya okutması için de aynı tespiti yapmak mümkündür. En basit hâliyle, Mao ve Castro’nun sadece özel kişilere açılabilen birer “ilah” olması, okurun bozulmuş, dönüştürülmüş bir metinle, ilgili önderlerin pratiğini dar aklî bir kurguya kapatması, nesnel olarak, böylesi bir “objektif ajan”lığa alan açacaktır.

Başkalarını düşündürtmeden düşünen, özünde düşünceyi öldürüyordur. Aynı tespit, eylemek için de geçerlidir. Zira düşünce de eylemdir.

Taktik-Strateji-Teori

“Marx’ın felsefî antihümanizmi, hümanizm dâhil, tüm verili ideolojilerin gerekliliğini anlamamızı sağlar. Ancak, aynı zamanda eleştirel ve devrimci bir teori olması sebebiyle o, söz konusu ideolojilere tatbik edilmesi gereken taktiklere, yani onların desteklenip desteklenmeyeceğine, dönüştürülüp dönüştürülmeyeceğine ya da onlarla mücadele edilip edilmeyeceğine ilişkin bir anlayış da getirir. Dahası marksistler, stratejiye dayanmayan bir taktiğin ve teoriye dayanmayan bir stratejinin mevcut olamayacağını bilirler.”[9]

Althusser’in bu sözü, bir bakıma, herkesin teorisyenlere tabi olduğu bir kurguya işaret etmektedir. Atıfta bulunduğu ve kendi felsefî pratiğine ortak etmek için istismar ettiği Lenin, partideki genel teorik-ideolojik yönelimin 1908-1915 arası dönemde yaşanan durgunlukta sağa kaydığını görerek, buna karşı teorik bir mücadele verilmezse, sonucun hüsran olacağını söylemektedir. “Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” mottosu, tam da bununla ilgilidir.

Lenin, ayrıca teorinin de bir eylem olduğu üzerinde durarak, teorinin kendinden menkul bir zanaat olarak ele alınmasını söyleyen eğilimlere karşı kendisini şerbetler. İlgili durgunluk döneminde Capri ve Bologna’daki aydın-işçi çalışmalarına dair yaklaşımı da bu yöndedir. Örneğin, özel olarak, “sanat özgür olsun, ama partili sanattan söz ediyorsak, bu özgür olamaz” der. Partinin aklı değil, aklî, vicdanî jeneratörü olarak faaliyet yürüten Lenin için politik mücadelenin ana üssü, partidir. O, ilgili işçi okullarında yürütülen faaliyetin militan devrimci kadroları likide ettiğini düşünmekte ve aslında Duhring ile arz-ı endam eden akademizmin proleter harekette su yüzüne çıkışına itiraz etmekte, özetle, parti içinde “entelejansiya” üyesi olma kibri ile hareket edenlere “parti işçisi olun!” demektedir.

Althusser’in tespitinde benzer bir entelektüel arîlik söz konusudur. Bu arileşme, doğal olarak bir yüce belirlemek durumundadır. Yüce olan, teoridir; bir tür yücelme, yükselme biçimi olarak teori, stratejinin ve taktiğin üzerindedir. Marksistler, taktik, strateji ve teori arasındaki ilişkiden haberdardırlar, ama aynı zamanda onlar, Althusser gibi aydınların da kendi teoriye dair oluşlarını yüceltme girişimlerinin her türden taktiği ve stratejiyi de karartma ihtimalini içlerinde barındırdıklarını görmelidirler.

Taktik ve strateji, savaş ve ordu tarihi ile ilgili kavramlardır. Althusser’de teori, orduya ve savaşa yukarıdan bakan ilahi bir göz gibidir. Marx’a atıfla formatladığı “antihümanizm”, bir süre sonra, hümanizmi de içeren ideolojiler dünyasında, “destekleme, dönüştürme ve mücadele etme” üzerinden yürütmesi gereken taktik ve stratejiyi unuttuğu bir yerde dondurulur. Antihümanizm, marksizmin verili alanını fetheder, onu oradan kovar. Kaş yapayım derken göz çıkartılır ve marksizm, ideolojiler alanının alt bir unsuru hâline gelir. Süreç içinde “Stalin’in sol eleştirisi”ni yaptığını iddia eden Althusser, “Stalin’in sağ eleştirisi” olan troçkizmin yanına yerleşir.

Althusser, her daim ayrıksı duracağı belli bir örgüt formu aramış ve bulmuştur. Bu örgüt, kimi zaman Kilise, kimi zaman parti olmuştur. Kendisini Kilise’den “bilimsel bir teorik kurgu olarak marksizm”; partiden “teolojik bir kurgu olarak” teorik marksizmle ayırmıştır. Başlarda ortalama bir hegelci iken bu yoldan sapacak noktayı dinin yerine ikame ettiği bilimin kendisinde bulmuştur. Stalin’den sapacak nokta, maoizm; leninizmden sapacak nokta ise Fransız-İtalyan kırması bir tür marksizmdir. Onunla ilgili 1974’te bir çalışma kaleme alan öğrencisi Saül Karsz, bahsi geçen politik ayrımı şu şekilde dillendirmektedir: “Mao’suz Marx revizyonizmse, Lenin’siz Mao solculuktur (goşizmdir).”[10]

Taktikten ve stratejiden münezzeh saf teori de belli bir taktiğe ve stratejiye tabidir. Buradaki taktik, FKP aydın güruhu içinde öne çıkmak, strateji ise FKP’yi öne çıkartmaktır. Onca eleştiriye rağmen Althusser’in partiden ayrılmamasının sebebi buradadır.

Gerçek nesnelere bilgi nesneleri olarak muamele edilemeyeceği açıktır. Althusser’in kendi teorisyenliğinin arîliği ve yüceliği için yaptığı bu ayrım, bilginin nesnelliğini ve nesnenin bilinebilirliğini ortadan kaldırır. Entelejansiya, bir kez daha, sınıfsal ilişkilerde kendisine ait önemli bir yer bulur ve marksizmi buna göre eğip büker. Sınıflardan ve sınırlardan azade bu güruhun pratik eylemlilik için önerebileceği herhangi bir taktik ve strateji yoktur. Ürettiği teori, taktik ve strateji arasındaki sınırı da siler, onlardaki sınıfı kapı dışarı eder. Sınır sınıfsalsa ve sınıf sınır çekiyorsa, her ikisinin mevcut olduğu siyaset alanında entelejansiyanın ürettiği teori, sıvı gibi, her çatlağa sızacak ve oraları kapatacaktır.

Marksizmin teorik bir eylem olarak akademyaya kabulü yönünde ortaya konulan çabalar, belli bir meşruiyet çabası ile, felsefe, bilim ve siyaset alanındaki sınırları silecek, onun sınıfsal varlığını görmezden gelecek, marksizmin onay alması amacıyla onu verili ideolojiler dünyasına hapsedecektir. Bu marksizmin, birilerinin ona ikna edilebilmesi için, elbette ki, “yüksek ideoloji” olarak pazarlanması gerekecektir.

Böylelerinin “epistemolojik olarak, tarihin sınıfsal, ideolojik, kültürel öğelerinden ari bir bilimsel bilgi olarak tarih bilimi varlığını koyacaktır” demeleri kaçınılmazdır. Arîlik, biyolojiktir; biyopolitik, faşizandır. (Ekonomi-politiğin kapitalist, jeopolitiğin ise emperyalist olduğu bu tespite eklenmelidir.)

Teorik Arîlik, Politik İlkesellik

“Doğru’nun manyetik gücüne çok güvendim. Üstte sanki demir tozları ve kâğıdının altında mıknatıs, demir tozları müthiş düzenliyor ve doğru ise, bütün gözlemler, doğrulamak için koşuyorlar. Üst kattaki embryon’a, doğruların gözlemlerin, doğrulamak üzere, konuşmaları beni hep büyülemiştir. Bilim, büyülü bir yoldur. Hep başında bir üst katındayım, temele hiç inemiyorum. Bu arada, doğru’nun büyük bir güçle doğrulanması, bana, çok mistik geliyor. Çözemediğim yanları var.”[11]

Kısa zaman önce bir TV kanalında yaptığı programda Cübbeli Ahmet Hoca’nın rüzgârdan açılan pencerede “keramet” bulması gibi, Yalçın Küçük de durduğu yerin doğruluğunu bilime, özelde fizik bilimine dönük bir metaforla anlatıyor. O öylesine doğruda duruyor ki tüm bilgiler, mistik bir seyir içinde, kendisinde, bir araya geliyor. Bir aydınlanmacı olarak Hoca, bilginin öznel kudretine tapıyor ve orada kendinden menkul bir iktidar buluyor.

Bilmekle özgürleşeceği iddiası ile tekil insanları kandıran Aydınlanma, Hoca’ya sürüyle mürit buluyor. Aydınlanma’nın ekonomi-politiği, liberalizm ve muhafazakârlık emrediyor. Hoca, kendine liberal, âleme muhafazakâr olmayı öğütlüyor. Liberalizm ve muhafazakârlık arasında salınan tekil-bireyler, çelişkinin çözüldüğü momenti Hoca’da bulduklarından, onun esrik belagatini cezbe içinde dinliyorlar.

Geçmişte Hoca’nın tilmizi olan Metin Çulhaoğlu da onu, “doğruda durmanın felsefesi” ile yüklenmişin kendisi olduğu iddiası ile aşıyordu. Aşmak, Çulhaoğlu’nun pek sevdiği hegelyan terim “aufhebung”a atıfla, “içererek” gerçekleşiyor. Bu anlamda yukarıda alıntılanan ifadesinde sözünü ettiği “aydın-birey”, esasında Yalçın Küçük’e işaret ediyor. Onun hocasına yönelik itirazı, kendisinin de böyle olmasına izin vermemesi sebebiyle gerçekleşiyor. Bu gelenek, matruşka bebekler misali, hep bu tip insanlar üretiyor.

Çulhaoğlu, “Nihai öğretici, her durumda toplumsal pratiktir. Gene de, teorik güç ve soyut model kurgulayabilme yeteneği toplumsal pratiğe çok daha ileri noktalardan başlanması gibi küçümsenemeyecek bir avantaj yaratır”[12] diyor. Böylelikle toplumsal pratiği salt “öğretici”lik açısından anlamlı gördüğünü ikrar etmiş oluyor. Toplumsal pratik, Çulhaoğlu nezdinde, bilişsel, zihinsel sürecin kölesi yapılıyor. Kafadan başlayıp gene kafada biten bir faaliyet, pratiğe hüküm koyuyor. Bu kafa, her türlü sızmaya, kaçağa karşı sürekli zırhlanıyor.

“Toplumsal pratiğin teorik güç ve soyut model yeteneği ile daha ileri noktalardan başladığı”na ilişkin bir örnekten bahsedilebilir: 28 Şubat öncesi postal sesleri gelmeye başladığı vakit Çulhaoğlu o günlerde, “darbe geliyor, darbenin merkezî üsleri Atatürkçü Düşünce Dernekleri olacak” diyordu. “Teorik gücü ve soyut model kurgulayabilme yeteneği”, onu on yıl sonra daha “ileri noktalar”dan başlamasına imkân verdi ve “darbe üsleri” ADD’lerle ortak mitingler düzenlemeyi içine sindirebildi. Şu kaba yorumu yapmak mümkün dolayısıyla: Çulhaoğlu’nun bu yeteneği, aslında gelecekte yaşanacak kötü durumlara şimdiden hazır olmaya endekslenmiş.

Hocaları Yalçın Küçük de 1979’da Sosyalist İktidar dergisinde, sadece kendisinin bildiği iddiası ile “darbe yapılacağı”nı söyledi. Oysa Dev-Yol, TKP ve KSD, herhangi bir hazırlık belirtisi göstermeseler de darbenin geleceğini biliyorlardı. Aynı “teorik güç ve soyut model” becerisi, Hoca’ya yıllar sonra ilk-CHP’liliğini anımsattı, Hoca kemalizme ricat etti ve “aydın sosyalizmi”ni laik-modernist-aydınlanmacı bir eksene oturttu. Türkiye’nin “yerli Lenin karikatürü” olarak pazarladığı mevcudiyeti, aslında CHP’liliği hiç bırakmadı. TİP-TKP geriliminde de sebep burasıydı: kurucu parti ile kendi kendine gelin güvey olup pratiğini kuruculukla tanımlayan TKP arasındaki yarışta Küçük, “CHP ikamesi” olan TİP’i özerk, özgül, yerel bir alternatif olarak düşlüyordu. 12 Eylül ve 28 Şubat sonrasında Lenin’in kendi ülkesinde Hıristiyan ve Müslüman halklara yönelik siyasetini kavramaya hiç niyet etmedi. Aksine, kurulan temasları yanlışlayan tarihsel analizler geliştirdi. Kürt hareketini de bu yatağa çekmeye çalıştı. İşlevi, kirli, dağınık, düzensiz ve belirsiz görünen çıplak maddî gerçekliği, siyaset adına derleyip toplamak ve makulleştirmekti. Canlı bir “mıknatıs” gibi ortalıkta dolaşmasının sebebi buydu.

“Mıknatıs”, sözcük olarak, eski Grekya’da bir dizi kabileyi birleştiren bir kabilenin adından geliyor. Bu canlı mıknatısların, ülkenin, bölgenin ve dünyanın parçalandığı noktada ortaya çıkmaları tesadüfî değil bu anlamda. Rakipleri de tabiî ki dinî ve millî siyasetler olacaktır. Çünkü onlar da belli kesimleri birleştiren ideolojik havzalardır.

“Mıknatıs” metaforu ile işaret edilen “soyutlama” ise eğer, burada itiraz edilen o ya da bilimsel teorik çalışma değil, ideolojik planda, bu işi yapanın kendinden menkul bir kudreti kendisine vehmetmesidir. Elbette ki teori, kendince, “totaliter ve otoriter”dir. Teorinin belirlediği taktik ve strateji ile teori içi taktik ve strateji aynı olmadığı gibi, teorinin kendinden menkul “kudret”ini pratik hayata dayatmak da yanlıştır.

Sol militan kadrolardaki genel eğilim, verili durumun ve dönemin fiilî gerçeklerine dayattığı şeyleri yapmak, sorumluluk almak ve işe koşulmak değil, geleceğin tahayyül düzeyindeki hâli olarak, birer teorisyen kisvesinde, üst kademelerde konuşlanmaktır. Bu, bugünde cennet arayışıdır. Parti fikriyatı bile, büyük bir holdingin müdür koltuğunda oturma arzusuna benzer bir arzu ile biçimlenmektedir. Ortalıkta “canlı mıknatıs” misali gezinen kadroların “parti işçisi” olması mümkün değildir.

“Ne yapmalı?”dan ziyade, “ne okumalı?” sorusunu soran gençlik, kurguda yerini almak istemektedir. Bu, “devlet” olan şeflerin bütünlüklerini tekil gençlere yedirdiğini gösterir. Gençler de tekilliklerini o bütüne vakfetmişlerdir artık. Siyaset içinde “demokrasi ve devlet” kendisini bu biçimde göstermektedir. Partinin “demokrasinin mi devletin mi aracı” olduğuna ilişkin tartışma bu sayede açığa çıkmaktadır. Bu tartışmada “devrimin partisi”ne yer yoktur. Bugünde devrimin partisinin sınıfsal ve iktidara ilişkin dönüşümlere açık olamamasının nedeni de burada aramak gerekmektedir.

Gençlik, tekil-birey olarak kabul görmekten memnundur. Onun özel alanları, özel mücadele zeminleri vardır ve buraya kimseyi karıştırmamak istemektedir. Orada yürüttüğü mücadelenin kısmî, geçici başarısının ışığına aldanıp siyasete hüküm koymak istemekte, genel anlamda bir “gerontokrasi” eleştirisi yapmaktadır. Ama bu eleştiri, gene kendi bütünlüklerinin tikelliklere hüküm koyması, tikelliklerin bütüne bağlanması ile ilgilidir.

Genç kadroların tekilleştirilmiş “gençlik” kümesinden değil, kolektif eylem gerçekliğinden düşünüp eylemeleri gerekir. Örgütün üst kademelerine “kapak” atmak değil, mücadelenin mevzilerini ilerletmek için düşüncede ve gerçekte faaliyet yürütmelidir.

“Ne okumalı?” sorusu, “ne yapmalı?” sorusunu gölgeleyemez. Bilgi eylemin, eylem bilginin sınırlarına tabidir. Mesele de bu sınırlarda dövüşebilmektir. Bilgilenmeyi, eğitimi malumatfuruşluktan, yani boş bilgi satıcılığından, eylemi ve devrimci faaliyeti oyalanmaktan ve mastürbasyondan kurtaracak şey, budur. Mesele, sınırların, dövüşerek, tespit edilmesidir, sınırları aşmış oldukları iddiasındaki aydınların sundukları hazır reçeteleri ezberlemek ve uygulamak değildir.

“Sınırötesi gazeteciler ya da doktorlar”ın savaş dönemlerinde ajan olarak kullanıldıkları bilinir. Yetmişlerin başında “sınırötesi sosyalistler” olarak böylesi bir ajan faaliyetini ifa eden Birikim dergisi[13], bugünlerde, AKP gazı ile, sosyalist solla ilişkisini kestiğini ilân etti. (Sırada PKK gazı ile, “sınırötesi marksistler” olarak arz-ı endam eden Teori ve Politika[14] dergisinde!)

İhanet içinde olanların ihanetlerini makulleştirme gayreti ile teorik çalışma yürütmeleri sebebiyle, esasında ortada bir ilişkiden çok saldırının olduğu söylenebilir. Teorik çalışma, örgütlerine, hareketlerine, ideolojilerine öfkeli olanların ve oralardan çıkmaya bakanların kendilerine açtıkları bir teneffüs alanıdır burada.

Birikim sosyalizmin; TP, marksizmin kavgadan, mücadeleden ve savaştan azade, bugüne kapatılması girişimidir. Birikim, dövüşmemiş bir sosyalizmin; TP, dövüşmemiş bir marksizmin bugünde galebe çalmasını istemektedir. Biri diğerinin eksik bıraktığını tamamlamaktadır. Dövüşerek kazanılan mevzilerin sosyalizmden ve marksizmden ayıklanması, “teorik faaliyet” olarak yutturulmaktadır. Buradan yüce bir teorik bütünlüğün çıkacağını umanlar, evdeki pirinçten olduklarını fark etmemektedirler. Oysa Dimyat’ta ne cennet vardır ne necat!

Yanılmamak, kaybetmemek, yenilmemek, düşmemek, kavganın lügatinde yazmıyor. Kavganın lügati, her türlü çelişkiden azade, arî bir yer olarak kodlandığı ölçüde, kavga anlamsızlaşıyor, değersizleşiyor. Bugünde, burada, cennet buldukları iddiasında olanlar, bu ya da öte dünyadaki cennet için dövüşenlerin mirasını içeriksizleştiriyorlar. Burada, bugünde, belli bir bütünlük, belli bir kurgu içinde meşru ve aklî bir konum elde ettiklerini düşünenler, kendilerini eleştiren tekillikleri ya göreceliğe hapsediyorlar ya da görmezden geliyorlar.

Siyaset ehli olanlar, reformizmlerini kılıflamak için teori üretiyorlar. Herkesi, daha doğrusu, kendisine en uygun olanları, mıknatısın çekim gücüne teslim olmaya çağırıyorlar. Olmayanları “bozguncu, bölücü mihrak” olarak damgalıyorlar. Başarıcı bir psikoloji hâkim oluyor ve teoriyi başarıya kilitliyor. Şirket yönetmekle örgüt yönetmek arasındaki sınır, silikleşiyor. Rekabet ve mülkiyet ilişkilerinin kulu olan bir kadro tipolojisi ürüyor. Demir tozları, hâlâ demir oldukları yalanı ile kendilerini avutuyorlar.

Bilindiği üzere, alaşımdaki demir atomlarının kaymasını önlemek amacıyla karbon ekleniyor ve demir çelikleşiyor. Teorik mıknatıslarını pratiğin ortasına yerleştirenler, kaymaları hızlandırıyorlar, karbon oranını düşürüyorlar; tekil başarılara ulaşma gayesi ile koşuşturup duran kadrolar ise kolektif devrimci faaliyeti kan ve terle beslemeyi hiç düşünmüyorlar. “Teorik arîlik” ya da “politik ilkesellik”, başarı için ölçü hâline geliyor.

Bir kılıç ustası kılıcına tabi ise eğer, kılıcın maddesi de önem arz ediyor demektir. Fazla karbon, kılıcı kırılganlaştırıyor, azı, yumuşatıp esnetiyor. Gerekli ölçü, pratikte çıkıyor. Bu noktada, İsa gibi, “size barış değil, kılıç getirdim” demek gerekiyor.

Eren Balkır
16 Ekim 2010

Dipnotlar
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.

[2] Eren Balkır, “Solun Umudu ‘Hâlâ’ Cehepe!”, 21 Mayıs 2010, İştirakî.

[3] Eren Balkır, “Devlet ve Demokrasi Arasında Sol”, 2 Eylül 2008, İştirakî.

[4] Metin Çulhaoğlu, “Oblomov Güncelliğini Koruyor mu?”, 21 Ağustos 2010, Haberveriyorum.

[5] Eren Balkır, “Hücreleri Parçalamak”, 30 Ağustos 2008, İştirakî.

[6] ISIZWE, “İşçiciliğin Hataları, 3 Kasım 1986, İştirakî.

[7] Ahmet Örs, “Eğitim Seminerleri”, 13 Ekim 2010, Haksöz.

[8] Douglas Johnson’ın “Takdim” yazısı, Louis Althusser, The Future Lasts Forever: A Memoir içinde, Yayına Hazırlayanlar: Olivier Corpet ve Yann Moulier Boutang, Çev. Richard Veasey, New Press: New York, 1993, s. vi–xviii.

[9] Louis Althusser, “Marxism and Humanism”, Ekim 1963, MIA.

[10] Saül Karsz, Théorie et politique: Louis Althusser, Paris: Fayard, 1974, s. 131.

[11] Yalçın Küçük, Fitne, Mızrak yay., 2010, s. 392.

[12] Metin Çulhaoğlu, Tarih Türkiye Sosyalizm, Gelenek yay., Mart 1988, s. 28.

[13] Ömer Laçiner ile Söyleşi, 24 Eylül 2006, Birikim.

[14] Eren Balkır, “Teori ve Politika’nın Hakikî Marksizmi”, 25 Nisan 2009, İştirakî.

10 Ekim 2010

Avrupa ve ABD’de İslamofobi


Avrupa’da İslamofobi ve Aşırı Sağ: ABD İçin Dersler


Bugün Avrupa, her yeri kasıp kavuran, tehditkâr bir eğilimle sarsılıyor. Müslüman ve göçmen karşıtı retoriği kullanan aşırı sağ partiler, bir dizi Avrupa ülkesinde seçim zaferleri elde ettiler. Haziran’da Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu partiler, bugüne dek görmedikleri bir oy oranına ulaştılar. Faşist köklere sahip Britanya Millet Partisi, bir milyon civarında oy aldı ve ilk kez Avrupa Parlamentosu’nda iki koltuk sahibi oldu. Geert Wilders’in Hürriyet Partisi (PVV) de benzer bir başarı elde etti.

Time dergisinin Haziran seçimleri ile ilgili kapsamlı incelemesinde şu tespitlere yer veriliyor:

“Avrupa genelinde azınlıkları giderek büyüyen birer tehdit olarak gören hararetli bir milliyetçilik etrafında toplaşmış, uç partilerden müteşekkil siyasî keşmekeş, Avusturya, Belçika, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Finlandiya, Yunanistan, Macaristan, İtalya, Letonya, Romanya ve Slovakya’da ciddî sonuçlar aldı. Değişken ekonomik ortam ve yitirilen işler karşısında seçmenler, sorumlu addettikleri merkezî partilerden vazgeçtiler.”

Hollanda ve İsveç gibi liberal kabul edilen ülkelerde bile aşırı sağcı partiler önemli bir atılım yaptılar. Yakın dönemde gerçekleştirilen İsveç seçimlerinde Jimmie Akesson’un partisi İsveç Demokratları, açıktan yürütülen Müslüman karşıtı kampanya sayesinde, parlamentoya girdi. Akesson, göçün sınırlandırılması yönünde çağrıda bulunarak, İslam’ın İsveç milletinin karşılaştığı en büyük tehdit olduğunu söyledi.

Hollanda seçimlerinde yirmi dört koltuk kazanan Geert Wilders’in Hürriyet Partisi’nin ise yeni azınlık hükümetinde yer alması bekleniyor.

Wilders, namlı bir İslam karşıtı. Her daim İslam’ı faşizmle kıyaslıyor, Kur’an’ı Hitler’in Kavgam’ı ile denk tutuyor. Wilders, özellikle Müslüman ülkelerden gelen göçmenlerin engellenmesini savunan platformun bir üyesi. Her ortamda İslam kültürüne mensup insanların “geri zekâlı” olduğunu iddia ediyor. Kur’an’ın ve örtünmenin kesinlikle yasaklanması gerektiğini düşünüyor.

Hollanda’da azınlık hükümeti oluşturma gayreti içindeki merkez sağ koalisyonu ile önemli bir anlaşma yapan Wilders, burkanın yasaklanması ve göçmenlikle ilgili daha sert önlemlerin alınması gibi bir dizi siyasî öneri getiriyor.

Wilders, ayrıca 11 Eylül’de Manhattan’da İslam merkezi açılması teklifine karşı Çay Partisi mensubu yobazlarca tertiplenen mitingde konuşma yapmış ve burada herkesi “karanlığın ve nefretin güçlerine, cehaletin yol açtığı felâkete karşı kendilerini savunmaya” çağırmıştı.

Bu pek de şaşırtıcı olmamalı. ABD’deki aşırı sağ, sadece Avrupa’daki muadilleri ile işbirliği içinde hareket etmekle kalmıyor, ayrıca onların seçim zaferlerinden de gereken dersleri alıyor.

Amerika’nın İslamîleşmesini Durdurun isimli grubun lideri Pamela Geller, Manhattan’da İslam merkezi açılması teklifi etrafında kopan tartışmayı kutuplaştırmakla kalmadı, ayrıca bir Wilders taraftarı olarak (Wilders’a yönelik hayranlığının karşılıksız olmadığını söylemek gerek. Zira Wilders, Geller’ın ikinci yazar olarak yer aldığı, Obama başkanlığı ile ilgili kitap için bir övgü yazısı yazdı.), sürekli Müslümanlara ve göçmenlere saldıran İngiliz Savunma Birliği gibi açık faşistlere ve sokak çetelerine takdirlerini bildirdi.

Çay Partisi’nin Avrupa sağından beslendiği gayet açık. Bu çevre, Avrupa’dan, uzun soluklu ekonomik kriz, ırkçılık ve günah keçisi bulmak üzerine kurulu siyaset bağlamında, geniş bir kitleye ulaşabileceğini öğrendi. Bu siyaset, Gönüllü Askerler gibi göçmen karşıtı grupların Çay Partisi’nin tertiplediği toplantı ve mitinglerde boy göstermesini sağladı. Aynı şekilde Çay Partisi üyesi olduğunu söyleyen Geller de Mayıs’ta, Tennessee’de düzenlenen toplantıda konuşmacılar arasındaydı.

Murfreesboro’daki İslam merkezinin saldırıya maruz kaldığı Tennessee eyaletinin mekân seçilmesi tesadüf değil. Müslüman cemaatini korkutmak ve ona gözdağı vermek amacıyla merkeze ateş açılıp bina kundaklandı. Ayrıca Tennessee vali yardımcısı Ron Ramsey, yirmi ayrı Çay Partisi grubunun desteği ile eyaleti şeriata karşı korumayı vaat etti ve İslam’ın bir “inanç” olarak “şiddete dayalı politik bir felsefe” olduğunu söyledi.

Aşırı sağcı popülist hareketin özünde ırkçılığın yattığı artık aşikâr. Bu hareket, hem bir tür seçim stratejisine hem de Müslüman cemaatine (özellikle Latin göçmenlere) gözdağı verme derdindeki ayaktakımı stratejisine başvuruyor. Eskiden ABD’de İslamofobi (İslam düşmanlığı) “terörle mücadele” doktrinini meşrulaştırmak için kullanılırken, bugün Avrupa’da yaşandığı biçimiyle, aşırı sağın ülke içine dönük bir gündemi olarak iş görüyor.

Kısa zaman önce The Nation dergisinde Gary Younge’un kaleminden çıkan makalede de belirtildiği üzere:

“İslamofobinin bugünkü aşaması Cumhuriyetçi Parti içindeki yabancı düşmanı ve ırkçı güçlerin yükselişine işaret ediyor. Zira Demokrat Parti üyesi bir siyahın, o pek de alışılmadık ismi ve Afrikalı bir babası ile seçim zaferi elde etmiş olması sebebiyle bu parti içinde bozuk ve ayrıştırmacı bir retorik türedi. İslam’a yönelik bu korkuda yaşanan artış, Güney eyaletlerini Cumhuriyetçi Parti safına çekmek için Nixon tarafından kullanılan, gayet açık bir ırkçılıkla yüklü, köpek düdüğü hikâyesini doğası itibariyle anımsatıyor. Bugünse böylesi bir düdüğe hiç gerek duyulmuyor. Eskiden örtük ve kurnazca yapılan ırkçılık, bugün açıktan ve tüm kabalığı ile yapılıyor. Gönüllü Askerler, Obama’nın doğum yeri ve doğum belgesi üzerine bir dizi iddia üzerinden onun başkanlık için uygunsuz olduğunu düşünen Doğumcular, Çay Partisi mensupları ve Fox Haber ortak bir zeminde buluşuyorlar ve ellerindeki dirgenleri Müslümanlara doğrultuyorlar. Zira bunlar, kendi icatları olmayan İslamofobiyi gayet başarılı biçimde istismar ediyorlar.”


Avrupa, sağcı hareketin geri püskürtülmemesi durumunda, ABD’deki merkezî siyasetin düzey olarak ne hâle geleceğini gösteren bir ayna görevi görüyor. Ayrıca Avrupa, ABD solu için de ciddî dersler barındırıyor.

Öncelikle şu söylenmeli: sağ, uzun süreli ekonomik krize bağlı olarak yükselişe geçiyor. Avrupa hükümetleri, söz konusu krize tasarruf tedbirleri alıp en savunmasız kesimlere karşı saldırarak cevap veriyor. Ne yazık ki geleneksel sol partiler de alternatif sunma noktasında başarısız oluyorlar. Bu yarık dâhilinde sağ, Müslüman göçmenleri günah keçisi ilân ederek, seçmenlerin kaygılarını kaşıma imkânı buluyor.

Örneğin İsveç’te sosyal refah devleti son on yıl boyunca devamlı surette çözüldü. Bu gayretlerin altında Sosyal Demokratlar türünden sol partilerin imzası vardı. Bu partiler, işsizlik maaşlarının kesilmesine, sağlık ve eğitim gibi alanların özelleştirilmesine karşı herhangi bir direniş öremediler. Bu bağlamda ve ilgili durgunluk dönemi dâhilinde halkın ekonomik zorluklarının faturasını göçmenlere kesmek gayet kolay bir tepki biçimi hâline geldi.

Fransa senatosu burkanın yasaklanması yönünde oy kullandı. Yasaklama kararının yasama organında oylandığı esnada sol partiler (sosyalistler, yeşiller ve komünistler) çekimser kaldılar. Müslümanları ilkeli biçimde savunmak ve ilgili yasağın kalkmasına karşı mücadele etmek yerine bu partiler oylamanın dışında kalmayı tercih ettiler. Sosyalist Parti bu noktada bir adım öne çıktı ve örtünmeye karşı olduğunu ancak yasaklama yönünde alınan anayasal tedbirlere de itiraz ettiğini söyledi.

Oysa bu türden ümitsiz tepkiler sadece sağın güçlenmesine yarıyor. Daha önce belirttiğimiz üzere, ABD’de bile aşırı sağ, Aşağı Manhattan’da eskiden Dünya Ticaret Merkezi’nin bulunduğu yerin iki blok ötesinde inşa edilmesi planlanan, Park51 ya da Cordoba Evi olarak bilinen, Sıfır Noktası Camii’nin tartışılmasının karara bağlanmasını sağladı, bu başarının önemli nedeni, söz konusu meselede liberallerin ilkeli bir duruşla ırkçılık karşıtı bir savunma yapmaktan aciz kalmalarıydı.

Demek ki alınacak ilk ders şu: aşırı sağ ile ortada durarak savaşamazsınız. Müslümanları yaygaracı bir üslupla, abartılı bir retorik kullanarak şeytanîleştirenlerin karşısına “ılımlı” olmak adına, yüreksiz kimi tepkilerle çıkmak sadece aşırı sağı güçlendirir.

İkinci ders ise sağa kimi vakit küçük sol gruplarca örgütlenen sıradan insanların itiraz geliştiriyor olmaları ile ilgilidir. Merkez solun dışındaki kesimlerin Avrupa’da sağla mücadele konusunda ciddî bir tarihsel hafızası mevcuttur. Örneğin Britanya’da bugünkü Britanya Millet Partisi’nin atası olan faşist Millî Cephe’yi başarılı biçimde geri püskürtmeyi bilmiş Nazi Karşıtı Birlik iki ayrı cephede örgütlenmiş bir yapıydı. İlk cephede hareket, ırkçılığa karşı ilkeli bir savunma gerçekleştirdi. İkinci cephede ise ırkçılığın ve başkalarını günah keçisi ilân etme siyasetinin ekonomik sistemin birer ürünü olduğunu gösteren, sistemin kendi hatalarını örtbas etmek için bunları kullandığını söyleyen, öte yandan da ilerici bir alternatif öneren görece geniş bir siyaset yürüttü.

Bugün pek de sona erecekmiş gibi görünmeyen küresel durgunluk bağlamında bu, gayet hayatî önemde bir derstir. İslamofobinin krizdeki sistemin günah keçisi taktiği olduğunun ifşa edilmesi gerekiyor ancak bu çabanın neoliberalizm ve savaşa karşı hem politik hem de ekonomik bir alternatif öneren daha geniş bir bakış açısının da parçası olması zorunlu.

Deepa Kumar

04 Ekim 2010

, ,

Hıristiyan Komünistler, İslamî Anarşistler


Birinci Bölüm
Marksist özgürlükçü projenin yaşadığı yenilgi, radikal seküler evrenselciliğin sonunu getirdi. Bu yenilgi, iki uçlu sonuç verdi: kimlik politikaları ve bunların farklılık üzerine kurulu postmodern ideolojileri, batı demokrasilerinin meşrulaştırıcı motifi hâline geldiler, öte yandan radikal politik İslam, seküler marksizmin sistem karşıtı sopasını ele geçirdi, ama seküler demokrasi ya da hatta ulus-devletle birlikte varolan kimi ayrıntılara karşı hiçbir saygı belirtisi göstermeksizin, bu sopayı bir tür evrenselcilikle eğip büktü.[1] Bir tür "üçüncü yol" olarak takdim edilen, çelişkili bir seyre sahip olan, Hristiyanlığın yakın döneme ait edinimlerinin içeriğini, statükonun, seküler tikelciliğin (çokkültürcü liberal “hoşgörü”nün) ve radikal dinî evrenselciliğin ortaklaşa yürüttüğü kıskaç harekâtı teşkil ediyor.
“Hıristiyanlığın komünizan edinimleri!” Bu tabir karşısında meseleden bihaber olan birisinin vereceği ilk tepki, yalnızca şaşırmak olacaktır. Bu noktada elbette şu “halkın afyonu” olan dine ne olduğunu sormak gerekebilir, sadece bu da değil: hani marksistler, uzun süre marksizmin bir din olmadığını, onun vesveselerden azade nesnel bir bilim olduğunu söylüyorlardı?
Kafa karışıklığı pek de yersiz değil, ayrıca bu türden bir kafa karışıklığı, marksizm ve komünizm arasındaki semantik ve tarihsel göbek bağı ile doğrudan ilişkili: bu, esasen giderek kopmakta olan bir bağ . Yani günümüzün birçok komünist teorisyeni, köken olarak yirminci yüzyılın marksist hareketlerine dayanıyor ve önemli bir bölümü ise bugünlerde marksizmle komünizmi ayrıştırmak için çabalıyor.[2] Bunların ortak kanaati şu: “Eğer marksizm terk edilecekse, komünizm, isim olarak muhafaza edilmelidir.”
Önümüzdeki günlerde Birkbeck Üniversitesi’nde Komünizm Fikri Üzerine ismi altında düzenlenecek konferans (Mart 2009), belli bir sapmanın işaretlerini de veriyor: “Katılımcıların farklı teorik yaklaşımları mevcut ise de genel kabul gören tez, ‘komünizm’e ismen sadık olunması gerektiğini söylüyor. Bu isim, faaliyetimize rehber olarak iş görme kudretine sahiptir ve ayrıca o, solu da ihtiva eden yirminci yüzyıla ait felâketleri ifşa etme imkânı veren bir araçtır.”
Demek ki komünizm, kurtarılması gereken bir isimdir; konferans katılımcılarından Michael Hardt ve Slavoj Žižek gibi kişiler arasındaki teorik ve politik derin uçurumun da işaret ettiği üzere, bu, komünizmi yeniden biçimlendirecek, sınırlı marksist bağlamdan onu kurtarıp Fransız Devrimi’nden günümüzde giderek zayıflayan küreselleşme karşıtı harekete, hatta daha tartışmalı bir tavır içinde, Aziz Paul damgalı dönek Hıristiyanlığa kadar her şeyi potansiyel olarak kapsayabilecektir.
Ancak eğer bu noktada duracak olurlarsa, Aziz Paul’un hikâyesi, bir grup mümin tarafından statükodan kopuş denemelerinden ibaret bir hâl alacaktır. Bu soykütüğü, muhtemelen Musa’dan Muhammed’e, oradan Thomas Münzer’e bir dizi dinî simayı da ihtiva edecektir. Böylesi bir çerçeveye oturtulmuş bir komünizm, yalnızca komünal dayanışmanın şiddetli isyanına işaret edebilir; fiilî gerçek tarafından gerici biçimlerinden ayrıştırıldığı takdirde bu dayanışma, verili toplumsal formasyon içindeki ayrışmayı tetikleyecek nitelikte, özünde yeni olan, evrensel bir kategoriyi bağrında taşıyor. Eğer sözkonusu teorisyenlerce tartışılmakta olan bu kimi şiddetli yönlere sahip komünizm fikriyatı somutlaşacak olursa, postmarksizmin tüm programı baştan çıkarıcı bir hasislikle karşılanacak, marksist olmayan komünizm ile postmarksist komünizm arasındaki mesafe giderek daralacaktır.
Komünizm ve dinler arası farklılıklara yönelik çokkültürcü saygının korunması mümkündür, ayrıca bu türden bir saygı, her ikisinin intizamlı bir konuma yerleştirilmesi konusunda bizi ikna da edebilir. Ancak sorunlar, tam da bu noktada başlar. Zira birçok teorisyen, ilgili noktada kalmayıp, yollarına devam eder. Aziz Paul’un tarihsel köken dâhilinde bir isim olarak mevcudiyeti bir emsal olmanın ötesine geçer ve onun gerçekte komünizmin ilk kategorilerini kurduğu iddia edilir. Alain Badiou (2003), daha da ileri giderek, Paul’un evrenselciliğin kurucusu olduğunu söyler. Hıristiyanlık ve Aziz Paul, komünizmin yanlış türü ile doğru türü arasındaki ayıraç durumuna gelir.
Tüm bu meseleler, bizi başladığımız noktaya geri götürür: nihaî bir ayrıştırma niyeti ile asla kesilemeyecek olan marksizm ile komünizm arasındaki göbek bağına. Bu gerçeğe bağlı olarak, Paulcu komünizmdeki evrenselciliğin yeri marksist “iman”ın merkezindeki sürekli yinelenen açmazı anımsatır, yani evrenselciliğin asla kendisi ile özdeş olamayacağı gerçeğini. Tikel namevcutsa, evrensel manasızdır; evrenselin tesisi, daima tikel olan Öteki’sinin inkârını önvarsayar. Misal, marksizmde burjuvazi, işçi sınıfı evrenselciliğinin vücut bulmasında esaslı bir role sahiptir, ama öte yandan da burjuva sınıfının devrim sonrası konumu daima müphemdir. Burjuva sınıfının tedricen yok olacağını söyleyen fikir, Rusya’daki devlet sınıfının zuhuru, Mao’nun Kültür Devrimi’nde “gerici” burjuvaziye yönelik tasfiyeler ve Pol Pot’un ilgili sınıfın tümden imhasını mecbur kılan mutlakçı mantığı aracılığıyla manasızlaşmıştır. Marksizm, gerçek manada burjuva Öteki’si ile asla uzlaşmamış, anarşist evrenselcilik de marksizmin hasım Öteki’si olmuştur. Anarşizm, marksizmin ruhunu çok ötelere alıp götürmüş bir öğretidir; öyle ki Marx’ın Bakunin’i Birinci Enternasyonal’den[3] kovması, ayrıca Lenin tarafından onun felsefede açık ve güncel bir tehlike olarak görülmesi gibi herkesin malumu olan iki örnek üzerinden düşünüldüğünde, anarşizmin sık aralıklarla ezilmesi gerekmiştir.
Marksist evrenselcilik adına Pol Pot ve benzeri örneklerde cisimleşen vahşet, marksist-komünist devrimci hareketin çöküşünü izah etmekten uzaktır (Jayatilleka 2007), ayrıca bu hareket, Alan Badiou, Antonio Negri ve sınırlı ölçüde Slavoj Žižek tarafından terk edilmiştir. Böyle olsa bile gene de başa belâ olan soru şudur: evrenselciliğin üçlü yapısı, Hıristiyanlığın yeniden, ama bu sefer komünist manada ediniminde kendini tekrar ediyor mu etmiyor mu? Paralel bir mantık, şu örnekte açık hâle gelecektir: Judaik imandaki tikelcilik (Ahit yalnızca Yahudilere vahyolunmuştur) belli bir manayı haiz olabilme noktasında Aziz Paul’un evrenselciliği için zaruridir, ancak Judaik tikelcilik, her daim onlara yönelik zulmün kılıfı olagelmiştir, tıpkı komünist devrim sonrası burjuvazinin güçsüzleşip kaybolmasında olduğu gibi. Dolayısıyla, başka yerlerde de ifade edildiği üzere (Depoortere 2008; Kirsch 2008), Hıristiyanlığın şiddete dayalı, müsamahasız evrenselciliğinin kıymetlenme sürecinde Judaik imanın durumu için potansiyel manada rahatsız edici kimi sonuçların ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Bu çerçeve dâhilinde Yahudilerin mevcut sürekliliği, resmî manada Hıristiyanlık tarafından başlatılmış olan özgürlükçü projeyi terk etmeye yönelik inatçı bir itiraz olarak görülebilir ve bu da her türden evrenselci arzuya karşı hissî bir şantaj aygıtı ya da aşılmaz bir engel olarak algılanabilir: misal, İsrail devleti, solun yardıma çağırma noktasında her daim atik davrandığı sembolik bir örnektir.
Paralel mantığı daha ilerilere götürdüğümüzde şu soru sorulabilir: eğer anarşizm, marksizmin hasmı ise İslam da Hıristiyanlığın mı hasmıdır? Geçmişten kopuşu dillendiren evrensel, tektanrıcı bir iman olarak İslam, Arap Yarımadası’ndaki çoktanrılı kabileleri inkâr ederken, Hıristiyanlık da Judaik münhasırlığı inkâr eder.
Bu delikten içeriye girildiği vakit, tavşandan daha derine atlamak gerek: giderek marksizmin yüzyıl boyunca ezmeye gayret ettiği anarşizme benzemekte olan marksizm dışı komünizmin merkezinde acı bir ironi mevcut değil mi ve ayrıca yeni komünist proje (özgürlükçü Üstinsan), her türden bayrağı reddedip İslam’ın bayrağı altında toplaşan İslamcıya fazlasıyla benzemiyor mu?
Hardt ve Negri’nin de kabul ettiği biçimiyle: “İran Devrimi’ni ilk postmodernist devrim olarak düşünebiliriz.” Fakat bu düşünme biçimi, ancak ilgili devrimin “dünya pazarına yönelik güçlü bir itiraz” olabildiği ölçüde mümkündür. (2000: 149) Yani ancak devrimin marksist ölçü dâhilinde kabullenilebilir olan kısmını ayrıştırıp İslamî içeriğini görmezden geldiğimizde. Marksizmin anarşizmi bastırması gibi, Aziz Paul’un temelli kopuşuna odaklanmak da Hıristiyanlığın evrenselciliğin tarihindeki biricik konumunu sürdürmek adına İslam’ı inkâr etme gayretine sırtını yaslar.
Ash Sharma’nın da tarif ettiği üzere, yakın zamanda düzenlenen diyalektik materyalistler konferansındaki genel ruh hâli şu şekildedir: “İlk kez Ali Alizade, İran Devrimi’ni bir Olay olarak formüle etmeye çalışmış, böylelikle Hıristiyan hegemonyasına ait kendinden emin tespitlere kafa tutmuştur. […] Konuyla ilgili aslî tespit, İslam ya da bir başka dinin değil, sadece Hıristiyanlığın modern evrenselliği temin ettiğini söylemektedir.” (2007: sayfa numarası belirtilmemiş) Demek ki Hıristiyanlığın evrenselciliğinden hayli uzak durduğu için reddedilen, sadece Yahudilik değildir, İslam da yeni komünizm fikriyatına ait ufka hayli yakın durma ihtimali dolayısıyla göz ardı edilmektedir.
Her ne kadar tartışma için can alıcı bir öneme sahip olsa da şimdilik Hıristiyanlık ve Yahudilik meselesinde kalalım ve İslam ile ilgili tartışmayı çalışmanın II. Bölüm’üne bırakalım. [International Journal of Zizek Studies, Cilt: 3. 2]
Jacob Taubes, Giorgio Agamben, Slavoj Žižek ve Alain Badiou gibi teorisyenlerden Aziz Paul’a yönelik son zamanlarda önemli bir ilginin olduğu görülse de burada Žižek ve Badiou üzerinde durulacak.
Her iki yazar da Hıristiyanlığın komünizmin temel öğretilerine en yakın din olduğu iddiasındadır. Ortak bir politik projeyi paylaşmasalar da ikili, Paulcu sevgiyi diriltip, onu en üst mevkie yerleştirme noktasında ittifak hâlindedir.
Her daim izah ettiği üzere Žižek, amacının Alman idealizmini, özelde Hegel’i radikal felsefenin merkezine yeniden yerleştirmek olduğunu söylüyor. Diğer yandan Badiou ise, Hegel’i baş düşman olarak takdim ederken, Oluş ve Olay’dan Dünyaların Mantığı isimli çalışmasına uzanan bir mantık mevcut ise eğer, amacının Hegel’in tüm sistemini kendi sistemine ikame etmek olduğu görülüyor: Cohen’in “zorlama” teoremi ile yaptığı kısa devreyle birleştirdiği ontoloji ile (Oluş’la) ontik’in (Olay’ın) eş olmayan kimliği üzerinde temellendirilmiş bir sistemdir bu.
Bu açık tezada rağmen, gene de diyalektik/olay ikilemine ilişkin iki ayrı şerh düşmek mümkündür: 
1. Her iki sistem de evrensel kavramı hususunda ortaklaşır; 
2. ikisi de Hıristiyanlığın evrensel olay’ına iki farklı yoldan ulaşır. Hegel’e yönelik sadakatini muhafaza eden Žižek’e göre öncelik verilen, İsa’nın ölümü (olumsuzlama momenti) iken, Badiou’ye göre, Paul’da özel bir odaklanma gayretine mazhar olan ve onun ihtida etmesi olay’ına yol açan (olay’ın saf olumlaması), yani İsa’nın yeniden dirilişidir. 
Muhtemelen buna üçüncü bir şerh düşülebilir: Žižek’in Hegel’ciliği, büyük ölçüde gayrı kitabîdir. Yaptığı açık formülasyon, genel manada Freud ve Lacan üzerinden ya da tersten yapılan bir okumanın sonucudur. Her ne kadar Žižek ile Baidou arasındaki diyalektik/olay ile çarmıha gerilme/yeniden diriliş ikilemleri üzerinden yaşanan ayrışmayı önemsizleştirmese de bu açıklık, aşırı derecede kesinlikçi tarihî-teolojik okumalara son verecektir. Žižek’te, az çok Baidou’de bulunması mümkün olan, evrenselin sabit olmayışına ve onun bir temel teşkil etmediğine ilişkin belli bir fikir mevcuttur. Bundan ziyade onda, olma eylemi hâkimdir. Ayrıca bu, ebedî bir determinizm biçimi olarak tarihin ağır mürekkebine daldırılmış bir şey de değildir.
Ancak daha önce de tartıştığımız üzere, bu, ilgili yazarlarda tam da bulamadığımız noktadır. Beklentilere karşın Hıristiyanlık, evrenselciliğin temeli olur. 
Dolayısıyla bu makalenin amacı, Avrupa-merkezci Hıristiyanlıkları ya da antisemitizmle ya da İslamofobi hakkındaki yersiz ve dağınık tespitleri yüzünden ilgili yazarları eleştirmekten ziyade, temelli, her türden evrenselcilik fikrinin içindeki yarılmanın meselenin kökeninde yattığını göstermektir; mesele, evrenselin temelinin, gerçekte sabit bir yüklemi elde tutan sabit bir nesneye, bu noktada Hıristiyan evrenselciliğine, uyarlanmasıdır.
Theoretical Writings’te [Teorik Yazılar] Badiou şunu söyler: “Hiç, nesne biçimi kazandığı takdirde, evrensel olarak mevcut olur.” (2006: s. 145) Yani Paul’un evrenselciliği hariç, hiç, Baidou’nün sistemindeki ontolojik öğretilerle bu görece daha fazla dolaysız olan politik-teolojik müdahale arasındaki derin tutarsızlığa işaret eder. Özel kimi temellere işaret etmek suretiyle farklı ontolojik sistemleri benimsese bile bence Žižek ve Badiou, Hıristiyanlığın dünya tarihinin gelişim sürecindeki rolüyle ilgili aynı hikâyeyi bıkmadan anlatan o eski ve kapalı Hegelciliğin[4] gölgesinden kurtulamamaktadır.
Nihaî olarak, meseleye girişmezden önce, eski kimi bilgilere şöyle bir değinmekte fayda var. Bu noktada özet bir biyografi takdimi yapılabilir: Aziz Paul, M.S. 2 ile 5 yılları arasında bir Roma vatandaşı olarak dünyaya gelmiştir. O, Hıristiyanlara yönelik zulüm siyasetine katılmış Farisi bir Yahudi’dir. Otuz yaşındayken, Şam’a doğru seyreden yolculuğu esnasında, Hıristiyanlığa ihtida etmiştir. O günden sonra bilinen dünyayı gezip yaşadığı dönem için çığır açıcı nitelikteki, İsa’nın yeniden dirildiğine ilişkin mesajı her yana ulaştırmıştır. Mevcut nizamı geçersiz addetmiş ve sadece şahsî imana sırtını yaslayan yeni bir nizam önermiş, yeniden diriliş olayına dönük tedavül dışı bir inancın ötesindeki herhangi bir İsa öğretisine ya da mucizeye başvurma gereği duymamıştır.
Bu hikâyeye yapılan müracaat, komünist teorisyenler için fazlasıyla açıktır. Ancak tam da anlam belirsizliklerinin başladığı yer, Paul’un eyleminin bugüne aktarımındaki yöntemdir. Mesele şudur: Paul’un ediniminin yol açtığı sonuçlar belirginleştiği noktada, Paul’un eylemlerini tamamıyla ilham veren bir alegori ya da diyalektik açıdan içerilmiş bir bölüm olarak görüp onları komünist evrenselciliğin temeli kabul etmemiz, bu iki felsefenin tarih ile ilişkisinin Hegel’in tarih felsefesinden tümüyle kurtulup kurtulamamasına bağlıdır. Başka bir açıdan şu soru da yöneltilebilir: bu laik edinimler, bizi Hıristiyanlığın “Mutlak din” olduğunu papağan misali tekrar edip durmaktan alıkoyar mı? Dolayısıyla, izahatını II. Bölüm’e bırakarak, ikinci bir soru daha eklenebilir: bu tip edinimler, özgürlükçü bir İslam’ın ortaya çıkış imkânlarını da ortadan kaldırmaz mı?
İsyan İçin Bir İşmar
Bir kez daha tekrarlamakta fayda var: tartışılan teorisyenlerin İsa’nın sözlerini sosyalizm olarak ele alan Perulu rahip Gustavo Gutierrez türünden bir kurtuluş teolojisini müdafaa etmedikleri gayet açık. Paul’a yönelik müracaatın, belirli bir meylin müdafaası olarak tarif edilmesi mümkün. Statükonun şiddetle parçalanmasına dönük tüm inancı temize çıkarmak isteyen liberal-çokkültürcü tarikatların müdafaacı bir tedbiridir bu. Günümüzde Hıristiyanlığın, “diğer yanağını çevirmek”, “tüm insanlığa iyi niyetle yaklaşmak” gibi sıradan gündelik hayata ait kuralları, evanjelik harekete ait “yolunu kaybetmiş bir dünyada kullanılan demode bir ahlâkî pusula” veya “aile değerleri” türünden tabirler, liberal-çokkültürcü dünyada “tüm yobazlığın ve kadın düşmanlığının kökeni” ve “sömürgeci insanseviciliğinin mantığı” olduğuna ilişkin tespitler ışığında algılanması (Douzinas 2007), Paul’un komünist manada müdafaa edilmesini sezgisel düzlemde cazip ve parçalayıcı bir işmar hâline sokmaktadır.
Badiou ve Žižek, ilgili işmara farklı açılardan yaklaşır, fakat belli bir düzlemde her iki yaklaşım ortak bir itki ile birleşir. Badiou’ye göre, Aziz Paul verili politik hâlsizlik döneminden ilham almamızı sağlayacak militanın arketipi iken, Žižek, buna bir ek yaparak, Yeni Çağcılığın ve Budizmin Batı kültüründeki ürkütücü etkilerine karşı tektanrıcılığın ahlâkî bir zorunluluk olduğunu söyler. İkilinin birleştiği yer ise inancın eyleme geçmesidir. Paul, İsa’nın yeniden dirilişine dönük imanı aklîleştirme noktasında Grek felsefecilerini takip etmediği gibi, iki teorisyen de günümüzdeki solcu militanın politik tercihlere ilişkin önemsiz ayrıntılara kafa yorma oyununa dalıp kendi konumunun doğrusu yanlışını iktisadî manada tartmaması gerektiğine işaret eder. Başka bir deyişle ikili, eyleme ve mucizelerin gerçekleşeceğine inanmayı vazeder.
St. Paul: The Foundation of Universalism [Aziz Paul: Evrenselciliğin Temeli] isimli eserinde Badiou, elindeki tüm iskambil kâğıtlarını masaya açar: “Günümüzde yeni bir militan figürü konusunda kapsamlı bir araştırmaya tanık olunmaktadır; böylesi bir figürün mümkün olduğunu inkâr etme noktasına varsa da ilgili araştırma, yeni militan tipinin Lenin ve bolşeviklerce yüzyılın başlarında kurgulanan parti militanının varisi olacağını öngörmektedir.” (2003: s. 2)
Açıklayıcı bir gayretle şu söylenebilir: Badiou’nün Paul edinimi, günümüzde komünist, devrimci öznenin yokluğunca koşullanır. Bu eksiklik, kadın ve eşcinsellik vb. türünden kimlik siyaseti güden hareketlerin hâkimiyeti ile ilişkilidir. Bu hareketler, görece üst bir kapitalizm eleştirisine girişmemekte ve/ya birinin diğerine nispetle, tüm bu ilişkileri yapılandıran toplumsal nizamla ilgilenmemektedirler.
Demek ki Paul’un hikâyesi, tikelden doğan evrensel kopuşa ilişkin mükemmel bir olay incelemesidir. Baidou, ilgili meseleyi şu şekilde izah eder:

“Bu kimlikçi ve cemaatçi kategorilerin hakikat usulleriyle, misal, politik usullerle ne yapmaları gerektiğini bilmeleri ile ilgili bir meseledir. Bizim cevabımız şudur: sözkonusu kategoriler, hiçbir hakikatin en incesinden herhangi bir devamlılık şansının ve özündeki ebedîliği artırma imkânının olmadığı bir tür kusurla süreçten azade olmalıdırlar.” (A.g.e., s. 11.)

Baidou’nün Paul okuması, öznenin yeniden doğumuna ilişkin arzuda merkezîleşmiş, polemiksel bir tür meşguliyet ve evrensel bağlanma biçimi bir hakikat usulünde katılaştığı ölçüde böylesi bir öznenin ilgili bağlanmaya göre nasıl iş göreceğine dair bir ifşaattır. Aynı şekilde Badiou’nün “sadakat” olarak yorumladığı bu bağlanma, Hıristiyanlık analizinde de devrededir. Varlık ve Olay boyunca, Badiou’nün geri dönüp başvurduğu istikrarlı birkaç somut örnekten biri olarak İsa-olayı önemli bir rol oynar. Özellikle bu, yaptığı analiz açmaza düştüğü noktada gerçekleşir. Özne ve onun olayla ilişkisi hususunda Badiou Dünyalar Mantığı’ndaki analizini önceden haber verir:

“Hakikatte bu, felsefeye kalmış bir meseledir […] Her daim mesele, ebedî sadakatin kurallarının olaya ait din değiştirme gayretinden devşirilip devşirilemeyeceğini bilmektir.” (2006: s. 239)

Bu çözüme kavuşturulmamış soru, Hıristiyanlık ve “İsa-olayının, kimi ayrıntılar dâhilinde, Kilise örgütlenmesi tarafından belirlenip belirlenmediğine ilişkin bitmek tükenmek bilmeyen münakaşalar” (A.g.e.: s. 238) bağlamında örnek olarak verilir. Paul’un önemi, Badiou’nün sistemindeki görece daha kapsamlı felsefî kimlikten kaynaklanır, ona göre, “müdahale ile sadakat arasında hiçbir ilişki olmadığı varsayılacak olursa, bizler, bağlantıyı sağlayan uygulayıcının gerçekte ikinci bir olay olarak zuhur etmesi gerekeceğini kabullenmek zorunda kalırız.” (A.g.e.: s. 239)
Başka bir ifadeyle, Badiou’nün huzursuz teorik döngüsü, onun sisteminde belirgin bir yarığın mevcut olduğunu gösterir; en azından Varlık ve Olay’ın kaleme alındığı dönemde aşikâr olan bu yarık, öznelerin sadakatine ait yapı ile olayın mekânı, yani olayın ortaya çıktığı durumun anlaşılması arasındadır. Bu sebeple, Badiou’nün varsayımına göre, ilkinden tümüyle ayrık olan “ikinci olay” genel sorunsalı çözer. Burada Paul’un önemini idrak etmiş oluyoruz: İsa’nın mürit çevresi dışından gelen tek havari olarak Paul, militan bir bağlanma ile duruma ait kimlikçi ve tikelci yükten (yani bir Yahudi olarak İsa’dan) kolaylıkla kurtulmayı bilmiştir, bunun nedeni, gerçekte Paul’un esasında orada bile olmamasıdır.
Evrenselden ayrışmadaki yakın ilişki meselesinde Lenin de paralel bir değerlendirmede bulunur: Marx’ı hiç bilmeyen, ama onun teorik keşfine ait olayı gerçekleştirmenin yükünü sırtlanan bir insan da ilgili teoriyi pratiğe dökebilir. En gevşek manada, eğer Badiou’nün analizinden bir ahlâk çıkacaksa bu, günümüzde yeniden sahne alması muhtemel öznenin kişisel düzlemde angaje olduğu olaya ait mekân bağlamında olması gerektiğini söylemeyen, öznenin ilgili olaya ve onun evrensel sonuçlarına kayıtsız şartsız sadakat göstermesini telkin eden bir ahlâktır.
Günümüzden bir örnekle söylenenleri izah etmek mümkün: İsrail’in 2008 sonu ve 2009 başında Gazze’ye yönelik kuşatma harekâtına karşı kampanya yürüten bir eylemci, zamanla tek devletli çözüme bağlanır ve eylemin bir biçimde evrenselleşen sonuçları tüm politik öznellikleri dikine keser. 
Paul’un olay yerinde olmaması ve kilise kurmamasına ilişkin tüm hikâye, politik durumun ortaya çıkışının ne denli müthiş olursa olsun, önem arz etmediğini, mucizelerin ise tümüyle boşluktan doğduğunu gösterir.
Žižek, Badiou okumasındaki öne çıkartılan noktaları paylaşmasına karşın, kendi yazılarında özneyle pek ilgilenmez, o daha çok, felsefî-kültürel ifadeler dâhilinde, İsa’nın önemli olduğu fikrini müdafaa etmeye odaklanır. Hıristiyanlığın konumu, ona göre, kültür savaşı masasındaki bir satranç taşıdır. Bu masada Žižek, kaygı ve bu minvalde eylemden kaçınmayı telkin eden postmodern toplumun kendisine ilişkin her şeyi kapsayan kanaatini anlamaya çalışır. Bu bağlamda, onun Kierkegaard’a yönelik süreklilik arz eden angajmanını da anlamak mümkündür. İlgili angajman, çalışmalarında sıkça karşılaşılan, “iman sıçraması” ve “feda” gibi kavramlarda kendisini ele verir. Eğer bu, ilk bakışta kendi Hegelciliğinden bir tür ayrışmaya delaletse, onun şu izahatına kulak vermek yerinde olacaktır:
“Benim Hegel’ciliğim şudur: tarihî-diyalektik sürecin motoru kesinlikle eylemek ile düşünmek arasındaki yarıktır.” (2007: s. 88) Yani tarihî-diyalektik bağlam dâhilinde dünyayı ilerletmek adına özne, “aklın hinliği” için, düşünce ürünü olmayan eylemlere girişebilmek zorundadır. Žižek’e göre: “Dindar, ikisinin (eylemekle düşünmenin) arabulucu ‘sentez’i asla değildir, aksine o, paralaks yarığının radikal bir teyididir.” (2006: s. 105)
Depoortere (2008) de Žižek’in Lacan’cı analizini Hegel’den ve Kierkegaard’dan müteşekkil bir matriksin içine nasıl yerleştirdiğini, böylelikle kaygılı bir eylemden kaçınma (içtinap) ve çekilme hâlinin ayartmalarından eylemi ne şekilde müdafaa ettiğini parlak, sistematik bir analizle gösterir. Depoortere’nin izahatına göre, Žižek’in Lacancı İsa olayı yorumu, Şey ile özne arasındaki ilişki etrafında döner. Žižek’in hipotezi, özne ile Şey arasına engel yerleştiren Yahudi Hukuku’nun sonsuz bir arzu döngüsü ile “ölüm dürtüsü”nü savuşturur, böylelikle kendinde Şey için görece daha temel bir insanî dürtü de ertelenmiş olur. Yahudi Hukuku ile ilişkilendirdiği bu arzu döngüsü, geç kapitalizm ve onun geçici arzuları tüketim için çoğaltması ile birlikte ortak bir kimliğe dönüşür.
Eyleme dürtülerimize göre geçmeyiz, onları arzularımızın önünde diz çöktürürüz; bunun basit bir nedeni vardır, o da Hukuk’un dürtüyü yasaklamış olmasıdır. Ama aynı zamanda söz konusu Hukuk, ilk planda bizi insan olarak kuran şeydir de. Žižek’e göre, demek ki, Tanrı İsa olur ve çarmıha gerilir, Hukuk, böylelikle feshedilmiş olur ve ilk özgün “Şey” kavuşmanın ötesine ebediyen fırlatılıp atılmıştır, dürtülerimiz kurtulmuş, bu esnada insanlığımız da muhafaza edilmiştir. Hıristiyanlık, eylem dürtüsünü serbest bırakır ve günümüzde karşılığını doğal bir sonuç olarak ortaya çıkan, Žižek’in batı kültüründeki “Doğu irfanı”nın yükselişi ile ilişkilendirdiği, eylemden kaçınma hâline yönelik karşıtlığında bulur:

“Dolayısıyla yoğunlaşmamız gereken hedef, tam da potansiyel bir çözüm olarak önerilen ideolojinin kendisidir; misal, görece daha ‘uysal’, dengeli, bütünselci, ekolojik yaklaşımlarıyla doğu ruhaniyeti (Budizm) ve zıvanadan çıkmış hâldeki piyasa rekabetinden içsel bir mesafe almayı ve ona kayıtsız kalmayı vazeden, pop-kültürüne ait bir olgu olarak batı Budizmi, akıl sağlığının zevahirini kurtarırken, bizlerin piyasa dinamiklerine tümden katılımını sağlayan tartışmasız en etkin yoldur.” (2003: s. 26)

Baidou gibi Žižek’in de yaptığı katkılarla içinde olduğumuz özgül dönemi hedefleyen bir müdahale gerçekleştirdiği ve onu edinime tabi tuttuğu kısa zamanda anlaşılmıştır. Ancak her iki yazarın da aklında, birbirinden az çok farklı, iki ayrı Hıristiyanlık mevcuttur. Badiou, Aziz Paul’a özel bir odaklanma içinde olmaktan mesutken, Žižek, görece daha edebî bir yoldan, çarmıha gerilme hadisesinin önemi üzerinde durur.
Çarmıha Gerilme ve Yeniden Diriliş
Yaklaşımları arasındaki farklılık, çarmıha gerilme ve yeniden diriliş arasındaki ilişki hususunda tüm çıplaklığı ile göze çarpar. Bu noktada tek bir unsurun eksikliğinin analizlerini zaafa uğrattığını söylemek, elbette âdilane olmayacaktır.
Badiou’yü ele alıp, onun mantık silsilesini iki bölüm hâlinde inceleyelim. İlkinde olay, çarmıha gerilme ve yeniden diriliş olarak ikiye ayrılır, ikincisinde ise Aziz Paul’un militan din değiştirmesi ele alınır. Žižek’in Hegelci-Lacancı okuması, esasta çarmıha gerilme hadisesine (olumsuza) ve Paul’un ihtidasına (olumluya) odaklanırken, Badiou, ilk İsa olayının tartışılmadan bırakıldığı, meselenin Paul dolayımı ile ele alındığı kanaatindedir, dolayısıyla o, temelde yeniden diriliş (olumlu) üzerinde durur. Hegel'ci diyalektiğin iki’yi nasıl böldüğünü gördüğümüz vakit, söz konusu yöntemsel bölümlemenin ne ölçüde kaçınılmaz olduğu da görülecektir.
Misal Badiou, Paul’un önemini Yahudi müesses nizamındaki kimi unsurların İsa’nın mesajını ve yeniden dirilişini, verili Hukuk’a içerme gayretlerini tarumar etmesi üzerinden tespit eder. Badiou, Paul’un tüm verili toplumsal ilişkilerinden ve fikrinden (tam da Badyöcü olay fikrinden) kopmaya ilişkin ısrarı ile verili Hukuk’un mükemmelliği olarak ele alınan Yahudi-Hıristiyan olay arasındaki ayrımı diyalektik bir yaklaşımın göstereni olarak kullanır: bu hayli hoş olan ayrım, yazarın metninde sürekli tekrarlanır.
Yahudi müesses nizamına ilişkin yazar şunları söyler: “Özne anlayışı diyalektiktir. Mesele, olayın iktidarını inkâr etmek değildir. Mesele, yeni ve özgün oluşunun imanın geleneksel mekânını muhafaza edip aynı zamanda onu olumsuzlaması, böylelikle onu aşarak onunla birleşmesidir. İsa olayı Hukuk’la sonuçlanır; onu sonlandırmaz. Dolayısıyla, gelenekten miras alınan işaretler (misal sünnet) hâlâ zaruridirler.” (2003: s. 23)
Aynı şekilde Badiou, Paul’un müesses nizamdan kabul için yalvardığı Kudüs Konferansı’nı mutsuz bir sentez olarak görür, ancak bu sentez, “gerçekte esasa, temele ilişkindir, zira o Hıristiyanlığı açılma ve tarihselliğin iki başlı ilkesi ile kuşatır. […] Kabul etmek gerekir ki konferans, bir durumun her yerde bulunması ile olaysallık arasındaki güç eşleşmenin içeriğini sabitlemekten uzaktır.” (A.g.e.: s. 25) Gene de konferans, ileride yaşanacak ve ayrılma ile sonuçlanacak bir başka olayın, Peter ve Paul’un Antakya’da rastlaşmasının, zeminini teşkil eder. Peter, Yahudi olmayanların geldikleri ân ayin yemeği masasını terk ettiğinde “rastlaşma, Hukuk’u Paul’un gözleri önüne sermiştir. Geçmişten gelen zaruriliği ile Hukuk’un, onu takip etmek gerektiğine inananlar için bile, artık müdafaa edilebilir bir yanı kalmamıştır.” (A.g.e.: s. 27)
Bu bölümde Badiou, sadece Paul’un dönemi için ne denli militan ve radikal olduğuna işaret etmekle kalmaz, ayrıca kendi sistemi ile ilişkili kafa karışıklığını sınırlamak ister. Zira ortak kanaate göre, olaylar hiçlikten çıkar ve öznenin içinde olduğu duruma daima dışsaldırlar. Şurası aşikâr ki ilgili tez, ontolojik açıdan tümüyle müdafaa edilemez niteliktedir; bu sebeple Paul’un İsa olayına dışsal olmasına karşın, Badiou, gerisin geri, görece daha kaba bir ontolojik-ontik ilişkiye sahip diyalektik düşünceye doğru kaymayı önlemek adına, Paul’un eylemlerini somut bir durum içinde temellendirmeye çalışır.
Marcion’un The Anti-theses (Anti-tez) isimli çalışması ve bu çalışmada yazarın Tanrı ile Eski Ahit/Yeni Ahit arasında yaptığı ayrım üzerinden farklı bir Tanrı’nın mevcut olduğu iddiasıyla ilgili tartışmasında Badiou şu tespiti yapar: “Sonuç şu ki Hıristiyanlığın Yeni Ahit’i, saf ve basit manada, hakikî Tanrı’nın arabulucu vahyi, hem de Eski Ahit’in bahsini ettiği yaratıcı Tanrı’nın hilesini kınayan Baba’nın bir tür faaliyetidir.” (A.g.e.: s. 35)
Badiou’nün Marcion değerlendirmesindeki anahtar sözcük, “arabuluculuk”tur. Bu sözcük, olayın aşırı radikalliğine ilişkin değerlendirme bağlamında, paradoksal biçimde görece daha diyalektik bir hâl alır. Paul ve Marcion’a itiraz eden Badiou, şu tespitte bulunur: “Paul’un Yahudiliğin sürekliliğinden ziyade, ondan kopuşa vurgu yapması şüphe edilmeyecek bir gerçekliktir. Ancak bu tez, ontolojik olmayan, militan bir tezdir. İlahi birlik (tevhid –unicite) İsa olayı ile ayrışan iki durum arasında köprü kurar ve bu uğrakta tevhid iddiası şüpheye düşer.”(A.g.e.) Badiou’ye göre, İsa olayının hiçbir teolojik-ontolojik boyutu yoktur, bu da Badiou’nün olaya ilişkin yorumunu diyalektik bir yoruma doğru sınırlandıran şeydir.
Daha önce de gördüğümüz üzere, Žižek’e göre, İsa’nın çarmıha gerilmesindeki önem, tam da bu ontolojik boyuttan ileri gelmektedir. Ama burada belli bir muğlâklık söz konusudur: Žižek’e göre, İsa’nın Mesih bedeninde Tanrı’nın yeryüzüne gelmesine ve çarmıha gerilmesine ilişkin teorinin kaçınılmaz sonucu, Hıristiyanlığın işaret ettiği ayrılıkçı teoridir. “Kutsal Ruh”, Büyük Öteki’deki destekten mahrum cemaatin ta kendisidir. Hıristiyanlığın ateizm dini olduğunu söylemek, Tanrı’nın insanı olmanın Tanrı’nın sırrının insanda açığa çıktığını iddia eden kaba (vulger) bir hümanist tarz değildir (Feuerbach vd.), aksine bu iddia, hümanizm içinde, hatta stalinizme dek hayatta kalmayı bilmiş dinî çekirdeğe saldırır. Sözkonusu dinî çekirdeğin etrafında, eylemlerimizin “nesnel anlam”ına karar veren “büyük Öteki” olarak Tarih’e dönük bir tür iman örülüdür. (2003: s. 171)
Žižek’e göre, Hıristiyanlığın önemi, sadece sekülerizm değil, ayrıca Stalin’in ve yirminci yüzyılın bilimsel sosyalistlerinin tahayyüllerini bile aşan, görece daha saf bir sekülerizm önermesidir. Ancak bu ifadelerdeki muğlâklık, tam da bu türden bir ontolojik tezin her iki tarafa da çekiştirilebilmesi ile ilgilidir: 
(1) “Aklın hinliği”ne dair yüzeysel, Hegelci teleolojik yorumun İsa’nın gerçekte Tanrı olduğuna ilişkin öznel vesveseler aracılığıyla işler, bu arabuluculuk üzerinden Tanrı kendisini açığa vurur, ortaya çıkansa hiçbir şey değilse de bizatihi Geist’ın (Ruh) ta kendisidir; ya da 
(2) Eğer Žižek’in arzusu, Hegel’ci okumanın tüm teleolojik içerimlerinden kaçınmaksa, onun yapması gereken, sekülerizmin bir tür özel hâline, yani Tanrı’nın Çarmıh üzerinde, fiiliyatta, ölmüş olduğu iddiasını harfiyen kabullenmektir: Tanrı gerçekte var oldu, ama artık yok! Paul’un militan müritleri, çarmıha gerilme hadisesinin olumsuzluğunu seküler olanın olumluluğuna, yani Kutsal Ruh’a çevirmeyi her hâlükarda bilmişlerdir. Çarmıhtaki ölü adamın hayli insanî görüntüsünün seküler edinimi ve Tanrı’nın ölümü tezinin geçersizleşmemesi için bu hikâyede yeniden dirilişin kısa devre gerçekleşmiş olması gerekir.
Žižek’in okumasında başka bir iddia daha mevcuttur: çarmıha gerilme hadisesine ne türden bir ontolojik konum bahşedersek edelim, bu hadise, tüm diğer dinlere kıyasla, belirleyici bir rol oynamayı sürdürecektir. Daha açık bir ifadeyle, eğer Tanrı çarmıhta ölmüşse, Yahudiliğin devamlılığı bir tür farsmış gibi görünmeye başlayacaktır:

“Öyleyse Yahudiler bakiye olarak anlaşıldıklarında, ancak onların neyin bakiyesi olduğu üzerinden bir izahat getirdiğimizde kesin konuşabiliriz: Yahudiler, elbette ki kendi kendilerinin, bu itibarla aynı zamanda beşeriyetin bakiyesidirler. […]” (A.g.e., s. 131)

Hatta Žižek, “Hıristiyanlık, İlahi Şey’in ötekiliğini kendisine hatırlatsın diye Yahudiliğe muhtaçtır” iddiası üzerinden, kimi noktalarda, Yahudiliği müdafaa eder. (Depoortere 2008: s. 140) Ancak bu okuma dâhilinde, Hegel’in, acemice, salt “Germanik Dünya” ile yüklediği Tarih Felsefesi’nde de ifade edildiği gibi, İslam, tümüyle miadını doldurmuş bir dindir. Žižek’in coşkuyla kabullendiği Hegelci şemada çoktanrıcı ve kamutanrıcı dinler, daha beter bir konuma sahiptirler.
Hegel, dinin gelişim sürecinde üç temel hareketin rol oynadığını varsayar: aracısız din, madde dini ve ruhanî bireysellik dini. Budizm, Hinduizm ve Taoizm; Yahudilik ve Hıristiyanlıkta mündemiç olan ruhanî bireyselliğe doğru açılan dine ait madde dini başlığı altında değerlendirilir. Žižek’in en fazla nefret ettiği Budizmde evrensel (Tek) ile insanlık (tikel) arasında köprü kuran hiçbir şey yoktur, bu da varlıkla hiçliğin birleşmiş olduğunu gösterir ve söz konusu birleşme, öz yıkım biçimini alır. Bu dinde ya eylemden uzak durulur (eğer gerçeklik salt bir rüya ise eyleme geçmenin ne anlamı var?) ya da buna alternatif olarak, düşünceden azade bir şiddet ve tiranlık vücut bulur. Bu sebeple Hegel’e göre, “burada fani akıl, sadece tesadüfî bir nitelik arz etmesiyle, madde karşısında bağımsız bir var olma hakkına sahip değildir, bu akıl, basit anlamda bir hiçliktir, hiçbir gerçekliği yoktur, bu nedene bağlı olarak, ilgili dinler politik düzeyde despotik hükümetle el ele hareket ederler.” (Stace 1955: s. 494) Žižek de aynı şekilde Dalai Lama ve onun Tibet’te tatbik ettiği şiddetten uzak durma stratejisinin eski rejimin temsil ettiği baskıcı teokrasi ile el ele gittiğini söyler.
Evrensel ve Şiddet
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Badiou ve Zizek’in Hıristiyanlığı edinim biçimleri arasında temel bir farklılık mevcuttur: bu farklılık, eğer her ikisinin de paylaştığı evrensel kategorisi için söz konusu değilse, giderilebilecek, uzlaşma zemini bulunabilecek bir farklılıktır esasta. Zira Hegelci diyalektik ile Badiou’nün olay teorisi, birbirleri ile tutarlıdır. Her iki teori de yeni bir evrenselin yasalaşması üzerinden tarif edilen bir olaydan dem vurur; Hegel’den farklı olan Badiou’deki olay anlayışı, ontolojik düzeyde tutarlı olmalı ve bir temel belirlemelidir. Görece daha geniş sistemi ile ilişkisi dâhilinde onun yaptığı Paul okumasındaki muğlâklık, tam da buradadır.
Badiou, Paul’un evrenselciliğini Yeni Ahit’teki Korintliler bölümünde çekilen bir çizgi üzerinden gösterir: “[…] ‘Yahudileri kazanmak için Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim Kutsal Yasa'nın denetimi altında olmadığım hâlde, Yasa altında olanları kazanmak için onlara Yasa altındaymışım gibi davrandım.’ Çinli komünistlerin ‘kitle çizgisi’ dedikleri durum, onu bu esaslı cümleyi sarf etmeye itmiştir.” (A.g.e.: s. 99) Oysa kendi bağlamında dahi bu, kaçınılmaz biçimde zayıf bir bağlantıdır.
Tabiî amaç, Badiou’yü biçimsel manada eleştirmek değil, aksine amaç, metin boyunca hüküm süren muğlâklığın belirginleşmesini sağlamak. Aziz Paul’a yönelik yaklaşımını eylemdeki sistemine ait bir örnek olarak, evrensel politik özne alegorisi biçiminde mi ele alacağız, yoksa Hıristiyanlığa ait özgül manada dinî bir anlayışa yönelik meylin çıktısı olarak mı göreceğiz? Zira Badiou’nün tezini özetlemek gerekirse, elde edeceğimiz sonuç şu olacaktır: Aziz Paul’un İsa’nın yeniden dirilişine yönelik sadakati gerçekten evrensel tektanrıcı imanın doğuşu olayını işaretler. Bu evrensel iman, beşeriyetin ruhunda ebediyete kadar kökleşmiş olarak kalacak ve “marksist iman”ın evrenselciliğinde açığa çıkacaktır.
Açıklık kazandırmak gerekliliği ile söylenmelidir ki bu, sonradan marksist hareketin ekseriyetine ait kitabîlik biçimi alan, nesnel tarihsel süreçlere tabi bir marksist iman değildir. Aksine o, marksizmin bir olay olarak kendisine ait evrenselciliğine dönük bir imandır: Marx’ın çalışması, tümüyle yeni bir şeyi, belli bir bütünlük olarak anlaşılan toplumun içindeki işçi sınıfına yönelimi ifade eder. Bu çalışma, özü itibarıyla bilimsel analize indirgenemez ve tüm kimlikçi tikellikleri dikine keser.
Ancak burada Paul’un evrenselciliği ile modern evrenselci hareketler arasında kurulan bu bağlantının derinliği ve doğasına ilişkin bir sorun vardır: yirminci yüzyılda faal olan marksist-komünist hareketleri öncelikle hangisi içerecektir? Eğer bu temelli kopuşun (düşük değerde bir kurumsallaşma ile) Katolik Kilisesi’nce gerçekleştirildiğini kabul edersek, Badiou’nün Kilise’nin Paul’un mesajına yönelik sadakatsizliği ile ilgili iması tümüyle terk etmez masayı. O hâlde evrenselci olmayan Rus Ortodoks Kilisesi ve (etnik bileşeni ile birlikte değerlendirilen) Stalin gulagları, Çin Konfüçyüsçülüğü ve Mao’nun insan hayatını kaderci manada hiçe saymasına karşılık, Latin Amerikalı komünistlerin (tarihsel planda belli bir Katolik mirasa sahip) Küba, Nikaragua ve diğer yerlerde gösterdikleri insancıllık arasında kimi esaslı felsefî bağlara işaret etmek, aslında çok da önemli bir adım değildir. 
Mesele, Badiou’nün Paul okumasının, yirminci yüzyıldaki komünist hareketlerin mirasına belli bir kültürelcilik atfetmekle sonuçlanmasıdır. Benzer bir tavır, Cizvitlik dairesi içinde yetiştirilmiş olmanın Castro’ya kazandırdığı ahlâkî değerler üzerinden Küba Devrimi’nin başarılı olduğunu ve küresel, devrimci hareketteki diğer gruplarda mevcut olan “yeni barbarlık”tan Castro’nun gerilla grubunu söz konusu ahlâkın ayrıştırdığını söyleyen Dayan Jayatilleka’da da (2007) mevcuttur.
Her ne kadar bizi bu konuda ikna etmeye çalışsa da Badiou’nün konumu Hegel’in konumundan çok da uzak değildir. Hegel de Hıristiyanlığın emsalsiz biçimde mükemmel bir din olduğu kanaatindedir. Onun tabiriyle, “Mutlak din” olan Hıristiyanlık, Yahudiliğe mahsus imanı evrenselleştirmiştir. Tektanrıcılık, yalnızca kendisini bir kez gerçekleştirmiştir: “[…] O, Yehova’ya yönelik ibadeti engelleyen tikellikten kurtulmuştur. Yehova, tek halkın, İbrahim’in, İshak’ın ve Yakub’un tanrısıydı ve sadece Yahudilerle arasında belli bir ahit söz konusu idi. Kendisini ifşa ettiği tek halk Yahudilerdi.” (Hegel 2001: s. 373)
Badiou ve Hegel arasındaki mesafe, Badyöcü hakikat yöntemine ait olay ile diyalektik olay arasında bizim atıfta bulunduğumuz farkta tecelli eder. Badiou, kendi sistemini tamamlamak adına, asla ampirik bir tarih felsefesi tasvir etmez; anlayabildiğimiz kadarıyla, onun bu çalışması ve özelde The Century [Yüzyıl] isimli kitabı birbirine yakın şeyler söyler.[5] Ancak evrensel kategorisi ile evrenselin zaman içinde, insan türleri aracılığıyla, bugünde kendisini göstermesi fikri, Hegel ile ortak bir hattın takip edildiğinin delilidir. Badiou’nün tespitine göre: “Bizler, ayrıca Hegel’in Hakikî’nin evrenselliğine ilişkin kanaatini paylaşıyoruz. Ancak bize göre, bu evrenselliğin güvencesi, Bütün’ün ona ait her yerde mevcut olan yansımasının tarihi değil, hakikat-olaylarının tekilliğidir.” (Badiou 2004: s. 230)
Badiou’deki ebedî çokluğun ontolojisi, kapanma ve Hegel’in “tarihin sonu” tespitine ulaşma ihtimalini ortadan kaldırır; muğlâklık, tam da Badiou’nün belirli temel evrensel olayları özgül kimi tarihsel uğraklara bağlamasındadır. Ancak Hegel’in aksine onda, evrensel, Hukuk’a uyarlanan, her daim parlak bir dönem olarak zuhur etmez, aksine, “evrenselin uygun ortamı olarak görülen bu fikir, evrenselin nesnel miras ya da nesne biçimi aldığı takdirde hiçbir şeyin evrensel olarak var olamayacağını ifade eder.” Çünkü, örnek olsun, “matematiksel bir önermenin evrenselliği, ancak bu önermenin kanıtının sağlam bir biçimde yeniden üretilmesi ya da keşfedilmesi sayesinde tecrübe edilebilir.” (A.g.e.: s. 145)
Evrensel, ebediyen tekrarlanabilen, tecrübe edilmiş bir oluştur. Gene de evrenselin tekrar tecrübe edilmesine ve yeniden üretilmesine ilişkin fikrin genel hatları, en azından, daha önce tarihte hiç düşünülmemiş, yeni evrensel’den farklı bir şey olmak zorundadır. Bu, Badiou’nün Paul’un “temel”i olarak işaretlediği ya da Žižek’in “Hakikat-Olayı’na ait bir örnek” (Žižek 2000: s. 130) olarak tarif ettiği evrensel olayın ta kendisidir. Kesin ve tekil olan madde arasındaki gerilim oyunu bozar. Tarihte yeni evrensel’lerin ebedî üretimi meselesi, hâlâ açıklanmaya muhtaçtır. Esasında bir evrenselin yeniden tecrübe edilmesine ilişkin ebedi sürece karşı, sınırlı sayıda yeni evrensel’ler mi mevcuttur? Eğer öyleyse, Badiou’nün sisteminde tarihin içindeki sınırlılığın nasıl değerlendirileceği ya da temel evrenselliklerin sınırlılığın telos’undan (amacından), yani ilerici ve tarihsel teleoloji biçimlerinden nasıl kurtulacağı açık değildir.
Diğer yandan Žižek, Badiou’nün Paul’da bulduğu tektanrıcılığın temele ilişkin evrenselleştiriciliğini sahiplenir ve Üçüncü Dünya’daki marksist devrimlerin kaderlerine ilişkin bu evrenselleştiricilikten kimi anlamlar çıkartır. Benim Badiou’de de olduğuna inandığım bir tespitle, Žižek, marksist komünizmi başarılı bir biçimde gerçekleştirebilecek yegâne gücün, Katolik manada destekleyici felsefî unsurlara sahip halklar olduğunu düşünür. Bu tespitine Che Guevera’yı da katar:

“O hâlde İsa’dan Che Guevara’ya dek, şiddetin ‘savaşçı Zen’ bağlamında meşrulaştırılması ile eski batılı gelenek arasındaki fark nedir? […] bu, Japonların askerî saldırısının aksine, devrimci şiddetin ‘gerçek manada’ şiddet dışı bir uyum tesis etmeyi amaçladığı anlamına gelmez, aksine otantik devrimci özgürleşme dolaysız biçimde şiddetle görece daha fazla tanımlıdır. […] Askerî Zen versiyonunun bir sapma olduğunu söylemek tam bir basitlik olacaktır. […] Hakikat, taşınması hayli güç bir şeydir -en öz hâliyle bile olsa Zen ikirciklidir ya da daha doğrusu tümüyle kayıtsızdır.” (Žižek 2003: s. 30-31)

Batılı askerî şiddetin Che Guevara’da örnek modelini neden bulduğu ve doğulu askerî şiddetin İmparator Hirohito’nun emperyal rejimi ile neden ilişkilendirildiği, gerçekten merak konusudur. Bir yandan solcu bir gerilla bir imparatorla kıyaslanıyorken, öte yandan da din ve devrim üzerine bir tartışma içine girme hususunda yan çiziliyor.
Bu noktada Žižek, Che ile Mao’yu kıyaslayabilirdi, ancak Mao’nun Pratik ve Çelişki (2008) isimli çalışması için kaleme aldığı takdim yazısından da bildiğimiz üzere, o kültürel-dinî açıklamalardan olabildiğince uzak duruyor ve bunun yerine, Mao’dan kötü bir Hegel okuru olarak bahsediyor.
Gördüğümüz kadarıyla Žižek’e göre, komünist muhitlerde teolojiye yönelik eğilim, batılı kapitalist toplumlardaki “doğulu irfan”ı kucaklamayı edimsel açıdan reddetmek amacıyla meşrulaştırılmaktadır. Ancak bunun ötesinde Žižek, bugün İsa’ya dönme konusunda açık ve olumlu bir sebep asla ortaya koyamaz. Muhtemelen bir projeksiyon hamlesi ile o, bu suçlamayı Paul ile ilgili çalışması (2005) üzerinden Giorgio Agamben’e yöneltir: 
“Agamben’in mesiyanik tecrübe olarak ifade ettiği şey, Benjamin’in Paul’u ‘yinelediği’ iddiasını derinleştirecek her türden özgül tespitten muaf böylesi bir tecrübenin saf biçimsel yapısıdır: bugün, neden Paul’un mektuplarını okunur kılan özgül bir uğraktır? Bunun nedeni, Yeni Dünya Düzen(sizliğ)inin Roma İmparatorluğu’na paralellik arz etmesi midir (Negri ve Hardt’ın tezi)?” (A.g.e., s. 108) 
Ayrıca Žižek’in çalışmasında Hıristiyanlığa bu dinin hatırına insanı şüpheye sevk edecek sorumluluklar atfeden kimi ifadeleri okumak da okura cazip gelebilmektedir.
Bu, Žižek’in dogmatik bir Hıristiyan’ın kendi argümanı aracılığıyla kendisini bilinçaltında ifşa ettiği anlamına gelmez. Aksine bence Žižek’in Lacancılık etkisi altındaki açık Hegelciliği, kendi orijinalliğinin zayıflığını, kazara da olsa, ortaya koyar. Daha açık ifade etmek gerekirse: ortak kimi yanlış anlamalara karşın, Hegel’in efendi-köle ilişkisinden ideal modern devlete uzanan insanî süreç teorisi, antik Mısır’dan on dokuzuncu yüzyıl Almanya’sı arasındaki sürecin saf manada tarihsel olarak soyutlanması değildir, aynı şekilde, Marx’ın feodalizmden kapitalizme, oradan da komünizme geçiş tespiti de zamansal planda kaçınılmaz biçimde yaşanan bir açılma olarak görülemez. Aksine, Hegel’in ideal devleti, Nosyon dâhilinde ideal bir biçim olarak her daim mevcut kalacak bir biçimdir; bu Nosyon, efendi-köle diyalektiği ile başlayıp modern devletin çözülmesi ile sonlanan iç mantıksal hareket üzerine kuruludur ve muhtemel tarihsel gerekçelendirmelere tümüyle karşıttır.
Ancak diyalektik özbilinçliliğin tarihdışı bir düzlemde gerçekleşmesi, kimi zaman tarihsel bir diyalektiğin içine yuvarlanır. Bu yuvarlanma, tüm Hegelci sistemin sürekli yinelenen açmazıdır. Adorno’nun da söylediği biçimiyle:
“Sistem, doğası gereği tarihsel olan kavramın kavramsal indirgenemezliğini tanımak zorundadır: mantıksal-sistematik ölçüler bağlamında tarihsel olan, hepsi böyle olmasa da, rahatsız edicidir; bu tam manasıyla kör bir noktadır.” (Akt.: Widder 2002: s. 160)  
Söz konusu açmazın genel hatları açıktır: Jean Hippolite’in iddiasına göre, Tinin Fenomenolojisi’nde “sadece ruh ve dinle ilgili bölümlerde güncel tarihsel gelişmeye tesadüf eden bir hareket mevcuttur.” (A.g.e.: s. 159)
Bu sebeple Hegel’in Tarih Felsefesi’nde takdim edilen dünya-tarihi üzerine kurulu din teorisini Žižek’in açık Hegelciliğini sınırlandıran bir hat olarak ele almalıyız. Žižek’in de kabullendiği biçimiyle: 

“Hegel’in güncel olduğunu ileri sürmenin, yani onu sahip olduğu sistemin bütünüyle modası geçmiş, metafiziksel bir delilik olduğu suçlamasından kurtarmanın aslî yolu, Hegel’in fikriyatını bilişsel ve ahlâkî iddialarımızın normatif koşullarını ve önvarsayımlarını belirleme gayreti olarak okumaktır.” (2006: s. 28)

Bu, esasta, Hegel’in Kantçı kendinde şeye ilişkin temel kavrayışının ve öz ile görünüş arasındaki yarığın bilincinde olmamızın Lacancı Eksiklik kavramına denk düştüğü anlamına gelir. Dolayısıyla Hegel, kendi felsefî, politik ve epistemolojik açmazlarımıza bizim nasıl gömüldüğümüzün genel çerçevesini verir. O, bu açmazların ideal biçimlere doğru kapanmasını emretmez. Mesele, Žižek’in Hegel’de bulduğu söz konusu epistemolojik-uzamsal açıklığın en iyi biçimiyle kısmî bir okuma olması değil, aksine dünya ruhu ve dinle ilgili Hegel felsefesindeki açmazlarla yüklü tarihselciliğini reddetme noktasında onun tuzağa düşmesidir. Bu nedenle Žižek’teki din felsefesinin dikkat çekici biçimde benzer bir şemayı takip etmesi şaşırtıcı değildir.
Bhagavad Gita üzerinden Žižek, ilkel dinler bağlamında Hegel ile aynı sonuca ulaşır: 

“Eğer dış gerçeklik tümüyle fani bir görünüşten ibaretse, o hâlde en korkunç suçlar bile mesele değildir. […] Bu, Budist’in (ya da Hindu’nun) herkesi kuşatan merhameti Hıristiyan’ın hoşgörüsüz, şiddetli Aşk’ına muhalif olmak zorunda olduğu anlamına gelir.” (2003: s. 32-33)

Žižek, Hegel’deki dinî tarihsel-teleolojik açılmaya atıfta bulunmama hususunda dikkatlidir, ancak ondaki açık epistemolojik edinimin benzer sonuçlara ulaşması sebebiyle, onun gerçekte söz konusu açılmayı geride mi bıraktığı yoksa sadece eski Hegel’ci izlerini örtbas etmekle mi yetindiği gerçekten de merak konusudur. Diğer yandan evrensel, tektanrıcı olaya vurgu yapmasına karşın, İslam Hıristiyanlık’la aynı ölçütlere sahipken, tam da Hegel gibi Žižek de söz konusu dini görmezden gelir. Bu, Žižek’teki açık Hegelciliğin, “gerçekte” kötü ve eski Hegelcilikle, işlevsel açıdan, özdeş olduğu anlamına gelir.
Eksikli Bir Sonuç Bölümü
Badiou ve Žižek’in İsa olayına farklı bakış açıları ile yaklaştıklarını görmüş bulunuyoruz. Badiou’ye göre tüm mesele, Paul’un öznel inancı ve onun Hıristiyanlığa geçişi iken, Žižek’e göre, İsa’nın çarmıha gerilmesinde görece daha derin, diyalektik ve dolayısıyla ontolojik bir önem mevcuttur. Ancak her iki düşünür de Paul’un etkisi altındaki tektanrıcılığın evrenselleşmesi hususunda ortaklaşır. Maalesef söz konusu fikrî uzlaşmazlık, esasta belli bir tutarsızlığa da işaret eder: ne Badiou’nün olay teorisi ne de Žižek’in açık Hegelciliği tarihsel temeller belirler, aksine ikili, böylesi bir sonucun üzerinden çabucak atlamaktadır. 
Komünizmin evrenselliğine dair temel tarihsel iddiası, yirminci yüzyılda Katolik olmayan ülkelerdeki marksist-komünist hareketlerin kaderine ilişkin kimi içerimlere sahip olmaya başlar. Ne Badiou ne de Žižek, bu sonucu doğrudan keşfetmişlerdir, işin aslı, bu keşif, ulaşmak istedikleri felsefî ve politik amaçlar için aksi yönde üretken bir nitelik arz edebilirdi de. Hıristiyan özcülüğünün bu noktada küresel, devrimci hareketin geriye dönük değerlendirmesine sızması gerektiğini söyleyen çalışmalarında bu keşif, neredeyse kaçınılmaz bir gelişme olarak zuhur eder. Bu görev, en azından Dayan Jayatilleka tarafından üstlenilmiş gibi görünüyor.
Çalışmamızın ikinci bölümünde, İslam’ın her iki düşünürün Hıristiyan evrenselciliğine imtiyaz bahşetmeleri gayretini ve ortaya koydukları sistemi nasıl şaşkına çevirdiği, ayrıca onların dinî teleolojilerini destekleyen Hegelci varsayımlar ele alınacak. Hegel gibi bu iki felsefecinin de, İslam’ın sistem karşıtı direnişin kilit önemdeki kimi sahnelerinde fiilî bir hâkimiyete sahip oluşuna ilişkin bile, ilgili din hususunda çok az laf etmeleri sebebiyle, analiz ikinci bölümde iki yazarın ötesine geçecek ve İran Devrimi’nin en etkin ideologlarından iki ismin felsefesini inceleyecek: Ayetullah Murteza Mutaharri ve Ali Şeriati. Bu felsefecilerle birlikte, modernist, devrimci İslam anlayışı üzerinden, şimdiye dek ortaya konulan eleştiri keskinleştirilerek, evrenselciliğe ilişkin önerilen her türden temelin verili sınırları incelenecek.

İkinci Bölüm
I. Bölüm’de Hıristiyanlık olayındaki komünist evrenselciliğin temeline ilişkin Slavoj Žižek ve Alain Badiou'ye ait değerlendirmelerin ilgili yazarların ontolojilerine içkin bir dizi tutarsızlıkla malul olduğu üzerinde durduk (Coombs 2009). Žižek için onun açık Hegel yorumuyla ilgili taraftar toplama gayreti ile kendisinin Hıristiyanlıkta bulduğu ontolojik önem arasında belli bir uzlaşma yolu bulmak hayli güçtü. Badiou hususunda ise, onun açık Hegel yorumunu, Hıristiyanlığa yüklediği ontolojik ehemmiyet ile uzlaştırmak hayli zor bir meseleydi. Badiou’nün Hıristiyan imanının evrenselleştirilmesi ve Judaizmden etkin kopuş üzerinden Aziz Paul’e atfettiği, bir militan hakikat usulü olarak, onun “evrenselciliğin kurucusu” oluşu, Badiou’nün iç tutarlılığa sahip olmayan çokluğunun ontolojisi ile çelişiyor ve esasta bir biçimde tarihsel ya da olaysal temelleri inkâr ediyordu. Bu eleştiri, hâlâ “post-modern” komünist teoriye mensup belirli bir okula ait “Hıristiyan hegemonyası”nın altını oymaktan uzaktı. Aksine eğer bizler bu tür teorilerin kendi sistemlerini ihlal ettikleri koşulları göstermiş olsak bile, “Paulcü materyalizm”in özcü platformu ve onun tekilci temelleri görece daha şüpheli hâle gelecek, neredeyse çökmeye yüz tutacaktı. Oysa biz, bu koşulları sadece İslam’da bulabiliyoruz.
Ancak öncelikle belirtmek gerekir ki, bu noktada kendi argümanımızı, ilgili mevzu üzerine öngörülü kimi çalışmalar kaleme almış olan Ian Almond’ın The New Orientalists'teki ("Yeni Oryantalistler" -2007) tespitlerden ayırmamız gerekiyor. Zira Almond, İslam’ın hayaletini Nietzsche’den Foucault’ya dek uzanan post-modern felsefenin içine yerleştirmeyi bilse de onun yönelttiği eleştirilere ait önkabüller, akis odasındaymışçasına, gerisin geri kendi hedeflerini tuhaflaştırıyor. 
Edward Said’in Oryantalizm (1979) isimli eserinde Doğu’nun sömürgeci eliyle temsili ve inşasına karşı geliştirdiği polemikten farklı olarak, Almond’ın çalışmasında belirgin bir post-modern kıvrım mevcut. Üstelik bu yönelim, Badiou’nün de pek hoşuna gitmeyecek cinsten. Almond’ın izini sürdüğü, temsilin yoğun şiddetinden çok, yokluğun kökeni ya da “manevi sınırlar”dır. Bu, İslam’ın kendisini post-modern felsefenin yarıklarında ve dipnotlarında göstermesine aracılık eden dolayımdır. Almond’ın çalışmasına aldığı felsefecilerin hiçbirisi (Orhan Pamuk, Salman Rüşdi ve Jorge Luis Borges’i ayrı tutalım.) İslam üzerine âlim oldukları iddiasında değildir. Bunlar, sadece “Batıya ait hususlar”la kesişen noktalarda dini tartışan isimlerdir. Buna, İran devrimi ile ilgili röportajlarında Şiiliğe meyyal Michel Foucault da dâhildir.
Örneğin Jean Baudrillard’a göre, İslam’ın gölgesi Körfez Savaşı’nda kırılarak açığa çıkmıştır. Slavoj Žižek de dini 11 Eylül ve Irak Savaşı ile bağlantılı olarak ele almıştır. Kitabının Žižek ile ilgili bölümünde Almond, “İslam, yokluğu sebebiyle aşikârdır.” (a.g.e., s.177) der. Dahası İslam, Žižek’in “öteki” Avrupamerkezciliğinin zayiatıdır. O, “her türden ontolojik derinliğin ya da hatta marjinalize edilmiş öznenin somutluğunun semantik manada inkârıdır.” (s. 183).
Almond’ın eleştirisindeki bu gerilim, ilgili eleştirinin marjinalitenin soykütüğünden daha fazla nüfuz etmesine maalesef izin vermez. Žižek’te İslam’ın hiç mi hiç temsil imkânı bulamaması, ona karşı yöneltilmiş şiddetin kendisidir aynı zamanda. Dahası Almond’a göre, "Žižek’in çalışmasında bir Müslüman’ın derisini kazıdığınızda o derinin altında er ya da geç bir sosyalist buluruz.” Bunun nedeni, Žižek’in “Jameson’cı ‘gözden kaybolan arabulucu’ kavramına başvurmasıdır. Bu mekanizma aracılığıyla bir inanç başka bir inanç sisteminin ortaya çıkışını kolaylaştırır ve süreç dâhilinde kendisini hükümsüz kılar.” (s. 191) Žižek’in buna muhtemel cevabı şu şekilde olacaktır: “Aynen öyle!” Böylelikle Almond, önsel iddialar serisini temel alarak Žižek’in derisini yüzer. Bu iddialar, Hegelci felsefenin Avrupamerkezciliği ve Lacan’cı psikoanaliz vb.dir. Böylesi bir yaklaşım üzerinden ulaşılacak muhtemel sonuç, İslam’ın hakiki Ötekiliğine hiçbir şekilde saygı duymamak olacaktır. Almond, aynı zamanda Žižek’in kendisine Öteki olmayan dinlerin temsilindeki Ötekiliğin yokluğundan da şikâyet eder. Başka bir deyişle Almond’ın eleştirisi, çokkültürcülüğün kapsayıcılığına ait ideolojisinde ve Žižek’in mücadele etmek için teorik manada o kadar enerji sarf ettiği peşin hükümlü olmayan hoşgörü içinde mahpus kalır.
Keskin bir karşıtlık belirlemek adına bizim buradaki amacımız, Badiou ve Žižek’in Hristiyan özcülüklerini dünyaya dönük olarak umutsuzca ifade ettikleri Avrupamerkezci bakışları değil, onların kendi sistemlerinin ilkelerinden bir sapma olarak görmek yerine, onlarla birlikte Almond’a ait bizim de paylaştığımız ilkelere dönük farklı bir eleştiri yöneltmektir. 
Makalenin I. Bölüm’ünde Badiou ve Žižek’in Hristiyan evrenselciliğini Hegel’in “mutlak din” övgüsü ile birlikte kıymetlendirme gayretleri arasındaki yakınlığı görmüştük, bu bölümde de Hegel önemli bir temas noktası olacak. İleride göreceğimiz üzere, Hegel’deki sorun, “Alman Dünyası”nın hükmü altında olan, İslam’a dönük konumundaki taşralılık değildir. Aksine sorun, tam da Badiou ve Žižek’teki havai İslam temsillerinde olduğu üzere, Hegel’in İslam’a ilişkin soyut fikrin ötesinde O’nun fiilî özelliklerini görememesidir. 
İslam’ı saf anlamda soyut bir evrensellik olarak şematize edişindeki içkin yetersizliği, ancak Hegel’i kendi cümleleri ile ele aldığımız vakit görebiliriz. Bunun nedeni, Hegel’in yargı ölçütlerinin doğruluğunu kabul etsek bile, onun yargısının İslam’a ait özel ayrıntılarla çelişiyor olması değil, ilgili şematizasyonun kabul edilemez biçimde İslam’ı habis bir değer yargısı olarak temsil ediyor olmasıdır (böylesi bir eleştiri, yargı dışı birçok kültürcülük ve Ötekiliğe dönük saygı alanının dışında konumlanır.). Bu özellik kendisini en iyi şekilde Sünni-Şii ayrışmasında, bu ayrışmanın dinin politikası ve tarihselliği için pratikte ne anlama geldiğinde ifade eder. Dahası bu ayrışma, İslam’a dönük her türden özcü felsefî kimlik atfedilmesine mani olduğunu gördüğümüz noktada biz, aynı zamanda evrenselciliğin temeli üzerinden her türden özcü Hristiyanlık okumasını imkânsızlaştıracak malzemeye de sahip oluruz.
İddiamızı güçlendirmek amacıyla, makalenin II. Bölüm’ünde İran Devrimi’nin önemli iki ideologunu inceleyeceğiz: Ayetullah Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati. İkilinin İran’daki devrim öncesi döneme dönük tartışmaları ve rekabeti üzerinden devrimci Şii İslam’ının farklı yorumlarına odaklanacağız: Mutahari’nin diyalektik anlayışı ile militan ve olaysal anlayışı, Badiou’nün Aziz Paul’ün hakikat usulüne dönük vurgusunu yankılar. 
Her ne kadar Sünni-Şii ayrımını Hegel, Mutahari/Şeriati tartışmasını da diyalektik/olay ayrımı üzerinden okumak, bizi Badiou ve Žižek ile aynı konuma taşıyıp bu ayrımları “batılılaştırmak” suretiyle belirli bir uyarlama çalışması içine soksa da, benim de Badiou ve Žižek gibi Aydınlanma ruhunu ve evrenselliğini eleştirdiğimi hatırda tutarak, bu, söylemek gerekir ki, dünyanın iki evrensel dininin ortak sorunlarının bir kısmını öne çıkartmak olarak görülmemelidir. Dahası biz, burada İslam’ın sözde Ötekililiğinin yüzündeki hürmeti ve dehşeti, muadili olan evrensel dinin dışta tutulması suretiyle Hristiyanlığın nasıl özcüleşip kendisini bir temel olarak konumlandırdığına ilişkin sorunun bir parçası ve bileşeni olduğunu göstermeyi umut ediyoruz.
Hegel ve İslam
Hegel’in İslam ile ilgili görüşlerini, bu görüşlerdeki küstah Hristiyan şovenizminin karşısında kıs kıs gülmek için ele almamak gerek, aksine bu görüşlerin yargısız, çokkültürcü söylemsel çerçeve dâhilinde bile bastırılmış olan hâkim İslam anlayışlarında hâlâ örtük olarak mevcut olduğunu görmek, gerçekten de kıymetli bir çalışma olacaktır: söz konusu söylemsel çerçeve, “ılımlılar”la “aşırılar”ı ve “modernistler”le “fundamentalistler”i vb. ayrıştırmak zorunda kalmıştır. Günümüz kültüründeki teleolojik fikriyatı kınamakla ilişkili tüm resmî usuller için gene de Hristiyanlık ya da en azından Protestanlık, sekülerizmin telosu olarak iş görmektedir. İslam ise gerçek moderniteye geçmek için kendisinden kurtulamayan, geçmişe saplanıp kalmış, Yahudilik ve Hinduizm gibi hantal bir din olarak görülmektedir.
Bu bakış açısı, Hegelyan teleolojide yankısını bulur. Bu teleolojide İslam, ne görece daha ilkel bir din ne de diyalektik açıdan Nosyonun Hristiyan mükemmelliğine doğru açılmasının herhangi bir parçası ile ilişkidedir. W. T. Stace’in de işaret ettiği üzere: “Hegel, her ne kadar İslam dinine dönük parçalı da olsa kimi atıflarda bulunmuşsa bile, bu dini kendi din tarihi içinde neden ihmal ettiği, gerçekten merak konusudur.” (1955: 491) 
Hegel’e göre, İslam Tanrı’nın birliğini evrensel Tek içinde soyutlama konusunda diğer tüm dinlerden daha fazla ileri gitmiştir. İslam, Tarih Felsefesi’nde dünya dinlerinin giderek mükemmelleşmesine ilişkin hareketin adıdır. Ancak kutsalın soyut evrensellik içinde açımlanması süreci, Nosyona doğru yaşanan açılma dâhilinde diyalektik bir zorunluluğa sahip olduğu noktada, Hegel, bunun nedeninin özel ve evrensel oluşun Hristiyan ibadetinin görece üst düzeydeki tekilliği içinde çözülmeyen İslam’daki soyutlamanın aşırılığı olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle İslam, Tanrı’nın Oğlu’nun çarmıhta ölmediğini kabul etmeyerek, insan ile Tanrı arasındaki köprüyü yıkar ve böylelikle bireyi kutsalın tekliğinden, insanı da kendi kaderinin yaslı olduğu kaderini gerçekleştirmesinden uzak tutar. Bu noktada doğal olarak kronolojik dünya tarihinin dördüncü bölümünde, “Alman Dünyası” başlıklı bölümde MS 7. yüzyılda ortaya çıkmasına karşın, İslam’a anlamsız da olsa neden bir yer ayırdığı merak edilecektir. İslam, Nosyon’a doğru yaşanan yükselişin içinde tarihsel bir açmazı temsil ediyor olmalıdır, ondaki sürelilik, kendi içinde herhangi bir telos (amaç) bulamaz ve O, tarihin alacakaranlığında ricat etmektedir. Böylelikle onun müminlerinin imana dönük aşırı bağlılıkları, onların bireyciliğe atılmış bir çapaya muhtaç olan, modern evrensellik temelindeki gelişimlerini engelleyen bir bariyer olarak iş görmektedir. Hegel için bu artığın katastrofik sonuçları vardır:

“Burada öznellik canlı ve sınırsız bir enerjidir. Bu enerji, saf anlamda olumsuz bir amaca sahip seküler hayatın içine girer, kendisi ile meşgul olup dünyaya müdahale eder ve bunu Tek’e (Tevhid) dönük kulluğu teşvik etmek suretiyle yapar. Muhammedî ibadetin nesnesi saf anlamda zihinseldir. Allah’a ait herhangi bir görüntü ya da temsil asla hoş görülmez. Muhammed peygamberdir ama hâlâ insandır ve insanî zayıflıktan kurtulamamıştır. Muhammedîliğin belirleyici özellikleri bu zayıflığı içerir. […] Bu nedenle Tek’e dönük ibadet bütünün birleşmek için istifade edebileceği yegâne bağdır. Söz konusu genişleme dâhilinde bu faal enerji, tüm sınırlar, ulusal ve kast sistemine ait ayrımlar gözden kaybolur; herhangi bir ırkın üstünlüğü ya da doğum ve mülkiyetle ilgili her türden politik iddia geçersizleşir: elde sadece mümin olarak insan vardır.” (Hegel 2001: 374)

İslam, Fransız Devrimi’ndeki Terör döneminde cari olan felsefî kimliğe benzer bir kimliğe sahip olmalıdır. Hegel’e göre, devrimin diyalektik zorunluluğu, burjuva yöneticiler eliyle monarşik düzenin değiştirilmesi, evrenselin özel olanda somutlaştığı rasyonel bir Hristiyan etosu modeller ya da: "Var olan rasyoneldir; ve rasyonel olan var olandır.” (Hegel 1991: 20) Ancak İslam, temelde Jakoben Terörü’ndeki soyut birliğe dönük arayışa daha yakındır: "[…] Tüm kurumların eşitliğin özbilinci ile uyumsuz olması nedeniyle, yetenekler ve otorite arasındaki bütün farklar iptal edilmelidir.” (a.g.e., s. 39) Hegel, mantıksal açıdan söz konusu paralelliği şu şekilde belirler:

“Aynı zamanda Muhammedîlik en önemli yücelmedir: insan, tüm küçük çıkarlardan kurtulup yücelerek yiğitlik ve eliaçıklıkla tanımlı tüm faziletlerle birleşme imkânı bulur. Bu noktada Robespierre’in la liberté et la terreur’ü (Özgürlük ve Terör) gibi burada da La religion et la terreur (Din ve Terör) aslî ilkelerdir. Ancak gerçek hayat gene de somuttur ve hâkimiyetle zenginliğe götürecek fetihlere çıkmak gibi kimi özel hedefler çıkartır insanın karşısına.” (Hegel 2001: 375)

Hegel, Muhammedîlik (İslam) dediği şeye sadece beş sayfa ayırdığına göre, demek ki ondaki ampirik bilgi sınırlıdır ya da kasten sınırsızdır. Birçok okur, daha kapsamlı bir ampirik arka plana ve kıyaslamalara ihtiyaç duyacaktır. Şurası gayet açık ki İsa aksine Muhammed tanrılık iddiasında bulunmamış, sadece peygamber olduğunu söylemiştir. Analojik olarak, örneğin Badyöcü söyleniş tarzı dâhilinde ifade etmek gerekirse, Muhammed’in hem İsa hem de Paul olduğu söylenebilir, peygamber olması ardından O, kendi mesajına dönük içsel sadakatini ilân etmiş ve bu sadakat üzerinden bizzat kendisi değişken bir ümmet kurmuştur. Ancak Paul’ün aksine Muhammed, aynı anlama gelecek bir kopuştan asla söz etmemiştir. En büyük peygamberi Muhammed olan İslam, Musa ve İsa gibi Yahudi-Hristiyan peygamberler dâhil tüm peygamberleri içeren tek tanrılı inançlara ait silsilenin “mükemmelliği” olarak temsil edilmiştir. Ancak gene de “mükemmellik”le ilgili bu diyalektik dil, kopuşun gerçekliğini örtbas etmemelidir; aniden ifşa olunan bilgi, kendisini somutlayan yeni ve militan hakikat usulünü başlatmıştır.
Muhammed’in vefatı ardından ilk İslam ümmeti, iki yüz yıl boyunca iç savaşlar yüzünden bölünür (Halm 1991). Halifelerle belirli kabileler arasındaki rekabetin hüküm sürüyor olmasına karşın, bu bölünmede bölgesel bir boyut mevcut değildir. En önemli ayrışma Sünni ve Şia arasında yaşanandır. Bu ayrışmanın sonucunda oluşan mezheplerin yandaşları birlikte yaşarlar, hatta aynı halife mahkemelerinde bir arada olurlar. Her ne kadar Heinz Halm, “Şia sözcüğü esas olarak parti demektir. […] Sünni-Şia ayrışmasında teolojik ve öğretisel farklılıklar ikincil bir rol oynamıştır.” (a.g.e., s. 1-2) dese de, Hegelci, dilerseniz Hegel ötesi Hegelci bir perspektif üzerinden bakıldığında, bu tespit sorgulanabilir niteliktedir. 
Allah’ın tekliği, Tevhid, insanlığın parçalılığına ebediyete dek muhaliftir, Hegel’in tarif ettiği biçimiyle, Allah’ın "saf anlamda entelektüel" niteliği Şiiliğin insanbiçimciliği tarafından zayıflatılır. Mecid Fahri’nin tespitiyle, “güvenle varsayabiliriz ki Şiiliğin insanbiçimciliği, İmamlara kutsal ya da yarı kutsal bir statü atfedebilmekle ilgili bir istek tarafından koşullanır, aşırı uçtaki Şiilere göre, Allah dönemsel olarak bu İmamlarda bedenlenir." (2004: 57-58) Bu “istek”, muhtemelen tarihsel düzlemde belirlenmiş bir olgu olmalıdır.
Muhammed’in halefiyeti meselesi, İslam içinde hiçbir vakit çözümlenememiştir. Buna tepki olarak “ilk İslamî iç savaş”ın bir tarafı olan Haricîler hareketi, Hegel’in eşitliğin soyut özbilinçliliği olarak tarif ettiği şeye oldukça yakınlaşmıştır. Haricîler, zalimlerin öldürülmesini salık vermiş, Halifeliğe karşı şiddete dayalı bir iç savaşın verilmesini uygun bulmuş, Allah’a ulaşma konusunda tam eşitliği savunmuş, iktidar kurumlarının yıkılması için mücadele etmiş ve altmışlarda dost Müslümanlar arasında her yanı kuşatan cahiliyeye karşı İslamî terörü rasyonalize eden Seyyid Kutub gibi, Müslüman düşmanlarını lânetlemişlerdir. Bugün bile doğrudan soykütüksel bir bağ dâhilinde Haricîlerin ismi, “İslamî anarşizm”in baştan çıkartmalarına karşı uyarıda bulunmak amacıyla, Mısır’da kullanılan söylem dâhilinde bir çağrışım unsuru olarak kullanılmaya devam etmektedir ve Usame Bin Ladin tarafından bile lânetlenen bu etiket, Ortadoğu’da hayli yaygın bir kullanıma sahiptir (2005: 224). 
Statükoyu savunmak ile şiddet yanlısı, literalist-motamotçu Haricî anarşizmini desteklemek arasındaki ikilik, Muhammed’in kızı Fatma’nın oğlu Hüseyin’in Kerbelâ’da 671’de katledilmesi ile son bulur. Hüseyin ile birlikte İslam, kendisine ait “Mesih momenti”ni tecrübe eder; Fırat kıyısındaki “şehadet”le beraber insanlık ile Allah arasındaki insanbiçimci köprü kurulmuş olur. Statükoya karşı direnişin merkezî İslamî teolojisi olarak Şiilik, Haricîlere nazaran daha fazla önemli hâle gelir. Artık muhalefet, gerçek sosyal katmanlarda kökleşme imkânı bulmuş, Peygamber’in ailevî nesebine ait liderliğin desteğini arkasına almıştır.
Tüm bunlar, Hegelci bir perspektiften, Şiî İslam’ının Hristiyanlıkla aynı diyalektik türden sayabileceğimiz anlamına mı gelir? Bu söylenenler, her ne kadar Sünni İslam zalim despotizmin (tiranlığın) kurucu kışkırtıcısı ya da aracısız soyut eşitliğin (anarşizmin) gerçekleştirilmeye çalışılması olarak düşünülse de Şiilikte daha makbul Hristiyanlıkvari bir gerçeklik, dolayısıyla komünist evrenselcilik için benzer bir temel bulunabileceğine mi işaret eder? Belki de, ama bu tarz anlamsız diyalektik görüşler, sadece Hegelci teleolojinin yetersizliğini ortaya koyar. Hegelci perspektiften bakıldığında, Şiiliğin sekülerizmi de kesen bir diyalektik silsile boyunca gelişmediği gerçeği, dinin esasta teleoloji içinde bir açmaz olarak kayıtlı kaldığını ve sadece değişmeyen, gerici olabileceğini, ancak Hristiyanlığın İnsanların Krallığına terk ettiği canlılıkla birlikte patlama yaşadığını gösterir.
Zizek ve Badiou’de İslam
Frederiek Depoortere’e göre, Hegel gibi Žižek’te de İslam, diyalektik arabuluculuğun yanlış yoluna girmiştir. Bu durum, Žižek’in şu tespitini izah eder: 

İman Üzerine çalışmasının bir dipnotunda İslam’a yönelik yaptığı o en önemli atıfta Hegel, İslam’ın Yahudilikle Hristiyanlığı sentezleme gayreti dâhilinde, her iki dinî dünyanın en kötüsü olarak cisimleştiğini söylemektedir.” (2008: s. 140). 

Almond’ın da (2007) belirttiği gibi, Žižek, İslam’ın kendisini yeniden toparlayıp diğer dinlerin (örneğin Tibet Budizminin) kolaylıkları ile birlikte küresel kapitalizme dâhil olmasına izin vermeyen bir canlılığa sahiptir; ancak burada Žižek, hâlâ Hegel’in sınırlı İslam anlayışını takip etmekte ve temel ontolojik hatayı sahiplenmektedir. Buradaki hata, “dünyanın ruhu”nun aşılmasına mani olan teleolojik bir anomali ile ilgilidir. Zira Hegel’in şeması, İslam olayını değerlendirme ve Şiilikte temeli teşkil eden antropomorfik olayı kavrama becerisine sahip değildir.
Badyöcü perspektifte durum daha parlak değildir. Teoride Muhammed’in aktardığı vahiy denilen olayın ve İslam toplumunun kurulmasına ait “hakikat usulü”nün Aziz Paul’ün militan evrenselciliğine denk olarak düşünülmesi güç olmamalıdır. Batı kültüründe İslam’ın gelişinin anlamına ilişkin kafa karışıklığı bakımından Bernard Lewis’ten bir alıntı yapmak yararlı olacaktır. Samuel Huntington’ın 1997 tarihli Medeniyetler Çatışması çalışmasına örtük destek sunan bir akademisyen olarak Lewis’in İslamofil olarak suçlanması pek mümkün olmasa gerektir:

“En geniş manada İslam’ın gelişi, bir tür devrim olarak gerçekleşmiştir. Yeni din, mevcut öğretileri ve kiliseleri ezip geçmiş, sadece önceki iki dine eklenen üçüncü bir ahit değil, ayrıca onların yerini alan yeni bir kutsal kitap da getirmiştir. […] İslam’da tercihen herhangi bir papaz, imtiyazlı tarikatlar, kastlar ya da herhangi türden bir mevki bulunmaz. […] Antik dünyanın aksine İslam’da bir köle, kişisel bir mal değil, tanınmış bir hukukî ve ahlâkî statüye sahip olan bir kişidir. Çokeşliliğe ve cariyeliğe hâlâ tabi olsa da kadınlar, modern zamanlara kadar Batı’da bulunmayan haklara sahip olmuşlardır.” (1995: s. 72)

Ancak önemli bir Badyöcü akademisyen olan Peter Hallwar’a göre, bu devrimci değişime karşın, “İslam, bir olay olma gerçeğinden muaftır”:

“Muhammed’in vahyi, mevcut durumun hâkim gerçekliğinden kesin olarak kopsa da açık uçlu bir sadakatin değerlendirmesine izin vermeyen bir tanım eksikliğine sahip kısa ömürlü bir anomaliden başka bir şey değildir. Aksine, Muhammed’in sözleri (ilkesel olarak) peşinen her bir felsefî meseleyi konumlandırır. İslamî felsefe, genel manada henüz bilinmeyen gerçekliğin geleceğe ait bileşimine yönelmemiş, özgün anlamda (sonrasında karartıcı) bir yeterliliğin ‘yedeği’ne düşmüştür.” (2003: s. 408)

Kur’an’ın İncil’e ve özelde Paul’ün yazılarına kıyasla öykünmeci manada daha fazla kural koyucu bir nitelik arz ettiğini söyleyen Hallward haklı olsa da gene de yüzünü geleceğe dönmüş bir Hristiyanlıkla geriye bakan bir İslam arasında keskin bir karşıtlık keşfetmek, abartılı bir yaklaşım olacaktır: dışarıdan yapılan bu türden değerlendirmeler, esasında Hristiyanlığın “mutlak din” olduğunu söyleyen Hegelci çizgiyi farklı bir felsefî çerçeve dâhilinde tekrarlamaktan başka bir anlam ifade etmez. Bizim bu noktada sormamız gereken, Badyöcü tutarsız çokluğun ontolojisinin verili hâliyle tüm meselelerin peşinen nasıl konumlandırılabileceğidir. 
Elde başka bir şey yoksa bile, dinler tarihi, İslam ile Hristiyanlıkta çok sayıda mezhepsel ayışmanın görülebileceğini bizlere göstermektedir. Örneğin yeni Platonculuk, hem ortaçağ Hristiyan felsefecilerinde hem de İslam felsefesinde hâkim bir unsur olmuştur. Kitabın aslına uygun olarak yorumlanmasına ilişkin her iki dinde de yorumbilimsel ayrışmalar gerçekleşmiştir (örneğin ezoterik bir okuma öneren İsmailîler). Sünni/Şia ile Katolik/Protestan arasındaki ayrışma, benzeşik bir nitelik arz eder ve “ilkesel” olarak konumlandırılan felsefî meselelerin geçerliliğine şüphe ile yaklaşılmasına neden olacak biçimde doğru politik ve öğretisel otoriteyi ikiye bölmüştür. Dolayısıyla, bizim Müslümanların bu ayrışmaların sonucu olan mezheplere bağlılığını, bu mezheplerin öncelikle her şeyi peşinen konumlandırmadığını gösteren bir husus olarak ele almamız gerekir. 
Kur’an, kabul gören temel bir metin olarak açık bir rehberliği temsil ediyor olmalıdır. Hallward’ın İslam’da bulduğu kapalı alan, öznelerin kendi sadakatlerini olaya eklemlemeleri için gerekli muğlâklıkların yokluğu anlamına gelebilir. Hallward’ın aksine, bu yönde sonradan ortaya atılan karşı önerme kanıtının da gösterdiği üzere, Badyöcü çerçeveye duhul eden bir kişi için İslam’ın özgün olayı kategorilerle pek fazla örtüşmeyecektir.
Badyöcü perspektif üzerinden, her ne kadar Badiou ve onun ontolojisine bağlı akademisyenler bu konuda bir fikir yürütmemişlerse de, Şiilik, olumsuz bir şey olarak, olabildiğince katrana benzer bir olgudur. Muhammed’e ailevî bağlılık üzerinden liderliğin süreklileştirilmesi talebi, görünüşte özgür bir özne tarafından her türlü sadakat talebini inkâr etmektedir. Hüseyin’in “şehadet”i de Şiiliğin kurucu mitine dönüştürülmüş, geçmişi kucaklayan geniş bir duraksamadır ve On İkinci İmam’ın sırra çekilme süreci olaya ait talepler eliyle aniden ifşa olunmaz, aksine, filizlenen Şii mezhebine dönük zulme ve uzun bir süre boyunca ailevî bağlantı eliyle liderlik mantığının yozlaşmasına dönük diyalektik bir tepki olarak gerçekleşir (Halm 1991). Bu bakış açısına göre, o vakit Şiiliği nihai manada bir hınç dini olarak görmek zor olmayacaktır. Arşin Edip Mukaddem’in de gözlemlediği hâliyle: 

“Şii İslam’ının tam da merkezinde duran, hatanın asaletine ve onun kurucu efsanelerine işaret edemez miydik? […] İranlıların kendi politik görevlerini ‘gerçekleştirememiş’ Ehli-Beyt üyelerine büyük saygı duymaları kültürel bir tesadüf müdür?” (2007: 186).

Hegel ve Žižek’te de görüldüğü üzere, Badiou’nün günümüz politik İslam’ına dönük düşüncelerinde temsil olunan, monolitik bir isim olarak takdim edilmiş İslam’da eksik olan şey, tarihselliktir. Being & Event (2005) ve Logics of Worlds (2009) çalışmalarını şevkle takip eden Badiou, politik İslam’dan ilerici ve devrimci bir öznelliğin doğabileceği fikrina karşı çıkar:

“[…] Eşi benzeri görülmemiş kriminal araçlar üzerinden petrol kartellerinin meyvelerini toplamak için batılılarla kapışıp duran, jeneolojik açıdan günümüz politik İslamcılığının, özelde bu akımın en gerici varyantlarının izah edilmesi, esasında nafile bir uğraştır. Bu politik İslamcılık, yeni bir dinî suiistimal biçimidir; doğal (ya da ‘aklî’) herhangi bir mirasa yaslanmayan bu suiistimalin niyeti, sosyalizm sonrası dönemi bilinmeze sürüklemek ve parçalı kimi teşebbüslerle yeni kurtuluş yolları icat etmeye çalışanlara Şeriat ve Sünnet üzerinden karşı çıkmaktır. Bu bakış açısı üzerinden söylenebilir ki politik İslam kesinlikle, politik deneyimin bugününü üreten imanlı öznelerin hem de ismini hak eden bir insanlık icat etme noktasında kopuş gerçekleştirmeyi inkâr etmekle meşgul olan, aynı zamanda daimî bir kurtuluşun mucizevî hamili olarak müesses nizam üzerinden caka satan gerici öznelerin çağdaşıdır. Politik İslam bugünün cehaletçiliğinin özne donuna bürünmüş isminden başka bir şey değildir.” (Aktaran: Toscano 2006: s. 29)

Badiou’nün politik İslam’a isnat ettiği cehaletçilikle İslam’ın olaysal olmayan karakteriyle ilgili hipotezi arasındaki noktaları birleştirmek çocuk oyuncağı bir iştir aslında. Kabul etmek gerekir ki yukarıdaki tanımlama, yirminci ve yirmi birinci yüzyıldaki İslamcı hareketlerin hepsini değilse de önemli bir bölümünü karşılar niteliktedir. Ancak burada önemli olan, dinin temellerindeki imkânların ortadan kalkıp kalkmamasıdır. Žižek ve Badiou’ye göre, mesele politik İslamcıların cehaletçi olmaları bir yana dinlerinin (Hristiyanlığın açığa çıkarttığı imkânlara kıyasla) kurtuluş için gerekli imkânları ortadan kaldırıyor olmasıdır.
Velhasıl Hegel, Žižek ve Badiou’nün Hristiyanlık’ta bulup beğendikleri şey İsa’nın vefatı ve Hegel’deki olumluluk içi olumsuzluğun terse çevrilmesi olarak diriliş ya da (Badiou’de görüldüğü biçimiyle) Aziz Paul’ün İsa’nın dirilişine dönük sadakatindeki saf olumluluktur. Bu üçlüye göre, İslam, Hristiyanlık’taki söz konusu ikilikçi yapıyı paylaşmamaktadır. Ancak her iki şemayı aşan ve bu yakışıksız felsefî-teolojik soyutlamaları laf kalabalığına dönüştüren şey ise değişimin ta kendisidir. Temeller, kendilerini sadece dogmatizm aracılığıyla inşa edebilirler. Temelden olumlu ya da olumsuz olan Hristiyanlık ya da Şiilik değil, öznelerin bu çerçeveler içinde ya da bu çerçevelerden radikal kopuş gerçekleştirme konusunda belli bir beyanda bulunma arzularıdır. Hristiyan fundamentalist ile İslamî fundamentalisti bir araya getiren, söz konusu kopuş imkânını reddetmesidir. Bu noktada, Žižek, Badiou vd.’nin İslam’ın özgürleştirici potansiyeli öldürmesi ile ilgili kesin tespitleri dâhilinde kalındığı vakit asla anlaşılamayacak, emsal niteliğindeki 1979 İran Devrimi’ni hatırlatmak anlamlı olacaktır. Ancak önce batıda hayli popüler ve alabildiğine basitleştirilmiş devrim hikâyelerini unutmamız gerekir. Zira bu hikâyelerde hep, ya işin başından beri faal olan gerici bir İslamcı güçten ya da devrim sonrasında İslamcı sağ tarafından ezilen saf bir soldan dem vurulur.[6] 
Esasında yirminci yüzyıl İran’ında batı felsefesinin, Marksizmin ve İslamî ideolojinin karşılıklı döllenmesinden söz edilebilir. Yirminci yüzyıldaki küresel devrimci hareketin (Gadamer’in terminolojisinden bir aşırma yapacak olursak) “etkin tarih”in bir parçası olan devrim söz konusu diyalektiğin bir zirvesi olarak görülmelidir. Bu türden yaklaşımlarda bir kez daha görülüyor ki batıdaki komünist teori içinde Hristiyanlık, hâlâ hegemonya sahibidir. Kurtuluş teolojisi üzerinden Latin Amerika Marksizmindeki Katoliklik çelişkili kabul edilmezken, Marksist teorinin İslamîleşmesine şüpheyle ve inkârla yaklaşılmaktadır.
Analizimiz, çıkış itibarıyla Humeyni’ye devrimde merkezî rol vermediğinden soyut kalmaktadır. Humeyni, İran Devrimi’nin en önemli simalarından birisidir. Sürgündeki rehberlik gücü ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulması sonrası devletin başı olması üzerinden edindiği karizma karşısında kaleme aldığı felsefî yazıları geri plana itilmektedir. İran’da Pehlevi’nin devrilmesi ardından oluşan entelektüel ortama rağmen, Humeyni’nin velayet-i fakih öğretisi, ahlâkî ve politik açıdan muhafazakâr bir İslam yorumu ile birlikte, devrim öncesinin İslamcı ideolojilerinin takdim ettikleri tüm yenilikleri “modernist-fundamentalist” bir programın içinde toplamıştır (modernist ve fundamentalist arasındaki paradoksal bağlanım, Humeyni’yi Afganistan’daki Taliban’ın ortaçağa özgü İslamcılığından ayrıştırmak için gereklidir.). 
Humeyni’nin ortaya koyduğu tek yenilik, mevcut durumdan özgün anlamda bir kopuşu ifade eden velayet-i fakih anlayışını kabul ederek İran’ı bir Amerikan kuklası olmaktan çıkartıp batı bloğuna kafa tutan bölgesel hegemonik bir güce dönüştürmesidir. Bu anlamda Humeyni’nin ideolojisi, geleneksel Şiiliğin Sünni çoğunluğa karşı geliştirdiği hıncı batıya yönelten bir ideoloji olarak görülebilir.[7]
Daha da tuhafı, İran’daki İslamî ideolojinin iki önemli isminin, Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati’nin bu süreçte gözden kaybolmuş olmasıdır. Bu iki ismin devrimin önemli iki arabulucusu oldukları ve İslamî devletin pekişmesi ile birlikte gözden kayboldukları doğrudur. Fedailerin ve Mücahidlerin Marksist gerilla grupları da aynı şekilde tasfiye edilirler ve İran’daki resmî tarihyazımının dışına atılırlar. Ancak buradaki amacımız, Şii İslam’ının içindeki imkânları incelemek ve Hristiyan özcülüğünün hatalı kendinden menkul niteliğini, henüz gerçekleşmiş imkânlar aracılığıyla, en iyi ifşa edecek olanın da İslamî ideolojiler olduğunu ortaya koymaktır.
Birbirine Rakip İki Devrimci: Mutahari ve Şeriati
Ayetullah Murtaza Mutahari (1920-1979) ve Ali Şeriati (1933-1977) Şiiliği devrimci ideolojileri için bir motif olarak kullanmıştır; benzer yanlara sahip olan iki düşünür gözü dönmüş bir yığın hasma da sahiptir. Mutahari, Şah’ın devrilmesi ardından, Şeriati’nin fikirlerine sadık, Furkan isimli bir grup tarafından katledilir. Her iki isim de Şiiliği devrimci tarzda edinime tabi tutar ve farklı kitlelere seslenir. Şeriati, kentli seküler aydınların, Mutahari ilahiyatçıların ve dindarların sevdiği bir isimdir. Hamid Dabaşi, ikili arasındaki ideolojik yakınlığa ilişkin şunları söylüyor: 

“Görünüşte ortaya koydukları fikirler, iki farklı politik dünya görüşünün ürünü gibiydiler. Ancak ‘İslamî İdeoloji’ye yaptıkları katkılar bağlamında iki isim de aynı devrimci girişimin parçası idiler.” (2006: s. 157). 

Öte yandan, Mutahari’nin ideolojik mirasının devrim sonrasında devletin söylemini meşrulaştırmak için kullanılmasına karşın Şeriati’nin kullanılmamasının bir dizi nedeni vardır. Şeriati biyografisinin yazarı Ali Rahnema’nın aktardığı bir anekdotta, Tahran’daki bir kitapçı, “Şeriati’nin aziz mi yoksa şeytan mı olduğundan emin” olmadığını söyler. (Rahnema 2000: s. x). Rahnema, bu noktada kitapçının politik kanaati hakkında bir şey söylemez, ancak anekdot farklı bir açıdan da okunabilir: kitapçı, Şeriati’nin fikriyatını da kuşatan muğlâklığa benzer biçimde, ya seküler bir reformcu ya da mütedeyyin bir Müslüman’dır. Diğer yandan Humeyni, Mutahari’nin cenaze merasiminde ağlamıştır. 28’inci ölüm yıldönümünde İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad şunları söylemektedir: 

“Bugün tüm Müslüman Milletlerin gelişmesine katkı yapan ve İran’da ortaya konulan özel bir fikir kaynağı mevcuttur. Bizim başarımızın ve kutsal amaçları gerçekleştirebilmemizin arkasındaki sır Ayetullah Mutahari’nin yolundan yürümeye devam ediyor oluşumuzdur.” (İran Üzerine Notlar 2007)

Her ne kadar bu farklılıkların tek bir farka, Mutahari’nin velayet-i fakih ideolojiyle uyumlu bir din adamı oluşuna indirgemek mümkünse de, Mutahari değerli görülürken, Şeriati’nin şeytanlaştırılıp kenara itilmesine dönük değerlendirmeler zayıf kalmaktadır. Oysa bu iki düşünürün arasındaki ayrılık noktası, Şiiliğe ve din adamları kurumuna dönük yaklaşımlarında aranmalıdır. Her iki isim de Şiiliğin verili durumu ve devrimci bir ideoloji olarak sahip olduğu kifayetsizliği yoğun biçimde eleştirirken, Mutahari’nin diyalektik ve devrimci Şiiliği Şiiliğin fıkhî ilkelerini muhafaza ederken, Şeriati’nin Şii İslam’ı ağırlıklı olarak isyana, eşitliğe ve evrenselliğe vurgu yapan tasnif edilmiş bir anlayışa denk düşer. Dabaşi’nin de tespit ettiği üzere, “Şii fıkhına ait güncellenmiş söylemi meşrulaştırma noktasında Mutahari’nin eline kimse su dökememiştir. Şeriati ise Şiiliğin fıkhî yorumbilimsel muhitini onunla çatışma içinde ve ona dışsal olan kendi modern söylemi ile buluşturmuştur.” (2006: s. 201). O hâlde bu noktada vurgulanması gereken husus, Mutahari’nin diyalektik Şiiliğinde geleneğin muhafaza edilmesi ile Şeriati’nin kendine has icadı arasındaki farktır.
Mutahari bahsinde bu fark şaşırtıcı değildir. O, Humeyni’nin öğrencisi, dostu ve sürgün esnasında İran’daki vekilidir. Ancak o, bir sözcüden de fazlasıdır. Mutahari’nin felsefî ürünleri Humeyni’nkileri aşar, zira bu çalışmalar, salt batının maddî ve felsefî planda ortaya koyduklarına hınçla yaklaşarak bunları inkâr etmekle ilgili değildir. Mutahari, batı felsefesini kusurlu bir biçimde de olsa okur ve teolojik skolastik söylemi batıdakine denk bir akademik felsefe seviyesine çıkartmak ister. Hem Mutahari hem de Ali Şeriati’nin babası Muhammed Taki Şeriati, kırklarda komünist Tude partisinin yükselişine ve genç kentli aydınlar arasında geleneksel Şii hıncına alternatif teşkil eden bir kurtuluş alternatifi olarak Marksizmin itibar kazanmasına tanık olmuş isimlerdir (Dabashi 2006; Rahnema 2000)[8] Taki Şeriati’nin kurduğu Hüdaperver Sosyalistler Partisi, Tude’nin ideologlarına karşı kendi konumunu korumak için Marksizmle yakın ilişki kurmaya zorlanan İslamî solun Marksizmin Tude eliyle yaygınlaşmasına karşı geliştirilmiş doğrudan bir tepkiden ibarettir. Bu yaklaşım üzerinden, inkâr aşamasında ilkin İslam ve Marx İran’da diyalektik bir ilişki içine sokulur. Mutahari’nin entelektüel gelişimi, en çok bu ilişkinin doğurduğu gelenek içinde verimli olabilmiştir. 
Seküler Marksizmin inançsız dünyasını reddetme gayretiyle Mutahari’deki söylem, şaşkınlık ve korku yüklü cümleler üretir. O, bu yola bile isteye girer, zira Platon, Akinolu Thomas, Kant ve Hegel’e dönük, sözlüklere özgü düz metinler ve kıt bilgilerle ve bazen de dışlayıcı ifadelerle yapılmış atıflarla Mutahari, ideolojik planda politik İslam’ı ülkede modern devrimciler arasında yankılamak derdindedir. Esasta ise Şiiliği bir hınç ve güçsüzlük dini olmaktan çıkartıp, gücün ve devrimin dinine dönüştürmek niyetindedir. Süreç içinde kitabî tarihî ve dinî öğretiye karşı çıkmak zorunda kalır. Dabaşi’nin ifadesiyle, “O İslam’ı ıstıraba ve edilgenliğe ilişkin tüm işaretlerden kurtarmak zorundadır. Bu nedenle takipçilerini şarkı söyleme, başsağlığı ve kendini kırbaçlama konusunda sürekli uyarır. […] Öylesine ileri gider ki İmam Hüseyin’in şehadeti esnasında ev halkı ile birlikte Kerbela’ya geldiğine ilişkin genel kabul gören anlayışın doğru olmadığını bile söyler.” (2006: 176). Yazdığı yazılar boyunca çileciliği olması gereken biçimi üzerinden yeniden tarif eder: "Viet Kong’un insanı hayrete düşüren direnişinin nedeni, İslam’ın ‘dünya nimetlerinin önemsizliği’ dediği şeydir. Bir Viet Kong gerillası günlerce saklanır ve bir avuç pirinçle savaşmaya devam eder.” (Mutahari’den aktaran: Dabashi 2006: 193). Şiiliği modern devrimci söylem ve pratiğe uydurma gayretine ilişkin yorumbilimsel itirazı, onu Şii İslam’ını yorumbilimsel açıdan revize etmeye iter. Örneğin Kur’an’ın şart koştuğu, (maskülen manada bir sözcük olarak) Müslümanların bilgi peşinde koşmaları gerektiğine ilişkin hükmü şu şekilde tefsir eder: “(Mutahari) o noktada olağandışı bir dipnot düşer ve Arapçada maskülen olan ‘Müslüman’ sözcüğünün hem maskülen hem de feminen karakterde olduğunu söyler.” (a.g.e., s. 205). Başka bir ifadeyle, onun tüm radikalliği bağlamında, sahip olduğu teorik pratik, Şiiliğin fıkhî ilkelerine ait yorumbilimsel sınırlar içinde cereyan eder; mümkün olduğu ölçüde bu sınırlar geleneksel anlayışlardan rasyonel tümdengelim temelinde ortaya konulmuş fikirlere doğru genişletilir.
Elbette Mutahari’nin söyleminin, iki çatışmalı dünya görüşünün bir araya getirilmesine dönük yüzeysel bir pratiğe işaret ettiği söylenemez. Tude’deki bilimsel Marksizm türevinin altını oyma gayreti içinde Mutahari, aynı zamanda Hegelimsi bir İslamcı perspektif olarak adlandırılabilecek bir çizgi benimser. Örneğin Ruhanî Söylevler isimli çalışmasında Şii mitolojisi, farklılığın birbiriyle aynı kimliğinin kabulü ve evrensele dönük vurgu dâhilinde Hegelci kabul edilebilecek bir fenomenolojiye ve etik bir şemaya göre takdim edilir:

“Kerbela şehitlerine ait olup düşmanlarımızdan nefret ettiğimiz gibi Yezid ve Şimr’den nefret etmek sınıfsal bir his midir? Hakikatte nefret ve sevgi bizimle ilişkili iken, sevgi ve nefret hislerimizi her bir grup üzerinden mi tasavvur ediyoruz? […] Esasında bu meseleye tersten, kişisel ve şahsî olmayan farklı bir açıdan bakabilirsiniz; sevgi ve nefret, içinde kişisel nefretle ilgili bir meselenin bulunmadığı, salt hakikatin olduğu tüm beşeriyetle ilgili meselelerdir. Şehitlerle methiyelerinizle kurduğunuz o bağlar ve düşmanlarınıza dönük nefretleriniz şahsî değil, genel ve evrensel meselelerdir.” (Motahhari 1986: s. 22)

Bu şema dâhilinde Mutahari, Bütün’ün külliyeti üzerinden bakılmadığı takdirde, tüm konumların göreceli, dolayısıyla eksik birer hüküm olduğunu iddia eder. Şiilere atıfta bulunurken, dinî mezhebin ya da hizbin “sınıf”la ikame edilmesi derin bir ilginin tecessüsünden ibarettir. Dabaşi (2006), Mutahari’nin Marx okumalarının Farsça çevirilerin yetersiz ve bu türden konuları tartışacak araçlarla donatılmamış olan din adamları arasında gelişkin bir entelektüel ortamın olmaması sebebiyle sınırlı olduğunu iddia ederken haklıdır. Gene de Mutahari’nin sınıfı külliyete, bütünlüğe karşı bir kimlik biçimi olarak okuması uygun bir Marksist okuma imkânını ortadan kaldırır ki burada asıl mesele, Mutahari’nin Marksizmin altını oymak için Şii ayrımcılığı ile sınıfı eşitlemesidir. Bu noktada Şiilik de tekil bir bakış açısı ya da hınç kuvveti olarak yetersiz addedilir. Şiiliğin yegâne hakikati evrensel standartları karşılayan bir hakikat olmalıdır. Mutahari’nin misyonu, bu nedenle İslam için bu rasyonel ve evrensel bakış açısını ve bu bakış açısı için İslam’ı sahiplenmektir. Örneğin şu tarz bir sorar: “Hazret-i Ali’nin (ra) neden mükemmel bir insan olduğunu düşünüyoruz? Çünkü O, toplumun acısını kendi etinde hissetmiş, onda ‘Ben’ ‘Biz’ olmuştur. […] O, tüm bir gövdenin bir kolu, bir organıdır.” (1986: s. 10). 
Şiiliğin revize edilmesine ilişkin gerekliliklerden biri, onu evrensel standartlarla örtüştürmek, diğeri de Mutahari’yi yaygın Şii ilkeleri inkâr etmeye eden, ideolojik planda devrimci bir teoloji temin etmektir. Mutahari’nin Şiiliği yorumbilimsel açıdan yeniden yazma gayreti içinde cereyan eden hareketlilik, yeninin imkânlılığına kapı açan diyalektik bir olayın oluşmasını sağlar. Bu, Humeyni gibi işlevselci fundamentalistlerin tahayyül edemeyecekleri bir kopuşa işaret eder.
Eldeki İslamî öğretiyi köklü biçimde nasıl sorguladığına ilişkin diğer bir örnek de İnsan ve Kaderi isimli çalışmasında bulunabilir: Mutahari, burada İslam felsefesinde her daim tartışmalara neden olmuş olan takdir-i ilahi (kader) meselesini ele alır. Esas mesele, Şiiliğin 12. İmam’ın dönüşüne olan imanlarına bağlı olarak, Sünnilikte de önem arz eden, Mütezile’nin geri düşüşü sonrası hâkim olan Eşari Okulu’nun kader anlayışının benimsenmiş olmasıdır (Fakhry 2004). Rasyonalist Mütezile’ye aykırı olarak Eşari öğretisi, insanın hürriyet imkânını kısıtlar, zira “Allah’ın dünyada mutlak her şeye kadirliği ve hâkimiyeti ve O’nun ahlâkî ve dinî hükümlerinin kesinliğine bağlı olarak insan denilen fail seçim yapma ya da bir şey yapma ile ilgili bu sahnede herhangi bir role sahip değildir ve o bu türden bir iradeyle tek bir ahlâkî ya da dinî meyve toplayıp yiyemez.” (a.g.e., s. 210-211). İnsanlığın özgür iradesi ile takdir-i ilahi meselesi, bitmek tükenmek bilmeyen dinî bir meseledir ve bu, Marx’ın teleolojik komünist dünya görüşünde cisimlenen iradecilikle ilgili güçlükten pek de farklı değildir.[9] Aynı şekilde, Mutahari için de önemli olan, ideolojik takdir-i ilahi anlayışını geri plana itip faal bir Şii öğretisi oluşturmaktır. Bu meselede o, kader ve özgür irade arasındaki ikiliğe ilişkin geleneksel konumdan farklı bir konum alır ve meseleyle ilgili geleneksel Kur’anî tefsir bakımından ilgili ikiliğin aşkıncı bir eleştirisini yapmaya çalışır:

“İki ayetin çelişkili kabul edilmesinin nedeni, skolastik teologların ve bazı Kur’an yorumcularının kaderin insanın özgür olmadığına işaret ettiğini düşünmelidir. Onlara göre, kader ve özgürlük asla birbirleriyle bağdaşmazlar. Bu kesime göre, her şeyin Allah’ın Bilgisi dâhilinde olması, her şeyin O’nun tarafından önceden belirlenmiş olduğu anlamına gelir. […] Şimdi imana ve kadere dönük inanç ile Allah’ın her şeye kadirliği ve her şeyi bilmesi arasındaki çelişkiyi çözecek üçüncü bir görüş geliştirmenin mümkün olup olmadığına bir bakalım. Eğer böylesi bir önerme bulabilirsek, Kur’an ayetlerini yorumlamaya gerek kalmayacaktır.” (Motahhari 2008: 1. Kısım)

Devamında Mutahari, kader anlayışını ikiye ayırır: “Görünüşe göre, biri kaçınılmaz, değiştirilemez, diğeri kaçınılmaz olmayan ve değiştirilebilir olan iki çeşit kader ve alınyazısı vardır.” (a.g.e.) Diyalektik hareket işte burada başlar. Mutahari, buradan dikkate değer bir sonuç çıkartır: kader, kaderin kendisindeki bir değişim olmaksızın değiştirilemez. Kader, kendini inkârlar dizisi içinde içten içe böler ve kaderin içindeki karmaşık değişime insanın failliği duhul eder. Bu noktada uzun da olsa, Mutahari’nin önermesindeki derinliği göstermek için bir alıntı yapmak anlamlı olacaktır:

“Dolayısıyla ilahi manada emredilmiş olana karşı ilerleyen ya da nedensellik yasasının gerekli kıldığı her türden etmen bağlamında bir kader değişimi mümkün değildir. […] Ancak değişime yol açan etmen bağlamında, kaderdeki bir değişim sadece Allah’ın emrettiği şeyin bir tezahürü olarak mümkündür. Bu söylenen, her ne kadar tuhaf görünse de esasta kaderin ancak bir başka kader tarafından değiştirilebileceği ile ilgili bir meseledir. […] Eğer kader ve alınyazısının ilahi yönü üzerinde düşünürsek, bu yön dâhilindeki bir değişim, semavî dünyadaki, İlahi Bilgi’de ve meleklerin getirdiği tablet ve kitaplardaki bir değişimi ifade eder. O hâlde Allah’ın Bilgisi’nde hâlâ bir değişim yaşandığını söyleyebilir miyiz? Üstelik belirli dünyevî işler, özellikle insan iradesinin ve eylemlerinin semavî dünyada ve meleklerin tuttuğu kayıtlarda değişimlere yol açtığını kabul ettiğimizde şaşkınlığımız iyice artar.” (Motahhari 2008: 5. kısım)

Başka bir deyişle, insanlık, Allah’ın bilgisine, semavî dünyanın iç yönelimine tesir eder ve ebedî Hukuka ait her türden kavramı hükümsüz kılar. Tüm bunlar, Kur’an tefsirinden değil, mantığın kendi eleştirisinden çıkarsanır. Bunun dışında bu argümanın amacı, insanlığın iradesinin zirveye ulaşması ile semavî olanın tümüyle içerildiğine işaret eder mi? Eğer böyleyse, bu, İslamî bir perspektiften, Hegelyan manada Tanrı’nın Geist tarafından içerilmesi fikri gibi bir şey midir? Mutahari’nin iddiası bu yönde: 

“Dünya ister kâinatın merkezi olsun ister olmasın, insan kâinatın amacıdır. ‘Kâinatın amacı’ ifadesiyle ne kastediliyor? Bu ifade, biz ister insanın kendiliğinden oluşmuş bir varlık isterse başka hayvan türlerinin bir devamı olduğunu düşünelim, doğanın kendi evrimsel süreci içinde belirli bir yönde hareket ettiği anlamına gelir.” (Motahhari 1986: s. 20) 

Ayetullah Humeyni’nin İran’daki sağ kolu olan Murtaza Mutahari, burada karşımıza aşırı hümanist bir İslamî revizyonist olarak çıkmaktadır. Kur’an, ebedî bilgi kaynağı olarak reddedilmekte, insanlık, düşüncenin evriminin son noktası olmakla dünyadaki irade olarak zuhur etmektedir. Bu diyalektik olaya uzanan yol, yorumbilimsel fıkhî analizden yola çıkılarak yapılan diyalektik tümevarımlar dizisi üzerinden, hâlâ reddedilmiş emirlerin gerekli kıldığı unsurları içermektedir. Mutahari’nin düşüncesindeki olay, tümdengelimleri ve önermeleri ne denli radikal olursa olsun, nadiren rasyonalite lehine tefsiri bir kenara atıyormuş gibi görünse bile, nihayetinde yorumbilim muhitinin otoritesine bağlıdır. İşte Mutahari’yi Ali Şeriati’den ayıran temel felsefî fark budur. 
İki düşünür, bazen Hüseyniye-i İrşad’da işbirliği içinde hareket etse de Mutahari, Ali Şeriati’nin popülaritesine karşı koyamayıp onun İslam’ı kitabî olmayan edinimi karşısında şaşkına dönerek, 1971 gibi erken bir tarihte bu çalışmadan ayrılır (Martin 2000: s. 79). Şeriati, ne fundamentalist olan ne de Marx ile İslam’ın diyalektik bir yakınlaşmasını ifade eden politik bir İslam önerir. Ona göre İslam, yeniyi kendi içinden dışsal belirlenimlerden tümüyle azade olduğu takdirde çıkartabilir. Başka bir deyişle, politik İslam Badiou’cü tüm nitelikleri haizdir.
Şeriati’nin İslam’ı Olayı
Daha önce ele aldığımız biçimiyle, Şeriati’nin politik oluşumu, Mutahari ve babası Taki Şeriati’nin de paylaştığı teorik yakınlaşmaya, İran’da baş göstermiş, Marx ve İslam arasındaki diyalektik ilişkiye dayanır. Bu eğilim dâhilinde Marksizm, onun İslam’a diyalektik manada içerilmesi suretiyle reddedilmektedir. Ama mesele tam da buradadır.
Mutahari’nin diyalektik yorumbilimi her ne kadar yeniyi yaratsa da bu mevcut öğretiden radikal bir kopuşu değil, o öğretiye dönük yeni bir eklemeyi ifade eder. Diğer yandan, Şeriati’nin bu gelenekten kopuşu ise 1959’da Paris’teki eğitiminin ardından açık biçimde tecelli eder. Burada Şeriati, sosyal özeleştiri ve entelektüelizmin her şeye kafa tutan ortamının etkisi altına girer. Fransız oryantalist Louis Massignon’nun öğrencisi olan Şeriati, kendi İran kültürünün ve İslam’ın hiç farkında olmadığı yönlerini, Frantz Fanon ve Jean-Paul Sartre’dan ise varoluşçuluğu ve “Üçüncü Dünya”cı devrimci teoriyi öğrenir. Eklektisizm ya da stratejik Leninizm olarak tarif edilen, teoriler arası verimli döllenme süreci de böylelikle başlar. 
Ali Rahnema’nın iddiasına göre, Şeriati “birinci sınıf eklektik olarak kısmen Müslüman, kısmen Hristiyan, kısmen Yahudi, kısmen Budist, kısmen Mazdekî, kısmen Sufi, kısmen heretik, kısmen varoluşçu, kısmen hümanist ve kısmen şüphecidir.” (2000: 370). Ancak tıpkı Mutahari’deki Hegelimsi Şiilik yorumunun bugüne dek pek fark edilmemiş olması gibi, Şeriati’nin yöntemine dönük herhangi bir teorik tefsir çalışması da yapılmamıştır. 
Eklektisizm, fikirlerin epistemolojik ya da ontolojik çatışma imkânlarına bakılmasızın eşzamanlı olarak bir arada tutulmasını ifade eder. Şeriati’nin dayandığı kaynak çeşitliliğine ait çatışma noktalarını arkasında bıraktığını iddia etmek elbette ki mümkün değildir ancak en azından yürüttüğü tartışmanın yapısının bu çatışma noktalarını geride bırakmayı amaçladığını söylemek gerekir.
Devrim, aşk, kadınlar, İslam, Marx ve modernite ile ilgili tezlerinde Şeriati’nin üzerinde durduğu yapı sürekli ikilikle maluldür. Bu ikilikler çözüme kavuşturulmaz ancak yeninin imkânlılığı adına her daim eksik kabul edilir. Şeriati, ne sentezle ne de inkârın inkârı ile tatmin olan bir isimdir. Şeriati’nin çalışmalarının başlıkları bile bu diyalektik karşıtı yaklaşımı ifade eder: Dine Karşı Din, Fatıma Fatıma’dır vb. Başyapıtı olarak nitelendirilen Fatıma Fatıma’dır isimli çalışmasında Şeriati, Doğu kadını ve Batı kadını arasındaki ikilikleri başarılı bir biçimde ele alır ve buradaki yetersizlikleri ifşa eder. Örneğin ona göre, Batı’nın özgürleşmiş kadınına karşı gelenekselciliğin Müslüman kadın tercihi, iki kötülük arasında çözüme kavuşturulması mümkün olmayan bir tercihtir.[10] Kendi verdiği cevap, her iki tercihi eksik addeder ve kendi özgün toplumsal durumu dâhilinde İranlı kadınlar ve batılı kadınlar için de aynı şekilde geçerli, bu önermelerin her ikisini de reddedecek yeni bir devrimci yol önerir. Belirli bir gelişme içinde kendisini ifşa eden bu yapı, her daim tercihlere ait ikiliği geri plana itme ve böylelikle bu tercihlerde içerilen tercihleri de anlamsızlaştırmayı amaçlar.
Dine Karşı Din’de Şeriati, gerçek dini statükoya karşı çıkan evrensel bir tektanrıcı din olarak tanımlar ve Şeriat ile gelenekteki taşlama gizli bir çoktanrıcılık (şirk) teşkil edecek biçimde evrensel tektanrıcılığın (tevhid) ahlâkî emrini geçersiz kılar. Onun ifadesiyle: 

“Dinden bahsediyorum, ama gerçekleşmiş ve topluma hükmeden bir dinden bahsetmiyorum. Aksine, tarih boyunca topluma hükmetmiş bir dini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir dinden bahsediyorum.” (Shariati 2003: s. 40).

Bu yaklaşım, dünyayı iki duruma ayırır: çoktanrıcılık ve devrimci evrensel tektanrıcılık. Söz konusu ayrım, Badiou’nün olay etrafında dünyevîliği ayırmasına pekâlâ uyarlanabilir. Fatıma Fatıma’dır’da ise Şeriati, Badyöcü olayın hakikat usulünü tam olarak tarif eder:

“İslam’da âlimler, irfan sahibi kişiler değildirler. Bunlar, hiçbir şeyi garanti etmezler. Bir avuç bilgi bile yoktur bunlarda. Bilim, yüzlerce parça bilgi ve malumattan oluşmaz. Kalplerinde bir ışık demeti, Allah’ın nuru vardır. Mesele, tanrısal bilim, aydınlanma ya da gnostisizm değildir. Mesele, her biri bilimsel bilginin tipleri olan, kimya, fizik, tarih, coğrafya, içtihat ya da mantık da değildir. Bir bilim, sahip olduğu bilgisi, sorumluluk, rehberlik eden bilgi ve fikirlerin örgütlenmesinden doğduğu vakit aydınlanır.” (Shariati 1996: s. 98)

Burada Şeriati, birer milleti ifade etmeyen Elen ve Yahudi’nin irfan ve cehaletçiliğe ait birer öznel eğilim olarak manaya katkı sunmadığını söyleyen Aziz Paul’ü yankılar. Şeriati, dinin belirli bir bilimsel bilgi tipine indirgenmesine karşı çıkar. Bilim, yeniye açılan öznel bir kapıya işaret eden bir yapı olduğu yerde, bu yaklaşım esasında basit bir sınıflandırma gayretinden başka bir şey değildir. Zira “sorumluluk” “sadakat olarak okunabilir ve “bir bilimin ışıkla aydınlandığı” an ise “olay” olarak nitelendirilebilir. Mutahari de şu cümleleri sarf ederken, Şiilik üzerinde “kendine özgü” bir otorite tesis etmeyi amaçlamaktadır: 

“Fizikte tanık olduğunuz üzere, bir bilim gelir ve yeni bir okul takdim eder. Sonra herkes onu takip eder. İçtihatta da durum bu şekildedir. Bu kadar ulemanın olmasının nedeni, bunlardan birisinin yeni bir okul kurmayı başarabilmiş olmasıdır.” (Mutahari’den aktaran: Dabashi 2006: s. 199)

Ancak içtihada ait söylemin tuzağına kapılan Mutahari, Şeriati’nin gerekli gördüğü radikal olayı tahayyül edemez. Bu noktada Şeriati’nin felsefesinin kendi içinde bir olay olmadığını söylemek mümkün müdür? Fıkhî yorumbilimsel bir çerçeve dâhilinde İslam ile Marx’ın diyalektik yakınlaşması gayretinden uzak duran Şeriati, sıfır noktasından (tabula rasa) rehber niteliğindeki yeni bir ilke ortaya koyar. Dabaşi’nin de tespitiyle, “Tarihsel planda aşağı yukarı aynı dönemde yaşamış isimlerden farklı olarak, gerçekte ve mümkün olan en geniş kapsam dâhilinde, Şeriati ışığı gördüğüne kanidir.” (2006: s. 145). Bu noktada Şeriati, Hz. Muhammed’in vahyiyle ilişki kurar, kızı Fatıma burada (Badiou’nün politik İslam’ı şiddetle eleştirdiği temelde) ebedî Hukuk’a dönük münacatı (yardım dilemeyi) değil, unutmanın gerekliliğine, unutmanın yeninin imkânlılığına kaçınılmaz olarak kapı aralayacak oluşuna işaret eder.
Dolayısıyla, Şeriati’nin programı cehaletçi politik İslamcıların ilk ideal topluma dönük münacatından radikal manada farklıdır. Ona göre, Muhammed’in kızı Fatıma, basit anlamda “bir model, ideal bir örnek ve bir kahramandır.” (Shariati 1996: s. 79) zira çok az sayıda Müslüman, onun hakkında çok az şey bilmesine karşın Fatıma’yı, onun haşmetini ve gücünü tüm kalpleriyle kabul etmişlerdir.” (a.g.e., s. 84). Şeriati’nin yöntemi tıpkı peygamber için tarif ettiği yöntemle aynıdır, O “biçimi, toplumda derin kökleri olan, insanların nesilden nesile alışkın oldukları geleneği muhafaza etmiştir. […] ancak Hz. Muhammed içeriği, ruhu, yönü ve geleneklerin pratik tatbiklerini devrimci, kararlı ve doğrudan bir tarzda değiştirmiştir.” (a.g.e., s. 104). Başka bir deyişle, Paul gibi Peygamber de “evrensel bir tekillik”i kabul etmiştir. Ancak Şeriati’ye göre, tektanrıcılığın (evrenselciliğin) çoktanrıcılığa doğru yozlaşması tarih boyunca yinelenen, Musa, İsa ve Muhammed sonrası gerçekleşen bir tecrübedir. Evrenselcilik, herhangi bir özel tarihsel temele sahip olamaz, zira o, oluşa ait bir eylemdir.
Sonuç (Eşiğimizdeki Din)
Makalenin bu ikinci bölümünde Hristiyanlığa ait mirasın Alain Badiou ve Slavoj Žižek tarafından yapılan en katı komünist müdafaasının önemli derecede Hegel’in İslam anlayışına benzer bir anlayışa yaslandıklarını göstermiş bulunuyoruz. Bu isimlerde İslam, evrensellik testinden geçemiyor: ne dünyanın ruhunun teleolojik açınımına (Žižek) denk düşüyor ne de Badyöcü Peter Hallward’un tespitiyle, Aziz Paul’ün Hristiyan imanı üretiminin uyum göstermeyi bildiği militan “hakikat usulü” anlayışına tam manasıyla uyum sağlıyor. Ancak İslam’a dönük bu hayli soyut suçlamaları alıp bunları somut Sünni-Şii ayrımının temeli kılmak suretiyle, İslam’ı Hegelyan bir teoloji içine sokmayı beceremesek ya da onun Badyöcü bir olay olduğunu ispatlayamasak bile (diyelim ki böylesi bir şey mümkün), biz en azından Hristiyan özcülüğün açıklanmasına imkân veren ön varsayımların bir kısmından kurtulabildik. Aynı şekilde Ayetullah Murtaza Mutahari ve Ali Şeriati’nin felsefelerine ve onların Şii İslam’ına ile ilişkilerine dönük analizimizde bu isimlerin dinden Seyyid Kutub ya da Usame bin Ladin gibi İslamcıların cehaletçiliğine ait lens aracılığıyla algılanamayacak radikal ve devrimci bir program için dinden istifade etme tarzlarındaki özgünlüğü gösterme imkânı bulduk. Evrensel ve devrimci bir olayı amaçlayan Mutahari ve Şeriati, Şii İslam’ını hınç geleneğinden çıkartıp, onu temelde yeniden inşa etmeye çalışmaktadır. Ancak din içindeki gerçek radikal kopuşu gerçekleştirebilen sadece Şeriati’nin anlayışıdır. Mutahari ise Şiiliğin fıkhî yorumbilimsel muhitine ait sınırlar dâhilinde kalıp kendi kopuşunu süreklileştirmek istemiştir.
Burada yaptığımız analiz ışığında, Paul’ün evrenselciliğin kurucusu olduğu tezini hâlâ kabul etmek mümkün müdür? Bu tezin yol açtığı tutarsızlıklara daha önce değinmiştik; üstelik Paul’ün evrenselciliği kurduğunu göstermek için 107 sayfa boyunca gayret sarf etmiş olan Badiou bile sonuç bölümünde söz konusu tutarsızlıklardan bahsetmiştir. Aziz Paul: Evrenselciliğin Kuruluşu (2003) isimli çalışmasının sonuç bölümünde, bu iddianın “haddini aşan” bir iddia olduğunu, evrenselciliğin kuruluşuna ait izlerin “Arşimed’in şu veya bu teoreminde” ya da “Elenlerin belirli politik pratiklerinde” bulunabileceğini söylemiştir. Buna karşın Slavoj Žižek, her hâlükarda kendi cüretine dönük her türden uyarıyı reddeder ve sadece Paul’ün önemini değil, ayrıca İsa olayının ontolojik önemini de herkese kabul ettirmeye çalışır ve bunları diğer tüm dinleri reddetmenin bir standardı olarak kullanır.
Yüzü teolojiye çevirmek, ille de felâketle sonuçlanmak zorunda değil. Paul ve Hristiyanlığa kıymet vermek, hâlâ yirminci yüzyıldaki Katolik olmayan “Üçüncü Dünya”cı komünist hareketlerin insancıllığındaki hata aleyhine kültüralist bir hipotez üretme imkânı vermektedir. Bunun bir ifadesi de Dayan Jayatilleka’nın (2007) küresel, devrimci hareketin çöküşüne ilişkin izahatında bulunabilir. 
Her şeyden önce Batı hegemonyasına dönük sistem karşıtı bir “direniş”in küresel sahnesini teşkil eden İslam’la müstakil bir felsefî ve tarihsel bağlılık ilişkisi içine girmeksizin yapılan Hristiyan evrenselciliğine dönük vurgu, kendi özgül varlığını yüceltmekle ve tehlikeli bir biçimde Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması (1997) tezinin sol bir varyantı olmakla sonuçlanır.
Tüm bunlar dikkate alındığında, o vakit yüzü teolojiye çevirmek neye hizmet eder? Badiou, Žižek ve diğer isimler teosofiye neden belli bir sorumluluk yükleme ihtiyacı duyuyorlar? Entelektüel bir faaliyet olarak, antik ve modern medeniyetin doğumunu koşullayan teolojik mesele, şüphesiz ki politikamızın ve epistemolojimizin tarihselliği ile uzlaşmanın bir parçasını teşkil eder. Ancak kesin olan şu ki eğer komünizm gelecekte herhangi bir anlam kazanacaksa, kapitalizme karşı küresel kurtuluşçu mücadele yeniden doğacaksa, o vakit bu geleceği gerçekleştirmemizi mümkün kılacak olan, “sanki” bizler mutlak imkânlılığa ait temelin üzerindeymişiz ve (özel bir tarihsel ve dinî usule dayanmayan) aşkın bir evrenselcilik üzerinden ilişki kuruyormuşuz gibi hareket etme kabiliyetimizdir.
Nathan Coombs
Dipnotlar
[1] Sol güçlerin İslamcılığa dönüşleri Ortadoğu’da birçok kez gözlemlenmiş bir durumdur: İran Devrimi’nden Halkın Mücahitleri ve Tude, Türkiye’de İslamî kimi eğilimlere yönelen PKK örnek olarak verilebilir. Genel kabule göre, birçok İslamî hareket, “sosyalist” Arap milliyetçisi rejimlerin yarattığı tatminsizlik içinde büyümüşlerdir. Yani FKÖ’nün yerini Hamas’a bırakması gibi örneklerde, aynı davaya baş koymuş olunsa bile, militanlık seküler ideolojilerden İslamî ideolojilere geçmiştir.
[2] Hardt ve Negri’nin Empire (İmparatorluk -2000) isimli çalışması, söz konusu kaymanın en açık örneğini teşkil eder. Alain Badiou, ilgili sapmayı, ilk baskısı 1986’da Fransa’da yapılmış olan Being and Event’i (Varlık ve Olay -2005) takip eden tüm çalışması boyunca en açık biçimiyle gerçekleştirmiş bir isimdir. Ayrıca Michel Foucault’nun İran Devrimi’ne yönelik coşkusunun kaynağının da onun gözleri önünde yeni bir komünist öznenin doğmakta olduğuna ilişkin inancı olduğu söylenebilir: onun ifadesi ile söz konusu özne, “Kolektif İrade”dir.
[3] Marx’ın Bakunin’i ihraç etmesi, hem komünist örgütler içindeki bir eğilim hem de biçimsel bir manifesto olarak anarşizmin bastırılmasına ilişkin sayısız örnekten bir tanesidir. Bu özgül olayın analizi için bkz.: Robertson (2003).
[4] Slavoj Žižek’in kitabî olmayan açık Hegelciliği bu noktada ayrı tutulmalıdır. Yüzyıl süresince birbirinden farklı Hegel yorumu yapılmıştır. Alexandre Kojeve’in İngiliz-Amerikan akademyasında -özellikle Francis Fukuyama’da; Jean Hippolite’in yirminci yüzyıl Fransız düşüncesinde etkili olan okumaları, esasta Nosyon’un tarihte açıldığı ve Bütün’ün kapalı bir sistem olduğu, yani “tarihin sonu”na ulaşabileceğimizi söyleyen temel Hegel’ci önermeye bağlı kalan okumalardır. Ancak Žižek, tutarlı biçimde açık bir Hegel’cilik önerir. Hiçbir şekilde sona ulaşmayan, Mutlak’ın içinde hiçbir çözülmenin gerçekleşmediği bir Hegel’ciliktir bu. Žižek, Widder (2002: s. 158) gibi birçok yazar tarafından, Hegel’i gevşek bir Lacancı yoruma tabi tutmakla eleştirilmiş, ayrıca “gerçek Hegel”e yönelik müdafaalar noktasındaki yetersizlikle ilgili olarak, Gunkel (2008) gibi kimi yazarlarca da desteklenmiş bir isimdir. Ancak bilebildiğim kadarıyla, Žižek’in Hegel’ciliğinin sistemin ontolojik düzlemde tutarlı bir yeniden düşünülmesi olduğu sonucuna ulaşan çok az kişi vardır.
[5] Açık bir ifade ile söylemek gerekirse, Baidou’ya göre, mevcut olan yegâne tarih, olaylara ilişkin hakikat usulüdür. Olayın ötesinde ya da aracı olayların ötesinde, henüz bir olayca koşullanmamış herhangi bir tarih yoktur. Onun izahatına göre: “Eğer tarihselliğin olabilmesi için olaysal kimi mahallerin gerekli olduğu kabul edilecek olursa, o vakit olaya müteakip belli bir gözlemde bulunmak mümkündür: tarih doğallaştırılabilir, ama doğa tarihselleştirilemez.” (2005: s. 176). Buradaki kilit kelime “eğer”dir, zira tarihselliğin olaysal mahallere bağımlı olup olmadığı ya da en azından statükodan radikal kopuşların yokluğunda, genel anlamda işlevsel her türden tarifin veya izah edici bir çerçevenin tarihsel neden-sonuç ilişkisini (veya anlamını) belirleyip belirlemeyeceği tümüyle net değildir. Bu konuda egemen güçlerin keyfî olarak aldıkları kararların dönemsel açıdan belli bir anlama sahip olabilmeleri, hatta geçmişte anlamlı kimi konumlara yerleşmeleri örnek olarak gösterilebilir.
[6] İran’daki Sol ve İslamcılar arasında yapılan bu ayrımların ve muğlâk tasnif teşebbüslerinin yanlışlığı için Ali Rahnema’nın Ali Şeriati biyografisi (Coombs 2008) ve Mazyar Behruz’un İran’da solun tarihi ile ilgili kitabı (Coombs 2008b) için kaleme aldığım eleştirel makalelere bakınız. Hamid Dabaşi de şu oldukça ilginç pasajı aktarıyor: “Kabalistik gelenek dâhilinde Tude partisinin kendi kutsal rakamları vardı, en önemlisi ‘elli üç’tü, bu, ülkede tohumları atan ve sonradan partiyi kuran ilk Marksistlerin sayısıydı.” (2006: s. 15).
[7] Humeyni, tüm yazılarını fesatçı, her şeye kadir olduğunu düşünen “Batı”ya bir tepki olarak tasarlar. Seküler hukukî yapılardan İslamî fıkhın farklı olduğunu iddia etmesi bile bununla ilgilidir. İslam Devleti isimli çalışmasında şu tespiti yapar: “Bugün çilesini çektiğimiz şey, suçlularının istediği her şeyi aldığı şu yanlışa sevk edici propagandanın ortaya koyduğu sonuçtur, bu bizi İslam’ın devlet oluşumu için gerekli ilke ve kuralları ihtiva ettiğini ispatlamak için yoğun bir çaba ortaya koymaya zorlamaktadır.” (Khomeini: 1979: s. 14). Humeyni’nin hıncı, Nietzsche’nin Ahlâkın Soykütüğü isimli çalışmasında “köle zihniyeti” olarak alay ettiği şeye yakın bir yapıyı takip eder. Kendi hakkı için olumlu ve kurucu bir güçle sürece müdahil olamayan köle efendisini sadece şeytanlaştırabilir ve hayatın bizatihi kendisine ait olan olumlu güce karşı çıkar. Ancak devrimci bir lider olarak Humeyni, toplumdaki kuralsızlıktan istifade etmeyi bilir ve köle zihniyetini faal bir politik güce dönüştürür. Kırk günlük yas merasimlerini kitlesel gösterilere dönüştürmesi, sadece etkin bir seferberlik tekniği değil, ayrıca Giorgio Agamben’in (2005) işaret ettiği, Hristiyan eskatolojisindeki mesiyanik yapıya benzer bir iş görür. Dabaşi’nin de tespit ettiğimi biçimiyle, “Tarihsel hatıraların bu türden yeniden toplanması sürecinde, zaman büzülür ve kronolojik yarık kapanır. Tarihdışılık, hiçliği ifade eder.” (2006: 421). Açıktan ifade etmese de Humeyni, “pasif ve barışçıl olan ilk İmamların aksine, on ikinci İmam’ın elinde kılıçla dönecek olması konusunda, derinlerde saklı bir günahlardan arınma beklentisi içerisindedir. “Mehdi’nin zuhuru, korkunç alametlerin ardından gerçekleşecektir. Mehdi’nin yönetimi altında dünyada cennet kurulacaktır.” Mehdi’nin ölümü ardından ise “Şii yazarlar, ölülerin dirileceği ve Kıyamet Günü’ne geçileceğine ilişkin tahminlerde bulunurlar.” (Halm 1991: s. 37-38). Humeyni’nin sürgünde olduğu dönemde kırk günlük merasimler, mesiyanik zamanı beklemenin ve tecrübe etmenin bir ifadesi gibidir. Humeyni’nin velayet-i fakih felsefesi (felsefeci kral) ise sırdaki 12. İmam ile paralellik arz eder. Beklenti durumunun oluşturulması için yapılan, hukuk dışının ve hukukun ayrıştırılamadığı yas merasimlerinin izlerini arayan Agamben, Roma hukukundaki iustum denilen kurumu anımsatır. H. S. Versel’in yaptığı çalışmadan yola çıkarak ulaştığı sonuçlar üzerinden Agamben şu tespiti yapar: “Yasın fenomenolojisi ile antropolojik araştırma eliyle en ayrıksı yerler olarak kanıt gösterilen ve toplumsal kurumlarla kuralların aniden çözüldüğü politik kriz dönemleri arasında belirli bir analoji kurulabilir.” (2005b: s. 65). Bu açıklama, Şii İslam’ı ve ritüellerinin mutlak başkalığına ilişkin anlamı çözmeye yardım edecek niteliktedir. Corriera della Serra ile yaptığı röportajda, Foucault’nun kendisini büyülediğini söylediği bu ritüeller, muhtemelen böylesi bir gerçekle ilişkilidirler.
[8] Mutahari ile Ali Şeriati arasındaki bu ilişkiden bahsetmek, ikilinin sadakat gösterdikleri alanların benzerlikleri ile aynı zamanda sonradan hasım olmalarındaki politik anlamı açıklama noktasında önem arz eder. Bu husumet, Şeriati’nin takipçileri Mücahidlerden kopan Furkan grubunun Şah’ın devrilmesi sonrası Mutahari’yi öldürmesinde zirveye ulaşır.
[9] Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i isimli çalışmasında Marx şunu söyler: “İnsanlar kendi tarihlerini yaparlar, ama kendi istedikleri biçimde değil. İnsanlar, tarihi kendi seçtikleri değil, hâlihazırda verili ve geçmişten aktarılmış koşullar altında yaparlar.” (Marx 1963: s. 15) Bu tespitte ideolojinin önemine taviz verilmektedir. İnsanların kendi tercihlerinin her an önceden belirlenmiş olduğuna inanarak hayatlarını yaşamaları elbette ki imkânsızdır. Kaderle ilgili entelektüel konum katı biçimde inkâr edilemez olsa bile, gerçek şudur ki bizler “sanki” aksi konumdakiler, yani kadere inananların dünyayı değiştirme konusunda büyük ihtimalle daha kayıtsız olacağını iddia edenler arasındaki belirli bir eğilimi cezbeden bir meseleyi görece daha önemli kılan kimi özgür iradelere sahipmişiz gibi hareket etmeye ihtiyaç duyarız.
[10] İlkin Şeriati, kusurlu varlıklar olarak kadınların örtünmesi ve zulme maruz kalmasına ilişkin gelenekselci anlayışları bir kenara iter ve devamında da Avrupalılaşmış kadın rol modelinin de aynı ölçüde kusurlu olduğunu gösterir. Devamında, Müslüman dünyadaki batılı kadın imajının hakikate asla ulaşamadığını söyler. Müslüman ülkelerdeki batılı kadınlara ilişkin standart denizkızı benzeri alımlı tasvirlerdeki kültürel özcülükten ve bu tasvirlere dönük hınçtan ayrışan Şeriati, Batı’daki kadınların kurtuluşunun daha sahici olduğunu, belirli bir hakikat içerdiğini söyleyerek, entelektüel ve politik meşguliyetleri dâhilinde bu hürriyeti gerçekleştirmiş sayısız kadını metheder. Ancak devamında, batı geleneğindeki, hürriyetle toplumsal aidiyet arasında olduğu iddia edilen ikiliğin baskıcı olduğunu da söyler. Bu emsal niteliğindeki rol modelleri teşkil eden hürriyet tercihi, aynı zamanda toplumdaki kadına ilişkin toplumsal bakış açısı üzerinden baskıcı bir hürriyettir. Hiyerarşik toplumsal bağları bireysel planda kopartmayı vaat etmek, kadınların yalnızlaşması ve nesneleşmesi ile sonuçlanmaktadır.
Kaynakça
Adib-Moghaddam, Arshin. 2008. Iran in World Politics: The Question of the Islamic Republic. Londra: Hirst Publishers.
Agamben, Giorgio. 2005. The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans. Şikago: Chicago University Press.
Agamben, Giorgio. 2005. The Time that Remains: A Commentary on the Letter to the Romans. Şikago: Chicago University Press.
Agamben, Giorgio. 2005b. State of Exception. Stanford: Stanford University Press.
Almond, Ian. 2007. The New Orientalists: Postmodern Representations of Islam from Foucault to Baudrillard. Londra: I.B. Taruris.
Badiou, Alain. 2003. St. Paul: The Foundation of Universalism. Stanford: Stanford University Press Birckbeck College Conference. 2009. On the Idea of Communism. [internet] erişim tarihi: 17/02/2009 bbk.ac.uk.
Badiou, Alain. 2003. St. Paul: The Foundation of Universalism. Stanford: Stanford University Press.
Badiou, Alain. 2005. Being and Event. Londra: Continuum.
Badiou, Alain. 2005. Being and Event. Londra: Continuum.
Badiou, Alain. 2006. Theoretical Writings. Londra: Continuum.
Behrooz, Maziar. 2000. Rebels with a Cause: The Failure of the Left in Iran. Londra: I.B. Tauris.
Bin Laden, Osama. 2005. Messages to the World. Londra: Verso.
Coombs, Nathan. 2008. "Ali Shariati: Between Marx and the Infinite." Culture Wars. Mayıs 2008.
Coombs, Nathan. 2008b. "The Excess of the Left in Iran." Culture Wars. Haziran 2008. Türkçesi: İştirakî.
Coombs, Nathan. 2009. "Christian Communists, Islamic Anarchists? – Part 1." International Journal of Žižek Studies.
Dabashi, Hamid. 2006. Theology of Discontent. New Brunswick: Transaction Publishers.
Depoortere, Fredereiek. 2008. Christ in Postmodern Philosophy: Gianni Vattimo, Rene Girard ve Slavoj Žižek. Londra: Continuum.
Douzinas, Costas. 2007. The Many Faces of Humanitarianism. Parrhesia. Sayı 2, 2007: 1-28.
Fakhry, Majid. 2004. Üçüncü Baskı. A History of Islamic Philosophy. Columbia: Columbia University Press.
Gunkel, D. 15 Temmuz 2008. “Zizek and the Real Hegel”. International Journal of Zizek Studies [internet] zizekstudies.
Hallward, Peter. 2003. Badiou: A Subject to Truth. Minneapolis: University of Minnesota Press.
Halm, Heinz. 1991. Shiism. Edinburgh: Edinburgh University Press.
Hardt, Michael ve Negri, Antonio. 2000. Empire. Harvard: Harvard University Press.
Hegel, G. W. F. 1991. Elements of the Philosophy of Right. Cambridge: Cambridge University Press.
Hegel, G. W. F. 2001. The Philosophy of History.
Hegel, G. W. F. 2001. The Philosophy of History. [internet] erişim tarihi: 14/08/2008 marxists.org.
Huntington, Samuel. 1997. The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order. Simon and Schuster.
Jayatilleka, Dayan. 2007. Fidel’s Ethics of Violence. Londra: Pluto Press.
Jayatilleka, Dayan. 2007. Fidel's Ethics of Violence. Londra: Pluto Press.
Khomeini, Ruhollah. 1979. Islamic Government. New York: Manor Books.
Kirsch, Adam. 2008. The Deadly Jester. The New Republic. [internet] erişim tarihi: 10/02/2009 tnr.com.
Mao Zedong. 2008. Practice and Contradiction. Londra: Verso.
Martin, Vanessa. 2000. Creating an Islamic State. Londra: I.B. Tauris.
Marx, Karl. 1963. The 18th Brumaire of Louis Bonaparte. New York: International Publishers.
Mottahari, Morteza. 1986. Spiritual Discourses. Albany: Muslim Students' Association in The U.S. and Canada (PSG).
Mottahari, Morteza. 2008. Man and His Destiny.
Rahnema, Ali. 2000. An Islamic Utopian: A Political Biography of Ali Shari'ati. Londra: I.B. Tauris.
Robertson, Ann. 2003. The Philosophical Roots of the Marx-Bakunin Conflict. [internet] erişim tarihi: 14/02/2009 marxists.org.
Said, Edward. 1979. Orientalism. Vintage Books.
Shari'ati, Ali. 1996. "Fatima is Fatima" Shariati on Shariati and the Muslim Woman içinde. Şikago: ABC International Group.
Shari'ati, Ali. 2003. Religion vs. Religion. Şikago: ABC International Group.
Sharma, Ash. 2007. "Materialism Today." Dark Matter.
Sharma, Ash. 2007. Materialism Today. Dark Matter. [internet] erişim tarihi: 01/09/2008 darkmatter101.org.
Stace, W. T. 1955. The Philosophy of Hegel: A Systematic Exposition. Dover Publications.
Stace, W. T. 1955. The Philosophy of Hegel: A Systematic Exposition. Dover Publications.
Toscano, Alberto. 2006. "The Bourgeois and the Islamist, or, the Other Subject of Politics." Cosmos and History: A Journal of Natural and Social Philosophy. Cilt. 2 (1-2).
Widder, Nathan. 2002. Genealogies of Difference. Champaign: University of Illinois Press.
Žižek, Slavoj. 2000. The Ticklish Subject: the absent centre of political ontology. Londra: Verso.
Žižek, Slavoj. 2003. The Puppet and the Dwarf: The Perverse Core of Christianity. Londra: MIT Press.
Žižek, Slavoj. 2006. The Parallax View. Londra: MIT Press.
Žižek, Slavoj. 2007. “A Leninist Gesture Today: Against the Populist Temptation” Lenin Reloaded: Towards a Politics of Truth içinde. Ed. Sebastian Budgen, Stathis Kouvelakis ve Slavoj Žižek. Durham and London: Duke University Press.