“Eski için yeni fikirler dene, olmazsa yeni için
eski fikirlere dön.” Papalığın sihirli formülü budur. Binlerce yıldır yüksek
ideoloji olarak Hristiyanlık altında milyonları toplamış olan bir erkin bugüne
gelişini sağlayan bu temel motto, Sovyetler'in çözülüşü/yıkılışı sonrası, ülke
marksistlerinin gizli ya da açık dillendirdiği bir söylem hâline gelmiştir.
Eski dükkânlarının işlevsizleşmesi karşısında bocalayan orta sınıf şefler, yeni
dükkânlar açıp yeni müşteriler bulmak için yeniden marksizmi kullanmışlardır.
Bu şefler, kendi ilişkilenme, bilme, görme ve eyleme biçimlerini kitleye
dayatmanın yeni yöntemi olarak marksizmi ve sosyalizmi “yeniden” kurgulama
gayreti içine girmişlerdir. Oysa yeni diye bir şey yoktur: sadece eski üslup
bir dönem muhafazakâr, bir dönem liberal bir tavır dâhilinde devam
ettirilmiştir.
“İşçi sınıfının marksizmle buluşması
Hristiyanlığın ortaya çıkışı ile paralellik arz eder” diyen Althusser’i Mao
dolayımı ile istismar eden Teori ve
Politika dergisi de bu motto uyarınca yeni sayılarında ikinci perdeye geçiş
yaptıklarının sinyalini vermiştir. Görünen o ki bir on yıl da yeni için eski
fikirlere yüzünü dönecek, eski muhataplarına boncuk dağıtacak, eski kavramların
üzerinde gezinecektir.
Kendisini merkeze koymak suretiyle hazırladığı,
12. ve 47-48. sayıda sunulan tabloların[1] özü, Hristiyanlığın teslis şemasında
bulunabilir. Tekil-bireylikleri üzerinden Marx ve diğer isimlerle metafizik
ilişki kuran derginin[2] marksizm kurgusu da İsa’yı tarihsel bağlamından
soyutlayan İznik Konsili tartışmalarından çıkan teslisi andırır. Teorik ve
politik her unsurla tekil-birey üzerinden ilişki kurulunca, bunları üst
bağlamda bir araya getiren ideolojik-teorik-politik bütünlük de doğal olarak
zorunlu bir hâl alır. Hem kendisini hem başkalarını bu üst bağlam hususunda
ikna edici bir çaba içinde olan “TP” denilen öznenin tanrılığını ilân etmesine
az kalmıştır. Sadece bunun için peygamber ve müritler gerekmektedir.
Derginin din, laiklik ve aydınlanma ile ilgili
yazıları, TP’nin kendi
“tanrısallığını” ketleyen, sınırlayan unsurlarla savaşmasının bir sonucudur.
Özünde, laiklikle Hristiyanlıktan kurtulan burjuvalar, dinin dünyevî işlerden
kurtulmasını isteyen -hattâ ateist- din adamlarının desteğini görmüşlerdir.
Yani din de böylelikle budünyadan kurtulmuştur.
TP buna itiraz eder: “yer de gök de benden sorulur.” der. Yer
ile gök arasında fani kullar olarak yapılacak işlere dairse dergi hiçbir şey
söylemez. Zira buradaki faillerin devrimci faaliyeti sözkonusu din için hep bir
heterodoksi, sapma olarak kodlanacak, dinsizlik addedilecektir.
Eskiden belli sayıda insanı üst ideolojik
dolayımla bir arada tutan dükkân sahiplerinin oyunu bozulmuştur. Bu bozulma,
dağılma hâlini “kriz” olarak kodlayıp herkesi, onu ancak kendisinin çözeceğine
inandırmaya gayret eden TP, marksizmi
bir din olarak örgütleme derdindedir. Dergi, selefi olan eski küçük burjuva aydınlardan
farklı olarak bu sefer sosyalizmi değil, marksizmi uhrevîleştirme, bireylere
seslenip onları bu “din”e çağırma peşindedir.
Bu noktada, SSCB’nin dağılışına ve PKK ile Dev-Sol
çıkışına işaret eden 89-92 dönemecinde ya sosyalizm ya da marksizm birilerinin
“kapatma”sı olmuş, kapalı devre dünyalarında şeflerin dinî kurguları dâhilinde
bu iki olgu “yeniden” biçimlendirilmiştir. Kadrolar, yapılanın marksizmin ya da
sosyalizmin bekası için şart olduğu konusunda ikna edilmişlerdir. Esasta
yaşamak isteyen, orta sınıf şeflerdir. Onlar, bu dönemeci kazasız belâsız
atlatmanın yöntemi olarak göğe, bulutların ardına sığınmışlardır. Bu dönemde
artık sosyalizmin bekası SİP’lilere; marksizmin bekası ise güya TP’ye bağlıdır. Onlarsız marksizm ve
sosyalizm ölecek gibidir. Bu şeflerin ölmemesi için marksizmin ve sosyalizmin
maddî toplumsal-tarihsel bağları kesilmelidir. 89’dan beri süren açık tartışma
toplantısında SİP’liler sosyalizm, TP
Marksizm mamulleri ile koltuklarını kapıp bugüne gelmişlerdir. Bu süreçte olan
marksizme ve sosyalizme olmuştur.
SİP’liler tarihi 60’tan, TP ise 70’ten başlatır. Başı sonu olmayan, kolektif devrimci
mücadeleye duhul edememe noktasında, her ikisi de ortaktır. Her ikisinin de
ikna etmek amacıyla orta sınıf bireylere sundukları şey, basit anlamıyla bir
dindir. SİP “sosyalizm”iyle politik pratikte ne yapıyorsa, TP de “marksizm”iyle, teorik pratikte onu yapar.[3] Birincisi 27
Mayıs silâhının, ikincisi Deniz-Mahir-İbrahim’in elindeki silâhın gölgesinde
oluşan teorik, ideolojik ve politik âlemi istismar üzerinden düşünür. Her
ikisinin kayıkçı dövüşünde bugün kitlelerin ve onun öncü evlatlarının nasıl
silâh tutacaklarına ve onun geriliminde nasıl bir âlem kurulacağına ilişkin
hiçbir söz ve eylem vücut bulmaz.
TP’nin bugüne dek hazırladıkları tablolardaki esas, doğru,
mutlak yer, x-y koordinatlarının kesişim noktasıdır. Matematiksel olarak bu
kesişim noktası boş kümeyi verir. Yani TP
ve MK’si, herkesi bu boş kümeye “örgütleme” derdindedir. Ama buradaki sorun
şudur: bu küme her daim boş olmak zorundadır, zira orada kimseye yer yoktur. TP kendi merkezinden birebir ilişki
kurduğu kişi ve örgütleri kendi gibi olmaya mecbur eder, hem de olamazlıklarını
her fırsatta onların yüzlerine vurur.
Benmerkezci, bireyci olan bu savunma tarzı, her
şey olurken hiçbir şey olmamayı, eski iken yeni olmayı, yeni iken eski olmayı,
varken yok olmayı, yokken var olmayı, her dalda oynamayı, bazen bedensel, bazen
de aklî varlığı muhafaza etmeyi, dolayısıyla işine geldiği biçimde hayatta
kalmayı mümkün kılar. Esasta bugüne dek hazırladıkları, muhtemelen yeni
gerekliliklere göre hazırlayacakları tabloların özü tamamıyla dinseldir,
tanrıya öykünmedir[4], bu ise İslâmî anlamda, tağuttur.[5]
Birbiriyle ilişkisiz, tekil, metafizik düzeyde
bağımsız duran olguların ilişkiselliğinin, birlikteliğinin ve temasının ancak
din sayesinde olacağını varsayan TP,
diğer örgütlerin tek tek birbirinden bağımsız, tekil, ilişkisiz varsaydığı ya
da öyle gördüğü/kıldığı militanlarına yaptığını teorik olgulara yapar ve onları
kendi dininde, bilfiil kendisinde örgütlemek ister.
Örgüt şefleri, militanları ile bireysel ilişki
kurup, onları bir arada tutan büyülü mayanın kendileri olduğuna inanırlarken, TP o şeflerin de üzerine çıkar, onlarla
bireylerarası bir tür ilişki kurar ve onlardaki marksizmin parçalanan
bileşenlerini kendisinde toparladığını iddia eder.
Oysa özne ile başlayan ve biten bir teori ve
pratik devrimci olamaz. Devrimcilik, adsız adressiz, kolektif bir mücadelenin
içinde, aidiyetinde aranmalıdır. Esnaf-zanaatkâr solculuğu bu hâliyle marksizme
her daim uzaktır. Özetle, pratikte şeflerin yaptığını, “teorik yegâne ulu şef”
olma derdindeki TP kendi eyleyişinde
yineler.
Fatih’in İstanbul’u fethini anlatan aptal bir
filmde Fatih’e şu söyletilir: “İstanbul’u alarak bir çağı kapayıp yeni bir çağı
başlatmış olduk.” TP gibi yapılarda
da dönemleştirme aynı aptallıkla maluldür. Bu yapılar, Lenin’in Ne Yapmalı’sındaki dönemleştirmesine
öykünürler ama bunu öznel ihtiyaçlarına göre yaparlar ve dönemi ille de kendisi
ile başlatıp kendisi ile bitirirler. Lenin, “üçüncü dönemin ne zaman sona
ereceğini ve ‘birçok belirtinin müjdelediği’ dördüncü dönemin ne zaman
başlayacağını bilemeyiz.”[6] der, ama bizim Lenin karikatürleri her şeyi
bilirler, istediğini bitirirler ve dilediğini başlatırlar.
Zorunluluk, ihtiyaç, tercihler ve tercihine göre
örülen özne: bu özne önce din kurup, sanatını, bilimini ve siyasetini
yapacağını zannedebilir. Oysa maddî zorunluluk açısından din bir sonuçtur.
Muhammed, örgütlenmesi gereken bir devletin, Arapların kabilesel birliğinin ve
ticaretle bozulan bir hayatın dayattığı bir ihtiyacın ve tercihin ürünüdür.
Kimse “ben Muhammed olursam, bunları yaparım” diyemez.
“Marksizm eşittir Hristiyanlık ve/ya Yahudilik,
ben bunu böyle kurarsam dünyayı sallarım” denilemez. “Marksizmin krizi” diyerek
yapılan budur. “Bileşenleri ayrışmıştır” diyen, onların birlik hâlini kendi
uhdesinde kabul ediyor, kendisinde görüyordur. Bu, öznenin kendisini satma
biçimidir. Oysa hiçbir din “din olayım” diye ortaya çıkmamıştır. Yani sonuca
bakıp nedeni, biçime bakıp özü örgütlemek anlamsızdır.
Vurmadan ses gelmez, ama TP gibi yapılar sesi laboratuvar ortamlarında simule ettikleri
takdirde vurma eyleminin gerçekleşeceğini zannederler. Örgütlerin dillendirdiği
“demokrasi, sosyalizm, devrim” gibi olgular bu minvaldedir. TP’nin marksizmi de aynı şekilde bir kez
oluşturulduğu, yani tahtaya vurunca çıkan sesin bilgisayar ortamında üretildiği
vakit vurma eyleminin gerçekleştirileceği ön fikrine yaslanır. “Bilim, felsefe
ve politika” denilen üç ses senkron tutarsa devrim olur, devrimin adı da TP’dir. Oysa teorik-politika, saf, genel
teorinin daraldığı, sınırlarının netleştiği, bu teorinin politikleştiği, yani politik
teori zemininde anlamlıdır. Bunun dışında teorik faaliyet semada hoş bir
sedadır.
Tarihsel-toplumsal seyrin ürettiği kitlesel
dinamiklerin ürünü olduğunu unutan solcu şefler, nasıl ki herkesi
bireyleştirip, tekilleştirerek, ardından da onları beyaz kâğıdın üzerine
savuruyor, sonrasında da kendilerini bu demir tozlarını alttan birleştiren
mıknatıs olarak görüyorlarsa, TP de
teorik unsurlara aynı muameleyle yaklaşır. Devrim bir topaklaşma ise o bile
ondan sorulacaktır. İşine geldiği gibi milleti epistemolojiyi ontolojiye
dayatmakla eleştiren TP, kendi
epistemolojisindeki unsurları sürekli ontolojiye dayatır. Özetle, solculara
“siz kendinizi tanrı mı zannediyorsunuz” der, ama bu lafın devamı şudur: “tek
tanrı benim, haddinizi bilin, ayrımları belirleyen benim, onlara uymama kudreti
de bende!” Ona hak olan asla başkalarına değildir. (Haşa!..)
Pavlov
ve Köpeği
Dükkân, yani örgüt sahiplerinin halk ve işçilerle
kurduğu ilişki biçimi Ivan Pavlov’un köpeği ile ilişkisini andırır. Şefler
“sosyalizm” dediklerinde, kitlelerin de yerlerinden kalkıp kendilerine
koşmaları gerektiğini düşünürler. Zil sesi öznel anlamda kapatılıp, hüküm
altına alınınca kitlelerin köpek gibi tepki verecekleri ânlar beklenmeye
başlanır. “Ekonomik kriz baş gösterince bi sosyalizm deriz, parsayı toplarız”
hesabı yapan bu kafalar için o kitlelerin mücadele içinde ördükleri
“sosyalizm”in bir hükmü yoktur. Kriz esasta bu hükümsüzlüğün genel adıdır.
Özellikle son yirmi yıldır yaşananlar belli bir kuşağın silâhlarını önce
oyuncak hâline getirmiş, sonra da o oyuncakları ilgili kuşağın elinden
almıştır.
“Bi kriz deriz, marksizmle teorik ilişkileri
problemli olan kerizleri kolayca avlarız” derdinde olan TP’nin son iki sayısındaki yazıların girişinde “kriz koşulları
sürmekte” denmesinin sebebi de buradadır: daha henüz kitlelerin koşacağı bir
“marksizm” yoktur ortada. Zira krizin epistemolojik mi, ontolojik mi olduğu
hususunda henüz net değillerdir. Muhataplarının nabzına göre karar
değiştirirler. “Teorik kriz var ama bu teori, pratik teori” derler, bir başka
yerde ise genel teori olarak marksizmi kurmak gerektiğini söylerler.
“Post-Devrimcilik” yazısı, esasta kriz tespitinin
kanıtı olarak kaleme alınmıştır. Kendi varoluş gerekçesinin kılıfı için vahiy
indirilmiştir, o kadar. Belli örgütlere dağıtılan ya da kimilerinden alınan
boncukların bir anlamı yoktur. Zira teori ile politikanın vuslatı hep bir başka
bahara kalacak, o güne dek “kriz” sürecek, diyelim ki devrim oldu, “işte bu”
denilecek ve üzerine yatılacak, marksizm bu sefer o gün için ve o güne göre
formüle edilecektir. Nasıl olsa bilimin, felsefenin ve politikanın ortak kutsal
taşı TP’dedir. Gerçekleşen hiçbir şey
onun hükmü dışında değildir, olamaz. (Sadakallahülazim!)
Maya ve TP gibi
çevrelerin marksizmin krizsiz olduğunu varsaydıkları dönem, tam olarak Ekim
Devrimi sonrası kısa bir dönemdir. Bu, sözkonusu çevrelerin kendi tekil
varlıklarında “bütünledikleri” marksizmin devrimsiz olduğunu gösterir. Devrimin
olduğu bir dönemin marksizmini devrimi olmamış bir döneme dayatmak, en
iyisinden reformizm, tersinden şiddet tapıncı üretir. Bu tip yapıların temel
kişiliği, aristokratlar arası düelloda ortada durup kazananın kucağına atlayan
hizmetkârın kişiliği ile aynıdır.
Büyük laflar, küçük adımlar… SDP başkanı Filiz
Koçali’nin tespiti ile zaten “halkımızın da bizden hesap sorma geleneği
yoktur.” Bu, hesap vermemenin kılıfıdır. Böylesi bir ortamda TP gibilerin zikzakları, bilişsel,
teorik gezintileri, salvoları bir mastürbasyondan başka bir şey değildir.
Devrimi sürekli ötele, devrim’li dönemin politik lafzını devrim’siz dönemde
lafzî bir pratiğe dönüştür, sosyalizmi ve marksizmi ötelediğin bu lafzî devrime
tâbi kıl, her durumda ve dönemde somut maddî devrimci adımları atmaktan imtina
et, herkese de bu ataleti öner, sonra da geriye dönüp bunların teorisini yap. Maya çevresi parti konusunda tüm imkânları
ve birikimleri tüketmişse, SİP sosyalizm, TP
de marksizm konusunda aynı işi yapmıştır. Nasıl olsa halkımız hesap sormuyor!
Aynı yere iki kazık çakılamayacağından, bu tip
yapıların kaynaşması da mümkün değildir. Monoteizm iki tanrı tanımaz. Zaten
kaynaşmamak için kazık çakılır. Bu faaliyet, işinin başını ve sonunu bilmeyen,
ona hükmetmeyen, kolektif bir çalışma pratiğine mecbur bir proleterin değil,
dükkâncıların, zanaatkârların yöntemidir. Başkalarına allahsız olan, sadece
kendisine mümindir.
Ekim sonrası döneme kazık çakan bu öznelerin,
kazıkların söküldüğü gerçeği ve kitlelerin sınıfsal-politik ve devrimci-politik
anlamda oluşturdukları mevzileri görmesi mümkün değildir. Onlar hep kendi
kumlarında oynayıp dururlar. Başarıcı, pragmatist olan bu tip özneler için
1902’nin ya da 1915’in Lenin’i ya da bolşeviği olmak zûldur. Hazır başarmışı,
devrim yapmışı, muktedir olmuşu var, ne gerek var, ayrıntılarla uğraşmaya. “Bi
‘Sovyetler iktidara’ deriz, olmadı ‘Ekim’ deriz, olmadı Komintern, olmadı Sol
Muhalefet, enayi kitleler peşimizden koşar, akıl da, bilgi de, birikim de,
düşünce de bizden sorulmuyor mu nasıl olsa!” (Eyvallah)
TP ve diğer yapıları koşullayan gerçek, esasta şudur: küçük
burjuva şefler, iç ve dış koşulların dayatması ile cereyan eden sol içi
devrimsel süreçte ekmeksiz, işsiz ve müridsiz kalacaklarını görüp imza
yaldızlama yoluna gitmişlerdir. Bu yaldızların kaynağı ya batı kampüsleridir ya
da burjuva siyaset merkezleridir.
Kitlelerin mücadelelerinde pişen, oluşan bir
marksizm yerine özel şahısların kafalarının içinde oluşan marksizm yarım teorik
ve yarım politik bir faaliyet üretir. Böylesi bir özne en fazla, teorinin
zorluklarından, açmazlarından ve dertlerinden kaçmak için bir ara politikaya,
politikanın zorluklarından, açmazlarından ve dertlerinden kaçmak için de bir
ara teoriye sığınıp durur. Bu salınım oldukça güvenlidir. Küçük burjuvanın da
sınıflar mücadelesinde böylesi güvenli kovuklara ihtiyacı vardır. Sosyolojik
olarak TP böylesi bir yere denk
düşer. Teorik olarak da akademik düzeydeki fikir karmaşasını basit elkitapları
seviyesine indirgemesiyle, cahil, bilmeye dirençli, sadece haberdar olan,
başarıcı bir hissiyata bağlanır.[7]
Eni sonu TP,
seksenlerde bitleri kanlanan batı orta sınıfının solculuğunu akademide ifa
edenlerin teorilerini ülke diline tercüme edip marksizm ve sosyalizmde orta
sınıf iradesine yer açanlara ajanlık yapan bir yapıdır. Onda proletaryaya ve
proleter devrimciliğe yer yoktur. O sınıfsız ve sınırsız bir yerden, sınıfa ve
onun ideolojik-politik sınırlarına saldırır.
Kitle “köpek” olarak görülünce semada üretilen
yüksek ideoloji olarak marksizm de ona göre oluşur. Mazlumların gerçek maddî,
canlı kavgası TP’nin basit küçük
burjuva hesaplarında sıradan bir kalemden ibarettir. Ne kadar ekmek varsa o
kadar köfte yapılır: özne ne ise nesne de o kadardır. Kafa ne kadar göğe
yakınsa, beden de o kadar toprağa gömülüdür. Örgüt ne kadar hiyerarşikse, kitle
o kadar eşitlenip düzlenir, seviyesi düşürülür ya da öyle görülür. Teori ne
kadar merkezîyse, pratikte merkezîleşen işçi sınıfına nazaran dağınık merkezsiz
olan ezilenler o kadar abartılır. Kısacası insan ne görmek istiyorsa onu görür.
Hakikî
Sosyalistler
“Hakikî sosyalistler”, Fransız sosyalizmini
kendilerine uyarlayıp, onun kazanımlarını göğe atarak formüle eden Alman
sosyalistlerine dair bir ifadedir. Burjuvaziye karşı somut mücadelenin ürünü
olan Fransız sosyalizmi Almancaya gerçekten kaçışın dili olarak tercüme edilir.
Fransa’da gerçek, canlı kanlı, somut insanlar savaşırken, Almanya’da bu
insanlar, soyut “İnsan” kurgusuna kurban edilir. Burada da mesele, teoriyi,
düşünceyi, bilgiyi iş ve meslek edinmiş kişilerin tecimsel direncidir. Bu
direnç, dışarıdan gelenin ya içini boşaltır ya da onu içeride ehlileştirir.
Küçük burjuvalar sınıf mücadelelerini hep
kendilerine aklen ya da bedenen en az zararı verecek biçimde karşılamanın
yollarını bulurlar. TP’nin
Yahudi-Hristiyan marksizminin gökte kurulmasının sebebi de budur. Orada gerçek
kavgalar yumuşatılır, makulleştirilir. "Hristiyan teorik Yahudi’dir,
Yahudi pratik Hristiyan’dır" (Marx). Teoride Hristiyan, pratikte Yahudi
olan TP bu anlamıyla “teoride teorik
Yahudi, pratikte pratik Hristiyan’dır.”
TP, Marx ve Engels’in “hakikî sosyalizm”e dönük eleştirilerinde
dillendirilen tespitlerin birinci dereceden muhatabıdır, zira dergi geçmişte
Alman sosyalistlerinin Fransız ve İngiliz sosyalistlerinin birikimini kendi
dillerine tercüme ederken yaptıkları işlemi marksizme yapmaktadır.
Marx’ın mücadele ölçeği Avrupa olması sebebiyle o,
kendi ülkesinde, yani Almanya’da cereyan eden bu akımı hedef tahtasına koyar.
Proleter devrimci bir sosyalizmin imkânı, bu sosyalizmin komünist parti olarak
savaşması için Almanya ayağına vurur. Almanya “Avrupa devriminin aklı” ise
buraya vurmak şarttır.
TP’nin ölçeği ise o kadar Kürt edebiyatına rağmen, Misak-ı
Millî’nin Türkiye’sidir. Oluştuğu moment, yani 89-92 dikkate alınacak olursa,
onun pratik tercümesi Dev-Sol ve PKK’ye dairdir. 93’te yazılan yazıyla
Dev-Sol’a devletin yanında bir de kendisi vurmuştur. Sonuç olarak önerdiği ise
şudur (bu öneri bugün için de geçerlidir.):
“Devlet,
bir şeyler istiyorsa, bu, başka bir şey(ler)i de istemediği anlamına geliyor.
Devletin istemediği ne? Uzlaşmamak ve ‘savaş’mamak; bir üçüncü yol. Devlet,
uzlaşmayan, düello yapmayan ("düello yapan" derken DS kastediliyor -eb) ama devrimci olan ve
kalan/kalabilen bir politik akımdan çekiniyor.”[8]
Görüldüğü üzere, orta sınıflar hep bir orta,
üçüncü yolculuğu savunmaktadırlar. Bugün TP,
devrimci olmak için devletle düelloya girişmenin, şiddet uygulamanın zorunlu
olduğunu vazeder. Her dönemin adamı olan orta sınıf aydınlar gün gelir, şiddet
uygulayan ve baskıya maruz kalanın karşısına geçip devlet gibi düşünürler; gün
gelir, stabil bir ortamda şiddetin yoğunluğunun düştüğü, reformizmin galebe
çaldığı dönemde şiddeti savunurlar ve “silâh patlamazsa, kan akmazsa hiçbir
anlamı yok” derler. Bu salvolar içindir onca teorik takla!
1967’de Sosyalist
gazetesini çıkarmaya başlayan Hikmet Kıvılcımlı, pek de ortaklaşmamasına
rağmen, Orhan Müstecaplıoğlu’yu gazetenin başına getirir. Grev hazırlığı içinde
olan bir grup işçi ile ilgili olarak kapağa manşet atılması gerekir: Sorel çizgisine
yakın olan O. Müs, “Genel Grev, Genel Direniş” yazar kapağa. Sonrasında
Kıvılcımlı üstü kapalı olarak O. Müs’ü eleştirir ve şunu söyler. “İşçiler grev
der, bizim küçük burjuvalarımız genel grev.”
Kıvılcımlı’nın uyarısı hâlâ geçerlidir: marksizmse
mesele, bir küçük burjuva “bütünsel marksizm (TP)”; komünist partiyse “dünya komünist partisi” (Maya); sosyalizmse “partinin sosyalizmi”
(SİP/TKP) diyecektir.
Hiçbir şey yapmayan ve olmayanların teorik ve
politik faaliyet içindeki pazarlıkları, bu fiilî niteliklerini muhafaza ediş
tarzlarınca biçimlenir. Devrimcilikse, şiddetli olacak; teori bilimsel-felsefî
ve hem de politik olacaktır.
Ancak buradaki teorik kurgu zaman içinde marksizmi
bir kenara koyar, bilim ayağı tarih bilimine, felsefe ayağı Pannekoek’in altını
çizdiği orta sınıf materyalizmine[9], politika ise liberal burjuva siyasetine
bağlanır. İfrat tefrit içindir.
TP, kendinde birleştirmek için her şeyi ayırır. Daha doğrusu
ayırdıklarının ancak kendisinde birleşebileceği hissini, yanılsamasını verir
millete. Bilimin, politikanın ve felsefenin özgüllükleri sonuna dek tanınır. Bu
birleşme kendi öznel varlığında olacağından, öznenin yüceliği ayrımların iyice
genişlemesine bağlıdır. “Bu adamlar her şeyi ayırdı, nasıl birleştirecekler?”
sorusunun bir cevabı yoktur. Zira bu cevap pratiktir, TP bu kendinde bütünlüğün bozulup hükmü kalmayacağından, pratiğe
girmekten daima korkar.
Kendinde teori, kendisi için teori: “kendi”, sınıf
konusunda da onu nesne kılanın öznelik kurgusuna tâbidir. Kendi, aslında
pratikteki öznenin bizatihi karşılığıdır. Sınıfa akıl hocalığı yapanlar,
sınıftan umudu kestikleri noktada düşünsel planda “teori”ye akıl verirler.
Pratikte akıl verecek yeni nesnelerini de kolayca bulurlar: ezilenler. Zira
ezilen de onların marksizmleri olmadan bir hiçtir, sürekli dayak yerler![10]
Bütünlük kurma, bütünün kendisi olma konusunda bir
idrar yarışının olduğundan da söz edilebilir. Mehmet Güneş yazısında[11], TP aksine, “toplumbilim, felsefe ve
politika” bütünlüğünden söz eder. Tarih biliminin ve toplum bilimin tercihe
tâbi tutulması ardındaki ihtiyaç, öznelerin kitlesel zeminiyle ilgilidir.
Tarihe bilimle hüküm koymak isteyenin kitlesi
zayıftır, diğerinin ise kısmen güçlüdür. Biri diğerinin alanına oynar, onun
kitlesine tarihle sahip olmaya çalışır. İhtiyacın arkasındaki zorunluluk
sınıfsaldır.
Zira TP
gibi tarih bilimciliği yapanlar, bütünsel tarih kurgusuna halel getiren
devrimleri toplumdan silmek için tarihten sınıfı temizlemelidirler; tersten,
derginin son sayısındaki yazısında[12] sürekli “toplum vurgusu yapan, dergiyi
toplumu görmemekle eleştiren Mehmet Güneş gibi toplum bilimcilerin derdi de
bütünsel toplum kurgusuna halel getiren sınıfı silmek için tarihi devrimden
temizlemektir.[13]
İkisi arasındaki buluşma, proleter devrimci
mücadelenin zafiyetinde mümkündür. Böylesi koşullarda söylenen her yarım doğru,
yanlışa tamamlanır.
“Marksizm,
tarihsel toplumsal varlığı bütünüyle kucaklayabilecek bir teorik yapıdır.
Marx'ın kurucusu olduğu tarih bilimi ile bu konuda kıyaslanabilecek bir 'toplum
bilimi' yoktur.”[14]
Hakikî sosyalistler gibi TP de “hakikî marksizm” peşindedir. Onun marksizmi, yukarıdaki
alıntının ilk cümlesinde ifade edildiği gibi, ilahi bir kudrete sahiptir.
Sosyalizme aynı muameleyi yapan Alman
sosyalistleri gibi TP de marksizmi
her yere ve zamana yayarak onu bitirir. Evet, “zamanın tanrısı” (tarih) ya da
mekânın tanrısı (toplum) olduğunu varsayıp marksizmi buna göre formüle edenler
hatalıdırlar ve ciddî sıkıntılara yol açmışlardır. Ama bu sıkıntılardan
kurtulmak marksizmi, daha doğrusu öznenin kendisini zaman ve mekânın tanrısı
ilân ederek olmaz. Marksizm böylesi ulvî anlamlara muhtaç değildir.
Yukarıda pratik tercümeyle ilgili olarak Dev-Sol
ve PKK’den söz ettik. Bu tercümeye bir de teorik tercüme eşlik eder TP’de. Bu tercüme ise iki ayaklıdır.
Yerel ayağı Kıvılcımlı ve Kaypakkaya’dan, dünyevî ayağı ise Lenin ve Mao’dan
oluşur.
“Böylelikle
Fransız Sosyalist ve Komünist yazını bütünüyle kuşa çevrildi. Ve Alman’ın
ellerinde bu yazın, bir sınıfın diğer bir sınıfa karşı verdiği mücadeleyi ifade
etmekten çıktığından, Alman, ‘Fransız tek taraflılığı’nın üstesinden gelmiş
olduğunun ve hakikî ihtiyaçların değil de Hakikat’in ihtiyaçlarının;
proletaryanın çıkarları yerine, İnsan Doğa’sını, genelde yalnızca puslu felsefî
hayal âleminin içinde var olan, hiçbir gerçekliği bulunmayan ve hiçbir sınıfa
ait olmayan İnsan’ın çıkarlarını temsil ettiğinin bilincine vardı.
Kendisine
ait öğrenci ödevini alabildiğine kutsal addedip onu fazlasıyla ciddîye alan ve
fukara sermayesini şarlatan bir üslupla metheden bu Alman sosyalizmi aynı ânda
ukalâ masumiyetini zamanla yitirdi. […]
Ve
kendi payına Alman Sosyalizmi işinin küçük burjuva cehaletinin gösterişli bir
temsilcisi olduğunu giderek daha fazla kabullendi.”[15]
TP gibiler, marksizmi tarihsel sınırlarından kurtarma gayreti
ile liberallerin yüzyıllık eleştirilerine kapı açmış isimlerdir. Oysa mücadele
edilmeden çekilen sınırın da, aşılan sınırın da bir anlamı ve değeri yoktur.
Sosyalist hareket, köpekbalıklarının artıkları ile beslenen küçük balıklar
misali, liberalizmle kurduğu simbiyotik ilişkiden kurtulmalı, aşıp rahatladığı
sınırlarda dökülen tere ve kana bakmalıdır.
Kemalizm
vs. Marksizm
TP, Kaypakkaya’yı marksizm dışı gören eski geleneğinin
eleştirisi üzerinden, doksan başlarında koparak yolculuğuna başlıyor.[16]
Kaypakkaya’ya “marksizm dışı” demek, Mao’ya da “marksizm dışı” demek oluyor. Bu
açıdan Kaypakkaya’da savunulan Mao’dur, Mao’da savunulan ise kendinden menkul,
sınıf dışı aydındır.
Bu aydının bekası adına, altmışlardan seksenlere
Avrupa solu içinde şekillenen kampus maocuları ile ortaklık kuruluyor.
Neo-maoizm TP şahsında örgütleniyor.
Althusser’cilik ile teması da bu noktada gerçekleşiyor. Zira Althusser, batıda
Mao’yu yüceltmiş, önemsemiş olması sebebiyle değerlendiriliyor.
Yerele ilişkin olarak TP Kıvılcımlı ve Kaypakkaya sinkretizmi peşindedir. Ama önce bu
isimlerin tanrısız, kitapsız, heretik yanları ayıklanmalıdır:
“Öte
yandan aynı kesimler (reformistler -eb),
60’ların sonunda ortaya çıkan ve kendilerinin ancak seyircisi olabildikleri
devrimci fırtınanın oluşturucusu üç örgütle (THKO, THKP-C, TKP-ML -eb) doğrudan fırtına platformunda
karşılaşmaktan da sakınırlar ve entelektüel enerjilerini, bu örgütlerin
‘devrimci kopuş’ öncesi kategorilerle bağlantılarını ‘keşfetmeye’
hasrederler.”[17]
“Fırtına platformu”na hiç girmeden, oradan çıkan
bu arkadaşlar benzer bir enerjiyle Kıvılcımlı ile Kaypakkaya arasındaki bağları
örmek istemişlerdir. Kaypakkaya’nın fazla Türkiye dışı yanları Kıvılcımlı’nın
yerliliği ile; Kıvılcımlı’nın fazla Türkiyeliliği, Kaypakkaya’nın ülke dışı
yanları ile törpülenmiştir. Talaş gibi yere saçılan, bu iki ismin devrimci
politik yanlarıdır. TP, gene iç-dış
geriliminin tam ortasında kendisine zarar gelmeyecek boş bir alan belirlemeyi
bilmiştir.[18] Orada artık ne gerçek Kıvılcımlı, ne gerçek Kaypakkaya vardır.
Kıvılcımlı Kapital’in;
Kaypakkaya Kızıl Kitap’ın altında
kalmıştır. Bu isimlerin Kapital’i ve Kızıl Kitap’ı burada dönüştürme
pratikleri fazlalık görülüp atılmıştır. Her şey TP’yi işaret etmek zorundadır zira. Buradaki düşünsel faaliyet,
politik değil, kişisel bir ihtiyacın ürünüdür. Kaypakkaya ve Kıvılcımlı
geleneğinin Birikim’i olan, olmak
isteyen TP, Birikim dergisinin Devyol’a ve Cephe geleneğine yaptığını ilgili
geleneklere yapma niyetindedir.
Kürt, İslam ve devrimci şiddet üçlüsünde tarif
ettiği üçgenin merkezi kendisi, kendi öznel-bireysel varlığıdır. 12. sayıdaki
tablodan sonra yeni öznel savunma barikatı örülmüş gibidir. 96’daki tabloda
çizilen x-y koordinatında matematiksel olarak koordinatların kesişimi boş
kümedir. Boşluktan, ilahi bir düzlemden her şeyi kendince tasnif eden TP denilen öznenin pratiğe karşı kendini
korumak için ördüğü duvar, yeni dönem uyarınca berkitilmek istenmektedir.
Burada bir başka numaraya başvurulur. Hiç yan yana
gelememiş, gelmesi de o hâlleriyle “mümkün” olmayan üç dinamik birer tahkimat
duvarı niyetine kullanılır. Zaten “Çatı Partisi” yazısı bu kaçışın ne ölçülere
ulaştığını gösteren bir ibret vesikasıdır.[19] “Post-Devrimcilik” yazısının
girişindeki cümlenin haklılığını kanıtlamak için MK bin bir takla
atmaktadır.[20] Boş gösteren olarak örgütlediği varlığından bazı öznelere boncuk
dağıtmaktadır. Bu boş gösteren olmayı biraz Avrupa ideolojisinden, biraz da
onun yerli hâli olan kemalizmden öğrenmiştir.
M. Kemal ile kişisel düzeyde negatif ilişki
kuranla pozitif ilişki kuran arasında politik-ideolojik açıdan bir fark yoktur.
Mesele, kitlelerin kemalizmle kurdukları negatif ve pozitif ilişkilerin maddî
zemininin devrimci anlamda dönüşmesidir. Sol özneler eş özne olarak kabul
ettikleri kemalizmle negatif ya da pozitif ilişki kurmuşlardır. Negatif yanda
olanlar onu karşıya, pozitif yanda olanlar yanlarına almışlardır. Teorik,
ideolojik ve politik anlamda göğe, yukarıya çıkan özneler o katta her daim
kemalizmle karşılaşmışlar ve negatif ya da pozitif ilişki kanalına
evrilmişlerdir. Yukarıya çıkanlar alttakilerin çığlıklarını her daim unutmuş, o
çığlığa sağır olmuşlardır.
TP’nin kemalizm eleştirisi negatif kanalda ilerler ve
marksizmini burada eş özne olarak gördüğü kemalizmin muadili olarak yeniden
formüle etmek ister. Mesele, teori ile politikanın buluşması ise kemalizm bunu
başarmıştır.[21] Demek ki marksizm de bu buluşmayı ancak TP dolayımı ile gerçekleştirecek, bu marksizm TP’nin hakikî marksizmi olacaktır.
TP’nin kemalizm karşıtlığının sınıfsal ve devrimci anlamı
yoktur. İdeolojik, bireysel bir karşıtlık, hasettir TP’de olan. Teori ile politika onda buluştuğundan, kendi birliği
ezilmektedir. Kendi şahsında somutladığını zannettiği bu teori-pratik birliği
kemalizmin koltuğuna oynamakta, böylelikle kemalizmi yüceltmektedir. Bu oyunun
da sınıfsal, devrimci anlamı yoktur. Kısacası TP, 1789-92 momentinde devrim yapan burjuvalardan devrim yapmayı ve
devrimciliği öğrenen burjuva solcularla bu devrimin yerli versiyonu anlamında
kemalizmin “devrimci” niteliğine yaslanan SİP’lilerle aynı yerde durur. Aradaki
fark, siyonistlerle dünya yahudi solcuları arasındaki fark gibidir.
Yüce teori ve yüce politika ancak kendisinde
buluşacağından, alt teori ve alt politika olarak gördüklerinin buluşması da
talidir ve ezilmelidir. Dev-Sol için 89’da söylediğini, bugün kemalizm için
söylemektedir. PC’ye dönük hasedi ile Kemal’e dönük hasedi birbirini
koşullamaktadır.
TP, eş özne olarak gördüğü hasmı kemalizme karşıt unsurları da
eş özne statüsünde değerlendirir. Eş özne görmek, üst, yani “daha özne” olanın
ve alt, yani “eksik özne” olanın fiilî kazanımlarını ve zaaflarını göremez. Bu
körlük esasta hiçbir şey yapmamaktır.
“Değişerek aynı kalmak”[22] felsefesine tâbi olan TP, şeklini her ortama uyduran bir
bukalemun misali, kemalizm karşıtı ilgili politik hareketleri kendi eş özneliği
üzerinden anlar. Onların sınıfsal-politik ve devrimci-politik seyrini bu amaçla
kullanır. Onları tekilleştirerek sahip oldukları etkiyi teorik âlemde
yumuşatır. Bu, Tayyip’in Kürtçe konuşması gibidir: faşist dışarıdan vurur,
liberal içeriden kurutur. Despot baba oğlunu zorla; liberal baba ikna ile
yönetir. İlki döver, ikincisi sinsi bir kuşatma ile oğlunun hayatına arkadaş
gibi sızarak ona hükmeder. Bir küçük burjuva ideolojisi olarak kemalizmin küçük
burjuva rakiplerinin ona karşı gerçek bir mücadele vermesi mümkün değildir.
Onların önerdiği tersten o gibi olmaktır. Kemal gitsin, TP gelsin, bir şey fark etmez. Mesele, kitlelerin ona karşı ördüğü
mücadele mevzileri ve bu mevzilerde oluşan devrim ve sosyalizmdir.
Kürt-İslam-Devrim
TP yeni bir teslis daha bulmuş gibidir. Burada TP’den kasıt, Telik Para’dır. Telik, TP’nin yolun başında, Taslak’ta, devrimcilerin başına geçirmek
istediği zırhın son hâli, yani bez başlık; Para ise batında, iktisadî anlamda
meta gördüğü tüm devrimcilere tanrılık yapma niyetini; zahirde, şahsın
özniyetini ifade eder.
TP esasta “geleneksel sol” denilen ve teorik âlemde güç sahibi
olan çevrelerin alanına oynar, onlara öykünür, bu anlamıyla Kürtleri,
Müslümanları ve devrimcileri birer “silâh” olarak kullanır. Bu kudret
mücadelesinde sözkonusu unsurlar TP’nin
pragmatik hamleleri için birer oyuncaktırlar. Bahsi geçen silâhların kalibresi,
TP’nin öznel çıkarlarına uyarlı
olduğundan düşüktür ve ilgili kesimlere dönük sözleri de aynı ölçüde politik
düzlemde nitel dönüşümü ketler. Derginin elindeki eleştiri bıçağı kendisini hiç
kesmez. Bu ise ancak dışarıdaki militanlara pragmatist, oportünist ve elitist
bir siyaset önerebilir.
X-Y koordinatlarının merkezi, esas olarak, hiçbir
şey yapmamak ve olmamaktır. Buradan bakıldığında her yapma ve olma,
doğallığıyla eleştiri nesnesi hâline gelecektir. Yeni sayıdaki tabloda
resmedilen “Kürt-İslâm-devrim” halkası hiçbir şey yapmama ve olmama hâllerinin
yeni tahkimat duvarıdır.
Teorik planda yan yana gelen olgular, pratikteki
hiyerarşiyi silerler. Üniversiter hayattaki bir siyaset bilimi kürsüsünden
“politika” öğrenmek bu yönüyle teorisizmini siyaset hâline getirecektir.
Örneğin böylesi bir kürsüde “devlet teorileri”ni öğrenen öğrenci için Sovyetler
Birliği’ndeki devletin sınıfsal niteliği önemsizdir.
Platon’dan bugüne bir seyri izleyen öğrenci,
bilişsel anlamda yan yana getirdiği tüm devlet modelleri arasındaki maddî,
somut sınır çizgilerini silecek, kendi pratik ihtiyaçlarına ve ideolojik
yönelimine göre soyut çizgiler çekecektir. Maddî hayatta o devlet modelleri
arasındaki somut kavgaların, mücadelelerin ve savaşların bir önemi yoktur.
Seksen ve doksan sonrası böylesi okumalar yapanlar antistalinizme, oradan
antileninizme, oradan da antimarksizme yelken açmışlardır. Devlet ve demokrasi
tartışmalarında çok şey kaybedilmiştir.
Bu noktada devrede olan taktik, minderden
kaçmaktır. “Ulusal sınırlar içinde düşünmek boğuyor.”[23] diyen ya da kendi
“marksist okul”unu liseliler gibi kıran (TP, Taslak) kişiler minder dışına kaçmayı kurtuluş addetmişlerdir.
Kurtulma (liberalizasyon) muradı ile hareket etmek, dönüşümden ve devrimci
mücadeleden kaçışla sonuçlanmıştır. Hayata, siyasete ve teoriye kurtulma,
özgürlük derdiyle yaklaşanları hep liberal kurtlar kapmıştır.
Antikemalist olurken bu zorlamayla kurgusal olarak
döne döne “kemalistleşen” bir TP
vardır karşımızda. Kemalizmin ideolojik, teorik ve politik bütünlüğüne öykünen,
marksizmi buna göre kuran TP için
Kürt de, Müslüman da, devrimci de bu amaçla istismar edilecek basit bir araçtan
ibarettir. Oysa TP’nin kafasında
kurulu olan marksizm akmaz kokmaz, su sızdırmaz, kendinden menkul hâliyle
kapılarını Kürd’e, Müslüman’a ve devrimciye asla açmaz.
İki eğilim sözkonusudur: ilki bu unsurlara kökten
karşıdır; ikincisi bunların içine ajan olarak girer, alabileceklerini devşirir
ve yuvasına döner. Devşirdikleri artık Kürt, Müslüman ve devrimci olmak
istemeyenler olacaktır. TP gibi
yapılar için öyle kalmakta ısrarcı olanlar tehlikelidirler. Onların liberal ya
da muhafazakâr dünyalarına halel getirirler.
Teoride yan yana getirilen Kürt, Müslüman ve
devrimci arasındaki durumsal ve dönemsel hiyerarşilerin bir hükmü yoktur TP için. O, sadece olmayacak duaya
“âmin” diyerek, kendi konumunu muhafaza etmek derdindedir. Böylesi bir muhafaza
siyaseti yüzünden marksizm ve sosyalizm Kürt’ten, Müslüman’dan ve devrimciden
kaçmıştır. TP, bu kaçışı üst teorik
âlemde meşrulaştırmak dışında bir şey yapmaz. Marksizm ve sosyalizm TP dolayımıyla resmîleşmiş,
devletleşmiştir.
Ulus sınırlarından ve okul duvarlarından
boğulanlar, bu üç unsurun yaptıklarını da anlayamazlar. Minder dışına
kaçanların, minderde kalıp ısrarla güreşmenin yollarını düşünen ve
uygulayanlara söyleyecek bir sözü yoktur. Söylenecek her söz, güreşi
talileştirecek, başka sporların reklâmını yapacak, “boş işler bunlar” diyecek,
her şeyi liberal sulara yatırıp mücadelenin içini boşaltacaktır.
Kaba anlamda emekle sermaye arasındaki kavgada
tampon ya da hava yastığı işlevi gören küçük burjuvanın üslubu şöyledir: o hep
öndedir, mücadele çatışma noktasına geldiğinde ise efendisinin yanına koşar.
Efendisinin aklına ya da bedenine sarılanların arasında bir fark yoktur. “Akıl
yok bunlarda” deyip Kürd’e, Müslüman’a ve devrimciye çengel atanların akıl
dediği, burjuvaların aklıdır.
TP’nin “aydınlanma karşıtlığı” kendi aydınlanmacılığına yer
açmak içindir. Zira TP, devrimcilerin
akla muhtaç varlıklar olduğu ön fikriyle dergi çıkartmıştır. Aydınlanmayı
tarihsel olarak by-pass etmesinin nedeni de tarihe bütünsel olarak hüküm koyma
ihtiyacındandır. Bu ihtiyaç doğal olarak ezilenlerle işçileri karşı karşıya
getirir ve ilkini tercih eder. Marksizmi ona göre kurduğunu söyler.
Oysa bu tercih aşamasında artık ezilen de ezilen
değildir, o göğe fırlatılıp atılmıştır. Maazallah, ezilenin öfkeli kanı TP’nin uhrevî dünyasını bozabilir. O
zaten bu nedenle ezilencilik yapar: ezileni eşiğin öte yanında tutmaktır derdi.
Kürt, Müslüman ve devrimci, sınıfsal niteliğinden ayıklanmış, balık misali TP’nin sofrasına servis edilmiştir
artık.
TP için ânda sınıf yoktur, ama ezilen vardır. Ezilen de
bireysel, tekil bedenle tanımlıdır, akılsız, dimağsız. O âna sadece TP’nin aklı girebilir, ezilenlerinki
değil. Bu, TP’nin kendi aklını,
dimağını yaldızlamasının bir gereğidir. Onun için kemalizmin tasallutunu
kırmada Kürd’ün, Müslüman’ın ve devrimcinin aklına ihtiyaç yoktur, bedeni
kullanıma hazır olsun, yeter. Bir tür marksizm güç olduğu noktada bu ezilenlere
kılıç sallamak farzdır. Anlaşılan burjuva siyaset okullarında köprüyü geçene
dek ayıya “dayı” demek öğretilmektedir.
Kürt-İslâm-Şiddet üçlüsü, teorideki
bilim-felsefe-politika üçlüsünün muadilidir. Bu da hiçbir şey yapmama
iradesinin kılıfını örer. Hem PKK’yi destekleyip hem de Müslüman Türk’ü
örgütlemek olmayacağından, TP bir
süre daha bunun olabilirliğinin sırrını kendinde saklıyormuş pozlarıyla
ortalıkta dolaşacaktır. Sonrasında ise birine yüzünü çevirene diğerlerini
işaret edecek, onlarla eleştirecektir.
“Soyut bir emperyalizmin veya soyut bir
burjuvazinin (kapitalizmin) mücadelenin hedefi olarak saptanmasının devrimci
olmayan politik doğasını ortaya çıkarmak”[24] isteyen TP, nedense bir ânda burjuva karşıtı olup aydınlanmaya kılıç
sallamakta; ama siyaseten de burjuvaziyi görmeyen, salt devlete kilitlenen bir
üslup önermektedir. Sanki devlet tümüyle teori-dışıdır.
Sürekli aşı yapma sevdalısı olan TP, marksizmini bu üç unsura karşı
koruma derdindedir. Soyut bir devlet karşıtlığı lehine devrimci politikayı ve
politik devrimciliği kafasındaki yönetsel siyasete kilitlemektedir. Başarılı
olmanın yüz sırrı artık TP’de vücut
bulmuştur. Derginin bundan sonraki sayısında interaktif CD ile birlikte çıkması
ve bu sırları paylaşması beklenir. (İnşallah!)
Botokslanmış
Marksizm
TP, tarihsel planda sınıf, devrim ve iktidar bağlamında ayrı
ayrı ve bütün olarak oluşmuş tüm "kırışıklıklar"ı kendi düz,
pürüzsüz, “botokslanmış marksizm”i için düzleme derdindedir. Zaten “marksizmin
krizi” de bu kırışıklıklarla ilgilidir. Dolayısıyla marksizm ancak TP’de düzlendiği takdirde krizden
kurtulacaktır. Onun aşı niyetine elinde tuttuğu iğne, Botulinum Toksin, yani botoks iğnesidir. Kasılan kasların
gevşetilerek kırışıklıkların düzlenmesi için kullanılan botoks iğnesine TP liberalizmden aldığı her türden
proteini koymuştur. Bu marksizm de “Kuşum Aydın” misali, kuşa döner!
TP’de üstte, yüksekte tutulan marksizm değil, genel, soyut,
kendinden menkul teoridir. Örgüt kalelerinden ayrışmayı telkin etmelerinin
sebebi, bu teorisizmin galebe çalmasıdır. Canlı, sürekli aşı yapılan, biyolojik
bir varlık olarak bu teori, TP
denilen öznenin bizatihi kendisidir. Yaşamsallığını, bekasını teorik faaliyete
bağlayan bu küçük burjuva özne, kendi mesleğini dönüşümler karşısında muhafaza
edebilmek için elinden geleni ardına koymaz. TP’ye göre, tarih boyunca marksizm denilen bu “canlı beden”deki
kaslar her sınıf, devrim ve iktidar deneyimiyle kasılmıştır. Arınma, antiaging için
onun steril bir ortama kapatılması şarttır.
“Marksist
teorinin, çok önemli bir sıçrama olarak, politizasyonu gerçekleşti, fakat
kaçınılmaz olarak bir sürü hastalığı da beraberinde getirdi. Çünkü bilim ve
felsefe aşısı yapılamıyordu. Bilim ve felsefe ile politikanın pratik kavranışı
arasında volan kayışı tesis edilmediğinden, teorinin ‘pratik ve teorik
aşamaları’ arasında, en azından veri alışverişi sağlanamıyor ve
pratik-politikadaki gelişmeler bir yandan doğal sınırlarını yırtıp sıçramalar
yaparken, diğer yandan doğumun gecikmesiyle bünyede zehirlenme belirtileri
artıyordu.”[25]
Bu “volan kayışı” alt sınıflardan gelen
devrimcilerin değil, üst sınıflardan gelen klasik aydınların marksizmidir.
Çünkü fukara, asla marksizmi ilerletemez, anlayamaz vs![26]
“Marksizmin,
belki ancak devrimle göreli olarak tamamlanacak bütünsel-gerçek oluşumunun
yegâne çıkış noktası; onu pratik-politik düzeyde kavrayanların yarattığı
tarihtir. Sözkonusu geleneği; veri, temel ve çıkış noktası olarak alıp
dışlamakla değil, bilakis tek mümkün yolla, kuvvetle, bu gelenekte organik
sıçramalar yaratmak için çabalarla olacaktır Marksizmin bütünsel yaratımı.”[27]
Politik devrimciliği yalnızca devrim ânında ifa
etmeye yeminli olanları ifade etmek için kaleme alınmış olan “Post-Devrimcilik”
yazısı, ön yazıdan yapılan bu alıntı ile birlikte okunmalıdır. Esasta kavga,
“senin devrimciliğinin kemale erdiği devrim ânında benim de marksizmim erecek,
senin de adın kemal, benim de, bundan sonra sana post-devrimci diyelim.” diyen TP ile; “hayır asıl sen
postmarksistsin!” diye feveran eden SİP arasındadır. Bu, küçük burjuva şeyhlerin
post kavgasıdır.
Bu alıntıda bahsi geçen “sözkonusu gelenek” de
Enver Hoca’cı gelenektir, başkası değil. Hakikate ermiş bu geleneğin canlı
bedeni bu zat tarafından sıçratılacaktır. Sıçramalarla ilerleyecek olan
marksizm de ancak devrimle tamamlanacaktır. Bu kurgu, başka biçimde Kemal
Okuyan’ın Ne Yapmacılar Kitabı’ndaki
formülünü hatırlatır. Yani MK, KO ile kayıkçı dövüşü içindedir. Her ikisi de
“post-devrimci”dir. Sınıfı politik ve teorik olarak kuracak, devrimi yapacak ve
iktidar olacak olan özne, kendisini tekil mutlak kıldığı ölçüde, doğal olarak,
geçmişteki tüm deneyimlerle hesaplaşma yoluna gider ve onları bir şekilde
bertaraf etmek ister. “En proleter, en devrimci ve en muktedir” kendileridir
tabiî ki. Bu öznelerde sınıfın, devrimin ve iktidarın nesnel, fiilî politik ve
teorik seyrinden kaçış bir kuraldır.
Sekiz sene sonra 2000 model SİP eleştirisine
kapaklanmanın arkasındaki gerçek şudur: TP,
o gün de post-devrimcilik fikriyatına tabiydi. SİP gibiler devrimcilerin
karşısında olan, TP gibiler onların
içinde iş yapan liberallerdir. Bu, Truva Atı taktiğidir. Bu anlamıyla 2000’de
devrimcileri geri zekâlı olmakla eleştirip onlara akıl veren TP, bir iki “gaz” lafın arkasına
sakladığı stratejisini bugün açık etme imkânı bulmuştur. Bu tip adamlar, silâhlar
patladığında arkasına saklanacak yeni laflar üretme konusunda yeterince
cevvaldirler.
TP, yetmişlerde Çin’e karşı kendisini reel (hakikî) sosyalizm
ilân eden SSCB’den maoizm adına sovyetik gelenekten intikam almakta, bunu da
“hakikî bir marksizm” inşa ederek yapmaktadır. Ne sovyetçilerin, ne
envercilerin artık bir hükmü vardır artık.[28]
Marksizmin akademik bir olgu olarak tecrit
edilmesi ve bekasının daim olması için çabalanması, marksizmi
tarihsel-toplumsal planda oluşturan tüm unsurları birer pürüz olarak görür ve
çöpe atar. Marksizm, tarih ve toplumdan münezzeh bir yerde kurulur. Toplum
bilimciler marksizmi tarihten; tarih bilimciler toplumdan soyutlarlar. Bu
tecritte eskiye âit kimi unsurlar muhafaza edilir ve bu sefer de marksizm yeni
katkılara karşı kapanır.
Meslek olarak
ayakkabıcılık gibi marksizmi seçen ve onu akademik ya da politik düzeyde iş
edinenlerin elinde marksizm tüm toplumsal-tarihsel bağlarından kopar. “Yeni ya
da hakikî marksizm”, toplumu ve tarihi bölen her türlü faaliyete, hattâ Marx’ın
kendisine bile düşmandır, ondan da uzaklaşır. Biçime ve sonuca tapan küçük
burjuvaların elinde marksizm öze ve nedene yabancılaşır. O artık sadece öz-nedendir. Onun biçimi olmayan ya da
ondan kaynaklanmayan hiçbir şey bir anlam ifade etmez. (Lâ ilâhe illallah!)
Eren Balkır
25 Nisan 2009
Dipnotlar
[1] Melik Kara, “Devrimcilerin Marksizmi”, Teori ve Politika, Sayı: 12, s. 17;
Melik Kara, “ ‘Sürdürülebilir Devrimcilik’ ve Bütünsel Marksizme Doğru”, TP, Sayı: 47-48, s. 27.
[2] Bkz.: “Marksist Politikanın Teorik Öncülleri”, TP, Sayı: 1, s. 6-7.
[3] Doğal olarak SİP’ten TP’ye geçiş de ancak bir tür dinî sinkretizm dolayımı ile, Bedrettinîcilik
biçiminde olabilirdi.
[4] “[…] imgesel olarak, nesnel ya da mutlak
idealizmdeki Tanrı kategorisi ile epistemolojik düzlem bir ve aynı şeyler olarak
değerlendirilebilir.” [M. Kayaoğlu, “Geçmiş-Bugün-Gelecek Diyalektiğine
Reddiye”, TP, Sayı: 14, s. 45-46.]
[5] “Thot […] eski bir Mısır bilgesidir. […]
sonradan tanrılaştırılarak bir put hâline getirilmiştir. Kur’an’da Tağut,
Allah’a rağmen hüküm kaynağı ve otorite olarak görülen, yani tanrılaştırılan
insan gibi somut ya da şeytan gibi soyut her tür varlıktır.” [Mustafa
İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli
Meal-Tefsir, Düşün Yay., s. 161.]
[6] V. I. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., s. 180-181.
[7] “Türkiye’de başarı için öteki ülke
örneklerinden daha mı az sayıya gerek duyulur?” Melik Kara, “Post-Devrimcilik
Dönemi”, TP, s. 29. Sayılar,
istatistik, başarı... Şirket yöneticisi olmalıymış MK (ya da belki de öyledir,
kimbilir!).
[8] “Devrimci Politikanın Teorik-Tarihsel Yolu ve
Devrimci Sol”, Doğru Seçenek, Sayı:
12, s. 130.
[9] Anton Pannekoek, Lenin’in Filozofluğu, Çev.: Bülent Somay, Metis Yay., s. 25-35.
[10] “Spartaküs isyanı yenilgiye mahkûmdu. O dönemde
Marksizm mümkün değildi.” [M. Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, TP, Sayı: 2, s. 41.]
[11] Mehmet Güneş, “Tartışma ve Tartışamama
Meselesi”, Türkiye Gerçeği, Sayı: 3,
s. 20-30.
[12] Mehmet Güneş, “ ‘Post-Devrimcilik Dönemi’
Yazısına Notlar”, TP, Sayı: 47-48, s.
99-105.
[13] Saf toplumu ve saf tarihi bilim nesnesi
kılmış pratiğin politikanın sınırlarına çekilmesi zaruridir. Güneş ve Kara’nın
bilimciliği politikasızdır. Politika ile bölünmemiş, sınır çekilmemiş,
hiyerarşize edilmemiş bir “tarih” kadar “toplum” da tehlikelidir. Ustasından
aldığı ev ödevini kutsal addeden Emre Görür de Tanrı’ya şirk koşmayı eleştirir,
ama o da, bizatihi kendisini Allah’a şirk koşan TP’nin tetikçiliğini yapar. Zira şirk koşulmamasını istediği tanrı
da kendi tanrısıdır. Soyut tarihe had çeken MLKP haddini bilmelidir ona göre.
Burada tipik TP’vari bir salvo ile
karşı karşıyayızdır: işine geldiği gibi tarihyazımı-tarih bilimi ayrımı yapan
yüce özne, başkalarını bu ayrımın iki yanına “kıvırarak” eleştirmektedir.
[Bkz.: Emre Görür, “ ‘Tanrı’ya Şirk Koşmak: Ezilenler ve Teoride Doğrultu”, TP, Sayı: 47-48, s. 141-155.] Bilim
olarak tarihte ne özne, ne erek vardır, ama politik tarih öznesiz, ereksiz
olmaz. Epistemolojiyi ontolojiye dayatan TP,
bu dayatmayı başkalarına hak görmez, ama kendisi buna müstahaktır.
[14] M. Kayaoğlu, “Post-Marksizm ile
Dar-Marksizmin Ötesinde”, TP, Sayı:
24-25, s. 34.
[15] Karl Marx ve Frederick Engels, “Manifesto of
the Communist Party”, Collected Works
içinde, Cilt 6, s. 511.
[16] “Kaldı ki bugün Türkiye’de geleneklerin
tümünden kopmayı savunmak; tarihsel gerçekten, dolayısıyla politikadan kopmayı
teorileştirmek demektir.” [“Akıntıya Karşı Devrimci Ayıraç”, Doğru Seçenek, Sayı: 10, s. 83.] TP için politika salt “tarihsel
gerçek”le ilgilidir. Orada da sadece kemalizm ve devlet çıkar karşısına.
Burjuvazinin, kapitalizmin, sömürünün görüneceği toplumsal gerçekten kopuşun
teorisi TP nezdinde tamamlanmıştır.
[17] “Akıntıya Karşı Devrimci Ayraç”, Doğru Seçenek, 1992, Sayı: 10, s. 50.
[18] TP’nin
alamet-i farikası budur. Gerilimli gördüğü unsurlar arasında bir boş nokta belirleyip
oraya yerleşir: “Türkiye’de devrimci öncü politikasıyla reformcu politik
akımlar arasında doldurulması gereken bir boşluk vardır.” [MK, “Bizimkiler”, TP, Sayı: 21, s. 226.]; esasında TP için epistemoloji ile ontoloji
arasındaki boş alanın adı da teorik-politikadır. Gerilimlerden kaçmak için en
ideal yol budur. Ex nihilo nihil fit! [Hiçlikten
hiçlik doğar.]
[19] Melik Kara, “Çatı Partisi”, TP, Sayı: 47-48, s. 278-284.
[20] M. Kara, “ ‘Sürdürülebilir Devrimcilik ve
Bütünsel Marksizme Doğru”, TP, Sayı:
47-48, s. 1.
[21] “Teori ve politika bu konjonktürde ‘birleşmekte’dir.”
[Melik Kara, a.g.m., s. 22.]
[22] “Akıntıya Karşı Devrimci Ayraç”, s. 82.
[23] Mehmet Güneş, “Tartışma ve Tartışamama
Meselesi”, s. 25.
[24] Melik Kara, “ ‘Sürdürülebilir Devrimcilik’ ve
Bütünsel Marksizme Doğru”, s. 9. Oryantalizme kul olmuş doğulu aydınların
“sürdürülebilir kalkınmacılığı” TP’de
marksizm özelinde ses vermektedir. Antimodernizm ve aydınlanma karşıtlığı,
tersten, giderek en sığ modernizme ve aydınlanmacılığa bağlanmaktadır.
[25] “Akıntıya Karşı Devrimci Ayıraç”, Doğru Seçenek, Sayı: 10, s. 86.
“Hastalık, aşı, volan kayışı, doğal sınır, yırtıp çıkma, doğum, zehirlenme…”
Tüm bu sözcükler nasıl yan yana gelebiliyor, izahı yoktur. Yazar, kendi
biyolojik canlı hayatı ile marksizm arasında kısa devre yapıyor, ikisini
örtüştürüyor. Kendi dönemsel arınma gayretine marksizmi âlet ediyor!
[26] A.g.m.,
s. 89.
[27] “Akıntıya Karşı Devrimci Ayıraç”, s. 93.
[28] Bu gizli kavga, Nâzım sömürüsü üzerinden
sürmekte, SİP’e (ineğe) özenen Atılım
(kurbağa gibi) akademi kurmaktadır (şişmektedir). İlki işçileri, ikincisi
ezilenleri yeni dükkânlarına çağırmaktadır. İşçiden ve ezilenden hiçbir şey
öğrenmemeyi kafalarına koyanlar, onlara bir şey öğretme derdine düşmüşlerdir.
11. Tez’e takılı kafalar, Marx’ın 3. Tez’ini, yani eğitenlerin de eğitilmesi
meselesini atlamaktadırlar. Öğrettikleri ise sadece işçi ve ezilen olmamanın en
kolay, kestirme lafzî yollarıdır. Bu, kendi örgütsel huzurları için şarttır.
0 Yorum:
Yorum Gönder