30 Kasım 2022

,

Komünist Teşkilât Söyleşisi


Komünist Teşkilât Söyleşisi
Pelo Anti-Imperialismo
3 Nisan 2019

Komünist Teşkilât [Kommunistische Organisation, KO] Haziran 2018’de kuruldu. Yeni bir komünist teşkilât meydana getirmeyi neden gerekli gördünüz? Ayrıca neden bir komünist parti kurmayı tercih etmediniz?

Üyelerimizin önemli bir bölümü, 2017’ye kadar Alman Komünist Partisi ve onun gençlik örgütü olan SDAJ’ın üyesiydi. 2017’de her iki örgütten küçük bir hizip ayrıştı. Başka komünistlerle birlikte Haziran 2018’de Komünist Teşkilât’ı kurmaya karar verdiler. Onun öncesinde, Alman Komünist Partisi ve Sosyalist Alman İşçi Gençliği (SDAJ) içerisinde Almanya’da komünist hareketin ve işçi hareketinin yeniden inşası ile ilgili bir dizi önemli konuya dair tartışma yürütmeye çalıştık. Partinin 1968’de kurulmasından beri benimsediği, sosyalizm mücadelesinde bir ara aşamanın olması gerektiğini söyleyen “tekel karşıtı demokrasi” stratejisine karşı eleştirilerimizi sunduk. Bu tartışmanın önemine vurgu yapmamızın sebebi, tartışmanın bugünkü mücadelemizle oldukça alakalı olduğunu düşünüyor olmamızdı.

Bizim görüşümüze göre, komünist partinin hedefi sosyalizm olmalı. Ayrıca burjuvazinin hâlen daha iktidarda olduğu koşullarda komünist partilerin hükümete dâhil olması gerektiğini söyleyen anlayışların yalan ve yanılsama üzerine kurulu olduğunu, işçi sınıfını yenilgiye sürükleyeceğini düşünüyoruz. Deneyimlerimizin de ortaya koyduğu biçimiyle, “solun birliği” sloganı, özellikle komünistlerin her türden sosyal demokrasiyle işbirliğine gitmesi gerektiğine dair tüm laflar, hareketi güçlendirmek şöyle dursun, mücadeleyi rotasından çıkartıyor ve işçileri yanılsamaların, vehimlerin tuzağına düşürüyor.

Başka meseleler de var elbette: Biz, komünist partinin sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre organize olması gerektiğine inanıyoruz. İşyerlerinde ve mahallelerde işçi sınıfı hareketinin yeniden örgütlenmesi ile ilgili mücadelemizde yüzleştiğimiz, alabildiğine karmaşık olan görevlerin üstesinden ancak işçi sınıfı ve halk kitleleriyle doğrudan temas içerisinde olan, yüksek bir politik bilince sahip devrimci kadroların meydana getirdiği disiplinli ve verimli bir çalışma yürüten bir örgüt gelebilir. Bu sebeple, komünist parti işçi sınıfının ve diğer halk katmanlarının en ileri kesimlerini kazanma, örgütleme ve eğitme hedefi uyarınca hareket etmelidir. Bu görüş, hareket zayıf diye parti saflarına herkesi kabul etmek zorunda olduğumuzu söyleyen, Almanya’daki birçok Marksist örgüt gibi komünist kadroların ideolojik-politik formasyonlarına çok az dikkat göstermeyi öngören görüşle çelişen bir görüştür.

Biz, bu tür görüşler temelinde parti ve gençlik kolu içerisinde yıllarca bu ve benzeri konuları tartıştırmaya çalıştık. Ama sonra gördük ki her iki örgütün üyeleri ve liderleri bu tartışmayla ilgilenmiyorlar. Bize göre, mevcut örgütler içerisindeki politik, ideolojik ve örgütsel krizden kurtulmamızı sağlayacak güçler korelasyonuna ulaşma ihtimalimiz sıfır. Dolayısıyla, yeni bir örgüt kurmak dışında elimizde başka bir seçenek yoktu.

“Komünist Teşkilât” adını verdiğimiz yeni örgüt, hem komünist hareketin yüzleştiği ihtilaflı konularla ilgili bilimsel bir tartışmanın gerçekleştirilebilmesi için bir netleştirme süreci başlatmak hem de sistematik ve bilimsel bir zeminde işçi sınıfı içerisinde yürütülen komünist çalışmayı yeniden organize etmek için kolları sıvadı. Başka bir ifadeyle Komünist Teşkilât, bugün bilimsel sosyalizmi işçi hareketiyle yeniden birleştirmek için uğraşıyor.

Bu momentte biz, Almanya’da komünist partinin kurulması için gerekli koşulların henüz mevcut olmadığına inanıyoruz. Elbette en başta kendimizi komünist parti olarak adlandırabilirdik, fakat o vakit “komünist parti” etiketini anlamından bağımsız olarak kullanmış olacaktık. Bir komünist parti programı yazmak için Marksizm-Leninizmi mevcut duruma uyarlama çabasını temel alan ve somutta belirli bir düzeye gelmiş olan bir ideolojik birliğe ihtiyaç vardır. Önce birçok soruya cevap verilmek ve bu sorular dikkatle incelenmek zorundaydı. En azından kitle çalışmanızın, işçi sınıfı içerisine dönük politik müdahalenizin temelini teşkil etmeden kendinizi komünist parti olarak adlandıramazsınız. Biz, bir yandan da teşkilâtın kuruluşunun ileride kurulacak parti için gerekli koşulları hazırlama sürecine katkı sunacağını düşünüyoruz. Bu, bugünün görevi değil, ama birkaç yıl içerisinde bu partinin kurulmasını umuyor, onun bu süre zarfında kurulabileceğini düşünüyoruz.

Netleştirme sürecine dönük ihtiyaçtan bahsettiniz. Burada neyi kastettiğinizi açıklayabilir misiniz?

Yaptığımız analize göre, beynelmilel komünist hareketin krizi otuz yıldır sürüyor, çünkü hareket, kimi temel politik ve ideolojik meseleleri gerektiği şekilde ele almadı. Kitleleri yanılsamalara mahkûm eden sloganlar ve komünistlerin burjuva hükümetler içerisine yer alması gerektiğini söyleyen stratejik yönelimler, burjuva ve oportünist politik güçlerle “geniş ittifaklar” kurulmasına dair fikirler, Rusya’nın antiemperyalist bir devlet olduğunu veya Çin’in sosyalizmi geliştirdiğini söyleyen görüşler, komünist partilerin itibarını sarsıyor, onların işçi sınıfı içine girip işçi sorunları için çözüm önerileri sunma becerisini azaltıyor.

Biz de bu sebeple ideolojik netleşme meselesini en önemli mesele olarak görüyoruz. Teşkilâtımız bir kopuşun neticesinde ortaya çıkmış olsa da biz, esasen komünistlerin birliğini sağlamak için uğraşıyoruz. Fakat birliğin önemli meselelere dair müşterek fikirleri temel alması gerektiğini, aksi takdirde birliğin biçimsel kalacağını biliyoruz. Farklı güçler ortak bir örgütsel çerçeve içine alınsalar da elindeki kaynakları işçi hareketine teksif edebilen, iç yapısı sağlam bir politik güç yoksa, bu tür çalışmalar bir sonuç vermiyor.

Bizim içine girdiğimiz netleşme süreci, herkesin davet edildiği, herkese açık bir tartışma süreci. Biz, kendi önerilerimizi ve tezlerimizi açık bir biçimde tartışmaktan korkmuyoruz. Başka politik güçlerle yürütülecek bir açık tartışmanın yanlış konumları benimsemekle neticeleneceğini düşünmüyoruz. Bilâkis, bu tür bir tartışma, argümanlarımızın netlik kazanmasını sağlayacak, gerçekten cevap arayanların birleşmesini sağlayacaktır.

Açık tartışma yürütüyor olmamız, bizim belirli konumlarımız olmadığı anlamına gelmiyor. Müşterek bir programatik temel yoksa güçlü bir örgüt inşa edilemez.

Kuruluş kongremizde programatik tezlerimizi belirledik [Tezler). Bu tezlerde netleşme süreciyle ilgili sorduğumuz kimi önemli, ucu açık sorulara ve aldığımız konumlara dair tespitlere yer verdik. Netleşme süreci, bu belirlediğimiz öncüller üzerinden işledi. Bu anlamda, teşkilâtımıza iştirak etmek isteyen herkes, önce programatik tezlerimizi benimsemek zorunda. Ama bu, netleşme sürecine dâhil olamayacağınız anlamına gelmiyor.

Bu süreç, örgütsel düzlemde yedi çalışma grubu üzerinden yürüyor: bilimsel temeller, emperyalizmin politik ekonomisi, devrimci işçi hareketi ve komünist partisi, devlet, faşizm ve sosyal demokrasi, sosyalist toplum, sınıf analizi ve Alman emperyalizmi gibi isimlere sahip olan bu çalışma grupları, geçen aylar boyunca onlarca tartışma yürüttü, komünist hareket, devrimci hareket ve işçi hareketi içerisinde dağıtılan yayınlar çıkarttı. Bu tartışmalar neticesinde literatürü toparladık ve cevaplamak zorunda olduğumuz soruları belirledik. Ortaya çıkan bilgi birikimi, netleşme sürecinin temelini ve geliştireceğimiz bilimsel aygıtın temelini teşkil ediyor. Elde ettiğimiz sonuçları internet sitemizde yayınladık. Sitedeki içeriğe herkes erişebilir. Böylece sistemli bir tartışmanın önü açıldı. Netice itibarıyla Haziran 2018’de kurulduğumuzdan beri önemli adımlar attık. Bu yönde çalışma yürütmeye devam edeceğiz.

Almanya’daki işçi sınıfının durumunu tarif edebilir misiniz?

Öncelikle işçi sınıfının ve halk kitlelerinin yaşam standartlarının AB’deki birçok ülkede ve tüm dünyada hâlen daha yüksek olduğunu söylememiz gerekiyor. Bunun birkaç sebebi var: bir yandan Alman burjuvazisi ve devleti yaşam standartlarını yükseltmek, işçi ücretlerini artırmak, onlara haklarını vermek zorunda kaldı, çünkü ortada Demokratik Alman Cumhuriyeti vardı. Proleter devlet, Federal Alman Cumhuriyeti’ndeki işçilerin maruz kaldıkları kapitalist barbarlık karşısında güçlü bir seçenek olarak varoldu.

Bir yandan da Alman kapitalist devleti, “böl ve yönet” siyasetini uygulama konusunda muazzam bir deneyime sahip. Fazla kârları kullanarak işçi sınıfının büyük bir kısmını pasifize etmeyi bildi, ayrıca işçi hareketini zayıflattı. Ülkede hâlen daha güçlü bir işçi aristokrasisi mevcut. Buna ek olarak, yaşam standartları duvar yıkıldığından beri daha da kötüye gitmiş olan Doğu Alman işçileri ile göçmen işçiler de önemli bir ağırlığa sahipler.

Doğu Almanya’nın ilhakı ve toplumsallaşmış olan mülke el konulması sonrası Alman burjuvazisi, tüm piyasaya ve işgücüne hâkim oldu. Doğu Almanya tehdidi ortadan kalktığı için işçi sınıfının yaşam standartlarını artırmaya da gerek kalmadı. Bu sebeple burjuvazi, işçi sınıfının elindeki haklara ve yaşam standartlarına büyük bir saldırı gerçekleştirmeye başladı. Yirmi birinci yüzyılın başlarında “2010 Ajandası” olarak bilinen, özellikle “Hartz reformları” adı altında devreye sokulan sosyal güvenlik sistemiyle birlikte, işçi sınıfının yoksullaştırılacağı süreçte önemli bir adım atıldı. O günden beri her yıl işçi sınıfına yönelik saldırılar daha da ağırlaşıyor.

Burada bu saldırıların her birini anlatmaya imkân yok. Bizim netleşme sürecimizin önemli bir kısmını da bugün Alman işçi sınıfının mevcut durumunu analiz etme ve anlama çabası oluşturuyor. Belirli bir anlayışa kavuşabilmek adına, bu noktada Alman işçi sınıfı içerisindeki ana ayrışma noktalarına kimi örnekler verebiliriz:

Kadın-erkek ayrışması: AB üyesi devletlerle kıyaslandığında, Almanya en yüksek cinsiyetlerarası eşitsizlik düzeyine sahip ülke. Kadına ödenen ücretle erkeğe ödenen ücret arasındaki mesafe, yüzde 21 civarında.

Batı Alman işçileri ile Doğu Alman işçileri arasındaki ayrışma: Doğu Almanya’da ücretler daha düşük, yaşam standartları da aynı şekilde düşük.

Göçmen işçilerle Alman işçileri arasındaki ayrışma: Lise ve üniversite eğitimi alamayan göçmen işçilerin çocuklarının sayısı, Alman işçi ailelerindeki sayıdan daha fazla.

Kalıcı iş sözleşmelerine sahip tam zamanlı çalışan işçilerle esnek çalışmaya tabi olan, bilhassa geçici işlerde çalışan işçiler arasındaki ayrışma: Sendikalardaki sosyal demokratların desteği sayesinde “atipik” denilen işyerlerinin sayısı büyük ölçülerde arttı. Bugün aktif işçilerin yaklaşık yüzde 40’ı ya geçici işlerde, ya yarı zamanlı işlerde ya da “küçük ölçekli istihdam” olarak tarif edilen sahalarda çalışıyor. Bu durum, tüm ekonomi için geçerli. Çalışanların büyük bir kısmını devlet istihdam ediyor.

Eğitim, sağlık hizmetleri, ücretler, barınma, gıda fiyatları kademeli olarak, bazen de hızla kötü bir hâl alıyor. İşçi hareketi çok zayıf, fazla parçalı ve politik açıdan burjuvazinin saldırılarına karşı sınıfı koruyacak düzeyde değil.

İşçi sınıfı bu hâldeyse, Alman işçi hareketinin gücü ne düzeyde? İşçi hareketi içerisindeki güç korelasyonu ne durumda, Alman Sendikaları Konfederasyonu (DGB) bu süreçte nasıl bir rol oynuyor?

Programatik tezlerimizde tarif ettiğimiz biçimiyle, Almanya’da işçi hareketi son otuz yıldır savunma pozisyonunda. Doğu Almanya’daki karşı-devrim, sadece milyonların hayatlarını ve ümitlerini yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Batı Almanya’daki işçi hareketini de parçaladı. Yüz binlerce insan, sendikalardan, binlercesi Alman Komünist Partisi’nden koptu.

Öte yandan, işçi hareketindeki zayıflığı karşı-devrime bağlamak kolaycılık olur. Karşı-devrim, niteliksel bir sıçramanın değil, otuz kırk yıl içerisinde işçi hareketinde yaşanan kademeli zayıflamanın bir eseriydi. Alman Sendikalar Konfederasyonu (DGB), kendisine üye olan sendikaları “birlikten yana sendikalar” olarak görüyor. Onlar, komünistlerin, sosyal demokratların vs. dâhil olduğu ve çalıştığı sendikalar değil. DGB, aynı zamanda komünistlerin faşizmin yenilgisinden çıkarttıkları ders uyarınca sosyal demokratlarla imzaladıkları anlaşmayı temel alıyor. Oysa bu doğru değil. DGB, ta başından beri Sovyetler’in ele geçirdiği bölgede kurulan Özgür Alman Sendikaları Konfederasyonu’nun (FDGB) ve Alman Komünist Partisi’nin teşkil ettiği işçi hareketinin birlik çalışmalarına karşı koymak için yürürlüğe koyduğu bir proje. Zaten bu yüzden DGB’nin ilk yürütme kurulu, sadece sosyal demokratlardan oluşuyordu, üstelik içinde bir de faşist bir isim yer alıyordu.

Komünistler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sendikaların içerisindeki güç korelasyonuna karşı koyabilme imkânını hiçbir zaman bulamadılar. Bu olumsuz güç korelasyonunun sebeplerini analiz edip anlamak, Almanya’daki işçi hareketinin başarılı bir biçimde yeniden organize etmek için gerekli önkoşul ve temel görevdir. İşçi hareketi, dünyanın geri kalanından kopuk değil. Başka ülkelerde de benzer gelişmeler yaşanıyor. Bize göre, uluslararası komünist hareketin strateji açısından yanlış yönlere savrulması, yaşanan gelişmelerin ana sebebidir. Asıl sebepse, Alman sendikalarının tarihi ve kapitalist devletle kurduğu ilişkidir. Almanya’daki sendikaların yapısını ve işlevini anlamadan, sosyal demokrasinin rolünü ifşa edemeyiz, işçi hareketi içerisindeki güç korelasyonunu değiştiremeyiz.

Ayrıca Almanya’da komünist hareket, faşizm döneminde ağır baskılarla yüzleşti ve ciddi bir darbe aldı. İkinci Dünya Savaşı sonrası hareket, epey zayıfladı ve sendikalardaki eski nüfuzuna kavuşma imkânı bulamadı.

Diğer yandan, işçi hareketi içerisinde hâkim olan sosyal demokrasi ve işbirlikçi tavrı birçok işçinin sendikal faaliyetlere yabancılaşmasına neden oldu. Bugün Almanya’da işçilerin sadece altıda biri sendikalı. Ayrıca “esnek” işçiler, göçmen işçiler ve işsizler zaten sendikalı olmuyorlar, onların kendilerini temsil ettiklerini düşünmüyorlar.

Toplamda şunu söylemek mümkün: Almanya’da, özellikle Batı Almanya’da işçi sınıfı kahramanlıklarla yüklü geleneğine dair hafızasını yitirdi. Bugün bağımsız bir işçi sınıfı örgütü yok ülkede. Aynı durum, kültür, spor ve mahalle yaşamı alanında da geçerli. Neticede işçilerin önemli bir kısmı, ya küçük burjuvanın ya da devletin güdümündeki kulüplerin, kültürel organizasyonların vs. çatısı altında bir araya geliyor, kalan kısmı da ailelerinden başka bir çevreyle ilişki kurmuyorlar.

İşçi sınıfını örgütleme meselesine pratikte nasıl yaklaşıyorsunuz?

Yerelliklerdeki örgütlerimiz üzerinden bir kitle çalışması yürütmeye çalışıyoruz. Bu çalışmanın odağında işçi sınıfı duruyor. Biz, komünistlerin görevinin işçi sınıfını işyerlerinde örgütlemek olduğunu düşünüyoruz. Fakat işçi sınıfı, sadece işyerlerinde örgütlenmez. İşçilerin sadece ekonomik ihtiyaçları yoktur, toplumsal ve kültürel ihtiyaçları da vardır. İşçiler sadece çalışmazlar, hayatlarını da yaşarlar. Mahallelerde de sorunlarla yüzleşirler. Fabrikada birkaç yoldaşınız yoksa “dışarıdan” fabrikalarda hücre kurmak çok zor. Dolayısıyla biz, tüm zamanımızı ve enerjimizi sadece işyerleri ve sendikalardaki çalışmaya yoğunlaştırmıyoruz. İşyerlerinde politik çalışma yürütme imkânı bulunan yoldaşlar, bu işi tabii ki yapmalı. Biz, onların deneyimini biriktirip değerlendiriyoruz, işyeri örgütlenmesinin, sendikaların ve Almanya’daki “işçiler”in temsil edildiği sistemin sorunlarına dair doğru bir yaklaşımı bu değerlendirme temelinde geliştirmeye çalışıyoruz. İşyerlerinde işçi sınıfının örgütlenmesinin sınıf mücadelesi içerisinde stratejik açıdan en önemli görev olduğuna hiç şüphe yok.

Biz, aynı zamanda mahallelerde de çalışma yürütüyoruz. Burada işçilere ulaşmak, işyerlerinde ulaşmaktan daha kolay. Bu kitle çalışması birçok biçim alabiliyor. Örgütlemeye çalıştığımız insanların ihtiyaçları bu biçimi tayin ediyor. İşçilere ait spor kulüpleri, kültürel faaliyetler, karşılıklı yardımlaşma ve işçi sorunları konusunda tavsiyelerde bulunma, yüksek kira protestoları, Filistin’le dayanışma, ırkçılıkla mücadele gibi kitle çalışmaları yürütülüyor.

Burada önemli olan, tutarlılık. İşçi sınıfının çıkarları sermayeye karşı tutarlı bir biçimde savunulmalı. Yürütülen çalışma, burjuva kurumlardan ve partilerden tümüyle bağımsız olmalı ve demokratik bir içerikle yürütülmeli. Ayrıca bizden de bağımsız olabilmeli! Biz, kitle örgütlerinin komünist partiye veya bizim teşkilâtımıza ait volan kayışları olmasını istemiyoruz. Bu türden çokça bağımsız kitle örgütü var. Hedefimiz, olabildiğince çok işçiyi örgütleyip harekete geçirebilmek. Bu çalışmalara komünistler olarak dâhil oluyoruz ve politik görüşlerimizi, hedeflerimizi hiçbir şekilde gizlemiyoruz. Tabii sendikalarda bazen dikkatli davranmak zorunda kalabiliyoruz.

Biz, hedeflerimizi idari araçları ele geçirerek dayatmaya çalışmıyoruz. Yanlış olduğunu düşünsek bile kitle örgütlerinde demokratik bir kararın alınabileceğini kabul ediyoruz. Bu, bizim proleter devrime dair bakış açımız konusunda da çok şey söylüyor: Biz, iktidarı komünist partinin değil, işçi sınıfının alacağını düşünüyoruz. Sınıf mücadelelerinde parti öncü bir rol oynamazsa, devrim tabii ki başarılı olamaz. Ama bu, başka bir mesele.

Komünistlerin öncü rolüne dair Leninist anlayış uyarınca biz, tüm kitle örgütlerinde ve mücadelenin tüm cephelerinde antikapitalist ve antiemperyalist bir hattı açmaya çalışıyoruz. Ama bu hattı, pratikte kadrolarımızın öncü rolü ve işçi sınıfının sorunları konusunda geliştirdiğimiz bilimsel yaklaşım ve kolektif deneyimimiz üzerinden açmak için uğraşıyoruz.

Bu açıdan, biz politik ittifaklar meselesine de çok farklı yaklaşıyoruz. Biz, olağan koşullarda diğer örgütlerle ittifak kurma çabası içerisinde değiliz. Esasında biz, bu politik ittifak anlayışını sorunlu buluyoruz. Komünist hareketin farklı gruplara ait güçleri aritmetik olarak toplayıp güç kazanacağını söyleyen düşünce, bizce tümüyle yanlış. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi, biz birliğe karşı değiliz. Ama gücün de ideolojik netlikle ve kitle çalışması konusunda geliştirilecek doğru yaklaşımla inşa edileceğini düşünüyoruz.

Ayrıca biz, ittifakların farklı politik güçler arasında ortak bir ad altında kurulması gerektiğine dair anlayışa da karşı çıkıyoruz. Örneğin Almanya’da sadece sırf savaşa karşı çıkıyor diye Sol Parti ile ittifak kurmayız. Çünkü biz, yakından baktığımızda, bu partinin savaşa karşı net ve ilkeli bir tavır içerisinde olmadığını, emperyalist Avrupa Birliği’ni desteklediğini, ayrıca NATO konusunda açık bir konum almadıklarını görüyoruz. Onlarla ittifak kurarsak, onların oynadığı rolü sırf ittifaka zarar verecek diye ifşa edemeyiz. Pratikte ittifak politikasının komünistlerin halka gerçekleri söyleme göreviyle çelişmesinin temel sebebi bu.

Özetlersek; biz de bir ittifak politikasına sahibiz, ama biz, bu ittifakların politik partilerin liderleri veya örgütler eliyle yukarıdan değil de aşağıdan, emekçi halk eliyle inşa edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Genel yaklaşımımızı bu şekilde özetlemek mümkün. Bu meseleler, Temmuz’da toplayacağımız ulusal kongremizin odaklanacağı ana konu başlıklarını oluşturuyor.

Komünist Teşkilât için proleter enternasyonalizm ne kadar önemli?

Komünist hareket, her zaman beynelmilel bir hareket olagelmiştir. Başka türlüsü mümkün değildir. Biz, ulusların kendi özelliklerine ve özgül yanlarına bağlı olarak her ülkenin komünistlerinin kendi yolunu bulması gerektiği fikrine karşı çıkıyoruz. Kendi ülkendeki durumu dikkate almadan, sadece diğer partilerin konumlarını kopyalamak tabii ki yanlış. Ama biz, öte yandan emperyalizmin küresel bir sistem olduğunu, işçi sınıfının düşmanının her yerde aynı olduğunu düşünüyoruz. Farklı ülkelerdeki durumlar sürekli kıyas edilmeli.

Bu sebeple komünist partiler, sadece eylemlerini koordineli kılmaya çalışmakla yetinmemeli, ayrıca kapsamlı politik-ideolojik birlik hedefine ulaşmak için partilerin görüş ve analizlerini tartışabilmeli. Bizce 1919’da Komintern’in kuruluşu büyük bir başarı ve kazanım. Aynı şekilde, 1943’te Komintern’in, 1956’da Kominform’un dağıtılmasının beynelmilel komünist hareket için önemli bir başarısızlığı ifade ettiğini görmek gerekiyor. Bu kurumların dağıtılmasıyla emperyalizmle mücadele konusunda ortak bir stratejik geliştirme imkânından mahrum kalındı. Bunun yanı sıra, tüm partiler oportünizmin etkilerine açık hâle geldiler.

Komünistlerin uzun vadeli hedefi, yeni bir komünist enternasyonalin inşası olmalı. Bu noktada bu ihtimalin ne kadar uzak olduğunun bir önemi yok. Bu hedefe yaklaşmak için biz, komünist partilerin beynelmilel dayanışmayı temel alan açık ve samimi bir tartışma içine girmeleri gerektiğine inanıyoruz.

Bu sebeple, biz dünya genelinde işçilerle ve komünistlerle sağlam bir dayanışma ilişkisi kurmak için gayret ediyoruz. Başka ülkelerdeki önemli gelişmeleri analiz ediyor, bu konuda belirli pozisyonlar almaya çalışıyoruz. Son aylarda Yemen’deki savaş, Çin-Amerika arasındaki ticaretle ilgili gerilim, Brezilya, İsrail/Filistin, Fransa, Nikaragua ve Venezuela’daki politik gelişmeler gibi meselelere dair konumlarımızı aktardığımız çalışmaları yayımladık. Bu konularla ilgili belirli bir tavır geliştirirken, işçi sınıfının genel çıkarlarını ve dünya genelinde emperyalizmle mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate aldık. Bu metinleri insanlarla temas kurmak ve farklı şekillerde yürüyecek politik tartışma için gerekli zemini teşkil etmek için kullanıyoruz. Henüz ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan tüm gelişmelere dair yorumlarımızı aktarabilmiş değiliz. Bunu bir hedef olarak önümüze koymuş durumdayız.

Parti kurduğumuzda, beynelmilel komünist hareketle ilişkiler kurmaya çalışacağız.

Henüz parti olmasak bile Komünist Partiler ve İşçi Partileri Uluslararası Toplantıları (IMCWP) veya Avrupalı Komünist Gençlik Örgütleri Toplantıları (MECYO) gibi çalışmalar üzerinden beynelmilel komünist hareketin yeniden inşasına dönük çalışmalara katılıyoruz.

Alman Sosyal Demokrat Partisi, dünya sosyal demokrasisinin merkezi. Friedrich Ebert Vakfı, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katleden, Alman sovyetlerini yok eden kişinin adını taşıyor. Portekiz Sosyalist Partisi, bu Ebert Vakfı’nın genel merkezinde kuruldu. Yetmişlerde Portekiz’de yaşanan devrimci ayaklanmayı ezmek için bu vakfın paraları kullanıldı. Buna karşın Troçkistler, Alman Sosyal Demokrat Partisi ile ittifak kursaydı komünistlerin Nazilerin yükselişine mani olabileceğini söyleyerek Alman Komünist Partisi’ne suçlamada bulunuyorlar. Bu konuya dair görüşleriniz nelerdir? Hem bugünden hem de tarihsel gerçekler üzerinden baktığınızda, bu ilişkiye dair neler söyleyebilirsiniz?

Alman Komünist Partisi’nin antifaşist mücadelesi, bizim için önemli bir referans noktasıdır. Komintern’in 1935’te düzenlediği yedinci kongreden, bilhassa savaşın bittiği tarih olan 1945’ten itibaren Almanya’daki komünist hareket (hem KPD hem de 1968’den sonra DKP) komünistlerin Nazi iktidarı öncesi Weimar döneminde sosyal demokratlarla ittifak yapamamış olması sebebiyle, faşistlerin iktidara geldiğine dair söylemi bir biçimde benimsedi. Bu görüşü sadece Troçkistler dillendirmiyorlar. Sosyal demokratlar da aynı şeyi söylüyorlar. Hatta onlar, komünistlerin Nazilerin zafere ulaşması denilen suça ortaklık ettikleri iddiasındalar. Çünkü komünistlerin faşizm yerine burjuva demokrasisine saldırmayı tercih ettiğini söylüyorlar. Bu, tabii düpedüz yalan, çünkü komünistler, Weimar Cumhuriyeti içerisinde faşizme karşı tutarlı bir mücadele yürüten yegâne güçtü. Alman sosyal sosyal demokratları (SPD) ise faşizmin yükseliş sürecine birçok yönden katkı sundular.

Biz, bu meselenin karmaşık olduğunu, daha fazla incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bugün bile eldeki tarihsel değerlendirmeler hatalı. Weimar Cumhuriyeti, karşı-devrimci ve kral yanlısı SPD liderlerinin gönüllü askerlerden oluşan gerici güç Hür Müfreze (Freikorps) ile kurduğu işbirliği üzerinden kuruldu. Weimar Cumhuriyeti dönemi boyunca SPD iktidardayken, işçi sınıfının bilinçlenmesine mani olmak ve sosyalizmin ancak parlamentoda alınacak kararlar üzerinden kurulacağına dair yalanı yaymak için elinden geleni yaptı. Sosyal demokrasi, Mayıs 1929’da yaşandığı üzere, işçi hareketini en ağır şekilde ezen saldırılara destek verdi. O Mayıs ayında Berlin kentinin sosyal demokrat cumhurbaşkanına bağlı emniyet müdürü Karl Zörgiebel, şehirde 33 işçinin öldürülmesi talimatını verdi. Kızıl Cephe Savaşçıları (Roter Frontkämpferbund) isimli devrimci savunma teşkilâtı, bizzat sosyal demokrat içişleri bakanı Carl Severing tarafından yasaklanırken, bu süreçte faşistlere ait paramiliter örgüt Fırtına Müfrezesi’ne (Sturmabteilung’a) hiç dokunulmadı.

Faşist diktatörlüğün tesis edildiği dönemde, 1 Mayıs 1933 günü komünistler toplama kamplarına gönderildiklerinde, sosyal demokrat sendikaların liderleri Nazilerle birlikte ortak yürüyüş gerçekleştirdiler. SPD’nin, Alman sosyal demokratlarının faşizmin yükselişine sundukları katkı herkesin malumu olmasına rağmen, Alman Komünist Partisi Nazilere karşı ortak mücadele hattı oluşturulması için SPD’ye bir dizi teklif sundu.

Dolayısıyla, faşizmin iktidar oluşunun sebebi, komünistlerdeki “sekterlik” değil, burjuva ve sosyal demokrat partilerin faşizmle iş tutması, birlikte kapitalist sömürü düzenini savunmaya ahdetmeleri. Bu, komünistlerin taktiksel hatalar yapmadıkları anlamına gelmiyor elbette. Partinin sosyal demokrat işçilere yönelik yaklaşımları incelenmeyi hak ediyor. Antikomünist tarih aktarımlarının yalan olduğunu görmek gerekiyor.

Faşizmle sosyal demokrasi arasındaki ilişki, bugünkü durum bağlamında da incelenmeli. Bize göre bugün ırkçı, milliyetçi, hatta açıktan faşist olduğunu söyleyen güçlerin tüm Avrupa genelinde yükselişe geçmiş olması, özelde Almanya’da Almanya İçin Alternatif (AfD) isimli partinin güçlenmesi meselesi, kapitalizmin gelişimi ve burjuva politikası temelinde anlaşılmalı. Emperyalizmin yürürlüğe koyduğu stratejilerde sosyal demokratlar hep en önde oldular. İşçi sınıfının büyük bir kısmını kalıcı yoksulluğa sürükleyen “2010 Ajandası” denilen reformları SPD, Yeşiller Partisi ile birlikte yürürlüğe koydu. Sermayenin güvencelerden yoksun çalışma koşullarını hâkim kılıp milyonlarca işçiye düşük ücretler verildiği düzeni tesis etmesine sosyal demokrat sendikaların liderleri izin verdi.

Almanya’nın ikinci büyük sosyal demokrat partisi olan Sol Parti, birçok bölgesel hükümet içerisinde işçi sınıfına yönelik saldırılara ortaklık etti. Tüm bu gelişmeler ve hareketler, halkın yüzünü aşırı sağa dönmesine neden oldu. Halk, müesses nizama ait partilere ancak aşırı sağın sunduğu düzlemden itiraz edebilme imkânı buldu. Yalanları sosyal demokratlar yaydı, halka onlar ihanet etti, faşistler de küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının geri kesimlerindeki hayal kırıklıklarını ve korkuları istismar etti. Bu açıdan faşizmle sosyal demokrasi aynı madalyonun iki yüzü.

Alman Demokratik Cumhuriyeti ile ilgili görüşleriniz nelerdir. Doğu Almanya’da politik çalışma yürütüyor musunuz?

Bize göre, Doğu Almanya Alman işçi hareketinin en önemli başarısıdır. Burası insanın insanı sömürmediği bir devletti. Toprak sahipleri, büyük sanayiciler ve bankalar Nazi rejiminin toplumsal dayanakları olarak mülksüzleştirildiler. Üretim araçları halka aitti. Naziler, tüm önemli mevkilerden uzaklaştırıldılar. Batı Almanya’da ise birçok Nazi mevkilerini korudu, ordunun, polis gücünün, mahkemelerin ve gizli servislerin yeniden inşa sürecine katkı sundu. Doğu Almanya’da işsizlik, evsizlik, yoksulluk gibi sorunlar bilinmezdi. Hükümet enternasyonalist bir dış politika yürütüyordu. Vietnam, Nikaragua, Angola gibi ülkelerde kurtuluş mücadelelerine destek sunuyordu. Öte yandan başka bir ülkedeki savaşa asker göndermiyordu. Tabii ki analiz edilmesi gereken kimi yanlışları ve kusurları vardı. Bu anlamda revizyonizmin Sosyalist Birlik Partisi içerisindeki nüfuzu incelenmeli. Ama bu gerçekler, Doğu Alman Cumhuriyeti’nin bizim, işçilerin ve köylülerin, faşist toplama kamplarında çile çekmiş antifaşist direniş savaşçılarının ve Alman komünistlerinin, 1936-1939 arası dönemde İspanya’da savaşmış olanların, kendi vatanını faşizmden kurtarmak için savaşa Kızıl Ordu yanında girenlerin devleti olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bu konu, bizim politik çalışmamızla da yakından bağlantılı. İnsanlarla birlikte çalışma yürütürken, sosyalizm hedefinden bahsettiğinizde, Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği hemen gündeme geliyor. İnsanlar, komünistlerin bu konularda ne söylediklerini öğrenmek istiyorlar. Burjuva medyası ve eğitim sistemi, Doğu Almanya konusunda olumsuz bir resim sunmak için muazzam bir çaba ortaya koyuyor. Burada Doğu Almanya hükümeti, tüm ülkeyi devasa bir hapishaneye çevirmiş, kendi yurttaşlarını sürekli izleyen zorba bir diktatörlük olarak resmediliyor. Doğu Almanya, “ikinci Alman diktatörlüğü” olarak takdim ediliyor ve milyonlarca insanı katletmiş olan Nazi faşizmiyle bir tutuluyor. Bu da bize gösteriyor ki egemen sınıf, Almanya’da sosyalizmden hâlen daha korkuyor. Bu sebeple halkın zihnini antikomünist yalanlarla zehirlemeye çalışıyor. Doğu Almanya’ya dair bu antikomünist propaganda Batı Almanya halkını Doğu Alman halkından daha fazla etkiliyor. Zira Doğu Almanlar en azından anne babalarının sosyalizme dair hatırasına aşina. Bu anlamda, kitle iletişim araçları veya okullar üzerinden yürütülen propaganda faaliyetlerinde dile getirilenlerle gerçekleri kıyaslama imkânına sahipler. Doğu Alman işçi sınıfı Doğu Almanya’yı genelde olumlu sözlerle yad ediyor, bu da buradaki birimlerde halka kapitalizmi ve sosyalizmi anlatan komünistlerin işini kolaylaştırıyor.

2019 hem 1949’da kurulan Doğu Alman Cumhuriyeti’nin kuruluş yıl dönümü hem de 1989’daki karşı-devrimin yıl dönümü. 5 ve 6 Ekim’de Alman Komünist Partisi’nin bu konuyu ele alacağı kongresine bir dizi katkıda bulunacağız. Bu konuda söyleyecek çok şeyimiz var. Bu sebeple, bu yıl boyunca Doğu Alman Cumhuriyeti’yle ilgili bir dizi çalışmaya ve yayına imza atacağız.

Kaynak

29 Kasım 2022

, ,

İşçi Aristokrasisi Teorisi

Giriş

Belirli sol mahfillerde işçi aristokrasisi teorisi popülerlik kazanıyor. Teoriyi ilk olarak Lenin ortaya koydu. Lenin, bu teoriyle Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin 1914 sonrasındaki ihanetlerinin sebebini izah etmeye çalışıyordu. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüsek Aşaması isimli çalışmasının önsözünde şunları yazıyordu:

“Bu makalede de ortaya konulduğu biçimiyle kapitalizm bugün tüm dünyanın yağmalandığı sürecin kırıntılarıyla beslenen, bilhassa zengin ve güçlü devletlerde (dünyanın nüfusunun onda birinden az, en iyi ihtimalle, en abartılı tespitlere göre beşte birinden azını ifade eden) küçük bir kesimi meydana getirdi. Savaş öncesi dönemin fiyatlarını ve burjuvazinin hazırladığı istatistikleri temel alacak olursak, sermaye ihracı her yıl ortalama sekiz ilâ on milyar franklık bir gelir üretti. Bugün elbette bu gelir çok daha fazla.

Şurası açık ki sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla (zira bu kârlar, kapitalistlerin ‘kendi’ ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları kârların çok daha üzerindedir) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini meydana getiren bu yüksek tabakayı rüşvetle satın almak mümkün hâle gelmiştir. Rüşvetin kaynağı aynı zamanda doğrudan veya dolaylı, örtük ya da açık kimi yöntemler üzerinden ‘ileri’ ülkelerin kapitalistleridir.

Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tümüyle küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, İkinci Enternasyonal’in ve temel dayanak noktasıdır. O, aynı zamanda bugün burjuvazinin toplumsal (askerî olmayan) dayanak noktasıdır.”[1]

Almanya’da çıkan neoliberalizm yanlısı günlük gazete Junge Welt [“Genç Dünya”] türünden solcu yayınlar, bu tür pasajları alıntılamayı çok seviyorlar. Böylece kendi ülkelerindeki işçilere sırtlarını dönen siyasetlerine belirli bir kılıf bulduklarını düşünüyorlar. Sık sık alıntılanan bir pasaj, 1907’de Stuttgart Sosyalist Kongresi’nde göçle ilgili alınan karar, diğeri de Engels’in insanla doğa arasındaki ilişkiye dair yazılarına ait pasajlar. Bu metinler, neoliberalizme göre yorumlanıyorlar. Junge Welt gazetesi ve yazarları Marksist-Leninist ifadeleri dillerine dolamış neoliberalizm uşakları aslında.

Bu gazetenin yazarlarından Peter Schaber, Lenin’in işçi aristokrasisi teorisini kendince genişleterek, onu emperyalist yaşam tarzını meşrulaştıran bir teoriye dönüştürüyor. Bu teoriye göre Alman işçi sınıfı böylesi bir yaşama sahipmiş. Gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesinden kârlar elde eden sınıf, tümüyle işçi aristokrasisi içerisinde değerlendiriliyor.[2] Bu tür kişiler esasen şunu söylüyorlar: “Gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesinden suçluyuz. Bu suça son vermek için kemerlerimizi sıkmalıyız.”

İşçi aristokrasisi teorisine dönük bir eleştiri, bu teorinin dayandığı, olguları temel alan önermelerin doğru olup olmadığını sorgulamak, ayrıca bu tür ifadelerin stratejik sonuçlarını ele almak zorundadır.

Fazla Kârın Niteliği

Kapitalizmde tek tek her bir sermayenin sahip olduğu kâr oranının ortalama kâr oranı ölçüsünde eşitlenmesi gibi bir eğilim söz konusudur. Bu, bir şirketin ürettiği katma değerle alakası olmayan bir gerçekliktir. Hatta aslında o katma değer yeniden dağıtılır. Sermayenin kârı, kârın bir ülkedeki ortalama toplam sermayeye oranı olarak düşünülebilir. Onun miktarı, şirkette üretilen katma değere değil, sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.

Kâr oranlarının eşitlenme süreci esas olarak belirli sektörlerdeki sermayenin içe ve dışa doğru akışı üzerinden işler. Yeni sermaye temelde yüksek kâr getiren sanayi kollarına yatırılırken sermaye, düşük kâr getiren sanayi kollarından kaçar.[3] Ama bu, biraz zaman alır. Dolayısıyla, kâr oranının eşitlenmesi ancak bir eğilim olarak mevcut olan bir olgudur. Bu noktada Ernest Mandel’e verelim sözü: “Kapsamı genişlemiş olan yeniden üretim sürecinin olağan hâlinde kâr oranları farklıdır, sermaye birikimindeki artışı esas olarak fazla kâr arayışı teşvik eder."[4]

Mandel’e göre, kapitalist ekonomide fazla kârın kaynağı şu şekildedir[5]:

1. Sermayenin organik bileşimi toplumsal ortalamanın altında olduğunda, kurumsal veya yapısal faktörler bu sektörlerde üretilen ve fazla artı-değerin kâr oranının genel anlamda eşitlendiği sürece dâhil olmasına mani olurlar. Bu faktörlere örnek olarak kapitalist arazi rantı örnek verilebilir.

2. Kâr oranları eşitlendiğinde, sermayenin organik bileşimi toplumsal ortalamanın üzerine çıkar, yani belirli bir sermaye üretim konusunda belirli bir avantajdan yararlanır, böylelikle diğer sektörlerde üretilen artı-değerin bir kısmını temellük eder.[6]

3. Meta olarak işgücünün fiyatı değerinin altına çekilebilir veya işgücü değerinin ürünlerin satıldığı ülkelerdeki değerin altında olduğu yerlerde de işgücünün fiyatı değerinin altındadır. Bu durumda fazla kâr, artı-değer oranının çok yüksek olduğu koşulların bir sonucudur.

4. Sabit sermayenin muhtelif unsurları için ödenen bedel toplumsal ortalamanın (üretimin bedelinin) altına çekilebilir. Kural olarak bu, ancak sürekli dolaşımdaki sermaye için geçerlidir, sabit sermaye için değil.

5. Dolaşımdaki sermayenin yeniden üretilme oranı, toplumsal ortalamanın üzerindedir.

Kısa vadede fazla kâra yol açan bu türden kaynaklara kâr oranındaki genel eşitlenme süreci de dâhil edilebilir. Fakat fazla kâra ortalama kâr oranındaki düşüş eşlik eder. Hatta çok kâr düşüş sürecini hızlandırır. Tekellerin kârında böylesi bir durum söz konusudur.[7]

Fazla Kârın Ana Kaynakları

Rekabetçi kapitalizm döneminde (1790-1895) fazla kârın ana kaynakları Avrupa’daki sanayileşen ülkeler içerisinde bulunuyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında dünyadaki büyük ölçekli kapitalist endüstri çok sınırlıydı. Bir ürünün değerini ilk başlarda onu üretmek için gerekli olan işin miktarı belirliyordu. Örneğin buhar gücüyle çalışan mekanik dokuma tezgâhlarında kumaş üreten az sayıdaki kapitalist bu işi oldukça düşük maliyetle yapıyor, dolayısıyla ciddi miktarlarda fazla kâr elde ediyordu. Zanaatkârların kepenk indirmesi ve tarımsal faaliyetin zamanla kısıtlanması ile birlikte büyük kalabalıklar prangalarından kurtuldular. Bu insanlar şehirlerdeki fabrikalara aktılar. Böylelikle işsizlerin sayısı hızla arttı. Neticede ücretler düştü ve bu düşüş on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek devam etti. Ama artı-değer oranı tersten çok yüksekti.

1850 sonrasında Batı Avrupa’da büyük ölçekli endüstrinin her yana yayılması ile birlikte bu fazla kârlar yavaş yavaş kaybolmaya başladı.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kârların azaldığı yeni bir döneme girildi. Batı Avrupa’da endüstrileşme ilk sınırına gelip dayandı. Emtia değerindeki değişken ve sabit sermaye oranı azaldı. Hammadde fiyatlarının arttığı koşullarda sürekli dolaşımdaki sermayenin oranı da arttı. Bu eğilim güneydeki ülkelerde bulunan hammaddelerin çoğunlukla kölelik veya serflik gibi kapitalizm öncesi üretim koşullarında üretiliyor olması ile birlikte daha da derinleşti.

Artık fazla kâr, sömürgelerdeki hammadde üretiminden, am aynı zamanda demiryolu ve liman gibi altyapı tesislerinin inşa edilip işletilmesinden ve bu yapılar için tedarik edilen çelikten kaynaklanıyordu. Endüstride devasa bir rezerv ordunun oluşması sebebiyle sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde ücretler oldukça düşüktü. Bu sebeple makine kullanımı kârlı görülmüyordu. Öte yandan sermaye, sanayileşme öncesi, imalat aşamasındaki kapitalizm dönemine has bir biçimde, hammadde üretimini yeniden organize etti, böylelikle üretim sürecini daha da üretken kıldı.[8]

Emperyalist ülkelerden gelen fazla sermaye sömürgelere ve yarı-sömürgelere yatırıldı, kârlar bu ülkelere aktarıldı. Bu da karşımıza Lenin’in tarif ettiği emperyalizme ait klasik özelliklerin çıkmasını sağladı.

Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası kârların seviyesi gene yükseldi. Emperyalist ülkelerin endüstrisindeki emek üretkenliğinin artmasıyla birlikte sömürgelerde gerçekleşen endüstriyel hammadde üretimi fazla kârın kaynağın olmaktan çıkıp, ortalama kâr oranındaki düşüşe ait bir faktör hâline geldi, böylelikle hammadde fiyatları tekrar arttı. Bu gelişme zirvesine ellilerin başlarında ulaştı.

Endüstride kullanılan yüksek teknikler, artık hammadde üretimi sektöründe de kullanılıyordu. Bu sebeple endüstriler sömürgelere kaydı. Ucuz emek artık eskisine nazaran daha ufak bir rol oynuyordu. Mümkün olduğu her durumda endüstrinin yüksek teknolojisiyle üretilen hammadde üretimi yeniden emperyalist ülkelere kaydırıldı. Örneğin doğal gübre yerine atmosferdeki azottan gübre üretildi, sentetik elyaf, sentetik kauçuk, tatlandırıcılar gündeme geldi, tarım giderek endüstrileşti.

Sömürgeci imparatorlukların çökmesi ve gerçekleşen sömürge devrimleriyle birlikte bu ülkelere yatırılan sermayenin yitip gitme riski arttı. Bu da uzun vadede sermaye akışlarının yönünü değiştirdi.[9]

Fazla kârın diğer kaynaklarının yitirilmesi sonucu teknolojiyi yenileme süreciyle elde edilebilen teknolojik rant peşine düşüldü. Fazla kâr artık yeni üretim süreçlerini ilk kullanan veya yeni teknolojik gelişimleri piyasaya, örneğin tüketim malları piyasasına ilk taşıyan şirketlerin eline geçiyordu. Bu da sabit sermayenin maliyetinin çıkartılması için gerekli sürenin azaltılmasını ve teknolojiyi yenileme sürecinin de hızlandırılmasını gerekli kıldı.[10]

Araştırma-geliştirme faaliyetlerine harcanan muazzam ölçülerdeki sermaye, yeni geliştirilen ürünlerin üretim ve satış rakamlarının en üst seviyelere çıkartılmasını gerekli kılar. Bu nedenle üretim uluslararası ölçekte teşvik edilir. Bu süreç, endüstrileşmiş ülkelerdeki büyük piyasalara girişlerin kolaylaştırılması ile desteklenir.

Bu sayede uluslararası işbölümü, ürünün özelleşmesi sürecini temel alan yeni bir biçime kavuşur. Bu biçim, geç kapitalizme has çokuluslu şirketlere uygun bir biçimdir.

Azgelişmişliğin Yol Açtığı Fasit Daire

Ücretlerin uzun vadede gelişimi, rezerv ordunun takip ettiği uzun vadeli seyre tabidir. Bu seyri de iki faktör tayin eder:

* İşgücü talebi ve arzındaki ilk konum;

* Sermaye birikiminin süreklileşme eğilimi.

İlk faktör, ABD, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’daki yerleşimlerde ücretlerin ta başından beri neden yüksek olduğunu, ikinci faktörse, on sekizinci yüzyılın ortalarından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek uzanan dönemde Batı Avrupa’da ücretlerin neden düştüğünü, bu eğilimin on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren neden terse döndüğünü izah ediyor.

Sermaye birikimi, iç piyasada kapitalizm öncesi üretim süreçlerinin tahrif edilmesi ve yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleşiyor. Bu birikim süreci iş imkânı açısından yarattığından daha fazlasını yok ediyor, rezerv ordu uzun vadede büyüyor, işçiler güçlü bir sendikal hareket inşa edemiyorlar. Bir meta olarak işgücü üzerinde tekel oluşturuluyor. Reel ücretlerse uzun vadede düşüyor.[11]

Emperyalizm çağında sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde ilk sermaye birikimi, emperyalist ülkelerin büyük sermaye birikimine dönük ihtiyacına tabi. Emperyalist ülkelerin sermaye ihracı, bu ülkelerdeki ekonomik gelişmeyi tayin ediyor. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomileri, emperyalist ülkelerdeki kapitalist üretimin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gelişiyor. Emperyalist burjuvazi ancak kendi çıkarlarına uygun düşen yerlere sermaye yatırımları yapıyor.

Emperyalist dönemdeki sermaye ihracı, sömürgelerin bağımsız ekonomik gelişim sürecini boğuyor, bunun için de şu tür adımlar atıyor:

* Azgelişmiş ülkenin gelişimi için hayati önemde olan sektörlere ülke içi kaynakların aktarılmasını sağlayan ilk sermaye birikim sürecine ait kaynakların kaymağını topluyor.

* Dış ticaret, emperyalistlere sunulan ara hizmetler, arazi spekülasyonu, suç ve kumar gibi faaliyetlerde aslan payını emperyalistler alıyor.

* Kırsal alandaki egemen sınıfla uzun vadeli bir ittifakın içerisine girerek ilk sermaye birikim sürecini sınırlıyor. Böylece köy nüfusunun önemli bir kısmı emtia üretimi alanının dışında kalıyor.

Rezerv ordunun büyük olması sebebiyle hammadde üretimi ilkel düzeyde. Bu sebeple makinelerin modernizasyonunu teşvik edecek bir zemin oluşmuyor. Bu süreçte emperyalist ülkelerdeki endüstride üretkenlik azalıyor, bu da azgelişmişliği kalıcılaştırıyor. Mandel bu konuda şu yorumu yapıyor:

“Marksizm, yani kendi iç tutarlılığı olan emek-değer teorisi üzerinden baktığımızda azgelişmişlik (kitlesel işsizlikten dem vurduğumuz ölçüde) her daim nicelikseldir ama aynı zamanda (düşük emek üretkenliği anlamında) nitelikseldir.” [Mandel 1974, a.g.e., s. 57]

Güneyin yoksul ülkelerinde kapitalizm öncesi üretim ve dağıtım ilişkileri ile kapitalist üretim ve dağıtım ilişkileri iç içe gelişti. Bu da kapitalist üretim tarzının genele teşmil edilmesine, büyük ölçekli kapitalist endüstrinin her yana yayılmasına mani oldu.

Geç dönem kapitalizmde tekelci beynelmilel sermaye, üçüncü dünya ülkelerinde ürünlerini tamama erdirmenin kârlı olduğunu gördü.

Azgelişmiş ülkelerde endüstrileşme sürecinin başlamasıyla işgücünün yeniden üretiminin sahip olduğu maliyet azaldı, zira bu ülkelerde toplumsal emeğin üretkenliği arttı. Ancak enflasyon sebebiyle, bir meta olarak işgücünün değerindeki azalmaya her zaman paranın değerindeki düşüş eşlik etmedi.

Rezerv ordudaki büyüklük, bir meta olarak işgücünün değerine ahlaki-tarihsel bileşenlerin dâhil olmasına mani olur.

Rezerv ordu şu tür faktörlere bağlı olarak varolur:

* Topraktan uzaklaşan köylüleri ancak yavaş yavaş büyüyen bir endüstri sindirebilir.

* Ülkede tamamlanan ürünlerin üretimi yeni bir gelişmedir ve bu üretim sermaye yoğunlukludur. Hammadde üretimi ise emek yoğunlukludur. Endüstrideki işlerin sayısı bu sebeple durağanlaşır, hatta azalır.

Büyük rezerv ordusunun varlığının gerekli kıldığı biçimde kapitalistlerle işçiler arasındaki güç dengesi, işçi sınıfının etkin bir sendikal örgütlenme süreci içerisine girmesine büyük ölçüde mani oldu. Neticede işgücü değerinin altında satıldı.

Sermaye, artı-değer oranını artırmak suretiyle kâr oranındaki düşüşü telafi edebilir. Yabancı sermayenin üçüncü dünya ülkelerinin endüstriyel faaliyetlerine yatırım yapmasının sebebi, artı-değer oranının yüksek, dolayısıyla kâr oranının da yüksek oluşudur. Ancak bu yatırım sermaye birikimi konusunda kimi kısıtları da beraberinde getirir, zira iç piyasa, işçilerin ihtiyaçlarının karşılanamaması ve reel ücretlerin düşük oluşu sebebiyle genişleyemez.[12]

Özetle: geç kapitalizm dönemine girildiği 1945 yılından itibaren fazla kârın ana kaynağı teknoloji üzerinde elde edilen rantlardır. Bu kâr, artık sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin sömürülmesi üzerinden elde edilememektedir. Neticede kârlar dışa doğru akmış, eşitsiz değiş tokuş ilişkileri içine girilmiştir.

Gelişmekte olan ülkelerdeki düşük ücretlerin ana sebebi, o ülkelerdeki rezerv ordunun büyük olmasıdır. Bu ülkelerin kapsamlı bir biçimde endüstrileşmesine mani olunmuştur. Endüstrileşmiş ülkelerde yüksek ücretler, ancak rezerv ordunun küçültülmesi sayesinde gündeme gelebilir.

Mandel’e göre geç kapitalizminin 1989’da sona eren döneminde gidişat bu şekildedir.

1989 yılıyla başlayan neoliberalizm döneminde ise endüstriyel üretimin gelişmekte olan ülkelere yeniden aktarılma süreci hızlanmıştır. Bunun neticesinde endüstrileşmiş ülkelerdeki rezerv ordu büyümüş, yani işsizlik artmış, bu da kapitalistlerin ücretleri düşürmelerini veya sabit tutmalarını mümkün kılmıştır. Bu dönemde ayrıca kapitalistler, gelişmekte olan ülkelerde üretilen ürünlerin fiyatlarını düşürme imkânı bulmuş, böylelikle endüstrileşmiş ülkelerdeki nominal reel ücretler olması gereken düzeyin altına inmiştir. Böylelikle, gelişmekte olan ülkelerdeki insanların hilâfına olacak şekilde yaşayabileceğimize, adalet adına ulaştığımız refahın büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda kalacağımıza dair yanlış bir algı oluşmuştur.

Ancak tümüyle ahlakî olan bu argümanı dillendirenler, ücretlerin düzeyinin temelde sınıf mücadelesinin sonucunda şekillendiği, bu düzeyin kapitalistlerin ve işçilerin nispi gücüne bağlı olduğu gerçeğini göremiyorlar. Burada mesele, rezerv ordunun büyüklüğü ve bu büyüklükle gördüğü işlevdir. Birçok şirketin üçüncü dünya ülkelerine kaydırılsa bile bu ülkelerin endüstrileşme süreci kapsamlı hâle getirilemez. Rezerv ordu çok büyük, ücretlerse düşüktür. Gelişmekte olan ülkeler azgelişmişliğin yol açtığı fasit daireden ancak aktif bir endüstri politikası uyguladıkları takdirde kurtulabilirler. Ancak bu tür bir politikayı ancak Çin gibi büyük ülkeler uygulamaya koyabilir.

Kapitalistlerin hayrına olacak şekilde, ücretlerin önemli bir kısmından feragat etsek bile, bu, gelişmekte olan ülkelerin durumu zerre miskal gelişmeyecektir.

İşçi Aristokrasisi Teorisindeki Sosyolojik Sorunlar

Ernest Mandel’in tespitiyle, 1918 sonrasında komünist hareketin öncü kadroları, Almanya ve Fransa’daki proletarya içerisinde en iyi ücretleri alan metal işçilerinden oluşuyordu. Komünizm, metal endüstrisi bünyesinde faal olan büyük şirketlere işçi akını gerçekleştiği noktada bir kitle hareketi hâline gelmiştir.[13] Fransa’da 1968’den beri Renault gibi büyük metal fabrikaları komünistlerin kontrolü altındaydı. Komünist hareketin nüfuzu ancak aynı yıl içerisinde FKP’nin ihaneti neticesinde kırıldı.

1917’de gerçekleşen Rus Devrimi’nde Putilov’daki fabrikada çalışan metal işçileri çok önemli bir rol oynadılar.

Tersten, Fransız imparatorluğunun çöküşüyle birlikte işçi bürokrasisi ortadan kayboldu. Bu süreci değerlendirirken ilgili tespite “Fransız burjuvazisi sömürgelerdeki sömürüyü yeni sömürgeci sömürü pratikleriyle ikame etti” cümlesiyle itiraz etmek mümkün tabii. Ama 1967’de Fransa eski sömürgelerinden çok kısıtlı miktarlarda kâr elde ediyordu. Bu, bilhassa ABD için de geçerli bir durumdu. İlgili dönem boyunca başka ülkelerden gelen kârların miktarı, tüm ABD burjuvazisinin elde ettiği kâr içerisinde devede kulaktı.[14]

Bu anlamda, Mandel’e göre, ücret düzleminde, gelişmiş bir ülkedeki işçileri işçi aristokrasisi olarak tarif etmenin bir anlamı bulunmuyor.[15]

Birinci Dünya Savaşı’ndan bile önce Rosa Luxemburg şu tespitleri yapıyordu:

“İşsiz kalındığı sürecin kesintili ilerlediği veya işsizliğin geçici olduğu, iyi ücretler ödenen endüstri işçilerinin üst katmanı örgütlenmeye açık.

Köyden kente akın eden ve vasıfsız olan inşaat işçilerinin alt katmanı ile tuğla imalatında ve hasat toplama işinde çalışan yarı köylü ve düzensiz çalışan işçi kesiminde sınırlı ve geçici istihdam koşulları ve toplumsal ortamlarına bağlı olarak sendikal örgütlenme düşük düzeyde.

Küçük ölçekli üretim sahasında ara sıra çalışan ve rezerv ordusunun geniş olan alt katmanını teşkil eden işçiler ile ara sıra işe girip çıkan yoksulların yönetilmesi mümkün değil.

Genel manada proleter sınıf içerisindeki ihtiyaç düzeyi ve baskılar arttıkça onu bir sendikaya örgütleme imkânı da aynı ölçüde azalıyor.”[16]

Bu tespit belirli iş kolları için hâlen daha geçerli.

“İşçi Aristokrasisi” Denilen Sorunlu Slogan

Strateji açısından bakıldığında işçi sınıfını pasif olmakla suçlamak ve bu pasifliği “burjuvaziden alınan rüşvet”le açıklamak doğru değil. Esasında olağan koşullarda yönetilenlerin büyük çoğunluğu yönetenlerin ideolojik kılavuzunu her daim kabul ederler. İdeolojik saldırının etkisinden sınıfın ancak küçük bir kısmı kurtulabilir. Sakin ilerleyen dönemlerde burjuvazi daha derinlikli ve gelişkin propaganda araçlarını devreye sokar.

En ileri işçiler sosyalist programlarını bıkıp usanmadan propaganda etmelidirler. Ancak öte andan başarıya ancak bugün tanık olduğumuz türden kriz dönemlerinde ulaşılabilir.

Ajitasyon faaliyetlerinde sınıfı kapitalistlere karşı bir araya getirecek formüller bulunmalıdır. Fakat bu noktada işçi aristokrasisi suçlaması olumsuz bir etkiye yol açacaktır. Böylesi bir suçlama zaten bölünmüş olan işçi sınıfını bölecek, bu da kapitalistlerin ekmeğine yağ sürecektir. Ne pahasına olursa olsun böylesi bir yanlıştan uzak durulmalıdır.

Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların maruz kaldıkları kötü koşullar ancak sosyalist devrimden sonra gelişir. Sanayi işçilerinin kuracağı bir devlet gelişmekte olan ülkelerin kapsamlı ve hızlı bir biçimde endüstrileşmesi için elindeki devasa kaynakları artıracaktır. Ancak bu noktada birikimin oranı hem gelişmekte olan ülkelerin hem de endüstrileşmiş ülkelerin refah düzeyinin sürekli artmasını sağlayacak şekilde hesaplanmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin refahı önemli ölçüde artacak, böylelikle yirmi otuz yıl içerisinde sosyalist blok genelinde yaşam koşulları eşitlenecektir. Kitlelerdeki ülkeyi inşa etmeye dair şevk, üretici bir güçtür.[17]

Jan Müller
1 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Lenin: Der Imperialismus, Lenin Werke 22. Cilt içinde, s. 198, Berlin 1971.

[2] Peter Schaber: “Split world proletariat, into young world”, 26 Temmuz 2019, Junge.

[3] Bkz.: Ernest Mandel: Marxist Economic Theory, 1. Cilt, s. 185ff, Frankfurt am Main 1985.

[4] Ernest Mandel: Der Spätkapitalismus, Frankfurt am Main 1974, s. 71.

[5] Mandel 1974, s. 72.

[6] Mandel 1974, a.g.e., s. 72.

[7] Bkz.: Mandel 1974, a.g.e., s. 73.

[8] Mandel 1974, a.g.e., s. 51ff.

[9] Mandel 1974, a.g.e., s. 59ff.

[10] Mandel 1974, a.g.e., s. 178f, 205ff, 230ff, 296.

[11] Mandel 1974, a.g.e., s. 334.

[12] Mandel 1974, a.g.e., s. 61 ve devamı.

[13] Bkz.: Ernest Mandel: Die Bürokratie, ISP-Theory 4, Frankfurt am Main 1976 (ilk olarak 1967’de yayımlandı), s. 32.

[14] Mandel 1976, a.g.e., s. 31.

[15] Mandel 1976, a.g.e., s. 31 ve devamı.

[16] Rosa Luxemburg, Introduction to National Economics, s. 276 ve devamı, aktaran: Mandel 1974, a.g.e., s. 144

[17] Ernest Mandel: Marxist Economic Theory, 2. Cilt, Frankfurt am Main 1979, s. 768.

28 Kasım 2022

,

Emperyalizm Günümüzde Bir Komplo Uygulamasıdır

1. Giriş

Yaklaşık yüz yıl önce Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürü ile Marksist düşünceyi kati surette geliştirdi ve berraklaştırdı. Lenin’in müdahalesi, Marx ve Engels tarafından rüşeym hâlinde fark edilmiş olsalar da onların zamanında tam olarak anlaşılabilecek kadar gelişmedikleri için açıklayamadıkları gelişmelerin bilimsel olarak anlaşılmasını sağladı. Lenin, Engels’in ölümünden sonra geçen sadece çeyrek yüzyıllık sürede, kapitalizmin özünde niteliksel bir değişim geçirdiğini göstermeye çalıştı: Kapitalizm, emperyalizm olmuştu. Lenin ile bizim, bugünün arasında ise faşizmin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı, Çin Devrimi, dekolonizasyon ve elbette muzaffer hâkim sınıfın hemen hemen tüm küreyi yeniden fethi bulunuyor. Uzun lafın kısası, dünya oldukça değişti. Lenin’in fikirlerinin önemi hâlâ çok büyük, ancak o zamanki bağlamlarından koparılarak bizim koşullarımıza mekanik bir bakışla uygulanamazlar.

Komünist Parti’nin ev sahipliği yaptığı tartışma, şu ana dek bu soruyu yanıtlamaya çalışan birkaç denemeye sahne oldu: “Yarım yüzyıllık sosyalizm deneyimi, şimdinin sosyalizm-sonrası ülkelerinin ekonomik yapılarını nasıl etkiledi?” Bu tartışma, çoğunlukla Rusya’ya odaklanmakla birlikte, Çin’i ve bir zamanlar özgürleşmiş olduğu hâlde şimdi yine hâkim sınıfın boyunduruğu altına girmiş insanlığın üçte birini anlamak için ilginç öneriler sundu. Ne yazık ki, bir diğer tamamlayıcı soru üzerinde yeterince düşünülmedi: Sosyalizme karşı yarım yüzyıl süren mücadele, kapitalizmin yapısını nasıl dönüştürdü?

Bu soru, bu makalenin esas meselesi olacak. Çıkış noktamız, Lenin’in “emperyalizmin kapitalizmin bir geçiş hâli, hatta daha kesin olarak ölüm döşeğindeki hâli” olduğuna dair isabetli gözlemi olacak. (Lenin, Emperyalizm, IX) Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek, bir başka deyişle, en son aşamasıdır. Lenin, bu konuda çok nettir: Sistem, bir bütün olarak bir adım bile geri gidemez, emperyalist-olmayan-kapitalizme tekrar dönemez (bu, Kautsky ile tartışmalarının da özüdür). Yani Lenin’e göre emperyalizm, yalnızca kapitalizmin sonuna işaret etmekle kalmıyordu; bu, sonun zaten başlamış hâliydi. ”Tekelleşme”, Lenin’in doğru tanımıyla, genel anlamda emperyalizm ile eş anlamlıdır, “kapitalizmden daha yüksek bir aşamaya geçişin adıdır” (Lenin, Imperialism, VII). Şu ana kadarki tartışmanın altında yatan varsayım, Lenin’in analizinin doğru olduğu, ama biçtiği sürenin fazla iyimser olduğu yönündedir: Emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır, ama onun Lenin’in düşündüğünden fazla süre dayandığı da ortadadır.

Ancak Lenin’in kendi zamanındaki emperyalizmin o esnada kapitalizm dışına doğru bir dönüşümü temsil ettiği tahmini, gerçekten de doğruydu. Fazla iyimserliği, kronolojisinde değil teleolojisindeydi: Kapitalizmin sonunun, genel anlamda sınıflı toplumun da sonu anlamına geldiğini varsayıyordu. Oysa durum bu değil. Ciddi hiçbir materyalist teorisyen, en azından prensipte, başka bir alternatifin mümkün olduğunu inkâr edemez. Gerçekten de bütün politik çabamızın kastı budur: Eğer sosyalizm ve komünizm kaçınılmazsa, neden devrim yapmak için bu kadar zaman ve emek harcayalım? Sabırsızlıktan mı? Elbette hayır: Politik mücadeleye gireriz, çünkü kaybedebileceğimizi, hâkim sınıfın kazanabileceğini biliriz. Üstelik kazanmaya sahiden de çok yakınlar.

Ve kendine Marksist diyen birçok kişi, siyaset yaptığımızı, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, bilinçli şekilde dünyaya yön vermeyi unuttuysa, daha da fazla kişi daha büyük bir hata yapmıştır: Hâkim sınıfın da siyaset yaptığını unutmuştur. İnsanlığın kurtuluşu, komünist projenin ilerlemesinin olmazsa olmazı, Marksizmi yozlaştırmış ve sakatlamış küçük burjuva hastalıklarımızı defetmektir: akademizm, mistifikasyonlar, obskürantizm, yapısalcılık, vs. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Gramsci, Mao, Enver Hoca, Sankara, Newton ve diğer büyük Marksistlerde bulunan, ama ne acı ki bugün ortalarda görünmeyen siyasi bilince dönmeye ihtiyacımız var. Hâkim sınıfın, ilk dalga sosyalist devrimlerin kısmi başarısına ve sermaye ile emek arasında her gün yinelenen ve yenilenen mücadeleye karşılık olarak kasten ve bilinçle verdiği yanıtları anlamak zorundayız.

Bugün Marksizmin altını oyan en korkunç anti-materyalist sapma, “komplo teorilerine” duyulan histerik alerjidir. Lenin, dünya burjuvazisinin en yüksek seviyede toplu ve sürekli bir işbirliği içine girmesi ihtimalini reddetmiş olsa da (yani ultra-emperyalizm), kapitalist emperyalizm uzadığı sürece mevcut güç yoğunlaşmasının giderek daha az elde yoğunlaşmasının hızla artması, Lenin’in analizinin kaçınılmaz varsayımıdır. Zaten Emperyalizm broşüründe de “Almanya’nın, sermayenin sayıları 300’ü geçmeyen adamı tarafından yönetildiğini ve bu sayının sürekli azalmakta olduğunu” belirtir. (Lenin, Imperialism, II). Ceteris paribus [Diğer tüm durumlar sabitken], bugün Almanya’yı veya başka bir kapitalist ülkeyi sermayenin kaç tane adamının yönettiğini düşünmeliyiz? Ve gayrımeşru güce sahip, demokratik gösteri ardında saklanmak zorunda olan bu kadar az sayıda kişinin koordinasyonu, bitmez tükenmez komplolar dışında neye benzeyebilir?

2. SSCB’nin Kuruluşundan Sonra Emperyalizm

Lenin’den sonra dünya sisteminde yaşanan kaçınılmaz gelişmeler, gücün az sayıda elde yoğunlaşması eğilimini ve bunun sonucu olarak komploların artmasını hızlandırdı. Trajiktir ki, Lenin’in emperyalizmin eğilimlerine cevap olacağını (dolayısıyla bu eğilimleri durduracağını) öngördüğü devrim gerçekleşti, ancak tamamlanamadı. Kapitalist hâkim sınıfın elinde kalmaya devam eden güç merkezleri, dünyanın yeniden fethedilmesinde kullanılan kalelere dönüştüler.

Bu, Lenin’in tam anlamıyla hayal edemediği bir durumdur. Lenin, emperyalist burjuvazinin kendi arasında dünyayı ve sömürüyü pay etmelerinin ve sürdürebilecekleri bir işbirliği hâlinde kalmalarının uzun vadede imkânsız olduğunu belirtir, çünkü aralarındaki güç dengeleri dinamiktir ve sürekli değişmektedir. "Coğrafi bölgelerin paylaşımı gerçek güç dinamikleriyle çeliştiğinde", der Lenin, “kapitalizmde çelişkilerin çözümünde zor kullanmaktan başka ne çözüm bulunabilir?” (Lenin, VII) Ancak, semantiğe takılırsak denilebilir ki: O zaman emperyalistler, bu çelişkileri kendi aralarında, emperyalistler arası savaş olmadan çözmenin yolunu buldularsa, Marx’ın tarif ettiğinden temelde farklı bir sistemde yaşadığımız söylenebilir.

Semantiği bir kenara bırakırsak, böyle bir durumu sürekli kılacak bir gelişme var olamaz mı? Emperyalistlerin farklılıklarını bir kenara bırakıp barış ilân etmelerine yardımcı olacak mucizevi bir olay yok mudur? Adını koyacak olursak: işçi sınıfı devrimi. Marx’ın ta 1848’de gözlemlediği gibi, Paris ayaklanması, İngiltere’de ve Anakara’da hâkim sınıfların tüm fraksiyonlarını, toprak ve sermaye sahiplerini, borsa kurtlarını ve esnafı, korumacıları ve serbest ticaret yanlılarını, hükümeti ve muhalefeti, rahipleri ve özgür düşüncecileri, genç orospuları ve yaşlı rahibeleri Mülk, Din ve Aile’nin korunması yakarışı altında bir araya getirdi. (Marx, Kapital I, Bölüm 10)

Aynı konuya, Manifesto’nun başında daha da büyük bir vurgu yapılır: “komünizmin hayaletini defetmek için yaşlı Avrupa’nın bütün güçleri bir kutsal ittifak kurdu: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot, Fransız radikalleri ve Alman polis muhbirleri”. Lenin’in döneminde ise, hâkim sınıfların devrime karşı bir araya gelme eğilimleri, şiddetli emperyalizm içi çatışma eğilimini bastıracak kadar güçlü değildi. Gerçekten de kapitalist-emperyalistlerin farklılıklarını bir kenara koymayı becerememeleri ve bunun sonucu olan Dünya Savaşı, tüm kapitalistler için benzersiz bir felaketle sonuçlandı: başarıya ulaşan ilk sosyalist devrim ve SSCB’nin kuruluşu.

Hem emperyalizm içi savaş hem de ultra-emperyalist karşıdevrimci mücadeleyle (en çok da SSCB’ye karşı) yaşıt ve kısmen de bu dinamiğin ittirmesiyle, emperyalist hâkim sınıfın doğasını ve kapasitesini kati surette değiştiren faktörler ortaya çıktı. Özünde hepsi tekel ve ultra-tekel biçiminde olan bu faktörlerin başlıcaları; hava kuvvetleri; gökyüzünün tekelleşmesi, iletişim endüstrisi ve insan iletişiminin giderek tekelleşmesi, çok gelişmiş ve merkezî istihbarat örgütlerinin ortaya çıkışı, bilgi ve belki zamanla gücün tekelleşmesi, gelir akışı üzerinde eşi benzeri görülmemiş, Lenin zamanında hayal dahi edilemeyecek, sahiplerine rüşvet, adam satın alma, suikast, yolsuzluk gücü veren -açıktan ve gizli- bir kontrol sistemi, vs. şeklinde sıralanabilir.

İkinci Dünya Savaşı’nın doğası ve içeriğini tamamen şematize etmek bu makalenin sınırlarını aşar. Ancak birkaç belirgin gerçeğe dikkat çekmeliyiz. Biri, Nazizmin (her şeyden önce Alman kapitalistlerin -hatta Lenin’in bahsettiği 300 kişinin devamının- komplolarıyla ve Amerikan desteğiyle kurduğu) kendisini bir çeşit ultra-emperyalizm programı olarak sattığıdır. Nazilerin önerisi, dünyanın Amerika, Almanya, İngiltere ve Japonya arasında görece barışçıl yollarla bölündüğü bir dünya idi. Nazi rejimi, ayrıca diğer büyük Batılı emperyalist güçlerce, Sovyetler Birliği devrimini ezmek için ultra-emperyalizmin bir silahı olarak algılandı, geçici olarak kabullenildi, hatta teşvik edildi.

Savaşı, emperyalizm içi bir çatışma veya ultra-emperyalist bir karşıdevrimci (yeniden) fetih hareketi olarak görmemizden bağımsız (ki bunların her ikisi de ve hatta daha fazlasıydı), bu karışıklığın sonucu olarak hâkim sınıfın elinden büyük tavizler koparıldığı açıktır. Tarifsiz bedeller ödenerek insanlık için net kazanımlar elde edilmiştir (bu bedelleri hiçbir devrimci de sorgulamamıştır: hiçbir Marksist, “hayatları kurtarmak” için köleliği kabullenmeye değdiğini asla düşünmemiştir; oysa bugün kendini Marksist ilân eden birçok kişi, gönüllü olarak bu pozisyonu kabullenmiştir).

Hâkim sınıfın Avrupa’da böyle ihtişamlı bir yenilgiye uğramasının kısmi bir sebebi de kendi kibirleri, rezil sözde bilimlerine inançlarıydı (Slavların özünde daha aşağı bir seviyede bulunduklarına dair zamanın Batı kapitalizmindeki “uzmanların bilimsel mutabakatı”). Bir başka sebep, kitlelerin bilinçli politik mücadelesiydi ki buna komplolar dâhildi; örneğin Nazi fraksiyonlarının birlikte SSCB’ye saldırmak için ABD ile barışma çabalarının altını oyma amaçlı uygulanan Sovyet komplosu (klasik Sovyet dizisi Baharın Onyedi Anı bu olayı harikulade şekilde uyarlamıştır).

Yine de İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük kapitalist güçler yenilmiş olmaktan çok uzaklardı. Sosyalist dünyanın büyük bölümünün nüfuzu kırılmıştı, harap olmuş topraklar üzerinde çaresizce yeniden inşaya çalışıyorlardı. Faşist güçlerce yağmalanmış servetin büyük kısmı ve liderlerinin çoğu, sırayla toparlandı ve artık Amerikan hegemonyası altında birleşmiş olan emperyalist kampa entegre edildi. Almanya’daki sahte ve yüzeysel “Denazifikasyon”, Nazizmin arkasındaki toplumsal güçlerin kuvvetlendiği sürecin üzerini örttü, aşağı yukarı Japonya’da da böyle oldu. (Bu konuda şu kaynaklara bakılabilir: The New Germany and The Old Nazis, Tetens; Martin Bormann: Nazi in Exile, Manning; All Honourable Men, Martin; Gold Warriors ve Seagrave’in tüm eserleri, ayrıca Dave Emory’nin bu konudaki tüm üretimi.)

Burada en önemli konuyu görüyoruz: Ampirik olarak da gösterilebilen, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünya üzerinde kurulmuş topyekün ultra-emperyalist ABD hegemonyası gerçeği. Bu hegemonya, yalnızca -sürekli sosyalizme doğru özgürleşmeye çalışan- üçüncü dünya ülkelerinin birlikte sömürülmesi için değil, komünizme karşı varoluşsal mücadele, yani “Soğuk Savaş” gereği de oluşturuldu. Soğuk Savaş’ın ve küresel karşıdevrimin bitişiyle zaman 1917’ye geri dönmedi. Sosyalizm deneyimi, bütün dünyayı temelden değiştirdi. Muzaffer kapitalist sınıf, sosyalist dünyanın ortak servetini yağmalamakla kalmadı, kolektif bilgi birikimi ve tecrübesini de yağmaladı. Kapitalistler, sosyalist üretimi, özellikle Çin’de devralarak kapitalist sosyal ilişkiler içinde hayal edilemeyecek bir güç ve merkezî kontrolün keyfini çıkardılar.

Bu, Lenin’in hiç incelemediği bir düzendir. Lenin’in ultra-emperyalizmi reddi, sonsuza dek (barış veya savaş hâlinde) sosyalist ve kapitalist devlet arasında bölüşülmüş bir dünya ihtimalini kurcalamaz. Uzun süren bir sosyalist yapılanma ardından gelecek karşıdevrim olasılığı ile hiç uğraşmamıştır. Ancak ortaya çıkan dünya tam da bu olduğu için, biz de bununla uğraşmalıyız, Lenin’in bize sunduğu birçok faydalı aracı kullanarak, uygun yaklaşımla ve dogmatizmden uzak durarak.

3. Arasöz: Ayrı Bir Üretim Tarzı Olarak Emperyalizm Teoride Mümkün mü?

Yukarıda belirtildiği gibi, Lenin, emperyalist kapitalizmin, kapitalizmin dönüşüm geçirirkenki, ölüm döşeğindeki hâli olduğunu defalarca vurgular. (Lenin, Imperialism, IX) Özellikle ilgi çekici ve önemli olan, orijinal broşürde, Lenin’in kapitalizmin neye dönüşmekte olduğunu belirtmekten dikkatle kaçınmasıdır. Bu elbette, Lenin’in Çar’ın sansüründen kaçınmak için kullanmak zorunda olduğundan yakındığı Ezop dilinden kaynaklanıyor olabilir. Basımını takip eden birkaç ay içinde, Ekim 1916’da yayımlanmış ve genellikle broşürün eki olarak yayımlanan “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme” adlı makalesinde doğrudan “Emperyalizm zaten ölmekte olan kapitalizmdir, sosyalizme dönüşümünün başlangıcıdır,” der.

Bilinçli olarak veya sansür nedeniyle olması fark etmez; ilk metindeki belirsizliğin, takip eden makaledeki sosyalizmden başka bir şeyin ortaya çıkmayacağına dair özgüvenden daha isabetli olduğu kanıtlanmıştır. Bu metinler, emperyalizmin Marx’ın tarif ettiği biçimiyle kapitalist sistem için gerekli olan temel şartların altını oyduğunu anlamamıza yardımcı olurlar. Molly Klein’ın not ettiği üzere, elbette çok sınırlı manada, sosyalizmin kapitalizmin değil de bireyselciliğin karşıtı şeklinde ifade edilmesi hâlinde, inşa edilmekte olanın sosyalizmin bir formu olduğunu da söyleyebiliriz. Kanıtlarla yaşanmakta olan, hem üretim hem de dağıtımın çarpıcı biçimde sosyalizasyonudur. Ancak bu, sosyalizmin genellikle kullandığımız anlamıyla kastettiğimiz eşitlikçi çağrışımlarının aksine hiyerarşik şekilde gerçekleşmektedir. Oluştuğunu gördüğümüz Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti değil, Platoncu -faşizan, otoriter-hiyerarşik cumhuriyettir.

Bu noktada, Moly Klein’ın bu bağlamda işaret ettiği, Marx’ın Kapital 3. cildinde yazdığı olağanüstü öngörülü pasajları dikkate almakta fayda var ve bunlar uzun bir alıntıyı hak ediyorlar. Marx’ın anonim şirketlerin kuruluşuna dair çıkarımları şu şekildedir (italikler yazarın vurgusudur):

1. Üretimin ve girişimlerin ölçeklerinin, geçmişin bireysel sermayeleri için mümkün olmayan seviyede muazzam genişlemesi. Aynı zamanda, geçmişte devlet girişimleri olan girişimlerin toplumsal girişimler hâline gelmesi.

2. Kendisi bir toplumsal üretim biçimine dayanan ve üretim araçları ile emek gücünün toplumsal yoğunlaşmasını şart koşan sermaye, burada özel sermayeden farklı olarak, doğrudan doğruya toplumsal sermaye formunu alır (doğrudan bir araya gelmiş bireylerin sermayeleri) ve bu formun girişimleri özel girişimler değil toplumsal girişimler biçiminde ortaya çıkar. Bu, kapitalist üretimin kendi çerçevesi dâhilinde, özel mülkiyet olarak sermayenin ortadan kalkmasıdır.

3. Gerçekten faal olan kapitalistin sadece bir yönetici, başkalarının sermayesinin idarecisi ve sermaye sahibinin sadece bir sahip, sadece bir para-kapitalisti hâline gelmesi. Aldıkları kâr paylarının, faizi ve girişimci kazancını, yani toplam kârı içermesi durumunda bile (çünkü yöneticinin maaşı sadece, fiyatı tüm diğer emeklerin fiyatları gibi emek piyasasında düzenlenen belirli bir tür hünerli emeğin ücretidir ya da böyle olmalıdır) söz konusu toplam kâr, artık yalnızca faiz biçiminde, yani yalnızca sermaye mülkiyetinin ödülü olarak alınır ve böylece sermaye mülkiyeti, gerçek yeniden üretim sürecindeki işlevden ve aynı şekilde bu işlev de, yöneticinin kişiliğinde, sermaye mülkiyetinden tümüyle ayrılır. Kâr (artık yalnızca kendisini borçlunun kârıyla haklı çıkaran bir parçası, yani faiz değil, tüm kâr) kendisini sadece, üretim araçlarının sermayeye dönüşümünden; yani üretim araçlarının gerçek üretici karşısındaki yabancılaşmasından, başkalarının mülkiyeti olarak yöneticiden en son gündelikçi işçiye kadar üretimde gerçekten faal olan tüm bireylerle karşıtlığından kaynaklanan bir “başkalarının artık emeğine el koyma” olarak gösterir. Anonim şirketlerde işlev, sermaye mülkiyetinden ayrılmıştır ve dolayısıyla emek de üretim araçlarının ve artık emeğin mülkiyetinden tümüyle ayrılmıştır. Kapitalist üretimin en ileri derecedeki gelişmesinin bu sonucu, sermayenin bir kez daha üreticilerin mülkiyeti haline gelmesi yönündeki zorunlu bir geçiş noktasıdır; ama sermaye, bu kez, tek tek üreticilerin özel mülkiyeti değil, birleşik üreticilerin mülkiyeti, dolaysız toplumsal mülkiyet olacaktır. Diğer yandan, anonim şirket ise yeniden üretim sürecindeki, şu ana dek hâlâ sermaye mülkiyetiyle bağlantılı olan tüm işlevlerin, sadece birleşik üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere dönüşmesi yönündeki bir geçiş noktasıdır.

Bu, kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim tarzının kendisi içinde ortadan kaldırılmasıdır ve bu nedenle, kendi kendisini ortadan kaldıran bir çelişkidir; bu çelişki prima facie [ilk bakışta] kendisini sadece yeni bir üretim biçimi yönündeki bir geçiş noktası olarak ortaya koyar. Ardından, görüntüde de kendisini böylesi bir çelişki olarak sunar. Belirli alanlarda tekel kurar ve bu nedenle devlet müdahalelerini davet eder. Yeni bir mali aristokrasiyi, proje tasarımcıları, kurucular ve sadece kâğıt üzerindeki müdürler kılığındaki yeni bir asalaklar türünü; şirket kuruluşları, hisse senedi ihraçları ve hisse senedi ticareti ile ilişkili olarak bütün bir dolandırıcılık ve hile sistemini yaratır. Bu, özel mülkiyetin denetimi altında olmayan özel üretimdir.

Kapitalist özel sanayinin, kapitalist sistemin kendisine dayalı olarak ortadan kalkması anlamına gelen ve kendisini genişletmesi ve yeni üretim alanları ele geçirmesi ölçüsünde özel sanayiyi yok eden anonim şirketler olgusu bir yana bırakıldığında kredi, tek tek kapitalistlere ya da kapitalist sayılan kişilere, belirli sınırlar içinde, başkalarının sermayeleri ve başkalarının mülkleri ve dolayısıyla başkalarının emekleri üzerinde mutlak bir denetim kurma olanağını sağlar. Kendi sermayesini değil toplumsal sermayeyi denetler, toplumsal emeği onun denetimi altına sokar. Gerçekte ya da başkalarının düşüncelerinde sahip olunan sermayenin kendisi, artık sadece kredi üstyapısının temeli hâline gelir. Bu söylenen, toplumsal ürünün en büyük kısmının hareketine aracılık eden toptan ticaret için özellikle geçerlidir. Burada tüm ölçekler, kapitalist üretim tarzının sınırları içinde hâlâ az çok haklı gösterilebilen tüm mazeretler ortadan kaybolur. Spekülasyon yapan toptancı tüccarın riske attığı şey, kendi mülkiyeti değil, toplumsal mülkiyettir. Sermayenin kökeninde tasarrufun bulunduğu ifadesi de aynı ölçüde anlamsızlaşır, çünkü toptancı tüccar, tam da başkalarının kendisi için tasarruf etmesini ister. Toptancı tüccarın, kendisi de bir kredi aracı olan lüksü, tasarruf hakkındaki diğer ifadesini açıkça yalanlar. Kapitalist üretimin daha az gelişmiş bir aşamasında hâlâ bir anlamları olan düşünceler, burada tümüyle anlamsızlaşırlar. Burada hem başarı hem de başarısızlık, sermayelerin merkezîleşmesine ve bu nedenle de en muazzam ölçekte mülksüzleşmeye yol açar. Mülksüzleşme, burada dolaysız üreticilerden küçük ve orta büyüklükteki kapitalistlere kadar uzanır. Bu mülksüzleşme, kapitalist üretim tarzının başlangıç noktasıdır; onun hayata geçirilmesi ve son aşamada tüm bireylerin üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalması, bu üretim tarzının hedefidir; üretim araçları, toplumsal üretimin gelişmesiyle birlikte özel üretimin araçları ve özel üretimin ürünleri olmaktan uzaklaşır ve bundan sonra sadece, toplumsal ürünleri oldukları birleşik üreticilerin elindeki üretim araçları ve dolayısıyla onların toplumsal mülkiyetleri olabilirler. Ama bu mülksüzleşme kendisini, kapitalist sistemin sınırları içinde çelişkili bir biçimde, toplumsal mülkiyete az sayıda kişi tarafından el konması şeklinde ortaya koyar; kredi de bu kişilere su katılmamış maceracılar olma karakterini giderek daha fazla kazandırır. Mülkiyetin burada hisse senedi biçiminde var olması nedeniyle onun hareketi ve aktarımı, küçük balıkları köpek balıklarının ve kuzuları borsa kurtlarının yuttuğu borsa oyununun katıksız bir sonucu olur. Daha anonim şirket biçiminde bile, toplumsal üretim araçlarının bireysel mülkiyet olarak göründüğü eski biçimle karşıtlık vardır; ama hisse senedi biçimine dönüşümün kendisi, henüz kapitalist sınırların içinde hapsolmuş olarak kalır; bu nedenle hisse senedi biçimi, servetin toplumsal servet olarak karakteri ile özel servet olarak karakteri arasındaki çelişkiyi aşmak yerine sadece yeni bir şekle büründürür.

Kredi sistemi, aşırı üretimin ve ticaretteki aşırı spekülasyonun temel kaldıracı olarak görünüyorsa, bunun tek nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden üretim sürecinin burada en uç sınırına kadar zorlanmasıdır ve bu zorlamanın nedeni, toplumsal sermayenin büyük bir bölümünün onun sahibi olmayanlarca kullanılması ve bu kişilerin de, bu nedenle, işlerini, kendi başına faaliyet göstermesi ölçüsünde özel sermayesinin sınırlarını endişeyle düşünüp taşınan sermaye sahibinden çok farklı bir şekilde yürütmeleridir. Bunun gösterdiği tek şey, sermayenin, kapitalist üretimin çelişkili karakterine dayanan değerlenmesinin, gerçek, özgür gelişime yalnızca belirli bir noktaya kadar izin verdiği, yani aslında, üretime içkin olan ve kredi sistemi tarafından durmadan kırılan bir zincir ve engel oluşturduğudur. Bu nedenle kredi sistemi, üretici güçlerin maddi gelişimini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır. Kapitalist üretim tarzının tarihsel görevi, yeni üretim tarzının bu maddi temellerini belirli bir düzeye kadar yükseltmektir. Kredi aynı zamanda, bu çelişkinin şiddetli patlamalarını, yani bunalımları ve böylece eski üretim tarzının çözülmesinin safhalarını hızlandırır.

Kredi sistemine içkin olan iki yanlı karakter: bir yandan kapitalist üretimin itkisi olan başkalarının emeğini sömürme yoluyla zenginleşmenin en katıksız ve en devasa kumar ve dolandırıcılık sistemi düzeyine yükseltilmesi ve toplumsal serveti sömüren az sayıdaki insanın sayısının giderek daha da azaltılması; ama diğer yandan yeni bir üretim tarzına geçişin biçiminin oluşturulmasıdır.

[Marx, Kapital III. Cilt, Bölüm 27/5]

Marx’ın bakışı, burada teleolojik yatkınlıkları, kapitalizme biçtiği tarihî misyon ve sosyalizmin neredeyse kaçınılmaz olduğuna olan inancı nedeniyle, biraz sınırlanmış olabilir. Öte yandan, Klein’ın değindiği üzere, Marx’ın yönelim ve hesaplamaları, Marx’ın zamanındaki emek ve sermaye arasındaki güç dengesine içkin olasılıkların oldukça haklı bir okumasıdır. Vaziyeti temelden değiştiren, 20. yüzyılın son on yılında kapitalist sınıfın başardığı teknolojik ve taktiksel ilerlemeler olmuştur. Her halükârda Marx, başarılı bir biçimde, materyalist manada derinlemesine kavradığı süreçlerin, başlangıç aşamasında olmalarına rağmen, apaçık ve detaylı bir analizini sunar. En önemlisi de, birleşik tekelleşme ve finansallaşma sürecinin kapitalist ilişkilerin normal işleyişi ile bir arada var olamayacağına dair önemli itirazıdır. O, sosyalist olmayan yeni bir üretim tarzına değinmez, ama aynı zamanda kapitalizmin mevcut hâliyle hâkim üretim tarzı olarak bizim düşündüğümüz kadar uzun süre yaşayabileceği fikriyle de oyalanmaz!

Bu, kapitalizmin içinden alternatif bir üretim tarzının çıkma ihtimalini reddetmek için Marx ve Lenin’in otoritesine yaslanan tembel mekanik dogmatizmin kafasını karıştıran noktadır. Böyle bir önerinin öncülleri, Marx’ta da Lenin’de de çok kuvvetli şekilde bulunmasa da, kapitalizmin bu kadar uzun süre aynı temel kanunlar dâhilinde sürebileceği fikri, Marx ve Lenin’in çalışmalarının ruhuyla daha büyük çelişki içindedir. Ayrıca hâkim sınıfın denediği şeyin çok iddialı, riskli ve başarısız olmaya yatkın olduğunu vurgulamak da önemlidir. Denedikleri şeyin ne olduğunu anlamak ve başarılı olmalarını önlemek ise bize düşmektedir.

Lenin’in emperyalizmden anladığının, kapitalizmin dışına doğru gerekli ve geri döndürülemez bir dönüşüm olduğunu göstermek için birkaç alıntı yerinde olacaktır:

“Özel ekonomik ve mülki ilişkiler, artık içindekilerin sığmadığı bir kabuk oluştururlar. Bu kabuk, eğer çıkartılması yapay olarak ertelenirse, kaçınılmaz olarak çürüyecektir; oldukça uzun bir süre çürümüş hâlde kalacaktır (en kötü durumda oportünist çıbanın akıtılması tedavisi gecikirse), ama eninde sonunda kaçınılmaz olarak kesilip atılacaktır.” [Lenin, Emperyalizm, IX)

“Emperyalizm aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru ilerlemektedir; âdeta kapitalistleri, kendi irade ve bilinçlerine rağmen, yeni bir toplumsal düzene, tam rekabetçi düzenden tam toplumsallaşmaya geçişe itmektedir. Üretim toplumsallaşmakta, ama mülk edinme özel kalmaktadır. Toplumsal üretim araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalmaya devam etmektedir. Şeklen kabul edilen serbest rekabet çerçevesi yürürlükte kalmaktayken, birkaç tekelcinin nüfusun geri kalanı üzerindeki boyunduruğu yüz kat artmakta, daha ağır ve katlanılamaz hale gelmektedir. [Lenin, Emperyalizm, I]

“Eski kapitalizmin zamanı doldu. Yeni kapitalizm başka bir şeye doğru geçişi temsil ediyor.

Bir başka deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizminin vazgeçilmez düzenleyicisi Borsa ile birlikte ebediyete intikal etmektedir. Onun yerini almaya, bir geçiş döneminin bariz izlerini taşıyan, serbest rekabet ve tekelleşme karışımı yeni bir kapitalizm gelmiştir. Akıllara şu soru gelmektedir: bu yeni kapitalizm neye dönüşmektedir? Fakat burjuva bilginleri bu soruyu sormaktan korkmaktadırlar.” [Lenin, Imperialism, II]

“Tekelleşme, kapitalizmin içinden çıkmıştır ve kapitalizmin genel çerçevesi içinde, meta üretimi ve rekabet çerçevesinde var olur ve bu genel çerçeveyle kalıcı ve çözülemez bir çelişki hâlindedir. Yine de, tüm tekeller gibi, kaçınılmaz olarak durgunluk ve çürüme yaratmaya yatkındır.” [Lenin, Imperialism, VII]

“Aynı zamanda, serbest rekabetten ortaya çıkmış olan tekeller, serbest rekabeti yok etmezler, ama onun üzerinde ve yanında var olurlar, bu nedenle de giderek daha keskin ve şiddetli çatışmalara, sürtüşmelere ve karşıtlıklara neden olurlar. Tekelleşme, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiş aşamasıdır. [Lenin, Imperialism, VII]

Tuhaf olan şu ki bu makalenin esas fikrini kabul etmeyenler, genellikle kendilerini Lenin’in Kautsky’ye eleştirileriyle aynı safta görürler. Ancak, Lenin’in özellikle Kautsky eleştirilerinde bıkmaksızın vurguladığı nokta, kapitalizmin emperyalizmin formunda daha az agresif bir forma ricat etmeyeceği, görece daha stabil bir durumda var olmaya devam edemeyeceğidir. Rekabetçi kapitalizm, durmaksızın tekelleşme ve yoğunlaşma ile kendi önkoşullarının altını oymaktadır. Tekelin, rekabetçi kapitalizmi tamamen terk edecek noktaya kadar büyümesi yönünde açık bir eğilim mevcuttur. “Kapitalist tekel, kapitalizmin içinden çıkar, ama kapitalizmin genel çerçevesiyle kalıcı ve çözülemez bir çelişki hâlindedir.” (Lenin, Imperialism, VIII) Keynes’in meşhur sözüyle, kapitalizmin ihtiyacı olan şey, “rantiyecilere ötenazi”dir. Lenin, tekellerin gerici, yıkıcı eğilimini, örneğin konumunu korumak için gerekirse yeni bir teknolojiyi yok etme isteğini de belirtir.

Marx’ın esas söylemek istediği, yukarıdaki uzun alıntıda da yinelendiği üzere, Dengizm (ç.n: Çinli lider Deng Şiaoping tarafından geliştirilen siyasi ve ekonomik ideolojiler dizisi. Bu teori, 1980'lerden bu yana zorunlu olarak Çin üniversitelerinde ders hâlinde okutulmuştur.) taraftarlarının aksine, kapitalist üretim ilişkilerinin, gelişmenin belli bir noktasında, üretimin önünde bir köstek olduğudur. Vurguladığı üzere, “Kapitalist üretimin önündeki gerçek engel, sermayenin kendisidir.” [Marx, Kapital III. Cilt, Bölüm 15) Kapitalizmin ilk dönemlerinde, kullanım değeri olan şeylerin daha da fazla üretilmesi teşvik edilir. Ancak, Marx’ın hesaplarına göre Avrupa’da daha 1800’lerin ortalarında bu konuda zirve noktasına erişilmiştir! (Foxxcon merdivenaltı atölyelerinin üretim araçlarının gelişimi için gerekli olduğu fikrine elveda.) Yine de burada önemli olan, Marx’ın şu gözlemidir: hâkim sınıfın belli fraksiyonları, kredi sistemini kullanarak, özel mülk sahipliği ile (hep birlikte) artı değere el koyma kapasitelerini azaltmadan -hatta arttırarak- özel mülkiyete dayalı üretimin sınırlarının üstesinden gelmeyi başarmışlardır.

Lenin de Marx’a benzer şekilde, bunun finansallaşma yoluyla tam olarak nasıl başarıldığını gözlemler:

“Dağınık durumdaki kapitalistler, birleşerek tek bir kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birkaç kapitalistin hesaplarını tutan bankalar, aslında yalnızca teknik bir yan iş yapıyorlar. Ancak, bu işlemler devasa boyutlarda yapıldığı zaman, bir avuç tekelcinin kendi iradelerini bütün kapitalist toplumun ticari veya sınai tüm operasyonlarına dayatabildiğini, çeşitli kapitalistlerin mali durumlarını bankacılık bağlantıları sayesinde ölçebildiklerini ve sonrasında onları kontrol edebildiklerini, kredileri azaltıp çoğaltarak veya kredi alınmasını kolaylaştırıp zorlaştırarak onları etkileyebildiklerini ve nihayet onların kaderlerine karar verebildiklerini, gelirlerini belirleyebildiklerini, onları sermayeden mahrum kılabildiklerini veya sermayelerinin hızla devasa boyutlara çıkmasına izin verebildiklerini görüyoruz.” [Lenin, Imperialism, II]

Marx, Kapital boyunca, kapitalizmin üretimi giderek toplumsallaştırdığını, ama bunun sadece özel mülkiyet eliyle gerçekleştirildiğini vurgular: İnsan emeği, giderek daha fazla birbirine entegre, bağımlı ve kolektif hâle gelmektedir. Ve hem Marx hem de Lenin’in aşırı iyimserlikle vurguladığı üzere, bu süreç, kapitalistin kişisel özel mülkü ile (yani fabrika, şirket formundaki gerçek sermaye ile) orijinal bağını kesip yerine üretim araçlarının -sınırlı- kolektif sahipliğini yaptığı havuzlar (yani anonim şirketler) koyarak sosyalizmin temellerini atmaktadır. Finansallaşma sürecinde eğilim, bu havuzların genişleyerek iç içe geçmesi ve kapitalist sınıfın, kapitalist titriyle, yani sermayenin sahipleri rolüyle bütün toplumsal üretime, yatırım haklarına ve kredi akışlarına sahip olmasıdır. O hâlde, bütün toplumsal servetin kolektif sahipliğini tamamen üretenlerin kendilerine bölüştürmenin ne kadar kolay bir iş olacağı aşikârdır.

Teorik olarak, üretimi yapanların bu toplumsal kontrolü ele geçirme (yani komünizmi getirme) işinde başarılı olamaması ihtimalini aklımızda tutarsak, komünizm ve bu, adını her ne koyacaksak, yeni post-kapitalist emperyalist sistem arasında açık diyalektik bir bağ olacağı barizdir. Bu nedenle, insan özgürleşmesinin tepe noktasının, insanlığın en ilerici öncülerinin komünizmi başarmaya en çok yaklaştığı momentin, yani Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin sloganının, emperyalist finans kapitalin de sloganı olması çok yerindedir: “Siyaset iktisadın emrinde.”

Yukarıda izlenen süreçlerin hem sağladığı hem de gerektirdiği, giderek daha az sayıda insider’dan oluşan küçük gruplar tarafından ekonominin doğrudan, bilinçli ve siyasi yönetimidir. Lenin de “artık küçük ve büyük girişimlerin, teknik olarak gelişmiş ve geride kalmış girişimlerin birbiriyle rekabeti yok. Tekellerin, kendilerine boyun eğmeyenleri boyunduruk altına almak için boğduklarını görüyoruz” diye gözlemler. Ayrıca, meta üretimi hâlâ lider olsa ve ekonomik hayatın temeli olarak görülse de, gerçekte altının oyulduğu ve kârların büyük kısmının finansal manipülasyonun cin fikirlilerine gittiği bir kapitalist aşamaya geldiğimizi belirtir. Bu manipülasyon ve dolandırıcılıkların temelinde toplumsallaşmış üretim yatmaktadır, ancak insanoğlunun bu toplumsallaşmayı sağlayan akıl almaz başarısı spekülatörlere yaramaktadır. [Lenin, Imperialism, I]

Lenin, daha da ileri giderek, bu gelişmeleri yeni oluşmaya başlayan askerî-sınai komplekse bağlar:

“Mali sermaye tekeller çağını yarattı, tekeller de her yere tekelci prensipleri götürdü: serbest piyasadaki rekabetin yerini kârlı işlemler için ilişkilerin kullanılması aldı. Alınan borcun bir kısmının, borç verenin sattığı malların (özellikle savaş araçları veya gemiler vb.) alınmasında kullanılması şartının konmasına sık sık rastlanmaktadır. Geçen yirmi yılda (1890–1910) Fransa sık sık bu yönteme başvurmuştur.” (Lenin, Imperialism, IV]

Burada, emperyalist finans kapitalin devletin ve ekonominin tamamının üzerinde giderek artan diktatörlüğünden başka bir şey yoktur. Yukarıda, Marx’ın vurguladığı üzere, bu silah yalnızca işçilere değil, diğer tüm katmanlara karşı da doğrultulmaktadır: “Mülksüzleştirme, burada doğrudan üretenlerden küçük ve orta boy kapitalistlerin kendilerine doğru yayılır. Bu, kapitalist üretim tarzından ayrılma noktasıdır; bu üretimin amacı da bunun başarılmasıdır. Son tahlilde, bütün bireylerin üretim araçlarının sahipliğinden alıkonmasını hedefler.” Burada Marx’ın bu süreç boyunca vurguladığı şu gerçeği not etmek önemlidir: Kapitalizm, yalnızca iktisadî temellerini değil, tarihî-ahlakî meşrutiyetini de, yani risk ilkesini de terk etmektedir.

Kapitalist ideolojinin yapıtaşı, sermayenin işçilerin artı-değerine el koymasının üzerini örtmede en etkili ve göz boyayan bahane, hep risk kavramı olagelmiştir. Kapitalizmin rahip-bilimcileri, ekonomistler, piyasada girişimlerde bulunan kapitalistlerin -asil bir davranış gösterip tüketimlerinden kısarak elde ettikleri- kendi özel mülklerini riske attıklarını şakıyıp dururlar. Bu, gerçeğin küçük bir zerresine tekabül etmektedir. Kapitalizm adını verdiğimiz yapısal ilişkiler, sınıf dengesi hâli içindeyken, bireysel kapitalistler gerçekten de risk almak zorundaydı. Genellikle geleceğe dair çok az bilgi sahibiyken, belli bir ürün için bir tüketim piyasası var olacağını tahmin etmek zorundaydılar. O ürünü piyasaya sunmadan evvel, üretiminde gereken tüm elementler için kendi sermayelerini yatırmak zorundaydılar. Ve elbette, sonunda o ürünü piyasaya sunduklarında, beklenen talebin orada olmaması riskini almak zorundaydılar. Bir anlamda gerçekten de “kapitalist” titrlerini riske atıyorlardı; çünkü gerçekten yanlış hesap yaptılarsa, tekrar deneyecek sermayeden yoksun kalmaları, hatta daha da kötüsü, sıfırı tüketip hapse girmeleri olasıydı. Kapitalizm, bazı bireylerin (sonradan kapitalist olanlar) bu yolla güç elde etme fırsatına sahip oldukları bir konjonktürde ortaya çıktı; başka şartlarda değil. Sadece istemekle kendilerini aristokratlara dönüştüremezlerdi, eğer mümkün olsa onu yaparlardı. “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.” [Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i]

Belki de bu noktada, zihinleri ekran-hasarına uğramış sözde “sol”da görülen ciddi bir sapmaya işaret etmek faydalı olabilir. Bu sapma, “sosyalist” veya “komünist” gibi terimlere “kapitalist” terimiyle benzer anlam veya kullanım alanına sahipmiş muamelesi yapmak gibi bir kategorizasyon hatası ile ilgilidir. “Sosyalist” veya “komünist” terimleri, bir politik-ideolojik ittifaka ve yönelime işaret ederken, “kapitalist”, en azından ilke olarak ve Marx tarafından kullanılan biçimiyle, bir ilişkideki bir konumu, yani sermayeye sahip olan birini, servetini kapitalist faaliyetlerden elde eden birini tarif eder. Kişinin ideolojik yönelimiyle hiç alakası yoktur. Trajiktir ki, “kapitalizm” adını verdikleri bir şeye inanmaları ve desteklemeleri için gözleri boyanmış insanların sayısı, gerçek kapitalistlerden çok daha fazladır. Öte yandan, gerçek kapitalistler de, tamamı değilse de pek çoğu, ille de kapitalizme kişisel bir bağlılık hâlinde değillerdir, daha güvenli ve stabil sömürü biçimlerinin mümkün olduğu yerleri bizzat aramaktadırlar. Bir kapitalist olmak, nihayetinde, sınıflı toplumlarda hâkim sınıf baskısının uzun tarihinde, en güvensiz ve istikrarsız pozisyonu işgal etmek demektir.

Biliyoruz ki gerçek sermaye, tarih boyunca her zaman “risk”e karşı son derece alerjik olmuştur; her yer ve zamanda sermayeye, ranta veya doğrudan sömürüye doğru kaçmıştır. Ve genel kapitalist sistemin dinamikleri içinde de, finans mekanizmaları aracılığıyla, en baskın, güçlü kapitalistler, sürekli olarak diğer daha güçsüz kapitalistleri boyunduruk altına alma, yağmalama, köleleştirme, dolandırma, onlardan çalma yoluna sapmıştır. Bu nedenle Marx, yukarıdaki pasajında şunu vurgular:

Kapitalist üretim altındayken öyle veya böyle haklı diye gerekçelendirilen tüm bahaneler, tüm ölçü standartları burada kaybolur. Spekülasyon yapan tüccarın riske attığı toplumsal mülktür, kendininki değil. Sermayenin kaynağı olarak tasarrufu gösteren lafız da aynı derecede bayattır, çünkü talep edilen, başkalarının toptancı için tasarruf etmesidir. Kendi boğazından kısmaya dair cümle, toptancının lüks içindeki hayatı tarafından çürütülür, o lüks hayat da bir kredi biçimidir. Kapitalist üretimin az gelişmiş bir aşamasında az çok anlamı olan kavramlar, artık oldukça anlamsız hâle gelmiştir. Başarı da başarısızlık da burada aynı kapıya çıkar: sermayenin merkezîleşmesi ve dolayısıyla devasa boyutlarda sömürü.

Marx burada, muzaffer hâkim sınıfın geçen otuz yılda daha da göstere göstere ilân ettiği bir şeye işaret etmektedir: “too big too fail [batamayacak kadar büyük]”, tüm riskin toplumsallaşması, tüm kârın özelleştirilmesi. Finansal servetin, politik gücün ve bilginin az sayıda elde yoğunlaşması, “spekülasyon” kelimesinin hatalı şekilde “spekülatif” sınıf yerine kullanılmasını beraberinde getirir, ki bu sınıf, sadece manipülasyonun devasa ölçeği sayesinde, ekonomiyi biçimlendirmede etkin güçlerin en aktifidir. Kapitalizmin buharlaşması, yani yüksek burjuvazinin, tüm sosyal ürün ve üretim üzerinde doğrudan siyasi kontrole sahip bir kasta dönüşümü. Böylesi bir dönüşümün, ancak geniş bir komplolar ağı şeklinde görünebileceğini yeniden ve yeniden vurgulamak gerekir. Tıpkı Lenin’in tanımladığı üzere: “Tüm mevzilerde siyasi gericilik, emperyalizmin karakteristik özelliğidir: büyük ölçeklerde yolsuzluk, rüşvet ve her türden dolandırıcılık.”

Kapitalist emperyalizmin bazı şartlar altında temelde farklı bir üretim tarzı olarak görülebilecek başka bir şeye nasıl ve neden dönüşebileceğine dair Marx ve Lenin tarafından kurulmuş teorik temelleri kurduğumuza göre, şimdi tarihe dönüp gerçekten de böyle olayların yaşanıp yaşanmadığına dair kanıtlara göz atabiliriz. Ama önce, burada kastetmediğimiz “ultra-emperyalizm”in ne olduğunu açıklayalım.

3.1 Kaba “Çok-kutupluculuk” Modern Kautskyciliktir

Kapitalizmin nasıl ve neden, ultra-emperyalizm benzeri bir şeye dönüşebileceğini anlamak için, önce Lenin’in haklı olarak Kautsky’nin fikirlerini reddetmesinin nedenini kendi tarihi bağlamında kısaca açıklamalıyız. Lenin, Kautsky’de birbirinin tam simetriği görünümünde revizyonizmin iki türevini tespit eder. Bir yandan, emperyalizmin sermayenin esas olmayan, ama tercih edilen stratejisi olduğu fikri vardır. Bu, ille de kapitalizme karşı olmadan, emperyalizme karşı olup direnmenin mümkün olduğu anlamına gelir. Bu sapmanın ideolojik temeli, kendileri de emperyalist finansal sermaye tarafından sıkıştırılan ve müreffeh günlere dönmeyi arzulayan küçük burjuvazidir. Yukarıda değinildiği gibi Lenin, kapitalizmin finansallaşmayı, tekelleşmeyi ve emperyalizmi oluşturan koşulları kaçınılmaz olarak ürettiğini gösterir: Zamanı geri alma umudu saflıktır, âdeta dinî bir yakarıştır. Daha da beteri, işçilerin küçük burjuvazinin faydasız reformist liderlerine teslim olmalarına yol açar.

Diğer taraftan, Kautsky, ayrıca emperyalizmin “dünya çapında komünizm” yolunda bir adım olabileceği fikrini yayar. Bu iki sapma arasındaki devasa görünen çelişki, Kautsky’nin başını çektiği reformizmin tarihsel bağlamı anlaşıldığında açıklığa kavuşur. Bu tartışmanın sürdüğü dönemde, en şiddetli tartışma başlıklarından biri, bir çeşit Avrupa Birleşik Devletleri idi. Lenin, 1915 yılında Avrupa’da çeşitli devletlerde yaşanan monarşi karşıtı demokratik devrimlerin bir neticesinde bir geçiş aşaması olarak böyle bir konsepti savunmuştu. (Lenin, Bolşevik yoldaşlarıyla mülahazalar akabinde bu yöndeki sloganını Mart 1915’teki Bern Konferansı’nda geri çekti. Pozisyonunun tek taraflı olduğuna ve ekonomik faktörlerin parti yazınında tartışılması gerektiğine ikna oldu. Troçki, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu fikrin aşırı şovenist versiyonlarıyla haşır neşir olmaya devam etti.) Detaylarda kaybolmadan: Lenin’in burada Kautsky’de gördüğü en büyük tehlike, ultra-emperyalizmin kapitalist-emperyalist politikada bir iç (sosyal demokratik) reformun potansiyeli olarak ifade edilmesi fikriydi.

Bu tehdit şudur: Böyle bir yaklaşım, iç reformist mücadelelerin, programı -bu örnekte Avrupa Birleşik Devletleri- ilerici kılabileceğine inanan emekçi sınıfları pasifliğe, hatta hâkim sınıf programıyla işbirliğine itebilir. Her iki sapma da temelde, tekelci kapitalizm ile emperyalizm arasındaki bağı teorik açıdan kavrayamamanın ve emperyalizmin tekelcilerin yapabileceği birçok tercihten biri olduğunda ısrarcı olmanın ürünüdür. Bu makale bağlamında, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisinin temel hatasının, emperyalizmin politik bir tercih olduğu fikrini açıklamakta fayda var. Aksine, bu makalenin temel fikri, emperyalizmin, bütün kapitalist ilişkilerin temelde boyun eğdiği, politik tercih olarak da anlaşılabilecek, ama aslında emperyalizme mecbur olan bir çeşit bilinçli emir komuta zinciri olduğudur.

Bu revizyonizmin modern formu ultra-emperyalizm değildir, ki zaten Kautsky’ci mânâda kimse bunu savunmuyor, Kautsky’ci olmayan mânâda ise önemli gerçeklere tekabül ediyor. Gerçekten de bugün Kautsky’ci emperyalizm anlayışının en tehlikeli versiyonları 1) Liberal İnsan Hakları Emperyalizmi ve 2) Sözde İsyankâr Çokkutupluculuktur. İlki o kadar aşikârdır ki en kötü Marksistler bile buna kayıtsızdır ve buna kanan kimse, kurtarılmaya değmez. İkincisi ise daha belirsizdir ve Kautskyciliğin en tehlikeli görünümlerindendir; kısmen de kendisini özellikle karikatürize bir Kautskyciliğin karşısında konumlanıyormuş gibi göstermesi nedeniyle.

Çokkutupluculuk stratejisinin ne ifade ettiğine baktığımızda ise paralellikler ortadadır. Lenin’in Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisinde gördüğü esas tehlike, çalışan sınıfın pasifliğe itilmesi ve reformist burjuvazinin, kapitalist dünya sistemini daha hoş, daha katlanılır bir hâlde koruyacak ve böylece sosyalizm yolundaki son mücadele için gerekli şartları yaratacak, “iyi” bir parçasına sığınmalarıdır. Şimdi, bu durum, Xi, Putin, Duterte veya Lula’ya güvenenlerinkinden çok mu farklıdır? Bunların hepsi, aynı zehirli efsanenin ayırt etmesi güç tercihleridir: bazı iyi emperyalistler (çünkü hepsi emperyalist) küresel barbarlık koşullarını yumuşatıp kolaylaştırarak, sosyalizm şansını arttırabilir. Ve bu efsanenin sonuçları, Lenin’in açıkça öngörüp karşı çıktığıyla aynıdır: Siyasi pasiflik ve kandırılanların gücü kaçınılmaz olarak tükendiğinde kandırılma hissi, nihilizm, teslimiyet ve yenilgi. Bugünkü Kautskycilik budur.

3.2 II. Dünya Savaşı ve Devamında Emperyalizm

Modern emperyalist sistemi niteliksel olarak ayrı bir Üretim Tarzı olarak üreten tarihî koşulları anlamak için Lenin’in ultra-emperyalizm biçimini ne raddede kabul ettiğini ve sonunda neden reddettiğini kısaca incelememiz gerekir:

Hindistan, Çinhindi ve Çin’e bakalım. Nüfusu 600–700 milyonu bulan bu üç koloni ve yarı-koloni ülkenin, birkaç emperyalist gücün finans kapitalinin sömürüsü altında olduğu bilinmektedir: İngiltere, Fransa, Japonya, ABD vb. Bu ülkelerin elde ettiklerini, çıkarlarını ve etki alanlarını korumak ve büyütmek amacıyla birbirlerine karşı ittifaklar kurduğunu varsayalım: Bu ittifaklar, “emperyalizm-içi” veya “ultra-emperyalist” ittifaklar olacaklardır. Tüm emperyalist ülkelerin Asya’nın bu bölgesinin barış içinde paylaşılması için bir ittifak kurduğunu varsayalım; bu ittifak, uluslararası finans kapitalin birleşik ittifakı olacaktır. 20. yüzyılda bu tür ittifakların gerçek örnekleri mevcuttur -mesela bu güçlerin Çin’e karşı tutumları. Kapitalist sistemin korunması hâlinde -ki Kautsky’nin varsayımı tam olarak budur- böylesi ittifakların geçici olmaktan uzak olup olmayacağını, her biçimde sürtüşme, çatışma ve çarpışmayı elimine edip etmeyeceğini sorgulamaktayız.

Bu soruya “hayır” dışında bir cevabın verilebilmesinin mümkün olması için soruyu çok açık bir şekilde detaylandırmak gerekir. Çünkü kapitalizm altında farklı etki alanları, çıkarlar, kolonilerin birbirinden ayrışmasının mümkün olması, bu ayrımda yer alan tarafların genel ekonomik, finansal, askerî güçlerindeki farkların hesaba katılmasıyla mümkündür. Ve bu ayrışmada yer alanların güçleri eşit derecede değişmez; çünkü kapitalizm altında farklı sanayi dallarının, girişimlerin, hatta ülkelerin eşit ölçüde gelişmesi imkânsızdır. Yarım yüzyıl önce Almanya, kapitalist gücü zamanın İngiltere’si ile kıyaslanırsa biçare, önemsiz bir ülkeydi; Japonya da Rusya ile kıyasla aynı durumdaydı. 10 ya da 20 yıl içinde emperyalist güçlerin mukayeseli güçlerinin aynı kalabileceği söylenebilir mi? Bu, ihtimal dışıdır. Dolayısıyla, İngiliz vaizlerin veya Alman “Marksist” Kautsky’nin gerçekliğinde değil, kapitalist gerçeklikte, iç-emperyalist veya ultra-emperyalist ittifaklar ne şekil alırlarsa alsınlar (ister bir emperyalist koalisyonun diğerine karşı mücadelesi, ister tüm emperyalist güçleri kucaklayan genel bir ittifak) bunlar, savaşlar arasındaki geçici ateşkes dönemlerinden ibarettirler. Barışçıl ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşların sonucunda oluşurlar; biri diğerinin önkoşuludur, dünya siyaseti ve ekonomisindeki emperyalist ilişkiler temelinde barışçıl ve savaşçıl mücadeleler üretirler. Ancak çalışan sınıfı pasifize etmek ve onları burjuvanın tarafına geçmiş sosyal şovenistlerle kaynaştırmak için akıllı Kautsky, zincirin bir halkasını diğerinden kopartır, mevcut barışçı -ultra, hatta ultra ultra-emperyalist- ittifakı yarının savaşçı çatışmasından ayırır ve bu çatışma da, yarın öbür gün örneğin Türkiye’nin paylaşılması için varılacak bir başka “barışçıl” ittifaka zemin hazırlayacaktır. Kautsky, emperyalist barış ve savaş dönemleri arasındaki canlı bağlantıyı göstermektense, işçileri cansız liderlerle barıştırmak için cansız soyutlamalar sunar.

Lenin’in “ultra ultra-emperyalist” olduğunu kabul ettiği tek ittifakın, radikal, eşitlikçi ve antikolonyalist Boxer İsyanı’na karşı kurulmuş olan ittifak olması, ilginç ve kayda değerdir. Lenin’in argümanını “kapitalist sistemin korunması kaydıyla” sunması da not edilmelidir, bizim de tezimiz, kapitalizmin temel karakterinin anlamlı ölçüde değişmiş olduğu yönündedir. Son olarak, Lenin’in tezinin ana fikrini tartmalı ve geçerli olup olmadığını değerlendirmeliyiz.

Lenin, doğru bir biçimde, kapitalizmin dinamiklerinin büyük emperyalist güçler, daha doğrusu, onların baskın tekelleri arasında sürekli değişen bir güç dengesi üreteceğini söyler. Daha güçlü olan tekeller, etki alanlarının yeniden belirlenmesini talep edecek ve bunu savaşla dayatacaklardır. Bu nedenle hiçbir ultra-emperyalist ittifak, sonsuza dek süremez. Peki ama bu, kesin midir? Büyük devrimlere yol açmış iki büyük emperyalizm içi savaş sonrası, kalan kapitalistlerin farklıklarını bir kenara koymak için anlaşmış olmaları mümkün değil midir?

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya sistemine bakış, durumun böyle olduğunu gösteriyor, çünkü büyük emperyalist güçler, yarım yüzyıldan uzun süredir büyük bir emperyalizm içi çatışmadan kaçınmayı başardılar. Dolayısıyla soru ilgili taraflar arasında kalıcı bir barışın sağlanıp sağlanamaması değil, bunun nasıl ve hangi koşullarda sağlanabileceğidir. Aslında, önemli detaylar gizli kalsa da genel hatlar, önemleri tam olarak anlaşılmamış olsa da ortadadır ve birçoklarınca bilinmektedir. Bu sürecin detaylı analizi, bu makalenin kapsamı dışındadır, burada amacımız, birçok Marksistin göz ardı ettiği veya yeterince önemsemediği, ancak günümüzü anlamak için önemli bazı akışlara ışık tutmaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası sağ kalan kapitalist güçler, ABD’nin liderliği ve hükümranlığı altında, Japonya ve Batı Avrupa’nın sacayağı olduğu görece barışçıl bir blok kurdular. ABD ve onun bu koşullarda kurduğu bu düzenleme için uygun terim nedir? Ultra-emperyalist? Süper-emperyalist? Ön ekin ne olduğu çok önemli değil, ancak kapitalist blok üzerindeki benzeri görülmemiş hâkimiyet, apaçık bir gerçektir. Makroekonomik düzeyde bu düzen, Bretton-Woods Sistemi biçimini almıştır. İroniktir ki bu sistem, organize edenlerce gerçek bir Kautskyci ultra-emperyalist fantezi olarak görülmüştü; kapitalizmin çıkarlarını korumak için emperyalizmi ve finansallaşmayı dizginlemek amacıyla özel olarak dizayn edilmişti. Nihayetinde Keynes, finansallaşmanın, kendi kapitalist temelini oyma eğilimini fark etmişti; bu rantiyenin ölmesi için düşük faiz oranlarına ihtiyaç olduğuna dair tespiti görüşlerinde açık bir biçimde dile getirilmektedir. Bu dönemin uluslararası iktisadi-siyasi eğilimlerini uzun uzun anlatmaya gerek yok, [Samir] Amin çalışmalarında bunları belgelemiştir. Aşağıda işçi aristokrasisi tartışmamızda buraya tekrar döneceğiz.

Ayrıca burada ABD’nin küçük ortaklarını gitgide daha fazla hâkimiyeti altına almasının yöntemlerini de uzun uzun yazmaya gerek yok. Marshall Planı, NATO, SEATO, Üçlü Komisyon, Bilderberg toplantıları, Dünya Ekonomi Forumu (WEF), Dünya Sağlık Örgütü gibi gizli ya da açık organizasyonlar herkesin malumudur. Sosyal demokratlar bile artık bu yapıları dillendirebilmektedirler. 

Ancak öte yandna, bu sürecin önemli örtülü operasyonları, gördüklerinden daha büyük ilgiyi hak etmektedir: Japon askerî örgütünün ve Nazilerin faşist yapısının yeniden kurulması vb. Avrupa’yı ve özellikle işçi sınıfının isyan potansiyeli olan kesimlerini, daha büyük bir antikomünist/ultra-emperyalist programa tabi kılmak için Avrupa’nın faşist güçlerinin toparlanması Daniele Ganser tarafından belgelenmiştir (NATO’s Secret Armies -NATO’nun Gizli Orduları]. Ayrıca Alfred W. McCoy, The Politics of Heroin in Southeast Asia [“Güneydoğu Asya’da Eroin Siyaseti”] kitabında İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük suç örgütlerinin Amerikan istihbaratının doğrudan tekeli altında zorunlu olarak nasıl birleştiğini belgelemiştir.

Bugünkü jeopolitik düzenin kaçınılmaz mantıksal sonuçlarından biri, herhangi bir karaborsa piyasanın ve organize suçun, istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan ağlara entegre olmadan işlenmesinin imkânsız olduğudur; bu gerçek, genellikle uyuşturucu ticareti, silah ticareti özelinde kabul edilir, ama insan ticareti özelinde inkâr edilir. Aynı şekilde, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde doğanın korunması çabaları, hâkim sınıf için yeni bir kraliyet ormanı kurma çabasıdır, Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) gibi sözde hayırsever organizasyonlarca yürütülür (ne tesadüftür ki bu ülkelerdeki milisler de örtülü olarak bu şekilde fonlanırlar). AB’nin planlanan yakıt vergilerinden jetleri muaf tutma planlarının açık şekilde gösterdiği üzere, mevcut düzende kriminalizasyon, kısıtlamalar ve yaptırımlar, hâkim sınıf adına özel tekeller kurmanın bir yolu olarak işlemeye devam etmektedir, bunlar için kontrol ettikleri suç örgütleri ve örtülü istihbarat örgütleri (McCoy’un gösterdiği üzere, ikisi arasında gerçek bir ayrım yoktur) kullanılmaktadır.

Hâkim sınıfı giderek daha fazla bir “kast”a dönüştürmekte ve devrimci burjuvazinin miras bıraktığı tarihî liberal düzenin kastettiği mânâdan uzaklaştırmakta olan bu eğilim, kamusal ve kanuni düzenlemelerin boyut ve çeşitliliğinin artması eğilimi, en arsız biçimine geçtiğimiz iki buçuk yılda kapanmalarla ulaşmıştır. Anatole France’ın bir zamanlar dediği gibi, “Kanun, büyük eşitçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı zenginlere de fakirlere de yasaklar”. 

Korona kısıtlamaları, aynı şekilde, yalıları ve büyük evleri olanlarla tek odalı apartmanlarda yaşayanların evden çıkmalarını, maskeleri olmaksızın evlerinden dışarıda (o evlerin etrafında mülk sahiplerine ait ormanların ve tarlaların olup olmadığına bakmaksızın) sokakta temiz hava almalarını aynı derecede yasakladı. Birçok yerde emeklerini satmak, toplu taşımadan, sağlık hizmetlerinden yararlanmak fakirlere de zenginlere olduğu kadar yasaklandı -hele de aşısızlarsa. 

Özel jetlerle seyahat, büyük ölçüde sınır kısıtlamalarından etkilenmedi ve özel doktoru olanlar, kendilerini “aşılı” saydırabildiler. Yaşamak, çalışmak veya aileni görmek için aşılanma şartlarına rağmen, bir iş sahibi olmak için veya başka bir mülkiyet formu için herhangi bir aşılama şartı yoktu. Ve elbette birçok ekonomik kısıtlama dalgası boyunca, hemen her zaman tekeller açık kalabildiler, kobiler ve küçük işletmeler ise kapandılar; ölçek ekonomisi doğrudan ölçek tiranlığınca bastırıldı, az veya çok bağımsız sermaye doğrudan politik yolla bastırıldı.

Burada, bazı önemli istisnaları olsa da, mevcut düzenin genel olarak kurumsal Marksist geleneğin fazla ilgilenmediği bir parçasına dikkat çekmekte fayda var: Para arzı üzerinde kurulan tekelleşme ve merkez bankalarının, tekel güçlerinin konsolidasyonunu sağlamaktaki önemli rolleri. Bu dengesizlikte, Marx’ın Kapital’in ulusal borç ve kredi sistemiyle ilgili planladığı bölümleri tamamlayamadan ölmesi rol oynamış olabilir. Bir başka zor konu ise, “bankerlerin” veya yapay olarak izole edilmiş -aslında sağlıklı olan kapitalizme yapışmış bir parazit olduğu varsayılan- bir “finans kapital” eleştirisinin, faşist ve faşizan siyasetlerin geleneğinde olmasıdır.

Bu şartların, kimilerini kapitalist para politikası, kredi ve bankacılık uygulamalarını derinlemesine inceleme ve eleştirme konusunda gönülsüz kılması anlaşılabilir, ama kabul edilemez. Marksistler, sorunlu konuların onları enfekte edeceğini düşünerek onlardan uzaklaşmak yerine, bu konuları eleştirel muhakemeyle ele alacak entelektüel ve ahlakî olgunlukta olmalıdırlar. Bu eğilim, geçen iki yılda Batılı Marksist partilerin, yüzyılın şimdiye kadarki en kitlesel protestolarını devlet ve medya şirketleri söz konusu protestoları “sağcı” ilân etti diye göz ardı etmelerini, karalamalarını, hatta daha da kötüsü, o protestoları aktif olarak durdurmakta devlete yardım etmelerini sağlayan absürt pratiğin de bir parçasıdır. Söz konusu protestolara katılan gerçek kişilerle etkileşime girmekle -ve bu kişilerde mevcut olan, genel olarak sola sadakati ve eğilimleri keşfetmekle- uğraşmayan veya bundan korkan Marksistlerdeki skandal boyutlardaki bilimsellik eksikliği, hepimizin üzerinde kara bir lekedir, üstelik bu lekeli hâlimiz, yarın önümüzde duran politik görevlerin yerine getirilmesinde ayağımıza dolanacaktır.

Bu noktada, Lenin’in Emperyalizm’i üzerine en büyük kaynak olan J. A. Hobson’ın Emperyalizm (1902) çalışmasından bahsetmekte fayda var. Hobson, açık bir antisemitistti ve çalışmalarının çoğunda da bu görünüyordu. Ondaki antisemitizm, sisteme eleştiri yönelten küçük burjuva fikriyatın doğal bir çıktısıydı; bu fikriyat kapitalizmi, kaçınılmaz bir biçimde içine girdiği tekelleşmeci eğilimlerinden ayrıştırıyor, tekelci hâli kötücül bir Yahudi planı olarak suçluyordu. Asıl mesele, Lenin’in Hobson’ın çalışmasından, antisemitizmine zerre bulaşmadan ve ondan korkmadan, eleştirel gözle gerekeni ayrıştırmayı ve bilgiyi çıkarmayı başarmasıdır. (Lenin, burada onu takip edenlerin daha iyi bir analizin, gerçeğin ve doğruluğun çekiciliğine sahip olan ve devrimci pratikte kaçınılmaz olarak üstünlüğü görülecek olan Marksizmi geliştireceğini düşüneceklerine ve antisemitizme kapılmayacaklarına güvenmiştir.) Mevcut krizde hâkim sınıfın dezenformasyon mekanizmaları, sınıf bilincine ulaşmak üzere olan kitleleri yanlış yönlendirmek, şaşırtmak ve yavaşlatmak için, sayısız çeşitlilikte antisemitizmi yeniden üretmekte ve canlandırmaktadır.

Bu nedenle, elimizde mevcut materyal ile haşır neşir olurken, antisemitist sahte analizlerin bıkmadan kökünü kazıyan Lenin’i taklit etmeliyiz ve onun, emperyalizm ve finansallaşmaya dönük (Hobson’ın yaptığı türden) Marksist olmayan küçük burjuva eleştirileri düzeltirken ve yanılgılarının sebeplerini açıklarken, aynı zamanda onlardan öğrenme isteğine ve yeteneğine erişmeye çalışmalıyız. Gözlemlediği üzere:

“Finansal oligarşinin canavarca yönetimine dair canavarca gerçekler o kadar bariz ki, tüm kapitalist ülkelerde, Amerika’da Fransa’da ve Almanya’da, bu oligarşiyi eleştiren, burjuvazinin bakış açısından yazılmış koca bir literatür oluştu; yine de bu eleştiriler gerçeğe oldukça yakın bir resim çizmekte ve -doğal olarak küçük burjuvaziye yakışır- bir eleştiriyi gündeme getirmektedir. [Lenin, Emperyalizm, III]

Küçük burjuva eleştirilerinin sınırlarını akılda tutarak, küçük burjuvanın çalışan sınıflara kıyasla daha fazla kaynağa, boş zamana ve özgürlüğe erişimi olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca sınıf hâkimiyetinin gerçek işleyişine dair bazı hususları yönetimi, organizasyonu ve uygulanmaları konularına daha hâkim olmaları ihtimal dâhilindedir. Entelektüel emeğin bölünmüşlüğü, bizim ve onların ürettiği dünya sistemini algılama konusunda bilimde, finansta, gazetecilikte, hükümette rol alan, eleştirel veya yandaş, çeşitli uzmanların toplu üretimlerinden yola çıkmak dışında yol bırakmaz.

Bu nedenle Lenin’in motivasyonu ile, Marksist olmayan isyancılar (Catherine Austin Fitts, John Titus, Robert F. Kennedy Jr, Wall Street on Parade, Naked Capitalism veya sık sık iğrençleşen Vineyard Saker ve Zero Hedge yazarları) ile pozcular ve sahtekârları (Fabio Vighi, Off-Guardian, Amerika’yı Yeniden Büyük Ülke Yapalım-MAGA komünizmi) birbirinden ayırt etmeye özellikle dikkat ederek, küçük burjuvazinin hatta burjuvazinin isyankâr kısımlarınca üretilen materyale eleştirel gözle, ama ciddiyetle bakmamız gerekiyor. Her biri hakkında karar vermenin kolay olmayacağını söylemeye gerek yok (Giorgio Agamben veya Reiner Fuellmich’in neler çevirdiğini kim bilebilir). Marksist-Leninist emperyalizm analizi, finans ve tıp profesyonellerinden ve akademiden gelen gerçekten muhalif çıktıların gittikçe artacağını, burjuvazinin hâkim fraksiyonlarının birbirleriyle giderek daha fazla dalaştığını ve servet yoğunlaşmasının kaçınılmaz sonucu olarak, burjuvazinin en alt kısımlarının kovularak halka doğru fırlatılacağını kendinden emin bir biçimde dile getirebilmektedir.

Aşağıdaki bölümde, Michael Rowbotham ve Alfred Croizer gibi burjuva ve küçük burjuva mali politika eleştirmenlerinin yanı sıra, Catherine Austin Fitts ve John Titus gibi, “finansal darbe” diye adlandırdıkları 90’lar sonrası süreci eleştiren, daha anaakım ve radikal “muhafazakâr” veya “sağcı” eleştirmenlerden yararlanılacaktır. Zaman kısıtı nedeniyle ABD’ye yoğunlaşacağız; ancak önemli gelişmelerin öncülünün, ABD’nin kapitalist-emperyalist hegemon kavuğunu devraldığı önceki ultra-emperyalist güç İngiltere döneminde oluştuğunu da not etmek gerekiyor. Önemli dönüm noktalarına işaret etmekten fazlası, bu makalenin kapsamı dışındadır.

4. Nixon’ın Kumarı ve Öncülleri

ABD ekonomisinin neredeyse tümüyle kartelleşmesi 20. yüzyıla doğru tamamlanmıştı; bu anlamda ABD, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı’nı başlatarak, Lenin tarafından tanımlanan finansallaşma ve emperyalizm arasındaki bağlantıya örnek teşkil eder. Lenin’in gözlemlediği üzere, bu savaş, burjuva demokrasisinin son Mohikanlarını, antiemperyalist muhalefeti telaşa sokmuştur. Emperyalizmin kapitalist köklerine karşı çıkmaksızın böyle bir direniş doğal olarak başarısız olmuştur. Burada yine, Lenin’in daha o zamandan burjuva demokrasisinin özünde bitmiş olduğu varsayımını açıkça görürüz.

19. yüzyılın sonlarında finansal sermayenin, ekonomik krizlerin (en azından kısa ve orta vadede) isabetle tahmin edilebileceği ve banka kartellerinin çabaları ile kasten başlatılabileceği bir yoğunlaşma seviyesine ulaştığını düşünmemiz için ortada yeterince gerekçe mevcuttur. Burada “başlatmak” kelimesi kasten kullanılmıştır ve tıpta kullanıldığı anlam kastedilmektedir: Kapitalist sınıf, kapitalizmin kriz yaratma eğiliminden kurtulma kapasitesine asla sahip değildir (bunu gerçekten isteselerdi bile); ancak uzun süredir varolan baskın sermaye fraksiyonlarının krizleri sömürme kapasiteleri, uygun koşullarda krizleri hızlandırma veya başlamalarını provoke etme seviyesine erişmiştir. Alfred Owen Crozier, 1873, 1893 ve 1907 finansal paniklerinin Wall Street finansçıları tarafından, kolektif finansal ve/veya politik çıkarlarını arttırmak için suni şekilde yaratıldığını öne sürer.

En azından 1893 paniğinin, Kongre’yi Sherman Antitröst Yasası’nı geri çekmeye zorlamak için Ulusal Bankerler Birliği’nin (NBA) koordine ettiği ve kredilerin geri çağrıldığı bir kampanya ile provoke edildiği yönünde güçlü kanıtlar mevcuttur. 20. yüzyıla gelindiğinde bankalar, sadece yeni yasaları zorlamakla kalmayıp mevcut yasaları da görmezden gelebilmektedirler. 1911 tarihli bir OCC (Para Denetleme Bürosu) raporu, bankaların %60’ının rutin olarak ABD yasalarının en az bir yasasını deldiğini göstermektedir. Titus’ın gözlemlediği üzere: “Bu demektir ki, 1913’te ABD merkez bankasının (FED) kurulması gerçekte FED’in sahiplerinin merkezi New York’ta olan güçlü bir suç örgütünün, aşırı güçlü liderleri olarak kutsanmasıdır”. FED’in kurulması, kamuoyunun ruh hâlinin, hâkim sınıf konsolidasyonunu ilerletmek amacıyla yönlendirilmesine klasik bir örnektir: kitleler 1907 çöküşü, özellikşe JP Morgan Chase bankası nedeniyle bankalara çok öfkeliydi. Daha fazla denetim için yükselen kamuoyu tepkisi, aynı bankacılara federal krediler üzerinde doğrudan kontrol, içeriden bilgi ve ABD para arzını kontrol etme şansının bahşedilmesini gerekçelendirmek amacıyla kullanıldı. (Fitts, “The Black Budget of the United States” –“ABD’nin Kara Bütçesi”]

Feodalizmden kapitalizme geçişi hızlandırmada devletin oynadığı önemli rolü belirtirken Marx, “Şiddet, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. Şiddetin kendisi bir iktisadî güçtür,” diyordu. Yukarıda belirtildiği gibi, iki dünya savaşı ve aralarında yaşanan Büyük Buhran, Lenin tarafından tanımlanmış olan hâkim sınıfın tekelleşmesi eğilimlerine büyük bir güç vermiştir. Bu sürece burjuva demokrasisinin önemli yapıtaşlarının askıya alınmaları da dâhildir: Ekonomide artan devlet koordinasyonu, ki kapitalist bir sistemde devlet ve sermayenin daha da sıkı biçimde doğrudan entegrasyonu demektir, istihbarat ve polis hizmetlerinin güçlenmesi ve donatılmaları.

Yukarıda gördüğümüz üzere, “emperyalizm içi savaşlar” şeklinde vuku bulan kapitalizmin krizleri, sosyalist devrimin sermayeyi devirme ihtimalini, Sovyetler Birliği özelinde de gerçekliğini yaratmıştır. Tekrar tekrar söylemeliyiz: Hâkim sınıf pasif değildir. Çıkarlarını genişletmek için aktif olarak planlar yapmakta, organize ve koordine olmaktadırlar ve bunları hayata geçirmek için gereken zamana ve araçlara herkesten fazla sahiptirler. Başkalarının emeğini sömürdükleri için, tüm enerjilerini sömürü işine, yani baskın konumlarını koruma, savunma ve genişletme işine ayırma serbestîsine sahiptirler. Kapitalizmin çelişkileri keskinleştikçe, kapitalistlerin bu çelişkileri aşmak, çözmek veya yok etmek için daha fazla çabaladıklarını düşünmek durumundayız. Bunu yaparlarken, ille de kapitalizme duygusal bir bağlılık içinde oldukları fantezisine kapılmamalıyız. Seçimlerinin, maddi çıkarları ve korkuları tarafından dikte edildiğini düşünmeliyiz, “kendileri tarafından seçilmiş koşullar tarafından değil, geçmişten gelen ve devralınmış koşullar tarafından”. [Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i]

Fitts, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, ABD hükümetinin “kredi piyasasında hâkim konuma geçerek” ABD ekonomisi üzerinde hemen hemen tam kontrol sağlamayı başardığını belirtir. İşçi sınıfının Büyük Buhran’daki gerçek ve sistemi tehdit eden huzursuzluğuna hem yanıt olarak, hem de onu kullanmak için FDR [Roosevelt] 1934 yılında Kur Dengeleme Fonu’nu (ESF) ve Sosyal Güvenlik sistemini kurmuştur. ESF, kamu kredilerinden beslenen ve sadece devlet başkanı ile hazine bakanına bağlı örtülü bir fondur. Günümüzde alışkanlığımız olduğu için önemini gözden kaçırabildiğimizden, önemini vurgulamakta fayda var: Sosyal refah devletinin kurulması, kapitalist ilişkilerde çarpıcı bir değişimi ifade ediyordu. Bu dönemde riskin dağıtılmasında tektonik hareketlenmeler yaşanmıştır; bu hareketlenmelerin bir kısmı emeğin, bir kısmı da sermayenin farklı fraksiyonlarının yararına olmuştur. Klein’ın belirttiği üzere, örneğin yemek kuponları, esasında tüketim malları üreticilerini riske karşı sigorta etmek demektir. Sistemin bütünü açısından bakıldığında, artık değerin bu kamu politikalarıyla nasıl dağıtılacağına dair doğrudan bir müdahale olarak görülmelidir.

İskân ve Kentsel Kalkınma Bakanlığı’nın (HUD) öncülü de yine 1934’te kurulmuştur (Federal Konut İdaresi HUD), onu Kongre tarafından kurulan mortgage firmaları Fannie Mae ve Freddie Mac izlemiştir. Fitts’in belirttiği üzere, “Merkez Bankası’nın (kartelin diğer adıdır) paranın fiyatını belirlemesi için ESF, HUD ve mortgage şirketleri, nakit akışlarını ve talebi düzenlemekte etkili güçler olmuşlardır.” İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş, hem ABD Ordusu’na barış döneminde dahi savaş dönemi bütçesi ve gücü hediye etmiş, hem de 1949’da geçen yasa ile kamu fonlarının harcanmasına ilişkin düzenleme, CIA’in kanunlara takılmadan istediği kadar para harcamasına olanak veren bir bütçe mekanizmasına kavuşmasını sağlamıştır. Bu iki kaldıraç, birlikte, ABD hükümetini yönetenlerin (hâkim sınıfın öncüleri) ABD ekonomisinin üzerinde doğrudan ama gizli (örtülü planlanan ve uygulanan) bir kontrole sahip olmalarını sağlamıştır.

Böyle bir konumlanmanın küresel ekonomi üzerinde zaten sağlamış olduğu temel kontrol gücü, Bretton Woods sisteminin iptaliyle radikal biçimde genişledi. Yukarıda belirtildiği gibi, Bretton Woods sistemi, ABD hegemonyası altında, kapitalizmin üretkenliğini arttırmak için finansal baskı yaratan, emperyalizm içi bir taviz olarak görülmelidir. Sistem, önemli ölçüde güçlü devletlerin dominasyonuna taş koymuştur ve tam olarak Lenin’in öngördüğü şekilde, böyle bir emperyalizm içi barışın sürmesi mümkün değildir ve sürememiştir. Ancak açıktan emperyalist bir savaştansa, Nixon yönetimindeki Amerikan hâkim sınıfının öncüleri, daha radikal bir yönteme sarılmışlardır: kapitalist bloğun kalanı üzerinde mutlak finansal diktatörlük.

Belki de Lenin’in öngöremediği, bu kumarın etkililiğidir: Nixon, başarılı olmuştur. Tam başarılı olmasını sağlayan da, dolar-diktatörlüğü ile SSCB, Çin, Vietnam ve antikolonyalist dalga biçimindeki devrimci komünizm arasında seçim yapmak zorunda kalan Avrupa, Japonya ve dünyanın diğer ülkelerindeki komprador elitlerin, dolar diktatörlüğünü seçmekten başka çarelerinin olmayışıdır. Nixon’ın kumarı, küresel kapitalizme (ve genel olarak sınıflı toplumlara) doğrudan bir tehdide, Amerikan emperyalizmine karşı kahramanca direniş gösteren Vietnamlı kitlelere bir cevap olarak tasarlanmıştır.

Peter Gowan’ın The Global Gamble [“Küresel Kumar”] kitabında detaylı anlatılan bu kumar sürecinde, kapitalist hâkim sınıfın Amerikalı öncülerinin bir krize (hatta birçok krize, Japonya ve Avrupa’dan gelen ekonomik tehdit, doların değer kaybetme riski, Vietnam Savaşı) yanıt olarak daha fazla gücü ve kontrolü konsolide ettiklerini ve sistemi daha fazla değiştirdiklerini görürüz. Özellikle, Gowan’ın “Wall Street Dolar Rejimi” adını verdiği yapıyı kurmayı başarması, Amerikan hâkim sınıfını, kendi uzlaşmaz çelişkileriyle malul, çok daha dengesiz bir sistemin tepesinde riskli bir konuma taşımıştır. Bu çelişkilerin arasında en önemlisi, işçi aristokrasisiyle kurdukları ilişkidir, bu ilişkinin analizi, günümüzün karmaşıklığını anlamaya bizi fazlasıyla yaklaştıracaktır.

5. İşçi Aristokrasisinin Üstlendiği Roller

Makalesi “Imperialismus und die Spaltung der kommunistischen Bewegung”da [“Emperyalizm ve Komünist Hareket İçindeki Bölünme”], yoldaş Yana, emperyal işçi aristokrasisi sorununu analizine ciddiyetle katarak, tartışmanın seviyesini yükseltti. O noktaya kadar bu konu çarpıcı biçimde tartışılmaktan uzaktı; oysa Lenin’in işçi aristokrasinin rolünü açıklayışı, Emperyalizm broşüründen çıkan en etkili ve önemli katkılarındandır. “İşçi sınıfının birliği” adına emperyalizmin önemini inkâr edenlerle, aynı gerekçelerle cinsiyet farklarını inkâr edenleri karşılaştırması, özellikle ferasetlidir. Yana, işçi aristokrasisi üyelerinin sömürülme oranı ile, emperyalizmin çevre ülkeleri sömürüsünden ne kadar pay aldıklarının niceliksel olarak karşılaştırıldığı bir çalışmadan haberdar olmadığını da not eder.

Aslında bu çalışma, Zak Cope tarafından Divided World, Divided Class [“Bölünmüş Dünya, Bölünmüş Sınıf” -2012] ve The Wealth of (Some) Nations [“(Bazı) Ulusların Zenginliği”, -2019] kitaplarında derinlemesine ve titizlikle yapılmıştır. Bu makalenin yazarının bildiği kadarıyla, bu çalışmalar, işçi aristokrasisiyle ilgili en güncel ve kapsamlı incelemelerdir ve kusurları olsa da devasa önemdedirler. Cope’un bulguları, iktisadî anlamda, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri emperyalizmin merkez ülkelerindeki işçi aristokrasisinin çoğunluğunun sıfıra yakınsayan bir sömürü oranının keyfini sürdüklerini, hatta bazı bağlamlarda sömürünün negatife döndüğünü, batılı çalışan sınıfların bazı kısımlarının belli noktalarda emperyalizmden kazandıklarının, kendi emeklerinin sömürülmesiyle kaybettiklerinden daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. İşçi aristokrasisinin geniş kesimleri, tasarrufları, emeklilik fonları, sendikaları, gayrimenkulleri ve biraz da üzerinde hak sahibi oldukları ulusal varlıklar formunda cüzi miktarda sermayeye sahiptir. Cope’un kitapları, genellikle Troçkistlikle ilişkilendirilen işçi aristokrasisinin inkârı konusunda önemli düzeltmeler yapar.

20. yüzyılda alaycılıkla, politik üstünlük için işçi aristokrasisinin önemini inkâr edenler, bizi siyasi açıklık ve aydınlanmanın önemli imkânlarından mahrum bırakırlar. Bu kavram olmaksızın, emperyal merkezlerdeki nüfusta yaygın şovenizm ve milliyetçiliği açıklayamayız. Geçen yüzyılda bu bölgelerde komünizmin başarısızlıklarını açıklayamayız. Ve aslında Reel Sosyalizmin çöküşüne dair önemli olguları da açıklayamayız. Kapitalist-emperyalist bloğun sosyalizmin altını oymayı başarmasının başat etkenlerinden en önemlisi, sosyalist dünyadaki geniş nüfus kitlelerini, emperyalist merkezde yaşanan hayatın emperyalizm sayesinde değil de kapitalizm sayesinde oluştuğuna ve sosyalist dünyadaki yaşam standardının da sosyalizmin sonucu olduğuna ikna etmeleriydi. Bu karartma, sosyalist sistemlerin meşruluğunun altını oymuş ve karşıdevrimci fikirleri cesaretlendirmiştir.

Bunlar bir yana, Cope’un ekonomizmci ve üçüncü dünyacı çıkarımlarını, özellikle Batılı çalışan sınıfların kendi çıkarlarını ücretlerdeki azalmaya yönelik direnişler türünden adımlarla koruma çabalarının desteklenmeye değer olmadığını söyleyen, hatta küresel refahın adil dağılımı için Batılı çalışan sınıfların ücretlerinin azalması gerektiğini iddia eden tespitlerini eleştirmeliyiz. Yoldaş Jan Müller, bu tür siyasi çizgilerin neoliberal politikalara ultra-sol bir örtü örtmek için silah olarak kullanıldığını teşhis ediyor. 

Emperyalist sistemin korunması, çok pahalı bir iştir; yüksek ücretli çalışanların ve sosyal demokrat uzmanların bizzat ödedikleri ve yer yer kişisel olarak yürüttükleri askerî operasyonlar, propaganda, siyasi baskı, rüşvet işleri vs. gibi doğrudan harcamaların yanı sıra, genellikle üretici kapasiteyi yok ederek (sabit ve değişken sermaye) el konulabilecek varlıkları azalttığı için ve ayrıca fırsat maliyeti bakımından pahalıdır; zira emperyalizm, Marx’ın kapitalizm için belirttiği gibi, insanın üreticiliği önünde bir köstektir. 

Samir Amin ve başkalarının detaylıca belgelediği üzere, emperyalist praksisin büyük kısmı, çevre ülkelerin merkezî birikim için sermayeyi üretici biçimde kullanma amaçlı sinir bozucu çabalarını içerir. İşçi aristokrasisi için, ayrıcalıklı konumlarının zirvesindeyken dahi, emperyalist sistem çok büyük yabancılaşma ve öfke, siyasi baskı, boyunduruk ve ahlakî tatminsizlik kaynağıdır. İşçi aristokrasisi, maddi ve manevi açıdan, sosyalizm altında yaşayacağından daha kötü hayatlar yaşar. Her halükârda, bizim konumuzla ilgili işçi aristokrasisi için söylenebilecek en önemli şey şudur: işçi aristokrasisi, doğrudan saldırı altındadır.

Lenin, işçi aristokrasisine içkin önemli diyalektik gerilimleri şu şekilde tanımlamıştır:

“Bir tarafta, burjuvazi ve oportünistlerin bir avuç zengin ve ayrıcalıklı ulusu, dünyanın geri kalanının bedenindeki parazitler olarak sonsuza dek yerleştirme; zencilerin, yerlilerin vb. sömürülmesine yaslanma, onları modern militarizmin mükemmel silahları ile boyunduruk altına alma eğilimi mevcuttur. Diğer tarafta, benzeri görülmemiş şekilde baskılanan ve emperyalist savaşların tüm yükünü sırtlanan kitlelerin bu boyunduruktan kurtulma ve burjuvaziyi devirme eğilimi mevcuttur.” [Lenin, Emperyalizm]

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası sermayenin, devrimci komünizme karşı mücadelesinde işçi aristokrasisi yeni bir önem kazandı: Hâkim sınıfın konumu kırılgandı, sermaye savunmadaydı ve yerel işçi sınıfını uysal tutmak ve kapitalist refah propagandasını cilâlamak için büyük tavizler verilmesi zorunluydu. Bu düzenlemenin bariz çelişkileri mevcuttu: Başka herhangi bir sınıfın güçlendirilmesi, hâkim sınıfın çıkarlarına aykırıdır. Bağımsız fonlara ve boş zamana sahip herhangi bir sınıf, kendi çıkarlarını savunmak için halk organizasyonları, siyasi partiler vb. aracılığıyla organize ve koordine olmayı daha kolay başarır. Bu nedenle hâkim sınıfın bizi yoksullaştırıp yoksul tutmasında çıkarı vardır: Vakit ve nakitle çıkarlarımızı savunabilir ve genişletebiliriz. Tam da bu nedenle Marx, tarihin sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu vurgular. Kitleler ve hâkim sınıf arasındaki savaş, sıfır toplamlı oyundur. Daha kısa bir iş günü, sadece eğlence için değil, planlama, organizasyon ve isyan için de daha fazla zaman demektir, çalışan sınıflar için daha iyi beslenme ve daha iyi eğitim, kendi çıkarlarımızı genişletmemiz için daha çok enerji ve kapasite demektir. Tony Benn’in dediği gibi, “Eğitimli, sağlıklı ve özgüvenli bir ulusu yönetmek daha zordur.” Bu nedenle hâkim sınıf, daha geniş bir işçi aristokrasisinin kurulmasını, mutlak zorunluluk devam ettiği sürece tolere etmiştir ve bu zorunluluk ortadan kalkar kalkmaz, onun parçalanması işine koyulmuştur.

Her zamanki gibi burada da çelişkiler mevcuttur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, batıda işçi aristokrasileri, sermaye için tali, ama çok önemli bir fonksiyon daha kazanmışlardır: nihai tüketici olmak. Sermaye kârının realize edilmesi, merkezî olarak, mali ve finansal sistem için de çok önem arz eder hâle gelmiştir: vergi tabanı, konut, emeklilik fonları ve mortgage alıcı satıcıları olarak. Nixon tarafından hayata geçirilen Wall Street Dolar Rejimi, hâkim sınıfın öncülerini ve bütün küresel kapitalist ekonomiyi, sürdürülebilmesi için refah sahibi bir işçi aristokrasisini zorunlu kılan bir para arzına bağımlı kılmıştır. Örneğin Amerikalılar hem bankaların para yaratmasını sağlayan kişisel borçlarını yüzdürüp, hem de vergileri aracılığıyla ulusal borcun faizini ödeyecek kadar zengin olmasalardı, bütün sistem sürdürülemez olurdu.

Bu aristokrasi ne kadar genişlerse, sömürülen sınıfların daha da genişlemesi ve üretken hâle gelmesi gerekir ve sonucunda her zaman problemli olan alt sınıf daha da büyür. Ancak hâkim sınıf, sonsuza dek genişleyen refah sahibi bir işçi aristokrasisini sürdüremez. Gerçekten de bu düzenlemede var olan çelişkiler, neoliberal programla apaçık kanıtlanmıştır; bu programla küresel işçi sınıfı, Batılı işçi aristokrasileri de dâhil olmak üzere, çok katmanlı bir saldırıya uğramıştır. Eğer daha öncesinde değilse de, büyük ihtimalle bu bağlamda, hâkim sınıfın öncüleri Fitts’in “finansal darbe” adını verdiği yönteme direksiyon kırmışlardır. Bir noktada, Nixon kumarı başladığında, neye ihtiyaç duyduklarını (ve şimdi neyi tahayyül edip uygulayabileceklerini) biliyor olmalıydılar: Nüfusun kontrolü için daha doğrudan yöntemler. 

ABD, 1971 yazında altın konvertibilitesine son verdiğinde, Roma Kulübü bilgisayar simülasyonu üzerinden hazırladığı, “kaynak tüketimi alanında önemli değişiklikler yapılmadığı takdirde, nüfusun ve endüstriyel kapasitenin azalacağı” sonucuna ulaşan Büyümenin Sınırları isimli raporun, hem Moskova’da hem de Rio De Janeiro’da takdim edildiğini bu noktada not etmek gerekmektedir. Aynı yaz, küresel komünizm için bir başka trajedi ile sona ermiştir: Lin Biao olayı.

Bu üç nokta, günümüzde hâkim sınıfın yönelimini ve önlerindeki fırsat ve riskleri kavramamıza yardımcı olur. Hâkim sınıf önemli bir hamle yaptığında, her zaman olduğu gibi “neden” diye sorulursa, cevap hem “çünkü yapabilirler” hem de “çünkü yapmak zorundalar”dır. Kapitalistlerin -Kissinger ve Nixon ve Marcos aracılığıyla alınan altınların sayesinde- elde ettikleri zafer, ilk dalga küresel komünist devrimin sonunun başlangıcı olarak görülmelidir. Devrimci kitlelerin ezilmesi ve Batı’nın desteklediği Dengci kliğin boyunduruk altına alınması, Batılı Hâkim Sınıflarca kesinlikle böyle yorumlanmıştı ve bunun neoliberal saldırıyı başlatmaları için gerekli özgüvene kavuşmalarında payı vardı. Ayrıca emperyal merkezlerdeki işçi aristokrasisine karşı siyasi mücadelelerinde gerekli sanayisizleştirmeyi sağlamak için, onlara ikame sermaye yatırım alanı olarak Güneydoğu Asya’nın kullanılması fırsatını sundu.

Klein’ın vurguladığı üzere, Çin’deki karşıdevrim, hâkim sınıfa radikal biçimde konsolide edilmiş bir kontrol mekanizmasıyla birlikte, politik gücün oluşumu ve dağıtımı için entegrasyonu sağlam, geniş, derin, sosyal olarak canlı bir network’ü tecrübe etme imkânı sundu. Fonksiyonu yüksek komünist sosyal yapılanma, bazı modifikasyonlarla ve yeteri kadar devlet şiddeti ve manipülasyonu eklenirse, hâkim sınıfın kendi amaçları için emperyalist-kapitalist devletlerdeki modelden daha işe yarar olabilir gibi görünüyordu.

Bu noktada bazı yoldaşlarımızın aklına yatan şu saçmalığı not etmemiz gerekiyor: Bu saçmalık, Çin komünizmini ezen, Çinli kitleleri köleleştiren ve kolektif servetlerini, asla geri alamayacakları krediler formunda Amerikalı efendilerine gümüş tabakta sunan kliğin, Batı’daki hâkim sınıfa düşman olduğudur. Aynısı, Vladimir Putin ve çevresindeki klik için de tahayyül edilmektedir; Sovyetler Birliği’nin canice yağmalanması sürecini denetleme görevini üstlenen Putin, bizzat Yeltsin tarafından seçilmiştir. Kendisi, 1998 Ekonomik Krizi’nden sonra (ki bu kriz de Wall Street Dolar Rejimi’nin yol açtığı türbülansların sonuçlarındandır) Rus nüfusu üzerindeki kontrolün konsolide edilmesi için Clinton ile çalışmıştır. 

Bu kriz, sermayenin gözü dönmüşlüğünün, SSCB’den kalan devleti sürdürülebilir şekilde sömürülemeyecek kadar güçsüz bıraktığını göstermiştir. Putin’in bu durumu düzeltmek için görevlendirildiği açıktır. Putin veya Şi’nin malum siyasi geçmişlerine, politikalarına, mal varlıklarına ve siyasi güçlerinin maddi zeminlerine rağmen, onları başa geçiren hâkim sınıfla düşmanlık içinde oldukları fantezisi absürttür; bu fantezi, kendi emperyalist çıkarları peşinde oldukları veya Batı ile bir çeşit -gönülsüz de olsa- antiemperyalist mücadele içinde oldukları şeklinde tezahür edebilmektedir. İnsanlığa yöneltilmiş, koronavirüs masalı kılığındaki iki yıl süren hâkim sınıf saldırısı boyunca zorladıkları katı kapanma uygulamaları, bu konuda hiç şüphe bırakmamaktadır.

Daha şaşırtıcı olan, emperyal merkezdeki kitlelerin, sahip oldukları tüm işçi aristokrasisi ayrıcalıklarıyla, onlara öncülük etmeyi teklif edecek komünistlerden daha gelişmiş olmalarıdır. Bu öncelikle “komplo teorileri” formunda görünür ki bu komplo teorileri, en kaba hâllerinde bile, eğer organik tepkilerse, kitlelerin kendilerinin soyulduğuna ve mülksüzleştirildiklerine ve hâkim sınıfın bu işteki sorumluluğuna dair içgüdülerini ifade ederler. Dünyadaki çalışan sınıfın büyük çoğunluğu, komplo teorileri karşısında asla dehşete kapılmaz veya şoke olmaz, genellikle onları dikkate alır, kanıtları inceler ve gerekirse reddeder. Sınıf bilinci olanlar, hâkim sınıfın insanları köleleştirmek için genellikle gizli ve kriminal komplolar kurduğunu kafadan reddetmezler; gündelik yaşamları, kendi çıkarlarına karşı bitmez tükenmez bir hâkim sınıf komplosunun sürekli hatırlatıcısıdır.

Gerçekten de dünyada komplo teorileri karşısında çığlık çığlığa dehşete kapılan tek sınıf, emperyalist ülkelerdeki küçük burjuvazidir, onlar, yaşamlarını neredeyse sadece burjuvaziye yaltaklanarak geçirmektedirler. Bu sınıfın üyelerinin Marksist örgütleri dışarıdan etkileme çabalarının, örgütler içerisindeki nüfuzlarının arttığı açıktır. Genellikle bilinçsizce empoze ettikleri ideolojik sapmalar, komünist hareket için saf zehir olmuştur. Halk bizi yadırgar diye komplo teorilerini reddetmemizi veya göz ardı etmemizi bu sınıf istemektedir. Bunu talep ederken, eğitildikleri üzere davranırlar ve gerçek somut bir halka değil, gösterinin varsaydığı yapay, imal edilmiş bir halk ilüzyonuna atıfta bulunurlar. Gerçek kitleler nezdinde ise komplo teorileri tabu değildir. 

Almanların %90’ı, 11 Eylül’le ilgili ABD’nin tüm gerçeği söylediğine inanmamaktadır. %40’ı, gizli bir dünya hükümeti oluğuna ve bu hükümetin suçlu olduğunu düşünmektedir. Telefon anketleri, Amerikalıların Bush-Cheney rejiminin 11 Eylül saldırılarıyla ilgili söylediklerine inanmadıklarını sık sık ortaya koymaktadır. Telefon anketlerinin görece yaşlı ve zengin Amerikalılara yönelik olduğu akılda tutulmalıdır, bu kitle, hükümete inanmaya ve televizyon haberlerini tüketmeye daha yatkındır. Bir 2007 anketi (yönetenlerin meşruiyetini toparlamak için Barack Obama’nın göreve getirilmesinden hemen önce), ankete katılanların yarısından fazlasının, Kongre’nin Bush ve Cheney’yi 11 Eylül saldırılarıyla ilgili görevden alması gerektiğini düşündüğünü, %67’sinin ise Komisyon’un 7 numaralı binanın çöküşünü araştırması gerektiğini düşündüğünü ortaya koymuştur. New York Times ve CBS tarafından devamında yapılan anketler (ki bu kurumlar hiç de düzen karşıtı değillerdir) Nisan 2004’te %16 gibi çok çok küçük bir azınlığın, Bush rejiminin saldırıları önceden bildiğine inanmadığını göstermiştir. 2007’de yapılan bir diğer anket, Amerikalıların %60’tan fazlasının, federal hükümetten birilerinin saldırıları önceden bildiğini ve gerçeklemelerine izin vermeyi seçtiğini düşündüklerini ortaya koymuştur.

Hâkim sınıfın gerçek bir üyesi olan (şimdilerdeyse muhalif) Catherine Austin Fitts şunları söylüyor:

“Ben, bir komplo piyadesiyim; biliyorsunuz, hayatım boyunca komplolar üretmek için yetiştirildim. Hayatım boyunca binlerce komplonun parçası oldum. Güçlü insanların geleceklerini kurmak için komploları kullandıkları bir çevrede büyüdüm. Geleceği aşama aşama, proje proje inşa edersin ve bu, her zaman yatırıma, kaynağa veya paraya ihtiyaç duyar ve elbette bunu bir komplo olarak icra etmek zorundasındır, çünkü çeneni kapatmazsan, insanlar seni durdururlar. İlle de yasadışı şeylerden bahsetmiyorum, komplonun bu insanların geleceği inşa etmek için kullandıkları bir araç olduğunu söylüyorum. Eğer komplo teorilerine çamur atarsan, dünyanın işleyişini anlamakta çaresiz, güçsüz ve habersiz kalırsın. O yüzden buna bir son verin, çünkü bizim de başarılı komplolar kurma ve yürütme işine başlamamız gerekiyor, çünkü kazanan hep onlar oluyor.”

En yukardakiler komplolar kurduklarını bilirler, en aşağıdakiler de kendilerine karşı komplolar kurulduğunu bilirler. Yukardakilere yaltaklanmak için kendilerini bunu bilmediklerine inandıran küresel azınlığı boşverip işimize bakmalıyız.

6. Finans Darbesi

Bu bölüm, makaleyi Berlin’deki Komünist Kongre’ye yetiştirebilmem için maalesef ki oldukça kısa olacak.

Yukarıda belirtildiği gibi, Catherine Austin Fitts, ilk Bush rejiminin alengirli işlerini ifşa eden ve on yıl süren Adalet Bakanlığı davasında aklandıktan sonra “Finans Darbesi” adını verdiği kavramı açıklamakla uğraşıyor. Özetle, en geç 90’ların sonunda, ABD’den vazgeçmek üzere temel bir karar alındığını öne sürüyor. Nihayetinde, komünist dünyanın başarıyla fethedilmesinden sonra, hâkim sınıfın Soğuk Savaş’ın elverişsiz şartlarında mecbur kaldığı refah devleti taahhütlerini yerine getirmek için herhangi bir niyeti olduğunu düşünmek pek akıl kârı olmaz. Bu kısmen, Fitts’in “büyük zehirleme” dediği, belli başlı düzenlemelerin kaldırılması programıyla hayata geçirildi; tüketiciler ömrü kısaltan, zehirli ürünlere boğuldular (aşılar dâhil).

Daha önemlisi, bu karar, kamuya karşı sorumlulukları olan Hazine’nin iflası ve baskı ile yağma dışındaki devlet fonksiyonlarının bozulması veya kesilmesi demekti. Bu program, Reaganizmin özü, kamu hayatının her köşesinde uygulandı; ancak Fitts, dikkatini Wall Street ve Amerikan devletinin dolandırılmasına, açıklanmamış kaynaklara yapılan devasa servet transferine veriyor. Fitts’in analizi, elbette kendi sınıfsal konumuyla, mesleğiyle ve politik bağımlılıklarıyla malul. Yine de komünist hareketin hakkını veremediği birçok konuya ışık tuttuğu için, burada kendisinden alıntılar yapmaya değer buluyorum (bir röportajından alıntılayarak). Röportaj, sözde pandemi kaynaklı ekonomik krizin, 2019 yazında, virüs duyurusundan önce repo piyasalarında görünür hâlde olduğu gerçeğiyle başlıyor:

“G7 merkez bankaları bir araya geldiler, genellikle G7 merkez bankaları, her yıl bir FED üyesi bankada toplanırlar ve burada politikaları tartışır ve geliştirirler. Ağustos 2019’da Jackson Hole’da yapılan toplantıda merkez bankaları toplandı ve 'Going Direct Reset' ['Doğrudan Resetleme'] adını verdikleri planı oyladılar. Dünya Ekonomi Forumu (WEF), biliyorsunuz, Davos Zirvesi, bence Reset’in pazarlama koludur. Gerçek plan, merkez bankalarınca yürütülür. Ve bu plan, dünyanın yönetim sisteminin ve finansal sistemin yeniden mühendisliğidir. Bence ‘90’larda başladı. Ben, buna ‘Finans Darbesi’ diyorum, şimdi hızla, daha agresif olan başka bir darbeye evriliyor. 1998’de başlayan Finans Darbesi’nin insanların çoğuna görünmez olması amaçlanmıştı, bu nedenle borç balonuyla ekonomiyi şişirdik, herkes iyi bir dönem yaşandığını düşündü ve sahne arkasında kontrol mekanizmalarında yapılan mühendislik çalışmasını fark etmedi. Bu planı oyladılar ve planın birkaç parçası var. Biri, devasa ölçekte para ve borç senedi basılması ve bu paraların tekel tahtasında yer alan her şeyi satın alacak insider’lara aktarılması ve dışardakilerin, şirketler, küçük işletmeler, nakit akışlarının yok edilmesinin talep edilmesi. […]

Diyelim ki bir tarafta büyük bir halka açık şirket, diğer tarafta yüzlerce küçük işletme var; yüz küçük işletmeyi ‘asli önemde değil’ ilân ediyorsunuz ve tüm müşteriler büyük halka açık şirkete yöneliyorlar, bu da şirketin kârını ve borsayı yükseltiyor. Yani tüm serveti, George Bush’un deyimiyle ‘daha az sayıda ve daha doğru ellerde’ toplanmaya doğru konsolide eden bir oyun çeviriyorsunuz. Amerika’daki milyonlarca küçük işletmeyi batırırken, insanları öyle bir şaşırtmalısınız ki ne olduğunu anlayamasınlar. Dolayısıyla onlara ortalıkta bir veba dolaştığını, hastalık olduğunu, hepsinin öleceğini ve insanlara yardım etmek zorunda olduklarını söylüyorsun. Bu, aslında bir ekonomik savaş ve onları ne kadar korkutup aptallaştırırsan ve kafası kesik tavuklar gibi dolanmalarını sağlarsan, ne olduğunu anlamalarını geciktirirsen, istediğini yapman daha hızlı, kolay ve ucuz olur.

Sunucu: Nihayetinde amaç ne, neyi başarmaya çalışıyorlar?

CAF: Başarmak istedikleri, bireylerin kaynakları kullanımının çok küçüldüğü bir toplum. En üsttekiler, rakamı nerde kestiğinize bağlı ama %1 diyelim, 145 yaşına kadar yaşayacaklar, çünkü biyoteknoloji bunu mümkün kılıyor ve o dilimde olmayanlar, çok daha az siyasi güce sahip olacaklar: çok daha az kaynağa sahip bir hayat. Esasen dışarıdaki herkesin durumu köleliğe indirgenecek. Köleliğin tarihine bakarsanız, kölelik, gelmiş geçmiş en kârlı iştir, yaratılmış en iyi yatırım işidir. Geçtiğimiz sefer kölelik kaldırıldı, çünkü kusursuz tasma yoktur, bazı köle isyanlarını bastıramazsınız. Dijital teknoloji, bu kusursuz tasmayı ve tüm isyanları bastırma imkânını veriyor; tabii tüm kontrol şebekesini yerine oturtabilirseniz. Yani onlara herkesi köle konumuna indirgeyecek teknolojik imkânı sunuyor ve aynı zamanda zihninizi de kontrol eden bir kölelik tipi: 2030’da hiçbir şeyiniz olmayacak ve mutlu olacaksınız. Vizyonları bu. %1’lik dilim, 145 yaşına kadar yaşıyor ve çok zengin hayatları var, çünkü nüfusun genelinin kaynak kullanımı aşırı kısıtlanmış. [Trish Wood is Critical, 7 Mayıs 2022, Dakika 55]

Fitts’in tarifi, Lenin’in analizinin mantıksal ardılıdır. Lenin, kendi döneminde şunu gözlemlemiştir:

“O dönemde (1848-1868), bir ülkenin işçi sınıfına rüşvet verme ve onu yolsuzluğa mahkûm etme, onlarca yıl boyunca imkânı vardı. Bu, artık çok da mümkün değildir, hatta belki de imkânsızdır. Diğer yandan, her bir emperyalist ‘Süper Güç’, daha küçük bir kesime, işçi aristokrasisine sus payı verebilir. Önceden, Engels’in harika tanımıyla ‘burjuva işçi partisi’, ancak bir ülkede ortaya çıkabilirdi, çünkü sadece orada tekelleşmenin keyfine varılabilirdi, ama bu dönem çok uzun süremezdi. Şimdi bir ‘burjuva işçi partisi’ kaçınılmazdır ve tüm emperyalist ülkelerde bu tür bir partinin varlığı olağan bir hâl almıştır; ganimetin bölüşümü için verdikleri çaresiz mücadele göz önüne alınırsa, böyle bir partinin çok sayıda ülkede uzun süre var olması olası değildir. Finansal oligarşi için yüksek fiyatlar en üst katmanlara sus payı verilmesini sağlasa da o, proleter ve yarı proleter kitlenin gitgide bastırılması, ezilmesi, mahvedilmesi ve zulme uğramasını ifade eder.” [Lenin, Emperyalizm]

Molly Klein, kayda değer bir keskinlikle, hâkim sınıfın koronavirüs kılığında ortaya koyduğu hamleye benzer bir şeye hazırlandığını, salgının ilânından çok önce, 2019’da öngörmüştür.

Yukarıda gösterildiği gibi, Soğuk Savaş’ın istisnai politik koşulları, devrimci komünizmle girişilen varoluşsal mücadele, hâkim sınıfı geniş bir işçi aristokrasisini oluşturmaya, besleyip büyütmeye zorlamıştır. Karşıdevrimci mücadele, emperyalizm içi mücadeleler (para arzı konusundaki iç çelişki eğilimleri) sonucunda, hâkim sınıfın öncüleri tarafından bir strateji geliştirilmiş, Amerikan doları, Amerikan ordusu ve Amerika yönetimindeki gizli istihbarat ağlarıyla önce kapitalist blok, sonra da dünyanın kalanı üzerinde benzeri görülmemiş bir güç tesis edilmiştir.

Küresel ölçekte gücün ABD liderliğindeki kapitalist hâkim sınıf elinde konsolide olması ile, gücün hâkim sınıfın kendi içinde yoğunlaşması, diyalektik olarak iç içedir. Makro ölçekte kapitalist ulusların, devrimci komünist alternatif yüzünden Amerikan liderliğine teslim olmak zorunda kalmaları gibi, bu sürecin dinamikleri de ABD hâkim sınıfı öncüleri içinde de gücün artan oranda yoğunlaşmasına ve örtülü bir gerçek liderliğin oluşmasına yol açmıştır. Büyük resme bakıldığında, hiyerarşik olarak organize olmuş, istihbarat örgütlerince yönetilen güç yapılarının hâkimiyeti tesis etmesi kaçınılmazdır. Bu nedenle, bugün en güçlü “kapitalistlerin”, gerçekte hiç de “kapitalist” olmamaları, ultra-emperyalist askerî-istihbarat-sanayi kompleksinin çocukları olmaları, hiç de şaşırtıcı değildir. Gates, Musk veya Bezos gibi bireyler, tüketici piyasası için mal üreterek risk alan kapitalist girişimleri işletmiyorlar. Zenginlikleri zoraki tüketimden gelir, zorakilik ise vergi mükelleflerinin bu ürünleri devlet bütçesinden satın almak zorunda olmaları veya bu ürünleri yasal/politik baskı ile tüketmeye zorlanmalarından kaynaklanmaktadır. Amazon gibi bir girişim, hiç kâr etmediği zamanlar insider bilgisi olanlarca yatırım almaya devam etmiş ve kamu ihaleleri almaya başladığı zaman kâr etmeye başlamıştır, böyle bir yapı, kapitalist girişim olarak adlandırılamaz. Bu, doğrudan ultra-tekelci konsolidasyon mekanizmasıdır.

Giderek daha çıplak ve doğrudan sömürü formlarına doğru bu yön değişimine, bunu gizlemek için gerekli bir gösteri patlaması eşlik eder: devasa telekomünikasyon yapısı, bitmek bilmez dezenformasyon. Bu dönüşümün yapıtaşları kapitalist ilişkilerden kalan kabuklarca örtülür, ancak şimdi içinde yaşadığımız temelden farklı düzen biraz ciddiyetle izlendiğinde açıktır. Artan oranda maruz kaldığımız izleme ve kontrol teknolojileri, tembelce, yarım yamalak bir analizle “tıklama ve data” peşinde olmakla açıklanır. Eğer bu doğru olsaydı, bu analizle olduğu varsayılan tüketici gücü, sermayenin devasa çıktılarını satın alacakları kadar büyük olurdu. Oysa Batı’da dahi geniş kitlelerin alım gücü hızla azalmaktadır. Tüm bu izleme ve datanın kârlılığı, gerçek bir kapitalist piyasadan değil, birilerinin (hükümet ve özel istihbarat servisleri) bunu doğrudan kontrol ederken sağladığı fayda nedeniyle satın almasındadır. Data, yeni petrol değildir; yeni petrol, hâkim sınıfın datayı kullanarak sizi sömürme kapasitesinin doğrudan ve dolaylı olarak sizin hakkınızda topladığı datalar ile artmasıdır. Biz ve bizim yaklaşan köleliğimiz, işte “yeni petrol” odur.

1970’lerden bugüne emperyalizmin gelişiminin izlenmesi, 11 Eylül ve “Terör’e Karşı Savaş” ile, 2008 Finansal Krizi ile ve elbette imal edilmiş pandemi gösterisi ile elde edilen hâkim sınıf güç konsolidasyonunun özellikle incelenmesini gerektirecektir. Ayrıca BRICS ülkelerine, en çok da Çin’e, hâkim sınıfın küçülme ve işçi sınıfı aristokrasisi ayrıcalıklarını, ırk/kast düzeninde yeniden dağıtma deneylerinde kullandığı laboratuvarlar olarak bakılması gerekmektedir.

Umarım, mevcut uluslararası hâkim sınıfın sahip olduğu aşırı konsolidasyon, disiplin ve birliği abartmanın mümkün olmadığı gösterilebilmiştir. Devrimci kitlelere karşı şu ana dek başarılı oldukları mücadelelerinde ve altta yatan kapitalizm dışı mücadelelerde küresel düzeni değiştirdiler. Artık nüfus üzerinde daha fazla doğrudan kontrol uygulayabilecekleri bir pozisyondalar ve az ya da çok bağımsız herhangi bir sermayeyi tolere edemiyorlar.

Bu dönüşüm sürecinde hâkim sınıfın karşısındaki en büyük zorluk, elbette halk devrimidir. Artık ihtiyaçları kalmayan, ancak zamanında isteklerini dünyaya dayatmalarını sağlayan askerî gücün de temelini oluşturan ayrıcalıklı sosyal demokrasilerin kontrollü yıkımı için büyük bir dikkatle dans ediyorlar. Hepimizi dolandırırken, varlıklarının kontrolünü nasıl kaybetmeyeceklerinin endişesini taşıyorlar. Tüm nüfusta devasa bir azalmaya niyetlendikleri çok açık, aynı zamanda kendileri için çalışmaya devam edecek kalan nüfusun yaşam standartlarında da çarpıcı bir düşüşe niyetliler. Bunun ille de en yoksulları hedef almayacağını belirtmek gerekir, çünkü zaten onların üzerinde görece sağlam bir kontrolleri mevcuttur. Nazi programı, kendisi için gerekli nakdî sermayeyi Yahudi burjuvazisinin ve küçük burjuvazinin yağmalanmasından elde etmiştir (Aryanizasyon). Hâkim sınıf, bu amaçlarına farklı stratejiler aracılığıyla ulaşmaya çalışır ve daima kendileri tarafından seçilen koşullarda değil, geçmişten devralınan koşullarda. Bu süreçteki en büyük risk, reel sosyalizm dönemini hatırlayan ve bu düzende, hâlâ zavallı ayrıcalıklarına çaresizce tutunmaya çalışan Batılı halklara kıyasla kaybedecek şeyi daha az olan post-Sovyet (ve Çin) halk kitleleridir.

Hâkim sınıf, böylesine devasa halk kitlelerine kendi iradesini doğrudan uygulatamaz. Amaçlarını bizim enerjimizi yönlendirerek gerçekleştirebilir. Lenin’in belirttiği gibi:

“Günümüzde hiçbir şey seçimler olmadan yapılamaz, kitleler olmadan yapılamaz. Bu basın-yayın ve parlamentarizm çağında dallanıp budaklanmış, sistemli yönetilen, donanımlı bir dalkavukluk, yalan, dolandırıcılık sistemi olmaksızın kitlelerin desteğini sağlamak imkânsızdır.” [Lenin, Emperyalizm]

Günümüzde hiçbir şey, gösteri olmadan yapılamaz. Fethedilen sosyalist ülkelerin yağmalanan servetinin çoğu dot-com balonuna, izleme, propaganda, dezenformasyon ve manipülasyon teknolojilerine yatırıma aktarılmıştır. Etkili kullanıldığında, bu teknoloji, kitlelerin en güçlü enerjisini mobilize eder. Bunu, bu enerjiyi aktive etme riskini alarak yapar. Korona dolandırıcılığı, sadece terör ve zor kullanımıyla değil, insanlığın en iyi niyetli güdüleri yanlış yönlendirilerek yapıldı: dayanışma duygumuz ve sermayenin bizi kâr amacıyla gereksiz risklere atacağına dair içgüdülerimiz. Rusya ve Ukrayna’daki halk kitleleri -eski sosyalist ülkelerin çoğundakiler gibi- genellikle korona dolandırıcılığını gördüler ve en az aşılanan veya boyun eğen nüfuslar arasındaydılar. Buralarda devasa bir devrimci potansiyel mevcuttur ve bu potansiyel, kendi komprador hükümetlerine yöneltilmeleri gerekir. Rus halkının gerçek faşizmle savaşma arzusu ise fiili çatışmaya yönlendiriliyor; bu çatışmaya dair nihai çıkarımımız şu olmalıdır: söz konusu çatışma, gerçekten ilgili hâkim sınıf fraksiyonları arasındaki somut, temel bir çatışmadan kaynaklanmaktadır. İlk sorumuz ise şu olmalıdır: Birleşik (ya da ultra, süper, kolektif) emperyalizmin bu çatışmadan çıkarı nedir? Programlarının hangi veçhelerinde mevziler elde ettiler? Kendilerine tehdit oluşturan kitleler nasıl kıyma makinesinden geçirilmekte, devam eden olağanüstü hâl ve militarizasyon nasıl gerekçelendirilmektedir? Kitlelerin yaşam standartları nasıl daha da düşürülmekte ve ekonominin hâkim sınıfça doğrudan kontrolü nasıl ilerlemektedir?

Ya da daha basit bir soruyla başlayabiliriz. Yoldaş Yana, Rus burjuvazisinin ve devletinin komprador doğasını kusursuz tarif ediyor. Artık değerin ve kaynakların emperyalist hâkim sınıf çıkarına Rusya’dan nasıl çıkartıldığını gösteriyor. Putin ve Batı arasındaki iyi polis-kötü polis oyununun, her iki taraf için de propaganda aracı olduğunu herkes görebilir: Hiçbir şey, Putin’i Rus halkına, Batı medyasınca sürekli söylenen Putin’in Batı ile savaştığı yalanından daha fazla sevdiremez. Ancak sormamız gerek: İmparatorluk, Rusya için bundan daha fazla işine gelen nasıl bir düzen isteyebilir? Rus halkının sorunsuz ve sürdürülebilir şekilde sömürülmesi işini Putin yönetiminden daha etkili bir biçimde icra edecek bir düzen tahayyül etmek mümkün müdür?

Lenin, kapitalizmin gelişimine küçük tefeci sermaye ile başladığını ve devasa tefeci kapitalizm olarak gelişiminin sonuna geldiğini söylüyordu. Burada da korsanlık ve köle ticaretiyle başlayan kapitalizmin aynı düzleme geri döndüğünü gözlemliyoruz. Mart 2022’deki bir röportajında Isa Blumi, mevcut hâkim sınıf pratiğini korsanlıkla kıyaslıyordu. Molly Klein, neo-barbarizme işaret etmişti. Lenin’in, Kautsky’nin Hobson’ın üzerine koyduğu tek şeyin emperyalizm-içi kavramını ultra-emperyalizm olarak değiştirmek olduğuna dair alaycı gözleminin ışığında, semantiğin önemi olmadığını söyleyebiliriz. Açık olan, hâkim sınıfın daha çıplak bir sömürüye, karmaşık gösteri mekanizmasıyla gizleyerek kaçmak zorunda olduğu ve kaçabileceğidir. Bu hâliyle hâkim sınıf, hiç bu kadar kırılgan olmamıştı; komünizm, kurulma imkânına hiç bu kadar yakın olmamıştı.

Rusya’daki hâkim sınıf, Nazi karşıtı mücadele ve sosyalizme dair nostaljiyi ve kolektif hafızayı sömürme amacıyla ateşle oynamaktadır. Belki kibirleri, belki de kötücüllükleri nedeniyle, bu kumarda ele geçirmeyi planladıkları halk gücüne sahip olamıyorlar. Öncelikli umudumuz, Rus ve Ukraynalı halk kitlelerinde olmalıdır, hâkim sınıf, bu kitleleri çok dikkatle ve kendini de riske atarak silahlandırmaktadır. Savaşın bariz işlevlerinden biri, Avrupa içinde ciddi miktarda askerî yapılanmayı meşru kılmak ve onun üzerini örtmektir, çünkü neticede Avrupa’da devrim ihtimali sahiden de mevcuttur. Donbass halkının kahramanca mücadelesi, bize önümüzdeki yolu göstermektedir. 2014’te Nazi saldırısına karşı Donbass halkı, Rusya’ya katılmak için değil, Donetsk’i, eski Sovyet Cumhuriyeti’ni yeniden kurmak için bir araya geldi. Bu, hepimizin umudu olan evrensel sovyetleri kurma yönünde bilinçli bir adımdı ve bu hayali gerçekleştirmek, neredeyse evrensel hâkim sınıfın baskısı ve tüm dünya nüfusuna dizginsiz saldırıları sayesinde imkân dâhilindedir. Sadece kendimizi gösteriden koparmamız, hâkim sınıfın boydan boya yansıttığı ışık ve seslerin bize sunduğu günün tıkla-aç menüsünü reddetmemiz ve kendi yolumuzu belirlememiz gerekmektedir.

Uzun bir süre, Avrupa’daki komünist hareket, bilgi ve başka birçok şey için kapitalist-emperyalist toplumun anaakım yapılarına bağımlı kaldı. Bu anlaşılabilirdi, çünkü işçi aristokrasisine içkin sosyal demokrat taviz, anaakım kurumlarına -kısıtlı da olsa- gerçek bir demokratik içerik sağlıyordu. Gerçekten ve önemli yollarla, kısmen de olsa özgür bir nüfusa hesap veriyorlardı. Uzun zamandır durum böyle değil. Anaakım medya, en geniş anlamıyla, her yerde tamamen boşaltılmış, kontrol altında ve geniş kitlelerin çıkarlarına düşman konumdadır. Öte yandan, her geçen gün daha geniş kitleler, sistemin sağladığı rahatlıktan kopmaktadırlar. Burada, Batı’da, geniş ölçekte örgütlenme ve kendi çıkarlarımızı kovalama kapasitemiz, onlarca yıldır olmadığı kadar fazladır.

“Komplo” [“Conspiracy”] kelimesi, Latince con-spirare’den, “birlikte nefes almak” fiilinden kök alır. Bu anlamda, hâkim sınıfın ev hapsiyle, kısıtlamalarla, mesafeyle ve maskeyle iki yıl boyunca yasakladığı, daha doğrusu, hâkim sınıfın kendilerine özel hak olarak tahsis ettiği şeyleri ifade eder. Zira hâkim sınıf üyelerinin perde gerisinde maskesiz ve dip dibe olduklarını defalarca gördük. Kısıtlamalarını reddetme zamanımız geldi; artık düşüncelerimizde ve hareketlerimizde, hâkim sınıf praksisinin gerçekliğiyle yüzleşmenin ve kendi çıkarlarımız için komplolar kurmanın vaktidir.

T. Mohr
24 Eylül 2022
Kaynak
Çeviri: Caner Flenktir