30 Kasım 2022

,

Komünist Teşkilât Söyleşisi


Komünist Teşkilât Söyleşisi
Pelo Anti-Imperialismo
3 Nisan 2019

Komünist Teşkilât [Kommunistische Organisation, KO] Haziran 2018’de kuruldu. Yeni bir komünist teşkilât meydana getirmeyi neden gerekli gördünüz? Ayrıca neden bir komünist parti kurmayı tercih etmediniz?

Üyelerimizin önemli bir bölümü, 2017’ye kadar Alman Komünist Partisi ve onun gençlik örgütü olan SDAJ’ın üyesiydi. 2017’de her iki örgütten küçük bir hizip ayrıştı. Başka komünistlerle birlikte Haziran 2018’de Komünist Teşkilât’ı kurmaya karar verdiler. Onun öncesinde, Alman Komünist Partisi ve Sosyalist Alman İşçi Gençliği (SDAJ) içerisinde Almanya’da komünist hareketin ve işçi hareketinin yeniden inşası ile ilgili bir dizi önemli konuya dair tartışma yürütmeye çalıştık. Partinin 1968’de kurulmasından beri benimsediği, sosyalizm mücadelesinde bir ara aşamanın olması gerektiğini söyleyen “tekel karşıtı demokrasi” stratejisine karşı eleştirilerimizi sunduk. Bu tartışmanın önemine vurgu yapmamızın sebebi, tartışmanın bugünkü mücadelemizle oldukça alakalı olduğunu düşünüyor olmamızdı.

Bizim görüşümüze göre, komünist partinin hedefi sosyalizm olmalı. Ayrıca burjuvazinin hâlen daha iktidarda olduğu koşullarda komünist partilerin hükümete dâhil olması gerektiğini söyleyen anlayışların yalan ve yanılsama üzerine kurulu olduğunu, işçi sınıfını yenilgiye sürükleyeceğini düşünüyoruz. Deneyimlerimizin de ortaya koyduğu biçimiyle, “solun birliği” sloganı, özellikle komünistlerin her türden sosyal demokrasiyle işbirliğine gitmesi gerektiğine dair tüm laflar, hareketi güçlendirmek şöyle dursun, mücadeleyi rotasından çıkartıyor ve işçileri yanılsamaların, vehimlerin tuzağına düşürüyor.

Başka meseleler de var elbette: Biz, komünist partinin sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre organize olması gerektiğine inanıyoruz. İşyerlerinde ve mahallelerde işçi sınıfı hareketinin yeniden örgütlenmesi ile ilgili mücadelemizde yüzleştiğimiz, alabildiğine karmaşık olan görevlerin üstesinden ancak işçi sınıfı ve halk kitleleriyle doğrudan temas içerisinde olan, yüksek bir politik bilince sahip devrimci kadroların meydana getirdiği disiplinli ve verimli bir çalışma yürüten bir örgüt gelebilir. Bu sebeple, komünist parti işçi sınıfının ve diğer halk katmanlarının en ileri kesimlerini kazanma, örgütleme ve eğitme hedefi uyarınca hareket etmelidir. Bu görüş, hareket zayıf diye parti saflarına herkesi kabul etmek zorunda olduğumuzu söyleyen, Almanya’daki birçok Marksist örgüt gibi komünist kadroların ideolojik-politik formasyonlarına çok az dikkat göstermeyi öngören görüşle çelişen bir görüştür.

Biz, bu tür görüşler temelinde parti ve gençlik kolu içerisinde yıllarca bu ve benzeri konuları tartıştırmaya çalıştık. Ama sonra gördük ki her iki örgütün üyeleri ve liderleri bu tartışmayla ilgilenmiyorlar. Bize göre, mevcut örgütler içerisindeki politik, ideolojik ve örgütsel krizden kurtulmamızı sağlayacak güçler korelasyonuna ulaşma ihtimalimiz sıfır. Dolayısıyla, yeni bir örgüt kurmak dışında elimizde başka bir seçenek yoktu.

“Komünist Teşkilât” adını verdiğimiz yeni örgüt, hem komünist hareketin yüzleştiği ihtilaflı konularla ilgili bilimsel bir tartışmanın gerçekleştirilebilmesi için bir netleştirme süreci başlatmak hem de sistematik ve bilimsel bir zeminde işçi sınıfı içerisinde yürütülen komünist çalışmayı yeniden organize etmek için kolları sıvadı. Başka bir ifadeyle Komünist Teşkilât, bugün bilimsel sosyalizmi işçi hareketiyle yeniden birleştirmek için uğraşıyor.

Bu momentte biz, Almanya’da komünist partinin kurulması için gerekli koşulların henüz mevcut olmadığına inanıyoruz. Elbette en başta kendimizi komünist parti olarak adlandırabilirdik, fakat o vakit “komünist parti” etiketini anlamından bağımsız olarak kullanmış olacaktık. Bir komünist parti programı yazmak için Marksizm-Leninizmi mevcut duruma uyarlama çabasını temel alan ve somutta belirli bir düzeye gelmiş olan bir ideolojik birliğe ihtiyaç vardır. Önce birçok soruya cevap verilmek ve bu sorular dikkatle incelenmek zorundaydı. En azından kitle çalışmanızın, işçi sınıfı içerisine dönük politik müdahalenizin temelini teşkil etmeden kendinizi komünist parti olarak adlandıramazsınız. Biz, bir yandan da teşkilâtın kuruluşunun ileride kurulacak parti için gerekli koşulları hazırlama sürecine katkı sunacağını düşünüyoruz. Bu, bugünün görevi değil, ama birkaç yıl içerisinde bu partinin kurulmasını umuyor, onun bu süre zarfında kurulabileceğini düşünüyoruz.

Netleştirme sürecine dönük ihtiyaçtan bahsettiniz. Burada neyi kastettiğinizi açıklayabilir misiniz?

Yaptığımız analize göre, beynelmilel komünist hareketin krizi otuz yıldır sürüyor, çünkü hareket, kimi temel politik ve ideolojik meseleleri gerektiği şekilde ele almadı. Kitleleri yanılsamalara mahkûm eden sloganlar ve komünistlerin burjuva hükümetler içerisine yer alması gerektiğini söyleyen stratejik yönelimler, burjuva ve oportünist politik güçlerle “geniş ittifaklar” kurulmasına dair fikirler, Rusya’nın antiemperyalist bir devlet olduğunu veya Çin’in sosyalizmi geliştirdiğini söyleyen görüşler, komünist partilerin itibarını sarsıyor, onların işçi sınıfı içine girip işçi sorunları için çözüm önerileri sunma becerisini azaltıyor.

Biz de bu sebeple ideolojik netleşme meselesini en önemli mesele olarak görüyoruz. Teşkilâtımız bir kopuşun neticesinde ortaya çıkmış olsa da biz, esasen komünistlerin birliğini sağlamak için uğraşıyoruz. Fakat birliğin önemli meselelere dair müşterek fikirleri temel alması gerektiğini, aksi takdirde birliğin biçimsel kalacağını biliyoruz. Farklı güçler ortak bir örgütsel çerçeve içine alınsalar da elindeki kaynakları işçi hareketine teksif edebilen, iç yapısı sağlam bir politik güç yoksa, bu tür çalışmalar bir sonuç vermiyor.

Bizim içine girdiğimiz netleşme süreci, herkesin davet edildiği, herkese açık bir tartışma süreci. Biz, kendi önerilerimizi ve tezlerimizi açık bir biçimde tartışmaktan korkmuyoruz. Başka politik güçlerle yürütülecek bir açık tartışmanın yanlış konumları benimsemekle neticeleneceğini düşünmüyoruz. Bilâkis, bu tür bir tartışma, argümanlarımızın netlik kazanmasını sağlayacak, gerçekten cevap arayanların birleşmesini sağlayacaktır.

Açık tartışma yürütüyor olmamız, bizim belirli konumlarımız olmadığı anlamına gelmiyor. Müşterek bir programatik temel yoksa güçlü bir örgüt inşa edilemez.

Kuruluş kongremizde programatik tezlerimizi belirledik [Tezler). Bu tezlerde netleşme süreciyle ilgili sorduğumuz kimi önemli, ucu açık sorulara ve aldığımız konumlara dair tespitlere yer verdik. Netleşme süreci, bu belirlediğimiz öncüller üzerinden işledi. Bu anlamda, teşkilâtımıza iştirak etmek isteyen herkes, önce programatik tezlerimizi benimsemek zorunda. Ama bu, netleşme sürecine dâhil olamayacağınız anlamına gelmiyor.

Bu süreç, örgütsel düzlemde yedi çalışma grubu üzerinden yürüyor: bilimsel temeller, emperyalizmin politik ekonomisi, devrimci işçi hareketi ve komünist partisi, devlet, faşizm ve sosyal demokrasi, sosyalist toplum, sınıf analizi ve Alman emperyalizmi gibi isimlere sahip olan bu çalışma grupları, geçen aylar boyunca onlarca tartışma yürüttü, komünist hareket, devrimci hareket ve işçi hareketi içerisinde dağıtılan yayınlar çıkarttı. Bu tartışmalar neticesinde literatürü toparladık ve cevaplamak zorunda olduğumuz soruları belirledik. Ortaya çıkan bilgi birikimi, netleşme sürecinin temelini ve geliştireceğimiz bilimsel aygıtın temelini teşkil ediyor. Elde ettiğimiz sonuçları internet sitemizde yayınladık. Sitedeki içeriğe herkes erişebilir. Böylece sistemli bir tartışmanın önü açıldı. Netice itibarıyla Haziran 2018’de kurulduğumuzdan beri önemli adımlar attık. Bu yönde çalışma yürütmeye devam edeceğiz.

Almanya’daki işçi sınıfının durumunu tarif edebilir misiniz?

Öncelikle işçi sınıfının ve halk kitlelerinin yaşam standartlarının AB’deki birçok ülkede ve tüm dünyada hâlen daha yüksek olduğunu söylememiz gerekiyor. Bunun birkaç sebebi var: bir yandan Alman burjuvazisi ve devleti yaşam standartlarını yükseltmek, işçi ücretlerini artırmak, onlara haklarını vermek zorunda kaldı, çünkü ortada Demokratik Alman Cumhuriyeti vardı. Proleter devlet, Federal Alman Cumhuriyeti’ndeki işçilerin maruz kaldıkları kapitalist barbarlık karşısında güçlü bir seçenek olarak varoldu.

Bir yandan da Alman kapitalist devleti, “böl ve yönet” siyasetini uygulama konusunda muazzam bir deneyime sahip. Fazla kârları kullanarak işçi sınıfının büyük bir kısmını pasifize etmeyi bildi, ayrıca işçi hareketini zayıflattı. Ülkede hâlen daha güçlü bir işçi aristokrasisi mevcut. Buna ek olarak, yaşam standartları duvar yıkıldığından beri daha da kötüye gitmiş olan Doğu Alman işçileri ile göçmen işçiler de önemli bir ağırlığa sahipler.

Doğu Almanya’nın ilhakı ve toplumsallaşmış olan mülke el konulması sonrası Alman burjuvazisi, tüm piyasaya ve işgücüne hâkim oldu. Doğu Almanya tehdidi ortadan kalktığı için işçi sınıfının yaşam standartlarını artırmaya da gerek kalmadı. Bu sebeple burjuvazi, işçi sınıfının elindeki haklara ve yaşam standartlarına büyük bir saldırı gerçekleştirmeye başladı. Yirmi birinci yüzyılın başlarında “2010 Ajandası” olarak bilinen, özellikle “Hartz reformları” adı altında devreye sokulan sosyal güvenlik sistemiyle birlikte, işçi sınıfının yoksullaştırılacağı süreçte önemli bir adım atıldı. O günden beri her yıl işçi sınıfına yönelik saldırılar daha da ağırlaşıyor.

Burada bu saldırıların her birini anlatmaya imkân yok. Bizim netleşme sürecimizin önemli bir kısmını da bugün Alman işçi sınıfının mevcut durumunu analiz etme ve anlama çabası oluşturuyor. Belirli bir anlayışa kavuşabilmek adına, bu noktada Alman işçi sınıfı içerisindeki ana ayrışma noktalarına kimi örnekler verebiliriz:

Kadın-erkek ayrışması: AB üyesi devletlerle kıyaslandığında, Almanya en yüksek cinsiyetlerarası eşitsizlik düzeyine sahip ülke. Kadına ödenen ücretle erkeğe ödenen ücret arasındaki mesafe, yüzde 21 civarında.

Batı Alman işçileri ile Doğu Alman işçileri arasındaki ayrışma: Doğu Almanya’da ücretler daha düşük, yaşam standartları da aynı şekilde düşük.

Göçmen işçilerle Alman işçileri arasındaki ayrışma: Lise ve üniversite eğitimi alamayan göçmen işçilerin çocuklarının sayısı, Alman işçi ailelerindeki sayıdan daha fazla.

Kalıcı iş sözleşmelerine sahip tam zamanlı çalışan işçilerle esnek çalışmaya tabi olan, bilhassa geçici işlerde çalışan işçiler arasındaki ayrışma: Sendikalardaki sosyal demokratların desteği sayesinde “atipik” denilen işyerlerinin sayısı büyük ölçülerde arttı. Bugün aktif işçilerin yaklaşık yüzde 40’ı ya geçici işlerde, ya yarı zamanlı işlerde ya da “küçük ölçekli istihdam” olarak tarif edilen sahalarda çalışıyor. Bu durum, tüm ekonomi için geçerli. Çalışanların büyük bir kısmını devlet istihdam ediyor.

Eğitim, sağlık hizmetleri, ücretler, barınma, gıda fiyatları kademeli olarak, bazen de hızla kötü bir hâl alıyor. İşçi hareketi çok zayıf, fazla parçalı ve politik açıdan burjuvazinin saldırılarına karşı sınıfı koruyacak düzeyde değil.

İşçi sınıfı bu hâldeyse, Alman işçi hareketinin gücü ne düzeyde? İşçi hareketi içerisindeki güç korelasyonu ne durumda, Alman Sendikaları Konfederasyonu (DGB) bu süreçte nasıl bir rol oynuyor?

Programatik tezlerimizde tarif ettiğimiz biçimiyle, Almanya’da işçi hareketi son otuz yıldır savunma pozisyonunda. Doğu Almanya’daki karşı-devrim, sadece milyonların hayatlarını ve ümitlerini yok etmekle kalmadı, aynı zamanda Batı Almanya’daki işçi hareketini de parçaladı. Yüz binlerce insan, sendikalardan, binlercesi Alman Komünist Partisi’nden koptu.

Öte yandan, işçi hareketindeki zayıflığı karşı-devrime bağlamak kolaycılık olur. Karşı-devrim, niteliksel bir sıçramanın değil, otuz kırk yıl içerisinde işçi hareketinde yaşanan kademeli zayıflamanın bir eseriydi. Alman Sendikalar Konfederasyonu (DGB), kendisine üye olan sendikaları “birlikten yana sendikalar” olarak görüyor. Onlar, komünistlerin, sosyal demokratların vs. dâhil olduğu ve çalıştığı sendikalar değil. DGB, aynı zamanda komünistlerin faşizmin yenilgisinden çıkarttıkları ders uyarınca sosyal demokratlarla imzaladıkları anlaşmayı temel alıyor. Oysa bu doğru değil. DGB, ta başından beri Sovyetler’in ele geçirdiği bölgede kurulan Özgür Alman Sendikaları Konfederasyonu’nun (FDGB) ve Alman Komünist Partisi’nin teşkil ettiği işçi hareketinin birlik çalışmalarına karşı koymak için yürürlüğe koyduğu bir proje. Zaten bu yüzden DGB’nin ilk yürütme kurulu, sadece sosyal demokratlardan oluşuyordu, üstelik içinde bir de faşist bir isim yer alıyordu.

Komünistler, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sendikaların içerisindeki güç korelasyonuna karşı koyabilme imkânını hiçbir zaman bulamadılar. Bu olumsuz güç korelasyonunun sebeplerini analiz edip anlamak, Almanya’daki işçi hareketinin başarılı bir biçimde yeniden organize etmek için gerekli önkoşul ve temel görevdir. İşçi hareketi, dünyanın geri kalanından kopuk değil. Başka ülkelerde de benzer gelişmeler yaşanıyor. Bize göre, uluslararası komünist hareketin strateji açısından yanlış yönlere savrulması, yaşanan gelişmelerin ana sebebidir. Asıl sebepse, Alman sendikalarının tarihi ve kapitalist devletle kurduğu ilişkidir. Almanya’daki sendikaların yapısını ve işlevini anlamadan, sosyal demokrasinin rolünü ifşa edemeyiz, işçi hareketi içerisindeki güç korelasyonunu değiştiremeyiz.

Ayrıca Almanya’da komünist hareket, faşizm döneminde ağır baskılarla yüzleşti ve ciddi bir darbe aldı. İkinci Dünya Savaşı sonrası hareket, epey zayıfladı ve sendikalardaki eski nüfuzuna kavuşma imkânı bulamadı.

Diğer yandan, işçi hareketi içerisinde hâkim olan sosyal demokrasi ve işbirlikçi tavrı birçok işçinin sendikal faaliyetlere yabancılaşmasına neden oldu. Bugün Almanya’da işçilerin sadece altıda biri sendikalı. Ayrıca “esnek” işçiler, göçmen işçiler ve işsizler zaten sendikalı olmuyorlar, onların kendilerini temsil ettiklerini düşünmüyorlar.

Toplamda şunu söylemek mümkün: Almanya’da, özellikle Batı Almanya’da işçi sınıfı kahramanlıklarla yüklü geleneğine dair hafızasını yitirdi. Bugün bağımsız bir işçi sınıfı örgütü yok ülkede. Aynı durum, kültür, spor ve mahalle yaşamı alanında da geçerli. Neticede işçilerin önemli bir kısmı, ya küçük burjuvanın ya da devletin güdümündeki kulüplerin, kültürel organizasyonların vs. çatısı altında bir araya geliyor, kalan kısmı da ailelerinden başka bir çevreyle ilişki kurmuyorlar.

İşçi sınıfını örgütleme meselesine pratikte nasıl yaklaşıyorsunuz?

Yerelliklerdeki örgütlerimiz üzerinden bir kitle çalışması yürütmeye çalışıyoruz. Bu çalışmanın odağında işçi sınıfı duruyor. Biz, komünistlerin görevinin işçi sınıfını işyerlerinde örgütlemek olduğunu düşünüyoruz. Fakat işçi sınıfı, sadece işyerlerinde örgütlenmez. İşçilerin sadece ekonomik ihtiyaçları yoktur, toplumsal ve kültürel ihtiyaçları da vardır. İşçiler sadece çalışmazlar, hayatlarını da yaşarlar. Mahallelerde de sorunlarla yüzleşirler. Fabrikada birkaç yoldaşınız yoksa “dışarıdan” fabrikalarda hücre kurmak çok zor. Dolayısıyla biz, tüm zamanımızı ve enerjimizi sadece işyerleri ve sendikalardaki çalışmaya yoğunlaştırmıyoruz. İşyerlerinde politik çalışma yürütme imkânı bulunan yoldaşlar, bu işi tabii ki yapmalı. Biz, onların deneyimini biriktirip değerlendiriyoruz, işyeri örgütlenmesinin, sendikaların ve Almanya’daki “işçiler”in temsil edildiği sistemin sorunlarına dair doğru bir yaklaşımı bu değerlendirme temelinde geliştirmeye çalışıyoruz. İşyerlerinde işçi sınıfının örgütlenmesinin sınıf mücadelesi içerisinde stratejik açıdan en önemli görev olduğuna hiç şüphe yok.

Biz, aynı zamanda mahallelerde de çalışma yürütüyoruz. Burada işçilere ulaşmak, işyerlerinde ulaşmaktan daha kolay. Bu kitle çalışması birçok biçim alabiliyor. Örgütlemeye çalıştığımız insanların ihtiyaçları bu biçimi tayin ediyor. İşçilere ait spor kulüpleri, kültürel faaliyetler, karşılıklı yardımlaşma ve işçi sorunları konusunda tavsiyelerde bulunma, yüksek kira protestoları, Filistin’le dayanışma, ırkçılıkla mücadele gibi kitle çalışmaları yürütülüyor.

Burada önemli olan, tutarlılık. İşçi sınıfının çıkarları sermayeye karşı tutarlı bir biçimde savunulmalı. Yürütülen çalışma, burjuva kurumlardan ve partilerden tümüyle bağımsız olmalı ve demokratik bir içerikle yürütülmeli. Ayrıca bizden de bağımsız olabilmeli! Biz, kitle örgütlerinin komünist partiye veya bizim teşkilâtımıza ait volan kayışları olmasını istemiyoruz. Bu türden çokça bağımsız kitle örgütü var. Hedefimiz, olabildiğince çok işçiyi örgütleyip harekete geçirebilmek. Bu çalışmalara komünistler olarak dâhil oluyoruz ve politik görüşlerimizi, hedeflerimizi hiçbir şekilde gizlemiyoruz. Tabii sendikalarda bazen dikkatli davranmak zorunda kalabiliyoruz.

Biz, hedeflerimizi idari araçları ele geçirerek dayatmaya çalışmıyoruz. Yanlış olduğunu düşünsek bile kitle örgütlerinde demokratik bir kararın alınabileceğini kabul ediyoruz. Bu, bizim proleter devrime dair bakış açımız konusunda da çok şey söylüyor: Biz, iktidarı komünist partinin değil, işçi sınıfının alacağını düşünüyoruz. Sınıf mücadelelerinde parti öncü bir rol oynamazsa, devrim tabii ki başarılı olamaz. Ama bu, başka bir mesele.

Komünistlerin öncü rolüne dair Leninist anlayış uyarınca biz, tüm kitle örgütlerinde ve mücadelenin tüm cephelerinde antikapitalist ve antiemperyalist bir hattı açmaya çalışıyoruz. Ama bu hattı, pratikte kadrolarımızın öncü rolü ve işçi sınıfının sorunları konusunda geliştirdiğimiz bilimsel yaklaşım ve kolektif deneyimimiz üzerinden açmak için uğraşıyoruz.

Bu açıdan, biz politik ittifaklar meselesine de çok farklı yaklaşıyoruz. Biz, olağan koşullarda diğer örgütlerle ittifak kurma çabası içerisinde değiliz. Esasında biz, bu politik ittifak anlayışını sorunlu buluyoruz. Komünist hareketin farklı gruplara ait güçleri aritmetik olarak toplayıp güç kazanacağını söyleyen düşünce, bizce tümüyle yanlış. Yukarıda da dile getirdiğimiz gibi, biz birliğe karşı değiliz. Ama gücün de ideolojik netlikle ve kitle çalışması konusunda geliştirilecek doğru yaklaşımla inşa edileceğini düşünüyoruz.

Ayrıca biz, ittifakların farklı politik güçler arasında ortak bir ad altında kurulması gerektiğine dair anlayışa da karşı çıkıyoruz. Örneğin Almanya’da sadece sırf savaşa karşı çıkıyor diye Sol Parti ile ittifak kurmayız. Çünkü biz, yakından baktığımızda, bu partinin savaşa karşı net ve ilkeli bir tavır içerisinde olmadığını, emperyalist Avrupa Birliği’ni desteklediğini, ayrıca NATO konusunda açık bir konum almadıklarını görüyoruz. Onlarla ittifak kurarsak, onların oynadığı rolü sırf ittifaka zarar verecek diye ifşa edemeyiz. Pratikte ittifak politikasının komünistlerin halka gerçekleri söyleme göreviyle çelişmesinin temel sebebi bu.

Özetlersek; biz de bir ittifak politikasına sahibiz, ama biz, bu ittifakların politik partilerin liderleri veya örgütler eliyle yukarıdan değil de aşağıdan, emekçi halk eliyle inşa edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Genel yaklaşımımızı bu şekilde özetlemek mümkün. Bu meseleler, Temmuz’da toplayacağımız ulusal kongremizin odaklanacağı ana konu başlıklarını oluşturuyor.

Komünist Teşkilât için proleter enternasyonalizm ne kadar önemli?

Komünist hareket, her zaman beynelmilel bir hareket olagelmiştir. Başka türlüsü mümkün değildir. Biz, ulusların kendi özelliklerine ve özgül yanlarına bağlı olarak her ülkenin komünistlerinin kendi yolunu bulması gerektiği fikrine karşı çıkıyoruz. Kendi ülkendeki durumu dikkate almadan, sadece diğer partilerin konumlarını kopyalamak tabii ki yanlış. Ama biz, öte yandan emperyalizmin küresel bir sistem olduğunu, işçi sınıfının düşmanının her yerde aynı olduğunu düşünüyoruz. Farklı ülkelerdeki durumlar sürekli kıyas edilmeli.

Bu sebeple komünist partiler, sadece eylemlerini koordineli kılmaya çalışmakla yetinmemeli, ayrıca kapsamlı politik-ideolojik birlik hedefine ulaşmak için partilerin görüş ve analizlerini tartışabilmeli. Bizce 1919’da Komintern’in kuruluşu büyük bir başarı ve kazanım. Aynı şekilde, 1943’te Komintern’in, 1956’da Kominform’un dağıtılmasının beynelmilel komünist hareket için önemli bir başarısızlığı ifade ettiğini görmek gerekiyor. Bu kurumların dağıtılmasıyla emperyalizmle mücadele konusunda ortak bir stratejik geliştirme imkânından mahrum kalındı. Bunun yanı sıra, tüm partiler oportünizmin etkilerine açık hâle geldiler.

Komünistlerin uzun vadeli hedefi, yeni bir komünist enternasyonalin inşası olmalı. Bu noktada bu ihtimalin ne kadar uzak olduğunun bir önemi yok. Bu hedefe yaklaşmak için biz, komünist partilerin beynelmilel dayanışmayı temel alan açık ve samimi bir tartışma içine girmeleri gerektiğine inanıyoruz.

Bu sebeple, biz dünya genelinde işçilerle ve komünistlerle sağlam bir dayanışma ilişkisi kurmak için gayret ediyoruz. Başka ülkelerdeki önemli gelişmeleri analiz ediyor, bu konuda belirli pozisyonlar almaya çalışıyoruz. Son aylarda Yemen’deki savaş, Çin-Amerika arasındaki ticaretle ilgili gerilim, Brezilya, İsrail/Filistin, Fransa, Nikaragua ve Venezuela’daki politik gelişmeler gibi meselelere dair konumlarımızı aktardığımız çalışmaları yayımladık. Bu konularla ilgili belirli bir tavır geliştirirken, işçi sınıfının genel çıkarlarını ve dünya genelinde emperyalizmle mücadelenin ihtiyaçlarını dikkate aldık. Bu metinleri insanlarla temas kurmak ve farklı şekillerde yürüyecek politik tartışma için gerekli zemini teşkil etmek için kullanıyoruz. Henüz ulusal ve uluslararası düzeyde yaşanan tüm gelişmelere dair yorumlarımızı aktarabilmiş değiliz. Bunu bir hedef olarak önümüze koymuş durumdayız.

Parti kurduğumuzda, beynelmilel komünist hareketle ilişkiler kurmaya çalışacağız.

Henüz parti olmasak bile Komünist Partiler ve İşçi Partileri Uluslararası Toplantıları (IMCWP) veya Avrupalı Komünist Gençlik Örgütleri Toplantıları (MECYO) gibi çalışmalar üzerinden beynelmilel komünist hareketin yeniden inşasına dönük çalışmalara katılıyoruz.

Alman Sosyal Demokrat Partisi, dünya sosyal demokrasisinin merkezi. Friedrich Ebert Vakfı, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i katleden, Alman sovyetlerini yok eden kişinin adını taşıyor. Portekiz Sosyalist Partisi, bu Ebert Vakfı’nın genel merkezinde kuruldu. Yetmişlerde Portekiz’de yaşanan devrimci ayaklanmayı ezmek için bu vakfın paraları kullanıldı. Buna karşın Troçkistler, Alman Sosyal Demokrat Partisi ile ittifak kursaydı komünistlerin Nazilerin yükselişine mani olabileceğini söyleyerek Alman Komünist Partisi’ne suçlamada bulunuyorlar. Bu konuya dair görüşleriniz nelerdir? Hem bugünden hem de tarihsel gerçekler üzerinden baktığınızda, bu ilişkiye dair neler söyleyebilirsiniz?

Alman Komünist Partisi’nin antifaşist mücadelesi, bizim için önemli bir referans noktasıdır. Komintern’in 1935’te düzenlediği yedinci kongreden, bilhassa savaşın bittiği tarih olan 1945’ten itibaren Almanya’daki komünist hareket (hem KPD hem de 1968’den sonra DKP) komünistlerin Nazi iktidarı öncesi Weimar döneminde sosyal demokratlarla ittifak yapamamış olması sebebiyle, faşistlerin iktidara geldiğine dair söylemi bir biçimde benimsedi. Bu görüşü sadece Troçkistler dillendirmiyorlar. Sosyal demokratlar da aynı şeyi söylüyorlar. Hatta onlar, komünistlerin Nazilerin zafere ulaşması denilen suça ortaklık ettikleri iddiasındalar. Çünkü komünistlerin faşizm yerine burjuva demokrasisine saldırmayı tercih ettiğini söylüyorlar. Bu, tabii düpedüz yalan, çünkü komünistler, Weimar Cumhuriyeti içerisinde faşizme karşı tutarlı bir mücadele yürüten yegâne güçtü. Alman sosyal sosyal demokratları (SPD) ise faşizmin yükseliş sürecine birçok yönden katkı sundular.

Biz, bu meselenin karmaşık olduğunu, daha fazla incelenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bugün bile eldeki tarihsel değerlendirmeler hatalı. Weimar Cumhuriyeti, karşı-devrimci ve kral yanlısı SPD liderlerinin gönüllü askerlerden oluşan gerici güç Hür Müfreze (Freikorps) ile kurduğu işbirliği üzerinden kuruldu. Weimar Cumhuriyeti dönemi boyunca SPD iktidardayken, işçi sınıfının bilinçlenmesine mani olmak ve sosyalizmin ancak parlamentoda alınacak kararlar üzerinden kurulacağına dair yalanı yaymak için elinden geleni yaptı. Sosyal demokrasi, Mayıs 1929’da yaşandığı üzere, işçi hareketini en ağır şekilde ezen saldırılara destek verdi. O Mayıs ayında Berlin kentinin sosyal demokrat cumhurbaşkanına bağlı emniyet müdürü Karl Zörgiebel, şehirde 33 işçinin öldürülmesi talimatını verdi. Kızıl Cephe Savaşçıları (Roter Frontkämpferbund) isimli devrimci savunma teşkilâtı, bizzat sosyal demokrat içişleri bakanı Carl Severing tarafından yasaklanırken, bu süreçte faşistlere ait paramiliter örgüt Fırtına Müfrezesi’ne (Sturmabteilung’a) hiç dokunulmadı.

Faşist diktatörlüğün tesis edildiği dönemde, 1 Mayıs 1933 günü komünistler toplama kamplarına gönderildiklerinde, sosyal demokrat sendikaların liderleri Nazilerle birlikte ortak yürüyüş gerçekleştirdiler. SPD’nin, Alman sosyal demokratlarının faşizmin yükselişine sundukları katkı herkesin malumu olmasına rağmen, Alman Komünist Partisi Nazilere karşı ortak mücadele hattı oluşturulması için SPD’ye bir dizi teklif sundu.

Dolayısıyla, faşizmin iktidar oluşunun sebebi, komünistlerdeki “sekterlik” değil, burjuva ve sosyal demokrat partilerin faşizmle iş tutması, birlikte kapitalist sömürü düzenini savunmaya ahdetmeleri. Bu, komünistlerin taktiksel hatalar yapmadıkları anlamına gelmiyor elbette. Partinin sosyal demokrat işçilere yönelik yaklaşımları incelenmeyi hak ediyor. Antikomünist tarih aktarımlarının yalan olduğunu görmek gerekiyor.

Faşizmle sosyal demokrasi arasındaki ilişki, bugünkü durum bağlamında da incelenmeli. Bize göre bugün ırkçı, milliyetçi, hatta açıktan faşist olduğunu söyleyen güçlerin tüm Avrupa genelinde yükselişe geçmiş olması, özelde Almanya’da Almanya İçin Alternatif (AfD) isimli partinin güçlenmesi meselesi, kapitalizmin gelişimi ve burjuva politikası temelinde anlaşılmalı. Emperyalizmin yürürlüğe koyduğu stratejilerde sosyal demokratlar hep en önde oldular. İşçi sınıfının büyük bir kısmını kalıcı yoksulluğa sürükleyen “2010 Ajandası” denilen reformları SPD, Yeşiller Partisi ile birlikte yürürlüğe koydu. Sermayenin güvencelerden yoksun çalışma koşullarını hâkim kılıp milyonlarca işçiye düşük ücretler verildiği düzeni tesis etmesine sosyal demokrat sendikaların liderleri izin verdi.

Almanya’nın ikinci büyük sosyal demokrat partisi olan Sol Parti, birçok bölgesel hükümet içerisinde işçi sınıfına yönelik saldırılara ortaklık etti. Tüm bu gelişmeler ve hareketler, halkın yüzünü aşırı sağa dönmesine neden oldu. Halk, müesses nizama ait partilere ancak aşırı sağın sunduğu düzlemden itiraz edebilme imkânı buldu. Yalanları sosyal demokratlar yaydı, halka onlar ihanet etti, faşistler de küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının geri kesimlerindeki hayal kırıklıklarını ve korkuları istismar etti. Bu açıdan faşizmle sosyal demokrasi aynı madalyonun iki yüzü.

Alman Demokratik Cumhuriyeti ile ilgili görüşleriniz nelerdir. Doğu Almanya’da politik çalışma yürütüyor musunuz?

Bize göre, Doğu Almanya Alman işçi hareketinin en önemli başarısıdır. Burası insanın insanı sömürmediği bir devletti. Toprak sahipleri, büyük sanayiciler ve bankalar Nazi rejiminin toplumsal dayanakları olarak mülksüzleştirildiler. Üretim araçları halka aitti. Naziler, tüm önemli mevkilerden uzaklaştırıldılar. Batı Almanya’da ise birçok Nazi mevkilerini korudu, ordunun, polis gücünün, mahkemelerin ve gizli servislerin yeniden inşa sürecine katkı sundu. Doğu Almanya’da işsizlik, evsizlik, yoksulluk gibi sorunlar bilinmezdi. Hükümet enternasyonalist bir dış politika yürütüyordu. Vietnam, Nikaragua, Angola gibi ülkelerde kurtuluş mücadelelerine destek sunuyordu. Öte yandan başka bir ülkedeki savaşa asker göndermiyordu. Tabii ki analiz edilmesi gereken kimi yanlışları ve kusurları vardı. Bu anlamda revizyonizmin Sosyalist Birlik Partisi içerisindeki nüfuzu incelenmeli. Ama bu gerçekler, Doğu Alman Cumhuriyeti’nin bizim, işçilerin ve köylülerin, faşist toplama kamplarında çile çekmiş antifaşist direniş savaşçılarının ve Alman komünistlerinin, 1936-1939 arası dönemde İspanya’da savaşmış olanların, kendi vatanını faşizmden kurtarmak için savaşa Kızıl Ordu yanında girenlerin devleti olduğu gerçeğini değiştirmez.

Bu konu, bizim politik çalışmamızla da yakından bağlantılı. İnsanlarla birlikte çalışma yürütürken, sosyalizm hedefinden bahsettiğinizde, Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği hemen gündeme geliyor. İnsanlar, komünistlerin bu konularda ne söylediklerini öğrenmek istiyorlar. Burjuva medyası ve eğitim sistemi, Doğu Almanya konusunda olumsuz bir resim sunmak için muazzam bir çaba ortaya koyuyor. Burada Doğu Almanya hükümeti, tüm ülkeyi devasa bir hapishaneye çevirmiş, kendi yurttaşlarını sürekli izleyen zorba bir diktatörlük olarak resmediliyor. Doğu Almanya, “ikinci Alman diktatörlüğü” olarak takdim ediliyor ve milyonlarca insanı katletmiş olan Nazi faşizmiyle bir tutuluyor. Bu da bize gösteriyor ki egemen sınıf, Almanya’da sosyalizmden hâlen daha korkuyor. Bu sebeple halkın zihnini antikomünist yalanlarla zehirlemeye çalışıyor. Doğu Almanya’ya dair bu antikomünist propaganda Batı Almanya halkını Doğu Alman halkından daha fazla etkiliyor. Zira Doğu Almanlar en azından anne babalarının sosyalizme dair hatırasına aşina. Bu anlamda, kitle iletişim araçları veya okullar üzerinden yürütülen propaganda faaliyetlerinde dile getirilenlerle gerçekleri kıyaslama imkânına sahipler. Doğu Alman işçi sınıfı Doğu Almanya’yı genelde olumlu sözlerle yad ediyor, bu da buradaki birimlerde halka kapitalizmi ve sosyalizmi anlatan komünistlerin işini kolaylaştırıyor.

2019 hem 1949’da kurulan Doğu Alman Cumhuriyeti’nin kuruluş yıl dönümü hem de 1989’daki karşı-devrimin yıl dönümü. 5 ve 6 Ekim’de Alman Komünist Partisi’nin bu konuyu ele alacağı kongresine bir dizi katkıda bulunacağız. Bu konuda söyleyecek çok şeyimiz var. Bu sebeple, bu yıl boyunca Doğu Alman Cumhuriyeti’yle ilgili bir dizi çalışmaya ve yayına imza atacağız.

Kaynak

0 Yorum: