29 Kasım 2022

,

İşçi Aristokrasisi Teorisi

Giriş

Belirli sol mahfillerde işçi aristokrasisi teorisi popülerlik kazanıyor. Teoriyi ilk olarak Lenin ortaya koydu. Lenin, bu teoriyle Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin 1914 sonrasındaki ihanetlerinin sebebini izah etmeye çalışıyordu. Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüsek Aşaması isimli çalışmasının önsözünde şunları yazıyordu:

“Bu makalede de ortaya konulduğu biçimiyle kapitalizm bugün tüm dünyanın yağmalandığı sürecin kırıntılarıyla beslenen, bilhassa zengin ve güçlü devletlerde (dünyanın nüfusunun onda birinden az, en iyi ihtimalle, en abartılı tespitlere göre beşte birinden azını ifade eden) küçük bir kesimi meydana getirdi. Savaş öncesi dönemin fiyatlarını ve burjuvazinin hazırladığı istatistikleri temel alacak olursak, sermaye ihracı her yıl ortalama sekiz ilâ on milyar franklık bir gelir üretti. Bugün elbette bu gelir çok daha fazla.

Şurası açık ki sağlanan bu muazzam aşırı kârlarla (zira bu kârlar, kapitalistlerin ‘kendi’ ülkelerinin işçilerinden sızdırdıkları kârların çok daha üzerindedir) işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini meydana getiren bu yüksek tabakayı rüşvetle satın almak mümkün hâle gelmiştir. Rüşvetin kaynağı aynı zamanda doğrudan veya dolaylı, örtük ya da açık kimi yöntemler üzerinden ‘ileri’ ülkelerin kapitalistleridir.

Yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tümüyle küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, İkinci Enternasyonal’in ve temel dayanak noktasıdır. O, aynı zamanda bugün burjuvazinin toplumsal (askerî olmayan) dayanak noktasıdır.”[1]

Almanya’da çıkan neoliberalizm yanlısı günlük gazete Junge Welt [“Genç Dünya”] türünden solcu yayınlar, bu tür pasajları alıntılamayı çok seviyorlar. Böylece kendi ülkelerindeki işçilere sırtlarını dönen siyasetlerine belirli bir kılıf bulduklarını düşünüyorlar. Sık sık alıntılanan bir pasaj, 1907’de Stuttgart Sosyalist Kongresi’nde göçle ilgili alınan karar, diğeri de Engels’in insanla doğa arasındaki ilişkiye dair yazılarına ait pasajlar. Bu metinler, neoliberalizme göre yorumlanıyorlar. Junge Welt gazetesi ve yazarları Marksist-Leninist ifadeleri dillerine dolamış neoliberalizm uşakları aslında.

Bu gazetenin yazarlarından Peter Schaber, Lenin’in işçi aristokrasisi teorisini kendince genişleterek, onu emperyalist yaşam tarzını meşrulaştıran bir teoriye dönüştürüyor. Bu teoriye göre Alman işçi sınıfı böylesi bir yaşama sahipmiş. Gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesinden kârlar elde eden sınıf, tümüyle işçi aristokrasisi içerisinde değerlendiriliyor.[2] Bu tür kişiler esasen şunu söylüyorlar: “Gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesinden suçluyuz. Bu suça son vermek için kemerlerimizi sıkmalıyız.”

İşçi aristokrasisi teorisine dönük bir eleştiri, bu teorinin dayandığı, olguları temel alan önermelerin doğru olup olmadığını sorgulamak, ayrıca bu tür ifadelerin stratejik sonuçlarını ele almak zorundadır.

Fazla Kârın Niteliği

Kapitalizmde tek tek her bir sermayenin sahip olduğu kâr oranının ortalama kâr oranı ölçüsünde eşitlenmesi gibi bir eğilim söz konusudur. Bu, bir şirketin ürettiği katma değerle alakası olmayan bir gerçekliktir. Hatta aslında o katma değer yeniden dağıtılır. Sermayenin kârı, kârın bir ülkedeki ortalama toplam sermayeye oranı olarak düşünülebilir. Onun miktarı, şirkette üretilen katma değere değil, sermayenin büyüklüğüne bağlıdır.

Kâr oranlarının eşitlenme süreci esas olarak belirli sektörlerdeki sermayenin içe ve dışa doğru akışı üzerinden işler. Yeni sermaye temelde yüksek kâr getiren sanayi kollarına yatırılırken sermaye, düşük kâr getiren sanayi kollarından kaçar.[3] Ama bu, biraz zaman alır. Dolayısıyla, kâr oranının eşitlenmesi ancak bir eğilim olarak mevcut olan bir olgudur. Bu noktada Ernest Mandel’e verelim sözü: “Kapsamı genişlemiş olan yeniden üretim sürecinin olağan hâlinde kâr oranları farklıdır, sermaye birikimindeki artışı esas olarak fazla kâr arayışı teşvik eder."[4]

Mandel’e göre, kapitalist ekonomide fazla kârın kaynağı şu şekildedir[5]:

1. Sermayenin organik bileşimi toplumsal ortalamanın altında olduğunda, kurumsal veya yapısal faktörler bu sektörlerde üretilen ve fazla artı-değerin kâr oranının genel anlamda eşitlendiği sürece dâhil olmasına mani olurlar. Bu faktörlere örnek olarak kapitalist arazi rantı örnek verilebilir.

2. Kâr oranları eşitlendiğinde, sermayenin organik bileşimi toplumsal ortalamanın üzerine çıkar, yani belirli bir sermaye üretim konusunda belirli bir avantajdan yararlanır, böylelikle diğer sektörlerde üretilen artı-değerin bir kısmını temellük eder.[6]

3. Meta olarak işgücünün fiyatı değerinin altına çekilebilir veya işgücü değerinin ürünlerin satıldığı ülkelerdeki değerin altında olduğu yerlerde de işgücünün fiyatı değerinin altındadır. Bu durumda fazla kâr, artı-değer oranının çok yüksek olduğu koşulların bir sonucudur.

4. Sabit sermayenin muhtelif unsurları için ödenen bedel toplumsal ortalamanın (üretimin bedelinin) altına çekilebilir. Kural olarak bu, ancak sürekli dolaşımdaki sermaye için geçerlidir, sabit sermaye için değil.

5. Dolaşımdaki sermayenin yeniden üretilme oranı, toplumsal ortalamanın üzerindedir.

Kısa vadede fazla kâra yol açan bu türden kaynaklara kâr oranındaki genel eşitlenme süreci de dâhil edilebilir. Fakat fazla kâra ortalama kâr oranındaki düşüş eşlik eder. Hatta çok kâr düşüş sürecini hızlandırır. Tekellerin kârında böylesi bir durum söz konusudur.[7]

Fazla Kârın Ana Kaynakları

Rekabetçi kapitalizm döneminde (1790-1895) fazla kârın ana kaynakları Avrupa’daki sanayileşen ülkeler içerisinde bulunuyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarında dünyadaki büyük ölçekli kapitalist endüstri çok sınırlıydı. Bir ürünün değerini ilk başlarda onu üretmek için gerekli olan işin miktarı belirliyordu. Örneğin buhar gücüyle çalışan mekanik dokuma tezgâhlarında kumaş üreten az sayıdaki kapitalist bu işi oldukça düşük maliyetle yapıyor, dolayısıyla ciddi miktarlarda fazla kâr elde ediyordu. Zanaatkârların kepenk indirmesi ve tarımsal faaliyetin zamanla kısıtlanması ile birlikte büyük kalabalıklar prangalarından kurtuldular. Bu insanlar şehirlerdeki fabrikalara aktılar. Böylelikle işsizlerin sayısı hızla arttı. Neticede ücretler düştü ve bu düşüş on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek devam etti. Ama artı-değer oranı tersten çok yüksekti.

1850 sonrasında Batı Avrupa’da büyük ölçekli endüstrinin her yana yayılması ile birlikte bu fazla kârlar yavaş yavaş kaybolmaya başladı.

On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında kârların azaldığı yeni bir döneme girildi. Batı Avrupa’da endüstrileşme ilk sınırına gelip dayandı. Emtia değerindeki değişken ve sabit sermaye oranı azaldı. Hammadde fiyatlarının arttığı koşullarda sürekli dolaşımdaki sermayenin oranı da arttı. Bu eğilim güneydeki ülkelerde bulunan hammaddelerin çoğunlukla kölelik veya serflik gibi kapitalizm öncesi üretim koşullarında üretiliyor olması ile birlikte daha da derinleşti.

Artık fazla kâr, sömürgelerdeki hammadde üretiminden, am aynı zamanda demiryolu ve liman gibi altyapı tesislerinin inşa edilip işletilmesinden ve bu yapılar için tedarik edilen çelikten kaynaklanıyordu. Endüstride devasa bir rezerv ordunun oluşması sebebiyle sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde ücretler oldukça düşüktü. Bu sebeple makine kullanımı kârlı görülmüyordu. Öte yandan sermaye, sanayileşme öncesi, imalat aşamasındaki kapitalizm dönemine has bir biçimde, hammadde üretimini yeniden organize etti, böylelikle üretim sürecini daha da üretken kıldı.[8]

Emperyalist ülkelerden gelen fazla sermaye sömürgelere ve yarı-sömürgelere yatırıldı, kârlar bu ülkelere aktarıldı. Bu da karşımıza Lenin’in tarif ettiği emperyalizme ait klasik özelliklerin çıkmasını sağladı.

Ama İkinci Dünya Savaşı sonrası kârların seviyesi gene yükseldi. Emperyalist ülkelerin endüstrisindeki emek üretkenliğinin artmasıyla birlikte sömürgelerde gerçekleşen endüstriyel hammadde üretimi fazla kârın kaynağın olmaktan çıkıp, ortalama kâr oranındaki düşüşe ait bir faktör hâline geldi, böylelikle hammadde fiyatları tekrar arttı. Bu gelişme zirvesine ellilerin başlarında ulaştı.

Endüstride kullanılan yüksek teknikler, artık hammadde üretimi sektöründe de kullanılıyordu. Bu sebeple endüstriler sömürgelere kaydı. Ucuz emek artık eskisine nazaran daha ufak bir rol oynuyordu. Mümkün olduğu her durumda endüstrinin yüksek teknolojisiyle üretilen hammadde üretimi yeniden emperyalist ülkelere kaydırıldı. Örneğin doğal gübre yerine atmosferdeki azottan gübre üretildi, sentetik elyaf, sentetik kauçuk, tatlandırıcılar gündeme geldi, tarım giderek endüstrileşti.

Sömürgeci imparatorlukların çökmesi ve gerçekleşen sömürge devrimleriyle birlikte bu ülkelere yatırılan sermayenin yitip gitme riski arttı. Bu da uzun vadede sermaye akışlarının yönünü değiştirdi.[9]

Fazla kârın diğer kaynaklarının yitirilmesi sonucu teknolojiyi yenileme süreciyle elde edilebilen teknolojik rant peşine düşüldü. Fazla kâr artık yeni üretim süreçlerini ilk kullanan veya yeni teknolojik gelişimleri piyasaya, örneğin tüketim malları piyasasına ilk taşıyan şirketlerin eline geçiyordu. Bu da sabit sermayenin maliyetinin çıkartılması için gerekli sürenin azaltılmasını ve teknolojiyi yenileme sürecinin de hızlandırılmasını gerekli kıldı.[10]

Araştırma-geliştirme faaliyetlerine harcanan muazzam ölçülerdeki sermaye, yeni geliştirilen ürünlerin üretim ve satış rakamlarının en üst seviyelere çıkartılmasını gerekli kılar. Bu nedenle üretim uluslararası ölçekte teşvik edilir. Bu süreç, endüstrileşmiş ülkelerdeki büyük piyasalara girişlerin kolaylaştırılması ile desteklenir.

Bu sayede uluslararası işbölümü, ürünün özelleşmesi sürecini temel alan yeni bir biçime kavuşur. Bu biçim, geç kapitalizme has çokuluslu şirketlere uygun bir biçimdir.

Azgelişmişliğin Yol Açtığı Fasit Daire

Ücretlerin uzun vadede gelişimi, rezerv ordunun takip ettiği uzun vadeli seyre tabidir. Bu seyri de iki faktör tayin eder:

* İşgücü talebi ve arzındaki ilk konum;

* Sermaye birikiminin süreklileşme eğilimi.

İlk faktör, ABD, Avustralya, Kanada ve Yeni Zelanda’daki yerleşimlerde ücretlerin ta başından beri neden yüksek olduğunu, ikinci faktörse, on sekizinci yüzyılın ortalarından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına dek uzanan dönemde Batı Avrupa’da ücretlerin neden düştüğünü, bu eğilimin on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren neden terse döndüğünü izah ediyor.

Sermaye birikimi, iç piyasada kapitalizm öncesi üretim süreçlerinin tahrif edilmesi ve yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkışıyla birlikte gerçekleşiyor. Bu birikim süreci iş imkânı açısından yarattığından daha fazlasını yok ediyor, rezerv ordu uzun vadede büyüyor, işçiler güçlü bir sendikal hareket inşa edemiyorlar. Bir meta olarak işgücü üzerinde tekel oluşturuluyor. Reel ücretlerse uzun vadede düşüyor.[11]

Emperyalizm çağında sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde ilk sermaye birikimi, emperyalist ülkelerin büyük sermaye birikimine dönük ihtiyacına tabi. Emperyalist ülkelerin sermaye ihracı, bu ülkelerdeki ekonomik gelişmeyi tayin ediyor. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin ekonomileri, emperyalist ülkelerdeki kapitalist üretimin ihtiyaçlarına uygun bir şekilde gelişiyor. Emperyalist burjuvazi ancak kendi çıkarlarına uygun düşen yerlere sermaye yatırımları yapıyor.

Emperyalist dönemdeki sermaye ihracı, sömürgelerin bağımsız ekonomik gelişim sürecini boğuyor, bunun için de şu tür adımlar atıyor:

* Azgelişmiş ülkenin gelişimi için hayati önemde olan sektörlere ülke içi kaynakların aktarılmasını sağlayan ilk sermaye birikim sürecine ait kaynakların kaymağını topluyor.

* Dış ticaret, emperyalistlere sunulan ara hizmetler, arazi spekülasyonu, suç ve kumar gibi faaliyetlerde aslan payını emperyalistler alıyor.

* Kırsal alandaki egemen sınıfla uzun vadeli bir ittifakın içerisine girerek ilk sermaye birikim sürecini sınırlıyor. Böylece köy nüfusunun önemli bir kısmı emtia üretimi alanının dışında kalıyor.

Rezerv ordunun büyük olması sebebiyle hammadde üretimi ilkel düzeyde. Bu sebeple makinelerin modernizasyonunu teşvik edecek bir zemin oluşmuyor. Bu süreçte emperyalist ülkelerdeki endüstride üretkenlik azalıyor, bu da azgelişmişliği kalıcılaştırıyor. Mandel bu konuda şu yorumu yapıyor:

“Marksizm, yani kendi iç tutarlılığı olan emek-değer teorisi üzerinden baktığımızda azgelişmişlik (kitlesel işsizlikten dem vurduğumuz ölçüde) her daim nicelikseldir ama aynı zamanda (düşük emek üretkenliği anlamında) nitelikseldir.” [Mandel 1974, a.g.e., s. 57]

Güneyin yoksul ülkelerinde kapitalizm öncesi üretim ve dağıtım ilişkileri ile kapitalist üretim ve dağıtım ilişkileri iç içe gelişti. Bu da kapitalist üretim tarzının genele teşmil edilmesine, büyük ölçekli kapitalist endüstrinin her yana yayılmasına mani oldu.

Geç dönem kapitalizmde tekelci beynelmilel sermaye, üçüncü dünya ülkelerinde ürünlerini tamama erdirmenin kârlı olduğunu gördü.

Azgelişmiş ülkelerde endüstrileşme sürecinin başlamasıyla işgücünün yeniden üretiminin sahip olduğu maliyet azaldı, zira bu ülkelerde toplumsal emeğin üretkenliği arttı. Ancak enflasyon sebebiyle, bir meta olarak işgücünün değerindeki azalmaya her zaman paranın değerindeki düşüş eşlik etmedi.

Rezerv ordudaki büyüklük, bir meta olarak işgücünün değerine ahlaki-tarihsel bileşenlerin dâhil olmasına mani olur.

Rezerv ordu şu tür faktörlere bağlı olarak varolur:

* Topraktan uzaklaşan köylüleri ancak yavaş yavaş büyüyen bir endüstri sindirebilir.

* Ülkede tamamlanan ürünlerin üretimi yeni bir gelişmedir ve bu üretim sermaye yoğunlukludur. Hammadde üretimi ise emek yoğunlukludur. Endüstrideki işlerin sayısı bu sebeple durağanlaşır, hatta azalır.

Büyük rezerv ordusunun varlığının gerekli kıldığı biçimde kapitalistlerle işçiler arasındaki güç dengesi, işçi sınıfının etkin bir sendikal örgütlenme süreci içerisine girmesine büyük ölçüde mani oldu. Neticede işgücü değerinin altında satıldı.

Sermaye, artı-değer oranını artırmak suretiyle kâr oranındaki düşüşü telafi edebilir. Yabancı sermayenin üçüncü dünya ülkelerinin endüstriyel faaliyetlerine yatırım yapmasının sebebi, artı-değer oranının yüksek, dolayısıyla kâr oranının da yüksek oluşudur. Ancak bu yatırım sermaye birikimi konusunda kimi kısıtları da beraberinde getirir, zira iç piyasa, işçilerin ihtiyaçlarının karşılanamaması ve reel ücretlerin düşük oluşu sebebiyle genişleyemez.[12]

Özetle: geç kapitalizm dönemine girildiği 1945 yılından itibaren fazla kârın ana kaynağı teknoloji üzerinde elde edilen rantlardır. Bu kâr, artık sömürgelerin ve yarı-sömürgelerin sömürülmesi üzerinden elde edilememektedir. Neticede kârlar dışa doğru akmış, eşitsiz değiş tokuş ilişkileri içine girilmiştir.

Gelişmekte olan ülkelerdeki düşük ücretlerin ana sebebi, o ülkelerdeki rezerv ordunun büyük olmasıdır. Bu ülkelerin kapsamlı bir biçimde endüstrileşmesine mani olunmuştur. Endüstrileşmiş ülkelerde yüksek ücretler, ancak rezerv ordunun küçültülmesi sayesinde gündeme gelebilir.

Mandel’e göre geç kapitalizminin 1989’da sona eren döneminde gidişat bu şekildedir.

1989 yılıyla başlayan neoliberalizm döneminde ise endüstriyel üretimin gelişmekte olan ülkelere yeniden aktarılma süreci hızlanmıştır. Bunun neticesinde endüstrileşmiş ülkelerdeki rezerv ordu büyümüş, yani işsizlik artmış, bu da kapitalistlerin ücretleri düşürmelerini veya sabit tutmalarını mümkün kılmıştır. Bu dönemde ayrıca kapitalistler, gelişmekte olan ülkelerde üretilen ürünlerin fiyatlarını düşürme imkânı bulmuş, böylelikle endüstrileşmiş ülkelerdeki nominal reel ücretler olması gereken düzeyin altına inmiştir. Böylelikle, gelişmekte olan ülkelerdeki insanların hilâfına olacak şekilde yaşayabileceğimize, adalet adına ulaştığımız refahın büyük bir kısmından vazgeçmek zorunda kalacağımıza dair yanlış bir algı oluşmuştur.

Ancak tümüyle ahlakî olan bu argümanı dillendirenler, ücretlerin düzeyinin temelde sınıf mücadelesinin sonucunda şekillendiği, bu düzeyin kapitalistlerin ve işçilerin nispi gücüne bağlı olduğu gerçeğini göremiyorlar. Burada mesele, rezerv ordunun büyüklüğü ve bu büyüklükle gördüğü işlevdir. Birçok şirketin üçüncü dünya ülkelerine kaydırılsa bile bu ülkelerin endüstrileşme süreci kapsamlı hâle getirilemez. Rezerv ordu çok büyük, ücretlerse düşüktür. Gelişmekte olan ülkeler azgelişmişliğin yol açtığı fasit daireden ancak aktif bir endüstri politikası uyguladıkları takdirde kurtulabilirler. Ancak bu tür bir politikayı ancak Çin gibi büyük ülkeler uygulamaya koyabilir.

Kapitalistlerin hayrına olacak şekilde, ücretlerin önemli bir kısmından feragat etsek bile, bu, gelişmekte olan ülkelerin durumu zerre miskal gelişmeyecektir.

İşçi Aristokrasisi Teorisindeki Sosyolojik Sorunlar

Ernest Mandel’in tespitiyle, 1918 sonrasında komünist hareketin öncü kadroları, Almanya ve Fransa’daki proletarya içerisinde en iyi ücretleri alan metal işçilerinden oluşuyordu. Komünizm, metal endüstrisi bünyesinde faal olan büyük şirketlere işçi akını gerçekleştiği noktada bir kitle hareketi hâline gelmiştir.[13] Fransa’da 1968’den beri Renault gibi büyük metal fabrikaları komünistlerin kontrolü altındaydı. Komünist hareketin nüfuzu ancak aynı yıl içerisinde FKP’nin ihaneti neticesinde kırıldı.

1917’de gerçekleşen Rus Devrimi’nde Putilov’daki fabrikada çalışan metal işçileri çok önemli bir rol oynadılar.

Tersten, Fransız imparatorluğunun çöküşüyle birlikte işçi bürokrasisi ortadan kayboldu. Bu süreci değerlendirirken ilgili tespite “Fransız burjuvazisi sömürgelerdeki sömürüyü yeni sömürgeci sömürü pratikleriyle ikame etti” cümlesiyle itiraz etmek mümkün tabii. Ama 1967’de Fransa eski sömürgelerinden çok kısıtlı miktarlarda kâr elde ediyordu. Bu, bilhassa ABD için de geçerli bir durumdu. İlgili dönem boyunca başka ülkelerden gelen kârların miktarı, tüm ABD burjuvazisinin elde ettiği kâr içerisinde devede kulaktı.[14]

Bu anlamda, Mandel’e göre, ücret düzleminde, gelişmiş bir ülkedeki işçileri işçi aristokrasisi olarak tarif etmenin bir anlamı bulunmuyor.[15]

Birinci Dünya Savaşı’ndan bile önce Rosa Luxemburg şu tespitleri yapıyordu:

“İşsiz kalındığı sürecin kesintili ilerlediği veya işsizliğin geçici olduğu, iyi ücretler ödenen endüstri işçilerinin üst katmanı örgütlenmeye açık.

Köyden kente akın eden ve vasıfsız olan inşaat işçilerinin alt katmanı ile tuğla imalatında ve hasat toplama işinde çalışan yarı köylü ve düzensiz çalışan işçi kesiminde sınırlı ve geçici istihdam koşulları ve toplumsal ortamlarına bağlı olarak sendikal örgütlenme düşük düzeyde.

Küçük ölçekli üretim sahasında ara sıra çalışan ve rezerv ordusunun geniş olan alt katmanını teşkil eden işçiler ile ara sıra işe girip çıkan yoksulların yönetilmesi mümkün değil.

Genel manada proleter sınıf içerisindeki ihtiyaç düzeyi ve baskılar arttıkça onu bir sendikaya örgütleme imkânı da aynı ölçüde azalıyor.”[16]

Bu tespit belirli iş kolları için hâlen daha geçerli.

“İşçi Aristokrasisi” Denilen Sorunlu Slogan

Strateji açısından bakıldığında işçi sınıfını pasif olmakla suçlamak ve bu pasifliği “burjuvaziden alınan rüşvet”le açıklamak doğru değil. Esasında olağan koşullarda yönetilenlerin büyük çoğunluğu yönetenlerin ideolojik kılavuzunu her daim kabul ederler. İdeolojik saldırının etkisinden sınıfın ancak küçük bir kısmı kurtulabilir. Sakin ilerleyen dönemlerde burjuvazi daha derinlikli ve gelişkin propaganda araçlarını devreye sokar.

En ileri işçiler sosyalist programlarını bıkıp usanmadan propaganda etmelidirler. Ancak öte andan başarıya ancak bugün tanık olduğumuz türden kriz dönemlerinde ulaşılabilir.

Ajitasyon faaliyetlerinde sınıfı kapitalistlere karşı bir araya getirecek formüller bulunmalıdır. Fakat bu noktada işçi aristokrasisi suçlaması olumsuz bir etkiye yol açacaktır. Böylesi bir suçlama zaten bölünmüş olan işçi sınıfını bölecek, bu da kapitalistlerin ekmeğine yağ sürecektir. Ne pahasına olursa olsun böylesi bir yanlıştan uzak durulmalıdır.

Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan insanların maruz kaldıkları kötü koşullar ancak sosyalist devrimden sonra gelişir. Sanayi işçilerinin kuracağı bir devlet gelişmekte olan ülkelerin kapsamlı ve hızlı bir biçimde endüstrileşmesi için elindeki devasa kaynakları artıracaktır. Ancak bu noktada birikimin oranı hem gelişmekte olan ülkelerin hem de endüstrileşmiş ülkelerin refah düzeyinin sürekli artmasını sağlayacak şekilde hesaplanmalıdır. Gelişmekte olan ülkelerin refahı önemli ölçüde artacak, böylelikle yirmi otuz yıl içerisinde sosyalist blok genelinde yaşam koşulları eşitlenecektir. Kitlelerdeki ülkeyi inşa etmeye dair şevk, üretici bir güçtür.[17]

Jan Müller
1 Haziran 2022
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Lenin: Der Imperialismus, Lenin Werke 22. Cilt içinde, s. 198, Berlin 1971.

[2] Peter Schaber: “Split world proletariat, into young world”, 26 Temmuz 2019, Junge.

[3] Bkz.: Ernest Mandel: Marxist Economic Theory, 1. Cilt, s. 185ff, Frankfurt am Main 1985.

[4] Ernest Mandel: Der Spätkapitalismus, Frankfurt am Main 1974, s. 71.

[5] Mandel 1974, s. 72.

[6] Mandel 1974, a.g.e., s. 72.

[7] Bkz.: Mandel 1974, a.g.e., s. 73.

[8] Mandel 1974, a.g.e., s. 51ff.

[9] Mandel 1974, a.g.e., s. 59ff.

[10] Mandel 1974, a.g.e., s. 178f, 205ff, 230ff, 296.

[11] Mandel 1974, a.g.e., s. 334.

[12] Mandel 1974, a.g.e., s. 61 ve devamı.

[13] Bkz.: Ernest Mandel: Die Bürokratie, ISP-Theory 4, Frankfurt am Main 1976 (ilk olarak 1967’de yayımlandı), s. 32.

[14] Mandel 1976, a.g.e., s. 31.

[15] Mandel 1976, a.g.e., s. 31 ve devamı.

[16] Rosa Luxemburg, Introduction to National Economics, s. 276 ve devamı, aktaran: Mandel 1974, a.g.e., s. 144

[17] Ernest Mandel: Marxist Economic Theory, 2. Cilt, Frankfurt am Main 1979, s. 768.

0 Yorum: