1. Giriş
Yaklaşık yüz yıl önce Lenin, Emperyalizm:
Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürü ile Marksist düşünceyi kati surette
geliştirdi ve berraklaştırdı. Lenin’in müdahalesi, Marx ve Engels tarafından
rüşeym hâlinde fark edilmiş olsalar da onların zamanında tam olarak
anlaşılabilecek kadar gelişmedikleri için açıklayamadıkları gelişmelerin
bilimsel olarak anlaşılmasını sağladı. Lenin, Engels’in ölümünden sonra geçen
sadece çeyrek yüzyıllık sürede, kapitalizmin özünde niteliksel bir değişim
geçirdiğini göstermeye çalıştı: Kapitalizm, emperyalizm olmuştu. Lenin
ile bizim, bugünün arasında ise faşizmin yükselişi, İkinci Dünya Savaşı,
Çin Devrimi, dekolonizasyon ve elbette muzaffer hâkim sınıfın hemen hemen tüm
küreyi yeniden fethi bulunuyor. Uzun lafın kısası, dünya oldukça değişti.
Lenin’in fikirlerinin önemi hâlâ çok büyük, ancak o zamanki bağlamlarından
koparılarak bizim koşullarımıza mekanik bir bakışla uygulanamazlar.
Komünist Parti’nin ev sahipliği yaptığı tartışma, şu
ana dek bu soruyu yanıtlamaya çalışan birkaç denemeye sahne oldu: “Yarım
yüzyıllık sosyalizm deneyimi, şimdinin sosyalizm-sonrası ülkelerinin ekonomik
yapılarını nasıl etkiledi?” Bu tartışma, çoğunlukla Rusya’ya odaklanmakla
birlikte, Çin’i ve bir zamanlar özgürleşmiş olduğu hâlde şimdi yine hâkim
sınıfın boyunduruğu altına girmiş insanlığın üçte birini anlamak için ilginç
öneriler sundu. Ne yazık ki, bir diğer tamamlayıcı soru üzerinde yeterince
düşünülmedi: Sosyalizme karşı yarım yüzyıl süren mücadele, kapitalizmin yapısını
nasıl dönüştürdü?
Bu soru, bu makalenin esas meselesi olacak. Çıkış
noktamız, Lenin’in “emperyalizmin kapitalizmin bir geçiş hâli, hatta daha kesin
olarak ölüm döşeğindeki hâli” olduğuna dair isabetli gözlemi olacak. (Lenin, Emperyalizm,
IX) Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek, bir başka deyişle, en son aşamasıdır.
Lenin, bu konuda çok nettir: Sistem, bir bütün olarak bir adım bile geri
gidemez, emperyalist-olmayan-kapitalizme tekrar dönemez (bu, Kautsky ile
tartışmalarının da özüdür). Yani Lenin’e göre emperyalizm, yalnızca
kapitalizmin sonuna işaret etmekle kalmıyordu; bu, sonun zaten başlamış hâliydi.
”Tekelleşme”, Lenin’in doğru tanımıyla, genel anlamda emperyalizm ile eş
anlamlıdır, “kapitalizmden daha yüksek bir aşamaya geçişin adıdır” (Lenin, Imperialism,
VII). Şu ana kadarki tartışmanın altında yatan varsayım, Lenin’in analizinin doğru
olduğu, ama biçtiği sürenin fazla iyimser olduğu yönündedir:
Emperyalizm, kapitalizmin son aşamasıdır, ama onun Lenin’in düşündüğünden fazla süre
dayandığı da ortadadır.
Ancak Lenin’in kendi zamanındaki emperyalizmin o
esnada kapitalizm dışına doğru bir dönüşümü temsil ettiği tahmini, gerçekten de
doğruydu. Fazla iyimserliği, kronolojisinde değil teleolojisindeydi: Kapitalizmin
sonunun, genel anlamda sınıflı toplumun da sonu anlamına geldiğini
varsayıyordu. Oysa durum bu değil. Ciddi hiçbir materyalist teorisyen, en
azından prensipte, başka bir alternatifin mümkün olduğunu inkâr edemez.
Gerçekten de bütün politik çabamızın kastı budur: Eğer sosyalizm ve komünizm
kaçınılmazsa, neden devrim yapmak için bu kadar zaman ve emek harcayalım?
Sabırsızlıktan mı? Elbette hayır: Politik mücadeleye gireriz, çünkü kaybedebileceğimizi,
hâkim sınıfın kazanabileceğini biliriz. Üstelik kazanmaya sahiden de çok
yakınlar.
Ve kendine Marksist diyen birçok kişi, siyaset
yaptığımızı, kendi çıkarlarımız doğrultusunda, bilinçli şekilde dünyaya yön
vermeyi unuttuysa, daha da fazla kişi daha büyük bir hata yapmıştır: Hâkim
sınıfın da siyaset yaptığını unutmuştur. İnsanlığın kurtuluşu, komünist
projenin ilerlemesinin olmazsa olmazı, Marksizmi yozlaştırmış ve sakatlamış
küçük burjuva hastalıklarımızı defetmektir: akademizm, mistifikasyonlar,
obskürantizm, yapısalcılık, vs. Marx, Engels, Lenin, Stalin, Gramsci, Mao, Enver
Hoca, Sankara, Newton ve diğer büyük Marksistlerde bulunan, ama ne acı ki bugün
ortalarda görünmeyen siyasi bilince dönmeye ihtiyacımız var. Hâkim sınıfın, ilk
dalga sosyalist devrimlerin kısmi başarısına ve sermaye ile emek arasında her
gün yinelenen ve yenilenen mücadeleye karşılık olarak kasten ve bilinçle
verdiği yanıtları anlamak zorundayız.
Bugün Marksizmin altını oyan en korkunç
anti-materyalist sapma, “komplo teorilerine” duyulan histerik alerjidir. Lenin,
dünya burjuvazisinin en yüksek seviyede toplu ve sürekli bir işbirliği içine
girmesi ihtimalini reddetmiş olsa da (yani ultra-emperyalizm), kapitalist
emperyalizm uzadığı sürece mevcut güç yoğunlaşmasının giderek daha az elde
yoğunlaşmasının hızla artması, Lenin’in analizinin kaçınılmaz varsayımıdır.
Zaten Emperyalizm broşüründe de “Almanya’nın, sermayenin sayıları 300’ü
geçmeyen adamı tarafından yönetildiğini ve bu sayının sürekli azalmakta
olduğunu” belirtir. (Lenin, Imperialism, II). Ceteris paribus [Diğer
tüm durumlar sabitken], bugün Almanya’yı veya başka bir kapitalist ülkeyi
sermayenin kaç tane adamının yönettiğini düşünmeliyiz? Ve gayrımeşru güce
sahip, demokratik gösteri ardında saklanmak zorunda olan bu kadar az sayıda
kişinin koordinasyonu, bitmez tükenmez komplolar dışında neye
benzeyebilir?
2. SSCB’nin Kuruluşundan Sonra Emperyalizm
Lenin’den sonra dünya sisteminde yaşanan kaçınılmaz
gelişmeler, gücün az sayıda elde yoğunlaşması eğilimini ve bunun sonucu olarak
komploların artmasını hızlandırdı. Trajiktir ki, Lenin’in emperyalizmin
eğilimlerine cevap olacağını (dolayısıyla bu eğilimleri durduracağını)
öngördüğü devrim gerçekleşti, ancak tamamlanamadı. Kapitalist hâkim sınıfın
elinde kalmaya devam eden güç merkezleri, dünyanın yeniden fethedilmesinde
kullanılan kalelere dönüştüler.
Bu, Lenin’in tam anlamıyla hayal edemediği bir
durumdur. Lenin, emperyalist burjuvazinin kendi arasında dünyayı ve sömürüyü
pay etmelerinin ve sürdürebilecekleri bir işbirliği hâlinde kalmalarının uzun
vadede imkânsız olduğunu belirtir, çünkü aralarındaki güç dengeleri dinamiktir
ve sürekli değişmektedir. "Coğrafi bölgelerin paylaşımı gerçek güç
dinamikleriyle çeliştiğinde", der Lenin, “kapitalizmde çelişkilerin çözümünde
zor kullanmaktan başka ne çözüm bulunabilir?” (Lenin, VII) Ancak, semantiğe
takılırsak denilebilir ki: O zaman emperyalistler, bu çelişkileri kendi
aralarında, emperyalistler arası savaş olmadan çözmenin yolunu buldularsa,
Marx’ın tarif ettiğinden temelde farklı bir sistemde yaşadığımız söylenebilir.
Semantiği bir kenara bırakırsak, böyle bir durumu
sürekli kılacak bir gelişme var olamaz mı? Emperyalistlerin farklılıklarını bir
kenara bırakıp barış ilân etmelerine yardımcı olacak mucizevi bir olay yok
mudur? Adını koyacak olursak: işçi sınıfı devrimi. Marx’ın ta 1848’de
gözlemlediği gibi, Paris ayaklanması, İngiltere’de ve Anakara’da hâkim
sınıfların tüm fraksiyonlarını, toprak ve sermaye sahiplerini, borsa kurtlarını
ve esnafı, korumacıları ve serbest ticaret yanlılarını, hükümeti ve muhalefeti,
rahipleri ve özgür düşüncecileri, genç orospuları ve yaşlı rahibeleri Mülk, Din
ve Aile’nin korunması yakarışı altında bir araya getirdi. (Marx, Kapital
I, Bölüm 10)
Aynı konuya, Manifesto’nun başında daha da
büyük bir vurgu yapılır: “komünizmin hayaletini defetmek için yaşlı Avrupa’nın
bütün güçleri bir kutsal ittifak kurdu: Papa ve Çar, Metternich ve Guizot,
Fransız radikalleri ve Alman polis muhbirleri”. Lenin’in döneminde ise, hâkim sınıfların
devrime karşı bir araya gelme eğilimleri, şiddetli emperyalizm içi çatışma
eğilimini bastıracak kadar güçlü değildi. Gerçekten de
kapitalist-emperyalistlerin farklılıklarını bir kenara koymayı becerememeleri
ve bunun sonucu olan Dünya Savaşı, tüm kapitalistler için benzersiz bir
felaketle sonuçlandı: başarıya ulaşan ilk sosyalist devrim ve SSCB’nin
kuruluşu.
Hem emperyalizm içi savaş hem de ultra-emperyalist
karşıdevrimci mücadeleyle (en çok da SSCB’ye karşı) yaşıt ve kısmen de bu
dinamiğin ittirmesiyle, emperyalist hâkim sınıfın doğasını ve kapasitesini kati
surette değiştiren faktörler ortaya çıktı. Özünde hepsi tekel ve ultra-tekel
biçiminde olan bu faktörlerin başlıcaları; hava kuvvetleri; gökyüzünün
tekelleşmesi, iletişim endüstrisi ve insan iletişiminin giderek tekelleşmesi,
çok gelişmiş ve merkezî istihbarat örgütlerinin ortaya çıkışı, bilgi ve belki
zamanla gücün tekelleşmesi, gelir akışı üzerinde eşi benzeri görülmemiş, Lenin
zamanında hayal dahi edilemeyecek, sahiplerine rüşvet, adam satın alma,
suikast, yolsuzluk gücü veren -açıktan ve gizli- bir kontrol sistemi, vs.
şeklinde sıralanabilir.
İkinci Dünya Savaşı’nın doğası ve içeriğini tamamen
şematize etmek bu makalenin sınırlarını aşar. Ancak birkaç belirgin gerçeğe
dikkat çekmeliyiz. Biri, Nazizmin (her şeyden önce Alman kapitalistlerin -hatta
Lenin’in bahsettiği 300 kişinin devamının- komplolarıyla ve Amerikan desteğiyle
kurduğu) kendisini bir çeşit ultra-emperyalizm programı olarak sattığıdır.
Nazilerin önerisi, dünyanın Amerika, Almanya, İngiltere ve Japonya arasında
görece barışçıl yollarla bölündüğü bir dünya idi. Nazi rejimi, ayrıca diğer
büyük Batılı emperyalist güçlerce, Sovyetler Birliği devrimini ezmek için
ultra-emperyalizmin bir silahı olarak algılandı, geçici olarak kabullenildi,
hatta teşvik edildi.
Savaşı, emperyalizm içi bir çatışma veya
ultra-emperyalist bir karşıdevrimci (yeniden) fetih hareketi olarak görmemizden
bağımsız (ki bunların her ikisi de ve hatta daha fazlasıydı), bu karışıklığın
sonucu olarak hâkim sınıfın elinden büyük tavizler koparıldığı açıktır.
Tarifsiz bedeller ödenerek insanlık için net kazanımlar elde edilmiştir (bu
bedelleri hiçbir devrimci de sorgulamamıştır: hiçbir Marksist, “hayatları
kurtarmak” için köleliği kabullenmeye değdiğini asla düşünmemiştir; oysa bugün
kendini Marksist ilân eden birçok kişi, gönüllü olarak bu pozisyonu
kabullenmiştir).
Hâkim sınıfın Avrupa’da böyle ihtişamlı bir yenilgiye
uğramasının kısmi bir sebebi de kendi kibirleri, rezil sözde bilimlerine
inançlarıydı (Slavların özünde daha aşağı bir seviyede bulunduklarına dair
zamanın Batı kapitalizmindeki “uzmanların bilimsel mutabakatı”). Bir başka
sebep, kitlelerin bilinçli politik mücadelesiydi ki buna komplolar dâhildi;
örneğin Nazi fraksiyonlarının birlikte SSCB’ye saldırmak için ABD ile barışma
çabalarının altını oyma amaçlı uygulanan Sovyet komplosu (klasik Sovyet dizisi Baharın
Onyedi Anı bu olayı harikulade şekilde uyarlamıştır).
Yine de İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda büyük
kapitalist güçler yenilmiş olmaktan çok uzaklardı. Sosyalist dünyanın büyük
bölümünün nüfuzu kırılmıştı, harap olmuş topraklar üzerinde çaresizce yeniden
inşaya çalışıyorlardı. Faşist güçlerce yağmalanmış servetin büyük kısmı ve
liderlerinin çoğu, sırayla toparlandı ve artık Amerikan hegemonyası altında
birleşmiş olan emperyalist kampa entegre edildi. Almanya’daki sahte ve yüzeysel
“Denazifikasyon”, Nazizmin arkasındaki toplumsal güçlerin kuvvetlendiği sürecin
üzerini örttü, aşağı yukarı Japonya’da da böyle oldu. (Bu konuda şu kaynaklara
bakılabilir: The New Germany and The Old Nazis,
Tetens; Martin Bormann: Nazi in Exile, Manning; All Honourable Men,
Martin; Gold Warriors ve Seagrave’in tüm eserleri, ayrıca Dave Emory’nin bu
konudaki tüm üretimi.)
Burada en önemli konuyu görüyoruz: Ampirik olarak da
gösterilebilen, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünya üzerinde kurulmuş
topyekün ultra-emperyalist ABD hegemonyası gerçeği. Bu hegemonya, yalnızca -sürekli
sosyalizme doğru özgürleşmeye çalışan- üçüncü dünya ülkelerinin birlikte
sömürülmesi için değil, komünizme karşı varoluşsal mücadele, yani “Soğuk Savaş”
gereği de oluşturuldu. Soğuk Savaş’ın ve küresel karşıdevrimin bitişiyle zaman
1917’ye geri dönmedi. Sosyalizm deneyimi, bütün dünyayı temelden değiştirdi.
Muzaffer kapitalist sınıf, sosyalist dünyanın ortak servetini yağmalamakla
kalmadı, kolektif bilgi birikimi ve tecrübesini de yağmaladı. Kapitalistler, sosyalist üretimi, özellikle Çin’de devralarak kapitalist sosyal ilişkiler
içinde hayal edilemeyecek bir güç ve merkezî kontrolün keyfini çıkardılar.
Bu, Lenin’in hiç incelemediği bir düzendir. Lenin’in
ultra-emperyalizmi reddi, sonsuza dek (barış veya savaş hâlinde) sosyalist ve
kapitalist devlet arasında bölüşülmüş bir dünya ihtimalini kurcalamaz. Uzun süren
bir sosyalist yapılanma ardından gelecek karşıdevrim olasılığı ile hiç
uğraşmamıştır. Ancak ortaya çıkan dünya tam da bu olduğu için, biz de bununla
uğraşmalıyız, Lenin’in bize sunduğu birçok faydalı aracı kullanarak, uygun
yaklaşımla ve dogmatizmden uzak durarak.
3. Arasöz: Ayrı Bir Üretim Tarzı Olarak Emperyalizm Teoride Mümkün mü?
Yukarıda belirtildiği gibi, Lenin, emperyalist
kapitalizmin, kapitalizmin dönüşüm geçirirkenki, ölüm döşeğindeki hâli olduğunu
defalarca vurgular. (Lenin, Imperialism, IX) Özellikle ilgi çekici ve
önemli olan, orijinal broşürde, Lenin’in kapitalizmin neye dönüşmekte
olduğunu belirtmekten dikkatle kaçınmasıdır. Bu elbette, Lenin’in Çar’ın
sansüründen kaçınmak için kullanmak zorunda olduğundan yakındığı Ezop dilinden
kaynaklanıyor olabilir. Basımını takip eden birkaç ay içinde, Ekim 1916’da
yayımlanmış ve genellikle broşürün eki olarak yayımlanan “Emperyalizm ve
Sosyalizmdeki Bölünme” adlı makalesinde doğrudan “Emperyalizm zaten ölmekte
olan kapitalizmdir, sosyalizme dönüşümünün başlangıcıdır,” der.
Bilinçli olarak veya sansür nedeniyle olması fark
etmez; ilk metindeki belirsizliğin, takip eden makaledeki sosyalizmden başka
bir şeyin ortaya çıkmayacağına dair özgüvenden daha isabetli olduğu
kanıtlanmıştır. Bu metinler, emperyalizmin Marx’ın tarif ettiği biçimiyle
kapitalist sistem için gerekli olan temel şartların altını oyduğunu anlamamıza
yardımcı olurlar. Molly Klein’ın not ettiği üzere, elbette çok sınırlı manada,
sosyalizmin kapitalizmin değil de bireyselciliğin karşıtı şeklinde ifade
edilmesi hâlinde, inşa edilmekte olanın sosyalizmin bir formu olduğunu
da söyleyebiliriz. Kanıtlarla yaşanmakta olan, hem üretim hem de dağıtımın
çarpıcı biçimde sosyalizasyonudur. Ancak bu, sosyalizmin genellikle
kullandığımız anlamıyla kastettiğimiz eşitlikçi çağrışımlarının aksine
hiyerarşik şekilde gerçekleşmektedir. Oluştuğunu gördüğümüz Sovyet Sosyalist
Cumhuriyeti değil, Platoncu -faşizan, otoriter-hiyerarşik cumhuriyettir.
Bu noktada, Moly Klein’ın bu bağlamda işaret ettiği,
Marx’ın Kapital 3. cildinde yazdığı olağanüstü öngörülü pasajları
dikkate almakta fayda var ve bunlar uzun bir alıntıyı hak ediyorlar. Marx’ın anonim
şirketlerin kuruluşuna dair çıkarımları şu şekildedir (italikler yazarın
vurgusudur):
1. Üretimin ve girişimlerin ölçeklerinin, geçmişin
bireysel sermayeleri için mümkün olmayan seviyede muazzam genişlemesi. Aynı
zamanda, geçmişte devlet girişimleri olan girişimlerin toplumsal girişimler hâline
gelmesi.
2. Kendisi bir toplumsal üretim biçimine dayanan ve
üretim araçları ile emek gücünün toplumsal yoğunlaşmasını şart koşan sermaye,
burada özel sermayeden farklı olarak, doğrudan doğruya toplumsal sermaye
formunu alır (doğrudan bir araya gelmiş bireylerin sermayeleri) ve bu formun
girişimleri özel girişimler değil toplumsal girişimler biçiminde ortaya çıkar. Bu,
kapitalist üretimin kendi çerçevesi dâhilinde, özel mülkiyet olarak sermayenin
ortadan kalkmasıdır.
3. Gerçekten faal olan kapitalistin sadece bir
yönetici, başkalarının sermayesinin idarecisi ve sermaye sahibinin sadece bir
sahip, sadece bir para-kapitalisti hâline gelmesi. Aldıkları kâr paylarının,
faizi ve girişimci kazancını, yani toplam kârı içermesi durumunda bile (çünkü
yöneticinin maaşı sadece, fiyatı tüm diğer emeklerin fiyatları gibi emek
piyasasında düzenlenen belirli bir tür hünerli emeğin ücretidir ya da böyle
olmalıdır) söz konusu toplam kâr, artık yalnızca faiz biçiminde, yani
yalnızca sermaye mülkiyetinin ödülü olarak alınır ve böylece sermaye mülkiyeti,
gerçek yeniden üretim sürecindeki işlevden ve aynı şekilde bu işlev de,
yöneticinin kişiliğinde, sermaye mülkiyetinden tümüyle ayrılır. Kâr (artık
yalnızca kendisini borçlunun kârıyla haklı çıkaran bir parçası, yani faiz
değil, tüm kâr) kendisini sadece, üretim araçlarının sermayeye dönüşümünden;
yani üretim araçlarının gerçek üretici karşısındaki yabancılaşmasından,
başkalarının mülkiyeti olarak yöneticiden en son gündelikçi işçiye kadar
üretimde gerçekten faal olan tüm bireylerle karşıtlığından kaynaklanan bir
“başkalarının artık emeğine el koyma” olarak gösterir. Anonim şirketlerde işlev,
sermaye mülkiyetinden ayrılmıştır ve dolayısıyla emek de üretim araçlarının ve
artık emeğin mülkiyetinden tümüyle ayrılmıştır. Kapitalist üretimin en ileri
derecedeki gelişmesinin bu sonucu, sermayenin bir kez daha üreticilerin mülkiyeti
haline gelmesi yönündeki zorunlu bir geçiş noktasıdır; ama sermaye, bu kez, tek
tek üreticilerin özel mülkiyeti değil, birleşik üreticilerin mülkiyeti,
dolaysız toplumsal mülkiyet olacaktır. Diğer yandan, anonim şirket ise yeniden
üretim sürecindeki, şu ana dek hâlâ sermaye mülkiyetiyle bağlantılı olan tüm
işlevlerin, sadece birleşik üreticilerin işlevlerine, toplumsal işlevlere
dönüşmesi yönündeki bir geçiş noktasıdır.
Bu, kapitalist üretim tarzının, kapitalist üretim
tarzının kendisi içinde ortadan kaldırılmasıdır ve bu nedenle, kendi kendisini
ortadan kaldıran bir çelişkidir; bu çelişki prima
facie [ilk bakışta] kendisini sadece yeni bir üretim biçimi yönündeki bir
geçiş noktası olarak ortaya koyar. Ardından, görüntüde de kendisini böylesi
bir çelişki olarak sunar. Belirli alanlarda tekel kurar ve bu nedenle
devlet müdahalelerini davet eder. Yeni bir mali aristokrasiyi, proje
tasarımcıları, kurucular ve sadece kâğıt üzerindeki müdürler kılığındaki yeni
bir asalaklar türünü; şirket kuruluşları, hisse senedi ihraçları ve hisse
senedi ticareti ile ilişkili olarak bütün bir dolandırıcılık ve hile sistemini
yaratır. Bu, özel mülkiyetin denetimi altında olmayan özel üretimdir.
Kapitalist özel sanayinin, kapitalist sistemin
kendisine dayalı olarak ortadan kalkması anlamına gelen ve kendisini
genişletmesi ve yeni üretim alanları ele geçirmesi ölçüsünde özel sanayiyi yok
eden anonim şirketler olgusu bir yana bırakıldığında kredi, tek tek
kapitalistlere ya da kapitalist sayılan kişilere, belirli sınırlar içinde,
başkalarının sermayeleri ve başkalarının mülkleri ve dolayısıyla başkalarının
emekleri üzerinde mutlak bir denetim kurma olanağını sağlar. Kendi
sermayesini değil toplumsal sermayeyi denetler, toplumsal emeği onun denetimi
altına sokar. Gerçekte ya da başkalarının düşüncelerinde sahip olunan
sermayenin kendisi, artık sadece kredi üstyapısının temeli hâline gelir. Bu
söylenen, toplumsal ürünün en büyük kısmının hareketine aracılık eden toptan
ticaret için özellikle geçerlidir. Burada tüm ölçekler, kapitalist üretim
tarzının sınırları içinde hâlâ az çok haklı gösterilebilen tüm mazeretler
ortadan kaybolur. Spekülasyon yapan toptancı tüccarın riske attığı şey, kendi mülkiyeti
değil, toplumsal mülkiyettir. Sermayenin kökeninde tasarrufun bulunduğu ifadesi
de aynı ölçüde anlamsızlaşır, çünkü toptancı tüccar, tam da başkalarının kendisi
için tasarruf etmesini ister. Toptancı tüccarın, kendisi de bir kredi aracı
olan lüksü, tasarruf hakkındaki diğer ifadesini açıkça yalanlar. Kapitalist
üretimin daha az gelişmiş bir aşamasında hâlâ bir anlamları olan düşünceler,
burada tümüyle anlamsızlaşırlar. Burada hem başarı hem de başarısızlık,
sermayelerin merkezîleşmesine ve bu nedenle de en muazzam ölçekte
mülksüzleşmeye yol açar. Mülksüzleşme, burada dolaysız üreticilerden küçük ve
orta büyüklükteki kapitalistlere kadar uzanır. Bu mülksüzleşme, kapitalist
üretim tarzının başlangıç noktasıdır; onun hayata geçirilmesi ve son aşamada
tüm bireylerin üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kalması, bu üretim
tarzının hedefidir; üretim araçları, toplumsal üretimin gelişmesiyle birlikte
özel üretimin araçları ve özel üretimin ürünleri olmaktan uzaklaşır ve bundan
sonra sadece, toplumsal ürünleri oldukları birleşik üreticilerin elindeki
üretim araçları ve dolayısıyla onların toplumsal mülkiyetleri olabilirler. Ama
bu mülksüzleşme kendisini, kapitalist sistemin sınırları içinde çelişkili bir
biçimde, toplumsal mülkiyete az sayıda kişi tarafından el konması şeklinde
ortaya koyar; kredi de bu kişilere su katılmamış maceracılar olma karakterini
giderek daha fazla kazandırır. Mülkiyetin burada hisse senedi biçiminde var
olması nedeniyle onun hareketi ve aktarımı, küçük balıkları köpek balıklarının
ve kuzuları borsa kurtlarının yuttuğu borsa oyununun katıksız bir sonucu olur.
Daha anonim şirket biçiminde bile, toplumsal üretim araçlarının bireysel
mülkiyet olarak göründüğü eski biçimle karşıtlık vardır; ama hisse senedi
biçimine dönüşümün kendisi, henüz kapitalist sınırların içinde hapsolmuş olarak
kalır; bu nedenle hisse senedi biçimi, servetin toplumsal servet olarak
karakteri ile özel servet olarak karakteri arasındaki çelişkiyi aşmak yerine
sadece yeni bir şekle büründürür.
Kredi sistemi, aşırı üretimin ve ticaretteki aşırı
spekülasyonun temel kaldıracı olarak görünüyorsa, bunun tek nedeni, doğası
gereği esnek olan yeniden üretim sürecinin burada en uç sınırına kadar
zorlanmasıdır ve bu zorlamanın nedeni,
toplumsal sermayenin büyük bir bölümünün onun sahibi olmayanlarca kullanılması
ve bu kişilerin de, bu nedenle, işlerini, kendi başına faaliyet göstermesi
ölçüsünde özel sermayesinin sınırlarını endişeyle düşünüp taşınan sermaye
sahibinden çok farklı bir şekilde yürütmeleridir. Bunun gösterdiği tek şey,
sermayenin, kapitalist üretimin çelişkili karakterine dayanan değerlenmesinin,
gerçek, özgür gelişime yalnızca belirli bir noktaya kadar izin verdiği, yani
aslında, üretime içkin olan ve kredi sistemi tarafından durmadan kırılan bir
zincir ve engel oluşturduğudur. Bu nedenle kredi sistemi, üretici güçlerin
maddi gelişimini ve dünya pazarının oluşumunu hızlandırır. Kapitalist üretim
tarzının tarihsel görevi, yeni üretim tarzının bu maddi temellerini belirli bir
düzeye kadar yükseltmektir. Kredi aynı zamanda, bu çelişkinin şiddetli
patlamalarını, yani bunalımları ve böylece eski üretim tarzının çözülmesinin
safhalarını hızlandırır.
Kredi sistemine içkin olan iki yanlı karakter: bir
yandan kapitalist üretimin itkisi olan başkalarının emeğini sömürme yoluyla
zenginleşmenin en katıksız ve en devasa kumar ve dolandırıcılık sistemi
düzeyine yükseltilmesi ve toplumsal serveti sömüren az sayıdaki insanın
sayısının giderek daha da azaltılması; ama diğer yandan yeni bir üretim tarzına
geçişin biçiminin oluşturulmasıdır.
[Marx, Kapital III. Cilt, Bölüm
27/5]
Marx’ın bakışı, burada teleolojik yatkınlıkları,
kapitalizme biçtiği tarihî misyon ve sosyalizmin neredeyse kaçınılmaz olduğuna
olan inancı nedeniyle, biraz sınırlanmış olabilir. Öte yandan, Klein’ın
değindiği üzere, Marx’ın yönelim ve hesaplamaları, Marx’ın zamanındaki emek
ve sermaye arasındaki güç dengesine içkin olasılıkların oldukça haklı bir
okumasıdır. Vaziyeti temelden değiştiren, 20. yüzyılın son on yılında
kapitalist sınıfın başardığı teknolojik ve taktiksel ilerlemeler olmuştur. Her
halükârda Marx, başarılı bir biçimde, materyalist manada derinlemesine
kavradığı süreçlerin, başlangıç aşamasında olmalarına rağmen, apaçık ve detaylı
bir analizini sunar. En önemlisi de, birleşik tekelleşme ve finansallaşma
sürecinin kapitalist ilişkilerin normal işleyişi ile bir arada var
olamayacağına dair önemli itirazıdır. O, sosyalist olmayan yeni bir üretim tarzına
değinmez, ama aynı zamanda kapitalizmin mevcut hâliyle hâkim üretim tarzı
olarak bizim düşündüğümüz kadar uzun süre yaşayabileceği fikriyle de oyalanmaz!
Bu, kapitalizmin içinden alternatif bir üretim
tarzının çıkma ihtimalini reddetmek için Marx ve Lenin’in otoritesine yaslanan
tembel mekanik dogmatizmin kafasını karıştıran noktadır. Böyle bir önerinin
öncülleri, Marx’ta da Lenin’de de çok kuvvetli şekilde bulunmasa da,
kapitalizmin bu kadar uzun süre aynı temel kanunlar dâhilinde sürebileceği
fikri, Marx ve Lenin’in çalışmalarının ruhuyla daha büyük çelişki içindedir.
Ayrıca hâkim sınıfın denediği şeyin çok iddialı, riskli ve başarısız olmaya
yatkın olduğunu vurgulamak da önemlidir. Denedikleri şeyin ne olduğunu anlamak
ve başarılı olmalarını önlemek ise bize düşmektedir.
Lenin’in emperyalizmden anladığının, kapitalizmin dışına
doğru gerekli ve geri döndürülemez bir dönüşüm olduğunu göstermek için birkaç
alıntı yerinde olacaktır:
“Özel
ekonomik ve mülki ilişkiler, artık içindekilerin sığmadığı bir kabuk
oluştururlar. Bu kabuk, eğer çıkartılması yapay olarak ertelenirse, kaçınılmaz
olarak çürüyecektir; oldukça uzun bir süre çürümüş hâlde kalacaktır (en kötü
durumda oportünist çıbanın akıtılması tedavisi gecikirse), ama eninde sonunda
kaçınılmaz olarak kesilip atılacaktır.” [Lenin, Emperyalizm, IX)
“Emperyalizm aşamasında kapitalizm, üretimin tam toplumsallaşmasına doğru ilerlemektedir;
âdeta kapitalistleri, kendi irade ve bilinçlerine rağmen, yeni bir
toplumsal düzene, tam rekabetçi düzenden tam toplumsallaşmaya geçişe itmektedir.
Üretim toplumsallaşmakta, ama mülk edinme özel kalmaktadır. Toplumsal üretim
araçları küçük bir azınlığın mülkiyetinde kalmaya devam etmektedir. Şeklen
kabul edilen serbest rekabet çerçevesi yürürlükte kalmaktayken, birkaç
tekelcinin nüfusun geri kalanı üzerindeki boyunduruğu yüz kat artmakta, daha
ağır ve katlanılamaz hale gelmektedir. [Lenin, Emperyalizm, I]
“Eski
kapitalizmin zamanı doldu. Yeni kapitalizm başka bir şeye doğru geçişi temsil
ediyor.
Bir
başka deyişle, eski kapitalizm, serbest rekabet kapitalizminin vazgeçilmez
düzenleyicisi Borsa ile birlikte ebediyete intikal etmektedir. Onun yerini
almaya, bir geçiş döneminin bariz izlerini taşıyan, serbest rekabet ve
tekelleşme karışımı yeni bir kapitalizm gelmiştir. Akıllara şu soru
gelmektedir: bu yeni kapitalizm neye dönüşmektedir? Fakat burjuva bilginleri bu
soruyu sormaktan korkmaktadırlar.” [Lenin, Imperialism, II]
“Tekelleşme,
kapitalizmin içinden çıkmıştır ve kapitalizmin genel çerçevesi içinde, meta
üretimi ve rekabet çerçevesinde var olur ve bu genel çerçeveyle kalıcı ve
çözülemez bir çelişki hâlindedir. Yine de, tüm tekeller gibi, kaçınılmaz olarak
durgunluk ve çürüme yaratmaya yatkındır.” [Lenin, Imperialism, VII]
“Aynı
zamanda, serbest rekabetten ortaya çıkmış olan tekeller, serbest rekabeti yok
etmezler, ama onun üzerinde ve yanında var olurlar, bu nedenle de giderek daha
keskin ve şiddetli çatışmalara, sürtüşmelere ve karşıtlıklara neden olurlar.
Tekelleşme, kapitalizmden daha yüksek bir düzene geçiş aşamasıdır. [Lenin, Imperialism,
VII]
Tuhaf olan şu ki bu makalenin esas fikrini kabul
etmeyenler, genellikle kendilerini Lenin’in Kautsky’ye eleştirileriyle aynı
safta görürler. Ancak, Lenin’in özellikle Kautsky eleştirilerinde bıkmaksızın
vurguladığı nokta, kapitalizmin emperyalizmin formunda daha az agresif bir
forma ricat etmeyeceği, görece daha stabil bir durumda var olmaya devam
edemeyeceğidir. Rekabetçi kapitalizm, durmaksızın tekelleşme ve yoğunlaşma ile
kendi önkoşullarının altını oymaktadır. Tekelin, rekabetçi kapitalizmi
tamamen terk edecek noktaya kadar büyümesi yönünde açık bir eğilim mevcuttur. “Kapitalist
tekel, kapitalizmin içinden çıkar, ama kapitalizmin genel çerçevesiyle kalıcı
ve çözülemez bir çelişki hâlindedir.” (Lenin, Imperialism, VIII)
Keynes’in meşhur sözüyle, kapitalizmin ihtiyacı olan şey, “rantiyecilere ötenazi”dir.
Lenin, tekellerin gerici, yıkıcı eğilimini, örneğin konumunu korumak için
gerekirse yeni bir teknolojiyi yok etme isteğini de belirtir.
Marx’ın esas söylemek istediği, yukarıdaki uzun
alıntıda da yinelendiği üzere, Dengizm (ç.n: Çinli lider Deng Şiaoping
tarafından geliştirilen siyasi ve ekonomik ideolojiler dizisi. Bu teori,
1980'lerden bu yana zorunlu olarak Çin üniversitelerinde ders hâlinde
okutulmuştur.) taraftarlarının aksine, kapitalist üretim ilişkilerinin,
gelişmenin belli bir noktasında, üretimin önünde bir köstek olduğudur.
Vurguladığı üzere, “Kapitalist üretimin önündeki gerçek engel, sermayenin
kendisidir.” [Marx, Kapital III. Cilt, Bölüm 15) Kapitalizmin ilk
dönemlerinde, kullanım değeri olan şeylerin daha da fazla üretilmesi teşvik
edilir. Ancak, Marx’ın hesaplarına göre Avrupa’da daha 1800’lerin ortalarında
bu konuda zirve noktasına erişilmiştir! (Foxxcon merdivenaltı atölyelerinin
üretim araçlarının gelişimi için gerekli olduğu fikrine elveda.) Yine de burada
önemli olan, Marx’ın şu gözlemidir: hâkim sınıfın belli fraksiyonları, kredi
sistemini kullanarak, özel mülk sahipliği ile (hep birlikte) artı değere el
koyma kapasitelerini azaltmadan -hatta arttırarak- özel mülkiyete dayalı
üretimin sınırlarının üstesinden gelmeyi başarmışlardır.
Lenin de Marx’a benzer şekilde, bunun finansallaşma
yoluyla tam olarak nasıl başarıldığını gözlemler:
“Dağınık
durumdaki kapitalistler, birleşerek tek bir kolektif kapitalist meydana
getiriyorlar. Birkaç kapitalistin hesaplarını tutan bankalar, aslında yalnızca
teknik bir yan iş yapıyorlar. Ancak, bu işlemler devasa boyutlarda
yapıldığı zaman, bir avuç tekelcinin kendi iradelerini bütün kapitalist
toplumun ticari veya sınai tüm operasyonlarına dayatabildiğini, çeşitli
kapitalistlerin mali durumlarını bankacılık bağlantıları sayesinde
ölçebildiklerini ve sonrasında onları kontrol edebildiklerini, kredileri
azaltıp çoğaltarak veya kredi alınmasını kolaylaştırıp zorlaştırarak onları
etkileyebildiklerini ve nihayet onların kaderlerine karar verebildiklerini,
gelirlerini belirleyebildiklerini, onları sermayeden mahrum kılabildiklerini
veya sermayelerinin hızla devasa boyutlara çıkmasına izin verebildiklerini
görüyoruz.” [Lenin, Imperialism, II]
Marx, Kapital boyunca, kapitalizmin üretimi
giderek toplumsallaştırdığını, ama bunun sadece özel mülkiyet eliyle
gerçekleştirildiğini vurgular: İnsan emeği, giderek daha fazla birbirine
entegre, bağımlı ve kolektif hâle gelmektedir. Ve hem Marx hem de Lenin’in
aşırı iyimserlikle vurguladığı üzere, bu süreç, kapitalistin kişisel özel mülkü
ile (yani fabrika, şirket formundaki gerçek sermaye ile) orijinal bağını kesip
yerine üretim araçlarının -sınırlı- kolektif sahipliğini yaptığı havuzlar (yani
anonim şirketler) koyarak sosyalizmin temellerini atmaktadır. Finansallaşma
sürecinde eğilim, bu havuzların genişleyerek iç içe geçmesi ve kapitalist
sınıfın, kapitalist titriyle, yani sermayenin sahipleri rolüyle bütün toplumsal
üretime, yatırım haklarına ve kredi akışlarına sahip olmasıdır. O hâlde, bütün
toplumsal servetin kolektif sahipliğini tamamen üretenlerin kendilerine
bölüştürmenin ne kadar kolay bir iş olacağı aşikârdır.
Teorik olarak, üretimi yapanların bu toplumsal
kontrolü ele geçirme (yani komünizmi getirme) işinde başarılı olamaması
ihtimalini aklımızda tutarsak, komünizm ve bu, adını her ne koyacaksak, yeni
post-kapitalist emperyalist sistem arasında açık diyalektik bir bağ olacağı
barizdir. Bu nedenle, insan özgürleşmesinin tepe noktasının, insanlığın en
ilerici öncülerinin komünizmi başarmaya en çok yaklaştığı momentin, yani Büyük
Proleter Kültür Devrimi’nin sloganının, emperyalist finans kapitalin de sloganı
olması çok yerindedir: “Siyaset iktisadın emrinde.”
Yukarıda izlenen süreçlerin hem sağladığı hem de
gerektirdiği, giderek daha az sayıda insider’dan oluşan küçük gruplar
tarafından ekonominin doğrudan, bilinçli ve siyasi yönetimidir. Lenin de “artık
küçük ve büyük girişimlerin, teknik olarak gelişmiş ve geride kalmış
girişimlerin birbiriyle rekabeti yok. Tekellerin, kendilerine boyun eğmeyenleri
boyunduruk altına almak için boğduklarını görüyoruz” diye gözlemler. Ayrıca,
meta üretimi hâlâ lider olsa ve ekonomik hayatın temeli olarak görülse de,
gerçekte altının oyulduğu ve kârların büyük kısmının finansal manipülasyonun
cin fikirlilerine gittiği bir kapitalist aşamaya geldiğimizi belirtir. Bu
manipülasyon ve dolandırıcılıkların temelinde toplumsallaşmış üretim
yatmaktadır, ancak insanoğlunun bu toplumsallaşmayı sağlayan akıl almaz
başarısı spekülatörlere yaramaktadır. [Lenin, Imperialism, I]
Lenin, daha da ileri giderek, bu gelişmeleri yeni
oluşmaya başlayan askerî-sınai komplekse bağlar:
“Mali
sermaye tekeller çağını yarattı, tekeller de her yere tekelci prensipleri
götürdü: serbest piyasadaki rekabetin yerini kârlı işlemler için ilişkilerin
kullanılması aldı. Alınan borcun bir kısmının, borç verenin sattığı malların
(özellikle savaş araçları veya gemiler vb.) alınmasında kullanılması şartının
konmasına sık sık rastlanmaktadır. Geçen yirmi yılda (1890–1910) Fransa sık sık
bu yönteme başvurmuştur.” (Lenin, Imperialism, IV]
Burada, emperyalist finans kapitalin devletin ve
ekonominin tamamının üzerinde giderek artan diktatörlüğünden başka bir şey
yoktur. Yukarıda, Marx’ın vurguladığı üzere, bu silah yalnızca işçilere değil,
diğer tüm katmanlara karşı da doğrultulmaktadır: “Mülksüzleştirme, burada
doğrudan üretenlerden küçük ve orta boy kapitalistlerin kendilerine doğru
yayılır. Bu, kapitalist üretim tarzından ayrılma noktasıdır; bu üretimin amacı
da bunun başarılmasıdır. Son tahlilde, bütün bireylerin üretim araçlarının
sahipliğinden alıkonmasını hedefler.” Burada Marx’ın bu süreç boyunca
vurguladığı şu gerçeği not etmek önemlidir: Kapitalizm, yalnızca iktisadî temellerini
değil, tarihî-ahlakî meşrutiyetini de, yani risk ilkesini de terk etmektedir.
Kapitalist ideolojinin yapıtaşı, sermayenin işçilerin
artı-değerine el koymasının üzerini örtmede en etkili ve göz boyayan bahane,
hep risk kavramı olagelmiştir. Kapitalizmin rahip-bilimcileri, ekonomistler,
piyasada girişimlerde bulunan kapitalistlerin -asil bir davranış gösterip
tüketimlerinden kısarak elde ettikleri- kendi özel mülklerini riske attıklarını
şakıyıp dururlar. Bu, gerçeğin küçük bir zerresine tekabül etmektedir.
Kapitalizm adını verdiğimiz yapısal ilişkiler, sınıf dengesi hâli içindeyken,
bireysel kapitalistler gerçekten de risk almak zorundaydı. Genellikle geleceğe
dair çok az bilgi sahibiyken, belli bir ürün için bir tüketim piyasası var
olacağını tahmin etmek zorundaydılar. O ürünü piyasaya sunmadan evvel,
üretiminde gereken tüm elementler için kendi sermayelerini yatırmak
zorundaydılar. Ve elbette, sonunda o ürünü piyasaya sunduklarında, beklenen
talebin orada olmaması riskini almak zorundaydılar. Bir anlamda
gerçekten de “kapitalist” titrlerini riske atıyorlardı; çünkü gerçekten yanlış
hesap yaptılarsa, tekrar deneyecek sermayeden yoksun kalmaları, hatta daha da
kötüsü, sıfırı tüketip hapse girmeleri olasıydı. Kapitalizm, bazı bireylerin
(sonradan kapitalist olanlar) bu yolla güç elde etme fırsatına sahip oldukları
bir konjonktürde ortaya çıktı; başka şartlarda değil. Sadece istemekle
kendilerini aristokratlara dönüştüremezlerdi, eğer mümkün olsa onu yaparlardı.
“İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar; ama onu serbestçe kendi seçtikleri
parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten
devreden verili koşullarda yaparlar.” [Marx, Louis Bonaparte’ın 18
Brumaire’i]
Belki de bu noktada, zihinleri ekran-hasarına uğramış
sözde “sol”da görülen ciddi bir sapmaya işaret etmek faydalı olabilir. Bu sapma,
“sosyalist” veya “komünist” gibi terimlere “kapitalist” terimiyle benzer anlam
veya kullanım alanına sahipmiş muamelesi yapmak gibi bir kategorizasyon hatası
ile ilgilidir. “Sosyalist” veya “komünist” terimleri, bir politik-ideolojik ittifaka
ve yönelime işaret ederken, “kapitalist”, en azından ilke olarak ve Marx
tarafından kullanılan biçimiyle, bir ilişkideki bir konumu, yani sermayeye
sahip olan birini, servetini kapitalist faaliyetlerden elde eden birini tarif
eder. Kişinin ideolojik yönelimiyle hiç alakası yoktur. Trajiktir ki, “kapitalizm”
adını verdikleri bir şeye inanmaları ve desteklemeleri için gözleri boyanmış
insanların sayısı, gerçek kapitalistlerden çok daha fazladır. Öte yandan,
gerçek kapitalistler de, tamamı değilse de pek çoğu, ille de kapitalizme
kişisel bir bağlılık hâlinde değillerdir, daha güvenli ve stabil sömürü
biçimlerinin mümkün olduğu yerleri bizzat aramaktadırlar. Bir kapitalist olmak,
nihayetinde, sınıflı toplumlarda hâkim sınıf baskısının uzun tarihinde, en
güvensiz ve istikrarsız pozisyonu işgal etmek demektir.
Biliyoruz ki gerçek sermaye, tarih boyunca her zaman
“risk”e karşı son derece alerjik olmuştur; her yer ve zamanda sermayeye, ranta
veya doğrudan sömürüye doğru kaçmıştır. Ve genel kapitalist sistemin
dinamikleri içinde de, finans mekanizmaları aracılığıyla, en baskın, güçlü
kapitalistler, sürekli olarak diğer daha güçsüz kapitalistleri boyunduruk
altına alma, yağmalama, köleleştirme, dolandırma, onlardan çalma yoluna
sapmıştır. Bu nedenle Marx, yukarıdaki pasajında şunu vurgular:
Kapitalist üretim altındayken öyle veya böyle haklı
diye gerekçelendirilen tüm bahaneler, tüm ölçü standartları burada kaybolur.
Spekülasyon yapan tüccarın riske attığı toplumsal mülktür, kendininki değil.
Sermayenin kaynağı olarak tasarrufu gösteren lafız da aynı derecede bayattır,
çünkü talep edilen, başkalarının toptancı için tasarruf etmesidir. Kendi
boğazından kısmaya dair cümle, toptancının lüks içindeki hayatı tarafından
çürütülür, o lüks hayat da bir kredi biçimidir. Kapitalist üretimin az gelişmiş
bir aşamasında az çok anlamı olan kavramlar, artık oldukça anlamsız hâle
gelmiştir. Başarı da başarısızlık da burada aynı kapıya çıkar: sermayenin
merkezîleşmesi ve dolayısıyla devasa boyutlarda sömürü.
Marx burada, muzaffer hâkim sınıfın geçen otuz yılda
daha da göstere göstere ilân ettiği bir şeye işaret etmektedir: “too big too
fail [batamayacak kadar büyük]”, tüm riskin toplumsallaşması, tüm kârın
özelleştirilmesi. Finansal servetin, politik gücün ve bilginin az sayıda elde
yoğunlaşması, “spekülasyon” kelimesinin hatalı şekilde “spekülatif” sınıf
yerine kullanılmasını beraberinde getirir, ki bu sınıf, sadece manipülasyonun
devasa ölçeği sayesinde, ekonomiyi biçimlendirmede etkin güçlerin en aktifidir.
Kapitalizmin buharlaşması, yani yüksek burjuvazinin, tüm sosyal ürün ve üretim
üzerinde doğrudan siyasi kontrole sahip bir kasta dönüşümü. Böylesi bir
dönüşümün, ancak geniş bir komplolar ağı şeklinde görünebileceğini yeniden ve
yeniden vurgulamak gerekir. Tıpkı Lenin’in tanımladığı üzere: “Tüm mevzilerde
siyasi gericilik, emperyalizmin karakteristik özelliğidir: büyük ölçeklerde
yolsuzluk, rüşvet ve her türden dolandırıcılık.”
Kapitalist emperyalizmin bazı şartlar altında temelde
farklı bir üretim tarzı olarak görülebilecek başka bir şeye nasıl ve neden
dönüşebileceğine dair Marx ve Lenin tarafından kurulmuş teorik temelleri
kurduğumuza göre, şimdi tarihe dönüp gerçekten de böyle olayların yaşanıp
yaşanmadığına dair kanıtlara göz atabiliriz. Ama önce, burada kastetmediğimiz
“ultra-emperyalizm”in ne olduğunu açıklayalım.
3.1 Kaba “Çok-kutupluculuk” Modern Kautskyciliktir
Kapitalizmin nasıl ve neden, ultra-emperyalizm benzeri
bir şeye dönüşebileceğini anlamak için, önce Lenin’in haklı olarak Kautsky’nin
fikirlerini reddetmesinin nedenini kendi tarihi bağlamında kısaca
açıklamalıyız. Lenin, Kautsky’de birbirinin tam simetriği görünümünde revizyonizmin iki türevini tespit eder. Bir yandan, emperyalizmin sermayenin esas
olmayan, ama tercih edilen stratejisi olduğu fikri vardır. Bu, ille de
kapitalizme karşı olmadan, emperyalizme karşı olup direnmenin mümkün olduğu
anlamına gelir. Bu sapmanın ideolojik temeli, kendileri de emperyalist finansal
sermaye tarafından sıkıştırılan ve müreffeh günlere dönmeyi arzulayan küçük
burjuvazidir. Yukarıda değinildiği gibi Lenin, kapitalizmin finansallaşmayı,
tekelleşmeyi ve emperyalizmi oluşturan koşulları kaçınılmaz olarak ürettiğini
gösterir: Zamanı geri alma umudu saflıktır, âdeta dinî bir yakarıştır. Daha da
beteri, işçilerin küçük burjuvazinin faydasız reformist liderlerine teslim
olmalarına yol açar.
Diğer taraftan, Kautsky, ayrıca emperyalizmin “dünya
çapında komünizm” yolunda bir adım olabileceği fikrini yayar. Bu iki sapma
arasındaki devasa görünen çelişki, Kautsky’nin başını çektiği reformizmin
tarihsel bağlamı anlaşıldığında açıklığa kavuşur. Bu tartışmanın sürdüğü
dönemde, en şiddetli tartışma başlıklarından biri, bir çeşit Avrupa Birleşik
Devletleri idi. Lenin, 1915 yılında Avrupa’da çeşitli devletlerde yaşanan
monarşi karşıtı demokratik devrimlerin bir neticesinde bir geçiş aşaması olarak
böyle bir konsepti savunmuştu. (Lenin, Bolşevik yoldaşlarıyla mülahazalar
akabinde bu yöndeki sloganını Mart 1915’teki Bern Konferansı’nda geri çekti.
Pozisyonunun tek taraflı olduğuna ve ekonomik faktörlerin parti yazınında
tartışılması gerektiğine ikna oldu. Troçki, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu fikrin
aşırı şovenist versiyonlarıyla haşır neşir olmaya devam etti.) Detaylarda
kaybolmadan: Lenin’in burada Kautsky’de gördüğü en büyük tehlike,
ultra-emperyalizmin kapitalist-emperyalist politikada bir iç (sosyal
demokratik) reformun potansiyeli olarak ifade edilmesi fikriydi.
Bu tehdit şudur: Böyle bir yaklaşım, iç reformist
mücadelelerin, programı -bu örnekte Avrupa Birleşik Devletleri- ilerici kılabileceğine
inanan emekçi sınıfları pasifliğe, hatta hâkim sınıf programıyla işbirliğine
itebilir. Her iki sapma da temelde, tekelci kapitalizm ile emperyalizm
arasındaki bağı teorik açıdan kavrayamamanın ve emperyalizmin tekelcilerin
yapabileceği birçok tercihten biri olduğunda ısrarcı olmanın ürünüdür. Bu
makale bağlamında, Kautsky’nin ultra-emperyalizm teorisinin temel hatasının,
emperyalizmin politik bir tercih olduğu fikrini açıklamakta fayda var. Aksine,
bu makalenin temel fikri, emperyalizmin, bütün kapitalist ilişkilerin temelde
boyun eğdiği, politik tercih olarak da anlaşılabilecek, ama aslında emperyalizme
mecbur olan bir çeşit bilinçli emir komuta zinciri olduğudur.
Bu revizyonizmin modern formu ultra-emperyalizm
değildir, ki zaten Kautsky’ci mânâda kimse bunu savunmuyor, Kautsky’ci olmayan
mânâda ise önemli gerçeklere tekabül ediyor. Gerçekten de bugün Kautsky’ci
emperyalizm anlayışının en tehlikeli versiyonları 1) Liberal İnsan Hakları
Emperyalizmi ve 2) Sözde İsyankâr Çokkutupluculuktur. İlki o kadar aşikârdır ki
en kötü Marksistler bile buna kayıtsızdır ve buna kanan kimse, kurtarılmaya
değmez. İkincisi ise daha belirsizdir ve Kautskyciliğin en tehlikeli
görünümlerindendir; kısmen de kendisini özellikle karikatürize bir Kautskyciliğin
karşısında konumlanıyormuş gibi göstermesi nedeniyle.
Çokkutupluculuk stratejisinin ne ifade ettiğine
baktığımızda ise paralellikler ortadadır. Lenin’in Kautsky’nin
ultra-emperyalizm teorisinde gördüğü esas tehlike, çalışan sınıfın pasifliğe
itilmesi ve reformist burjuvazinin, kapitalist dünya sistemini daha hoş, daha
katlanılır bir hâlde koruyacak ve böylece sosyalizm yolundaki son mücadele için
gerekli şartları yaratacak, “iyi” bir parçasına sığınmalarıdır. Şimdi, bu
durum, Xi, Putin, Duterte veya Lula’ya güvenenlerinkinden çok mu farklıdır?
Bunların hepsi, aynı zehirli efsanenin ayırt etmesi güç tercihleridir: bazı iyi
emperyalistler (çünkü hepsi emperyalist) küresel barbarlık koşullarını
yumuşatıp kolaylaştırarak, sosyalizm şansını arttırabilir. Ve bu efsanenin
sonuçları, Lenin’in açıkça öngörüp karşı çıktığıyla aynıdır: Siyasi pasiflik ve
kandırılanların gücü kaçınılmaz olarak tükendiğinde kandırılma hissi, nihilizm,
teslimiyet ve yenilgi. Bugünkü Kautskycilik budur.
3.2 II. Dünya Savaşı ve Devamında Emperyalizm
Modern emperyalist sistemi niteliksel olarak ayrı bir
Üretim Tarzı olarak üreten tarihî koşulları anlamak için Lenin’in ultra-emperyalizm
biçimini ne raddede kabul ettiğini ve sonunda neden reddettiğini kısaca
incelememiz gerekir:
Hindistan, Çinhindi ve Çin’e bakalım. Nüfusu 600–700
milyonu bulan bu üç koloni ve yarı-koloni ülkenin, birkaç emperyalist gücün
finans kapitalinin sömürüsü altında olduğu bilinmektedir: İngiltere, Fransa,
Japonya, ABD vb. Bu ülkelerin elde ettiklerini, çıkarlarını ve etki alanlarını
korumak ve büyütmek amacıyla birbirlerine karşı ittifaklar kurduğunu
varsayalım: Bu ittifaklar, “emperyalizm-içi” veya “ultra-emperyalist” ittifaklar
olacaklardır. Tüm emperyalist ülkelerin Asya’nın bu bölgesinin barış içinde
paylaşılması için bir ittifak kurduğunu varsayalım; bu ittifak, uluslararası
finans kapitalin birleşik ittifakı olacaktır. 20. yüzyılda bu tür ittifakların
gerçek örnekleri mevcuttur -mesela bu güçlerin Çin’e karşı tutumları.
Kapitalist sistemin korunması hâlinde -ki Kautsky’nin varsayımı tam olarak
budur- böylesi ittifakların geçici olmaktan uzak olup olmayacağını, her biçimde
sürtüşme, çatışma ve çarpışmayı elimine edip etmeyeceğini sorgulamaktayız.
Bu soruya “hayır” dışında bir cevabın verilebilmesinin
mümkün olması için soruyu çok açık bir şekilde detaylandırmak gerekir. Çünkü
kapitalizm altında farklı etki alanları, çıkarlar, kolonilerin birbirinden
ayrışmasının mümkün olması, bu ayrımda yer alan tarafların genel ekonomik,
finansal, askerî güçlerindeki farkların hesaba katılmasıyla mümkündür. Ve bu
ayrışmada yer alanların güçleri eşit derecede değişmez; çünkü kapitalizm
altında farklı sanayi dallarının, girişimlerin, hatta ülkelerin eşit ölçüde
gelişmesi imkânsızdır. Yarım yüzyıl önce Almanya, kapitalist gücü zamanın
İngiltere’si ile kıyaslanırsa biçare, önemsiz bir ülkeydi; Japonya da Rusya ile
kıyasla aynı durumdaydı. 10 ya da 20 yıl içinde emperyalist güçlerin mukayeseli
güçlerinin aynı kalabileceği söylenebilir mi? Bu, ihtimal dışıdır. Dolayısıyla,
İngiliz vaizlerin veya Alman “Marksist” Kautsky’nin gerçekliğinde değil,
kapitalist gerçeklikte, iç-emperyalist veya ultra-emperyalist ittifaklar ne
şekil alırlarsa alsınlar (ister bir emperyalist koalisyonun diğerine karşı
mücadelesi, ister tüm emperyalist güçleri kucaklayan genel bir ittifak) bunlar,
savaşlar arasındaki geçici ateşkes dönemlerinden ibarettirler. Barışçıl
ittifaklar, savaşlara zemin hazırlarlar ve savaşların sonucunda oluşurlar; biri
diğerinin önkoşuludur, dünya siyaseti ve ekonomisindeki emperyalist ilişkiler
temelinde barışçıl ve savaşçıl mücadeleler üretirler. Ancak çalışan sınıfı
pasifize etmek ve onları burjuvanın tarafına geçmiş sosyal şovenistlerle
kaynaştırmak için akıllı Kautsky, zincirin bir halkasını diğerinden kopartır,
mevcut barışçı -ultra, hatta ultra ultra-emperyalist- ittifakı yarının savaşçı
çatışmasından ayırır ve bu çatışma da, yarın öbür gün örneğin Türkiye’nin paylaşılması
için varılacak bir başka “barışçıl” ittifaka zemin hazırlayacaktır. Kautsky,
emperyalist barış ve savaş dönemleri arasındaki canlı bağlantıyı
göstermektense, işçileri cansız liderlerle barıştırmak için cansız soyutlamalar
sunar.
Lenin’in “ultra ultra-emperyalist” olduğunu kabul
ettiği tek ittifakın, radikal, eşitlikçi ve antikolonyalist Boxer İsyanı’na
karşı kurulmuş olan ittifak olması, ilginç ve kayda değerdir. Lenin’in
argümanını “kapitalist sistemin korunması kaydıyla” sunması da not edilmelidir,
bizim de tezimiz, kapitalizmin temel karakterinin anlamlı ölçüde değişmiş
olduğu yönündedir. Son olarak, Lenin’in tezinin ana fikrini tartmalı ve geçerli
olup olmadığını değerlendirmeliyiz.
Lenin, doğru bir biçimde, kapitalizmin dinamiklerinin
büyük emperyalist güçler, daha doğrusu, onların baskın tekelleri arasında
sürekli değişen bir güç dengesi üreteceğini söyler. Daha güçlü olan tekeller,
etki alanlarının yeniden belirlenmesini talep edecek ve bunu savaşla dayatacaklardır.
Bu nedenle hiçbir ultra-emperyalist ittifak, sonsuza dek süremez. Peki ama bu,
kesin midir? Büyük devrimlere yol açmış iki büyük emperyalizm içi savaş
sonrası, kalan kapitalistlerin farklıklarını bir kenara koymak için anlaşmış
olmaları mümkün değil midir?
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya sistemine bakış,
durumun böyle olduğunu gösteriyor, çünkü büyük emperyalist güçler, yarım
yüzyıldan uzun süredir büyük bir emperyalizm içi çatışmadan kaçınmayı
başardılar. Dolayısıyla soru ilgili
taraflar arasında kalıcı bir barışın sağlanıp sağlanamaması değil, bunun nasıl ve hangi koşullarda sağlanabileceğidir. Aslında, önemli detaylar gizli kalsa da genel hatlar,
önemleri tam olarak anlaşılmamış olsa da ortadadır ve birçoklarınca
bilinmektedir. Bu sürecin detaylı analizi, bu makalenin kapsamı dışındadır,
burada amacımız, birçok Marksistin göz ardı ettiği veya yeterince önemsemediği,
ancak günümüzü anlamak için önemli bazı akışlara ışık tutmaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası sağ kalan kapitalist
güçler, ABD’nin liderliği ve hükümranlığı altında, Japonya ve Batı Avrupa’nın
sacayağı olduğu görece barışçıl bir blok kurdular. ABD ve onun bu koşullarda
kurduğu bu düzenleme için uygun terim nedir? Ultra-emperyalist?
Süper-emperyalist? Ön ekin ne olduğu çok önemli değil, ancak kapitalist blok
üzerindeki benzeri görülmemiş hâkimiyet, apaçık bir gerçektir.
Makroekonomik düzeyde bu düzen, Bretton-Woods Sistemi biçimini almıştır.
İroniktir ki bu sistem, organize edenlerce gerçek bir Kautskyci
ultra-emperyalist fantezi olarak görülmüştü; kapitalizmin çıkarlarını
korumak için emperyalizmi ve finansallaşmayı dizginlemek amacıyla özel
olarak dizayn edilmişti. Nihayetinde Keynes, finansallaşmanın, kendi kapitalist
temelini oyma eğilimini fark etmişti; bu rantiyenin ölmesi için düşük faiz
oranlarına ihtiyaç olduğuna dair tespiti görüşlerinde açık bir biçimde dile getirilmektedir. Bu dönemin
uluslararası iktisadi-siyasi eğilimlerini uzun uzun anlatmaya gerek yok, [Samir]
Amin çalışmalarında bunları belgelemiştir. Aşağıda işçi aristokrasisi
tartışmamızda buraya tekrar döneceğiz.
Ayrıca burada ABD’nin küçük ortaklarını gitgide daha fazla hâkimiyeti altına almasının yöntemlerini de uzun uzun yazmaya gerek yok. Marshall Planı, NATO, SEATO, Üçlü Komisyon, Bilderberg toplantıları, Dünya Ekonomi Forumu (WEF), Dünya Sağlık Örgütü gibi gizli ya da açık organizasyonlar herkesin malumudur. Sosyal demokratlar bile artık bu yapıları dillendirebilmektedirler.
Ancak öte yandna, bu sürecin önemli örtülü
operasyonları, gördüklerinden daha büyük ilgiyi hak etmektedir: Japon askerî
örgütünün ve Nazilerin faşist yapısının yeniden kurulması vb. Avrupa’yı ve
özellikle işçi sınıfının isyan potansiyeli olan kesimlerini, daha büyük bir
antikomünist/ultra-emperyalist programa tabi kılmak için Avrupa’nın faşist
güçlerinin toparlanması Daniele Ganser tarafından belgelenmiştir (NATO’s
Secret Armies -NATO’nun Gizli Orduları]. Ayrıca Alfred W. McCoy, The
Politics of Heroin in Southeast Asia [“Güneydoğu Asya’da Eroin Siyaseti”] kitabında
İkinci Dünya Savaşı sonrası büyük suç örgütlerinin Amerikan istihbaratının
doğrudan tekeli altında zorunlu olarak nasıl birleştiğini belgelemiştir.
Bugünkü jeopolitik düzenin kaçınılmaz mantıksal
sonuçlarından biri, herhangi bir karaborsa piyasanın ve organize suçun,
istihbarat örgütlerinin kontrolünde olan ağlara entegre olmadan
işlenmesinin imkânsız olduğudur; bu gerçek, genellikle uyuşturucu ticareti, silah
ticareti özelinde kabul edilir, ama insan ticareti özelinde inkâr edilir. Aynı
şekilde, özellikle üçüncü dünya ülkelerinde doğanın korunması çabaları, hâkim
sınıf için yeni bir kraliyet ormanı kurma çabasıdır, Dünya Doğayı Koruma Vakfı
(WWF) gibi sözde hayırsever organizasyonlarca yürütülür (ne tesadüftür ki bu
ülkelerdeki milisler de örtülü olarak bu şekilde fonlanırlar). AB’nin planlanan
yakıt vergilerinden jetleri muaf tutma planlarının açık şekilde gösterdiği
üzere, mevcut düzende kriminalizasyon, kısıtlamalar ve yaptırımlar, hâkim sınıf
adına özel tekeller kurmanın bir yolu olarak işlemeye devam etmektedir, bunlar
için kontrol ettikleri suç örgütleri ve örtülü istihbarat örgütleri (McCoy’un
gösterdiği üzere, ikisi arasında gerçek bir ayrım yoktur) kullanılmaktadır.
Hâkim sınıfı giderek daha fazla bir “kast”a dönüştürmekte ve devrimci burjuvazinin miras bıraktığı tarihî liberal düzenin kastettiği mânâdan uzaklaştırmakta olan bu eğilim, kamusal ve kanuni düzenlemelerin boyut ve çeşitliliğinin artması eğilimi, en arsız biçimine geçtiğimiz iki buçuk yılda kapanmalarla ulaşmıştır. Anatole France’ın bir zamanlar dediği gibi, “Kanun, büyük eşitçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı zenginlere de fakirlere de yasaklar”.
Korona kısıtlamaları, aynı şekilde, yalıları ve büyük evleri olanlarla tek odalı apartmanlarda yaşayanların evden çıkmalarını, maskeleri olmaksızın evlerinden dışarıda (o evlerin etrafında mülk sahiplerine ait ormanların ve tarlaların olup olmadığına bakmaksızın) sokakta temiz hava almalarını aynı derecede yasakladı. Birçok yerde emeklerini satmak, toplu taşımadan, sağlık hizmetlerinden yararlanmak fakirlere de zenginlere olduğu kadar yasaklandı -hele de aşısızlarsa.
Özel
jetlerle seyahat, büyük ölçüde sınır kısıtlamalarından etkilenmedi ve özel
doktoru olanlar, kendilerini “aşılı” saydırabildiler. Yaşamak, çalışmak veya
aileni görmek için aşılanma şartlarına rağmen, bir iş sahibi olmak için veya
başka bir mülkiyet formu için herhangi bir aşılama şartı yoktu. Ve elbette
birçok ekonomik kısıtlama dalgası boyunca, hemen her zaman tekeller açık
kalabildiler, kobiler ve küçük işletmeler ise kapandılar; ölçek ekonomisi
doğrudan ölçek tiranlığınca bastırıldı, az veya çok bağımsız sermaye doğrudan
politik yolla bastırıldı.
Burada, bazı önemli istisnaları olsa da, mevcut
düzenin genel olarak kurumsal Marksist geleneğin fazla ilgilenmediği bir
parçasına dikkat çekmekte fayda var: Para arzı üzerinde kurulan tekelleşme ve merkez bankalarının, tekel güçlerinin konsolidasyonunu
sağlamaktaki önemli rolleri. Bu dengesizlikte, Marx’ın Kapital’in ulusal
borç ve kredi sistemiyle ilgili planladığı bölümleri tamamlayamadan ölmesi rol
oynamış olabilir. Bir başka zor konu ise, “bankerlerin” veya yapay olarak izole
edilmiş -aslında sağlıklı olan kapitalizme yapışmış bir parazit olduğu
varsayılan- bir “finans kapital” eleştirisinin, faşist ve faşizan siyasetlerin
geleneğinde olmasıdır.
Bu şartların, kimilerini kapitalist para politikası,
kredi ve bankacılık uygulamalarını derinlemesine inceleme ve eleştirme konusunda
gönülsüz kılması anlaşılabilir, ama kabul edilemez. Marksistler, sorunlu
konuların onları enfekte edeceğini düşünerek onlardan uzaklaşmak yerine, bu konuları eleştirel muhakemeyle ele alacak entelektüel ve ahlakî olgunlukta olmalıdırlar. Bu
eğilim, geçen iki yılda Batılı Marksist partilerin, yüzyılın şimdiye kadarki en
kitlesel protestolarını devlet ve medya şirketleri söz konusu protestoları
“sağcı” ilân etti diye göz ardı etmelerini, karalamalarını, hatta daha da
kötüsü, o protestoları aktif olarak durdurmakta devlete yardım etmelerini
sağlayan absürt pratiğin de bir parçasıdır. Söz konusu protestolara katılan
gerçek kişilerle etkileşime girmekle -ve bu kişilerde mevcut olan, genel olarak
sola sadakati ve eğilimleri keşfetmekle- uğraşmayan veya bundan korkan
Marksistlerdeki skandal boyutlardaki bilimsellik eksikliği, hepimizin üzerinde
kara bir lekedir, üstelik bu lekeli hâlimiz, yarın önümüzde duran politik görevlerin
yerine getirilmesinde ayağımıza dolanacaktır.
Bu noktada, Lenin’in Emperyalizm’i üzerine en
büyük kaynak olan J. A. Hobson’ın Emperyalizm (1902) çalışmasından
bahsetmekte fayda var. Hobson, açık bir antisemitistti ve çalışmalarının
çoğunda da bu görünüyordu. Ondaki antisemitizm, sisteme eleştiri yönelten küçük
burjuva fikriyatın doğal bir çıktısıydı; bu fikriyat kapitalizmi, kaçınılmaz
bir biçimde içine girdiği tekelleşmeci eğilimlerinden ayrıştırıyor, tekelci
hâli kötücül bir Yahudi planı olarak suçluyordu. Asıl mesele, Lenin’in Hobson’ın
çalışmasından, antisemitizmine zerre bulaşmadan ve ondan korkmadan, eleştirel
gözle gerekeni ayrıştırmayı ve bilgiyi çıkarmayı başarmasıdır. (Lenin, burada
onu takip edenlerin daha iyi bir analizin, gerçeğin ve doğruluğun çekiciliğine
sahip olan ve devrimci pratikte kaçınılmaz olarak üstünlüğü görülecek olan
Marksizmi geliştireceğini düşüneceklerine ve antisemitizme kapılmayacaklarına
güvenmiştir.) Mevcut krizde hâkim sınıfın dezenformasyon mekanizmaları, sınıf
bilincine ulaşmak üzere olan kitleleri yanlış yönlendirmek, şaşırtmak ve
yavaşlatmak için, sayısız çeşitlilikte antisemitizmi yeniden üretmekte ve
canlandırmaktadır.
Bu nedenle, elimizde mevcut materyal ile haşır neşir
olurken, antisemitist sahte analizlerin bıkmadan kökünü kazıyan Lenin’i taklit
etmeliyiz ve onun, emperyalizm ve finansallaşmaya dönük (Hobson’ın yaptığı
türden) Marksist olmayan küçük burjuva eleştirileri düzeltirken ve
yanılgılarının sebeplerini açıklarken, aynı zamanda onlardan öğrenme isteğine
ve yeteneğine erişmeye çalışmalıyız. Gözlemlediği üzere:
“Finansal
oligarşinin canavarca yönetimine dair canavarca gerçekler o kadar bariz ki, tüm
kapitalist ülkelerde, Amerika’da Fransa’da ve Almanya’da, bu oligarşiyi
eleştiren, burjuvazinin bakış açısından yazılmış koca bir literatür oluştu;
yine de bu eleştiriler gerçeğe oldukça yakın bir resim çizmekte ve -doğal
olarak küçük burjuvaziye yakışır- bir eleştiriyi gündeme getirmektedir. [Lenin,
Emperyalizm, III]
Küçük burjuva eleştirilerinin sınırlarını akılda
tutarak, küçük burjuvanın çalışan sınıflara kıyasla daha fazla kaynağa, boş
zamana ve özgürlüğe erişimi olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca sınıf
hâkimiyetinin gerçek işleyişine dair bazı hususları yönetimi, organizasyonu ve
uygulanmaları konularına daha hâkim olmaları ihtimal dâhilindedir. Entelektüel
emeğin bölünmüşlüğü, bizim ve onların ürettiği dünya sistemini algılama
konusunda bilimde, finansta, gazetecilikte, hükümette rol alan, eleştirel veya
yandaş, çeşitli uzmanların toplu üretimlerinden yola çıkmak dışında yol
bırakmaz.
Bu nedenle Lenin’in motivasyonu ile, Marksist olmayan
isyancılar (Catherine Austin Fitts, John Titus, Robert F. Kennedy Jr, Wall
Street on Parade, Naked Capitalism veya sık sık iğrençleşen Vineyard
Saker ve Zero Hedge yazarları) ile pozcular ve sahtekârları (Fabio
Vighi, Off-Guardian, Amerika’yı Yeniden Büyük Ülke Yapalım-MAGA
komünizmi) birbirinden ayırt etmeye özellikle dikkat ederek, küçük burjuvazinin
hatta burjuvazinin isyankâr kısımlarınca üretilen materyale eleştirel gözle,
ama ciddiyetle bakmamız gerekiyor. Her biri hakkında karar vermenin kolay
olmayacağını söylemeye gerek yok (Giorgio Agamben veya Reiner Fuellmich’in
neler çevirdiğini kim bilebilir). Marksist-Leninist emperyalizm analizi, finans
ve tıp profesyonellerinden ve akademiden gelen gerçekten muhalif çıktıların
gittikçe artacağını, burjuvazinin hâkim fraksiyonlarının birbirleriyle giderek daha fazla dalaştığını ve servet yoğunlaşmasının kaçınılmaz sonucu olarak, burjuvazinin en
alt kısımlarının kovularak halka doğru fırlatılacağını kendinden emin bir
biçimde dile getirebilmektedir.
Aşağıdaki bölümde, Michael Rowbotham ve Alfred Croizer
gibi burjuva ve küçük burjuva mali politika eleştirmenlerinin yanı sıra,
Catherine Austin Fitts ve John Titus gibi, “finansal darbe” diye
adlandırdıkları 90’lar sonrası süreci eleştiren, daha anaakım ve radikal
“muhafazakâr” veya “sağcı” eleştirmenlerden yararlanılacaktır. Zaman kısıtı
nedeniyle ABD’ye yoğunlaşacağız; ancak önemli gelişmelerin öncülünün, ABD’nin
kapitalist-emperyalist hegemon kavuğunu devraldığı önceki ultra-emperyalist güç
İngiltere döneminde oluştuğunu da not etmek gerekiyor. Önemli dönüm noktalarına
işaret etmekten fazlası, bu makalenin kapsamı dışındadır.
4. Nixon’ın Kumarı ve Öncülleri
ABD ekonomisinin neredeyse tümüyle kartelleşmesi 20. yüzyıla
doğru tamamlanmıştı; bu anlamda ABD, 1898 İspanyol-Amerikan Savaşı’nı
başlatarak, Lenin tarafından tanımlanan finansallaşma ve emperyalizm arasındaki
bağlantıya örnek teşkil eder. Lenin’in gözlemlediği üzere, bu savaş, burjuva
demokrasisinin son Mohikanlarını, antiemperyalist muhalefeti telaşa sokmuştur.
Emperyalizmin kapitalist köklerine karşı çıkmaksızın böyle bir direniş doğal
olarak başarısız olmuştur. Burada yine, Lenin’in daha o zamandan burjuva
demokrasisinin özünde bitmiş olduğu varsayımını açıkça görürüz.
19. yüzyılın sonlarında finansal sermayenin, ekonomik
krizlerin (en azından kısa ve orta vadede) isabetle tahmin edilebileceği ve
banka kartellerinin çabaları ile kasten başlatılabileceği bir yoğunlaşma
seviyesine ulaştığını düşünmemiz için ortada yeterince gerekçe mevcuttur.
Burada “başlatmak” kelimesi kasten kullanılmıştır ve tıpta kullanıldığı anlam
kastedilmektedir: Kapitalist sınıf, kapitalizmin kriz yaratma eğiliminden
kurtulma kapasitesine asla sahip değildir (bunu gerçekten isteselerdi bile);
ancak uzun süredir varolan baskın sermaye fraksiyonlarının krizleri sömürme
kapasiteleri, uygun koşullarda krizleri hızlandırma veya başlamalarını provoke
etme seviyesine erişmiştir. Alfred Owen Crozier, 1873, 1893 ve 1907 finansal
paniklerinin Wall Street finansçıları tarafından, kolektif finansal ve/veya
politik çıkarlarını arttırmak için suni şekilde yaratıldığını öne sürer.
En azından 1893 paniğinin, Kongre’yi Sherman Antitröst
Yasası’nı geri çekmeye zorlamak için Ulusal Bankerler Birliği’nin (NBA)
koordine ettiği ve kredilerin geri çağrıldığı bir kampanya ile provoke edildiği
yönünde güçlü kanıtlar mevcuttur. 20. yüzyıla gelindiğinde bankalar, sadece
yeni yasaları zorlamakla kalmayıp mevcut yasaları da görmezden gelebilmektedirler.
1911 tarihli bir OCC (Para Denetleme Bürosu) raporu, bankaların %60’ının rutin
olarak ABD yasalarının en az bir yasasını deldiğini göstermektedir. Titus’ın
gözlemlediği üzere: “Bu demektir ki, 1913’te ABD merkez bankasının (FED)
kurulması gerçekte FED’in sahiplerinin merkezi New York’ta olan güçlü bir suç
örgütünün, aşırı güçlü liderleri olarak kutsanmasıdır”. FED’in kurulması,
kamuoyunun ruh hâlinin, hâkim sınıf konsolidasyonunu ilerletmek amacıyla
yönlendirilmesine klasik bir örnektir: kitleler 1907 çöküşü, özellikşe JP
Morgan Chase bankası nedeniyle bankalara çok öfkeliydi. Daha fazla denetim için
yükselen kamuoyu tepkisi, aynı bankacılara federal krediler üzerinde
doğrudan kontrol, içeriden bilgi ve ABD para arzını kontrol etme şansının
bahşedilmesini gerekçelendirmek amacıyla kullanıldı. (Fitts, “The Black Budget
of the United States” –“ABD’nin Kara Bütçesi”]
Feodalizmden kapitalizme geçişi hızlandırmada devletin
oynadığı önemli rolü belirtirken Marx, “Şiddet, yeni bir topluma gebe her eski
toplumun ebesidir. Şiddetin kendisi bir iktisadî güçtür,” diyordu. Yukarıda
belirtildiği gibi, iki dünya savaşı ve aralarında yaşanan Büyük Buhran, Lenin
tarafından tanımlanmış olan hâkim sınıfın tekelleşmesi eğilimlerine büyük bir
güç vermiştir. Bu sürece burjuva demokrasisinin önemli yapıtaşlarının askıya
alınmaları da dâhildir: Ekonomide artan devlet koordinasyonu, ki kapitalist bir
sistemde devlet ve sermayenin daha da sıkı biçimde doğrudan entegrasyonu
demektir, istihbarat ve polis hizmetlerinin güçlenmesi ve donatılmaları.
Yukarıda gördüğümüz üzere, “emperyalizm içi savaşlar”
şeklinde vuku bulan kapitalizmin krizleri, sosyalist devrimin sermayeyi devirme
ihtimalini, Sovyetler Birliği özelinde de gerçekliğini yaratmıştır.
Tekrar tekrar söylemeliyiz: Hâkim sınıf pasif değildir. Çıkarlarını
genişletmek için aktif olarak planlar yapmakta, organize ve koordine
olmaktadırlar ve bunları hayata geçirmek için gereken zamana ve araçlara
herkesten fazla sahiptirler. Başkalarının emeğini sömürdükleri için, tüm
enerjilerini sömürü işine, yani baskın konumlarını koruma, savunma ve
genişletme işine ayırma serbestîsine sahiptirler. Kapitalizmin çelişkileri
keskinleştikçe, kapitalistlerin bu çelişkileri aşmak, çözmek veya yok etmek
için daha fazla çabaladıklarını düşünmek durumundayız. Bunu yaparlarken, ille
de kapitalizme duygusal bir bağlılık içinde oldukları fantezisine kapılmamalıyız.
Seçimlerinin, maddi çıkarları ve korkuları tarafından dikte edildiğini
düşünmeliyiz, “kendileri tarafından seçilmiş koşullar tarafından değil,
geçmişten gelen ve devralınmış koşullar tarafından”. [Marx, Louis
Bonaparte’ın 18 Brumaire’i]
Fitts, 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca, ABD
hükümetinin “kredi piyasasında hâkim konuma geçerek” ABD ekonomisi üzerinde
hemen hemen tam kontrol sağlamayı başardığını belirtir. İşçi sınıfının Büyük
Buhran’daki gerçek ve sistemi tehdit eden huzursuzluğuna hem yanıt olarak,
hem de onu kullanmak için FDR [Roosevelt] 1934 yılında Kur Dengeleme
Fonu’nu (ESF) ve Sosyal Güvenlik sistemini kurmuştur. ESF, kamu kredilerinden
beslenen ve sadece devlet başkanı ile hazine bakanına bağlı örtülü bir fondur.
Günümüzde alışkanlığımız olduğu için önemini gözden kaçırabildiğimizden,
önemini vurgulamakta fayda var: Sosyal refah devletinin kurulması, kapitalist
ilişkilerde çarpıcı bir değişimi ifade ediyordu. Bu dönemde riskin
dağıtılmasında tektonik hareketlenmeler yaşanmıştır; bu hareketlenmelerin bir
kısmı emeğin, bir kısmı da sermayenin farklı fraksiyonlarının yararına
olmuştur. Klein’ın belirttiği üzere, örneğin yemek kuponları, esasında tüketim
malları üreticilerini riske karşı sigorta etmek demektir. Sistemin bütünü
açısından bakıldığında, artık değerin bu kamu politikalarıyla nasıl
dağıtılacağına dair doğrudan bir müdahale olarak görülmelidir.
İskân ve Kentsel Kalkınma Bakanlığı’nın (HUD) öncülü
de yine 1934’te kurulmuştur (Federal Konut İdaresi HUD), onu Kongre tarafından
kurulan mortgage firmaları Fannie Mae ve Freddie Mac izlemiştir. Fitts’in
belirttiği üzere, “Merkez Bankası’nın (kartelin diğer adıdır) paranın fiyatını
belirlemesi için ESF, HUD ve mortgage şirketleri, nakit akışlarını ve talebi
düzenlemekte etkili güçler olmuşlardır.” İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş,
hem ABD Ordusu’na barış döneminde dahi savaş dönemi bütçesi ve gücü hediye
etmiş, hem de 1949’da geçen yasa ile kamu fonlarının harcanmasına ilişkin
düzenleme, CIA’in kanunlara takılmadan istediği kadar para harcamasına olanak
veren bir bütçe mekanizmasına kavuşmasını sağlamıştır. Bu iki kaldıraç,
birlikte, ABD hükümetini yönetenlerin (hâkim sınıfın öncüleri) ABD ekonomisinin
üzerinde doğrudan ama gizli (örtülü planlanan ve uygulanan) bir kontrole
sahip olmalarını sağlamıştır.
Böyle bir konumlanmanın küresel ekonomi üzerinde zaten
sağlamış olduğu temel kontrol gücü, Bretton Woods sisteminin iptaliyle radikal
biçimde genişledi. Yukarıda belirtildiği gibi, Bretton Woods sistemi, ABD
hegemonyası altında, kapitalizmin üretkenliğini arttırmak için finansal baskı
yaratan, emperyalizm içi bir taviz olarak görülmelidir. Sistem, önemli ölçüde
güçlü devletlerin dominasyonuna taş koymuştur ve tam olarak Lenin’in öngördüğü
şekilde, böyle bir emperyalizm içi barışın sürmesi mümkün değildir ve
sürememiştir. Ancak açıktan emperyalist bir savaştansa, Nixon yönetimindeki
Amerikan hâkim sınıfının öncüleri, daha radikal bir yönteme sarılmışlardır:
kapitalist bloğun kalanı üzerinde mutlak finansal diktatörlük.
Belki de Lenin’in öngöremediği, bu kumarın
etkililiğidir: Nixon, başarılı olmuştur. Tam başarılı olmasını sağlayan da,
dolar-diktatörlüğü ile SSCB, Çin, Vietnam ve antikolonyalist dalga biçimindeki
devrimci komünizm arasında seçim yapmak zorunda kalan Avrupa, Japonya ve
dünyanın diğer ülkelerindeki komprador elitlerin, dolar diktatörlüğünü
seçmekten başka çarelerinin olmayışıdır. Nixon’ın kumarı, küresel kapitalizme
(ve genel olarak sınıflı toplumlara) doğrudan bir tehdide, Amerikan
emperyalizmine karşı kahramanca direniş gösteren Vietnamlı kitlelere bir cevap
olarak tasarlanmıştır.
Peter Gowan’ın The Global Gamble [“Küresel Kumar”]
kitabında detaylı anlatılan bu kumar sürecinde, kapitalist hâkim sınıfın
Amerikalı öncülerinin bir krize (hatta birçok krize, Japonya ve Avrupa’dan
gelen ekonomik tehdit, doların değer kaybetme riski, Vietnam Savaşı) yanıt
olarak daha fazla gücü ve kontrolü konsolide ettiklerini ve sistemi daha fazla
değiştirdiklerini görürüz. Özellikle, Gowan’ın “Wall Street Dolar Rejimi” adını
verdiği yapıyı kurmayı başarması, Amerikan hâkim sınıfını, kendi uzlaşmaz
çelişkileriyle malul, çok daha dengesiz bir sistemin tepesinde riskli
bir konuma taşımıştır. Bu çelişkilerin arasında en önemlisi, işçi
aristokrasisiyle kurdukları ilişkidir, bu ilişkinin analizi, günümüzün
karmaşıklığını anlamaya bizi fazlasıyla yaklaştıracaktır.
5. İşçi Aristokrasisinin Üstlendiği Roller
Makalesi “Imperialismus und die Spaltung der
kommunistischen Bewegung”da [“Emperyalizm ve Komünist Hareket İçindeki Bölünme”],
yoldaş Yana, emperyal işçi aristokrasisi sorununu analizine
ciddiyetle katarak, tartışmanın seviyesini yükseltti. O noktaya kadar bu konu
çarpıcı biçimde tartışılmaktan uzaktı; oysa Lenin’in işçi aristokrasinin rolünü
açıklayışı, Emperyalizm broşüründen çıkan en etkili ve önemli
katkılarındandır. “İşçi sınıfının birliği” adına emperyalizmin önemini inkâr
edenlerle, aynı gerekçelerle cinsiyet farklarını inkâr edenleri karşılaştırması,
özellikle ferasetlidir. Yana, işçi aristokrasisi üyelerinin sömürülme oranı
ile, emperyalizmin çevre ülkeleri sömürüsünden ne kadar pay aldıklarının niceliksel
olarak karşılaştırıldığı bir çalışmadan haberdar olmadığını da not eder.
Aslında bu çalışma, Zak Cope tarafından Divided
World, Divided Class [“Bölünmüş Dünya, Bölünmüş Sınıf” -2012] ve The
Wealth of (Some) Nations [“(Bazı) Ulusların Zenginliği”, -2019]
kitaplarında derinlemesine ve titizlikle yapılmıştır. Bu makalenin yazarının
bildiği kadarıyla, bu çalışmalar, işçi aristokrasisiyle ilgili en güncel ve
kapsamlı incelemelerdir ve kusurları olsa da devasa önemdedirler. Cope’un
bulguları, iktisadî anlamda, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri emperyalizmin merkez
ülkelerindeki işçi aristokrasisinin çoğunluğunun sıfıra yakınsayan bir sömürü
oranının keyfini sürdüklerini, hatta bazı bağlamlarda sömürünün negatife
döndüğünü, batılı çalışan sınıfların bazı kısımlarının belli noktalarda
emperyalizmden kazandıklarının, kendi emeklerinin sömürülmesiyle kaybettiklerinden
daha fazla olduğunu ortaya koymuştur. İşçi aristokrasisinin geniş
kesimleri, tasarrufları, emeklilik fonları, sendikaları, gayrimenkulleri ve
biraz da üzerinde hak sahibi oldukları ulusal varlıklar formunda cüzi miktarda
sermayeye sahiptir. Cope’un kitapları, genellikle Troçkistlikle
ilişkilendirilen işçi aristokrasisinin inkârı konusunda önemli düzeltmeler
yapar.
20. yüzyılda alaycılıkla, politik üstünlük için işçi
aristokrasisinin önemini inkâr edenler, bizi siyasi açıklık ve aydınlanmanın
önemli imkânlarından mahrum bırakırlar. Bu kavram olmaksızın, emperyal
merkezlerdeki nüfusta yaygın şovenizm ve milliyetçiliği açıklayamayız. Geçen
yüzyılda bu bölgelerde komünizmin başarısızlıklarını açıklayamayız. Ve aslında
Reel Sosyalizmin çöküşüne dair önemli olguları da açıklayamayız.
Kapitalist-emperyalist bloğun sosyalizmin altını oymayı başarmasının başat
etkenlerinden en önemlisi, sosyalist dünyadaki geniş nüfus kitlelerini,
emperyalist merkezde yaşanan hayatın emperyalizm sayesinde değil de kapitalizm
sayesinde oluştuğuna ve sosyalist dünyadaki yaşam standardının da sosyalizmin
sonucu olduğuna ikna etmeleriydi. Bu karartma, sosyalist sistemlerin
meşruluğunun altını oymuş ve karşıdevrimci fikirleri cesaretlendirmiştir.
Bunlar bir yana, Cope’un ekonomizmci ve üçüncü dünyacı çıkarımlarını, özellikle Batılı çalışan sınıfların kendi çıkarlarını ücretlerdeki azalmaya yönelik direnişler türünden adımlarla koruma çabalarının desteklenmeye değer olmadığını söyleyen, hatta küresel refahın adil dağılımı için Batılı çalışan sınıfların ücretlerinin azalması gerektiğini iddia eden tespitlerini eleştirmeliyiz. Yoldaş Jan Müller, bu tür siyasi çizgilerin neoliberal politikalara ultra-sol bir örtü örtmek için silah olarak kullanıldığını teşhis ediyor.
Emperyalist sistemin korunması, çok pahalı bir iştir; yüksek ücretli çalışanların ve sosyal demokrat uzmanların bizzat ödedikleri ve yer yer kişisel olarak yürüttükleri askerî operasyonlar, propaganda, siyasi baskı, rüşvet işleri vs. gibi doğrudan harcamaların yanı sıra, genellikle üretici kapasiteyi yok ederek (sabit ve değişken sermaye) el konulabilecek varlıkları azalttığı için ve ayrıca fırsat maliyeti bakımından pahalıdır; zira emperyalizm, Marx’ın kapitalizm için belirttiği gibi, insanın üreticiliği önünde bir köstektir.
Samir Amin ve başkalarının detaylıca belgelediği üzere, emperyalist praksisin
büyük kısmı, çevre ülkelerin merkezî birikim için sermayeyi üretici biçimde
kullanma amaçlı sinir bozucu çabalarını içerir. İşçi aristokrasisi için,
ayrıcalıklı konumlarının zirvesindeyken dahi, emperyalist sistem çok büyük
yabancılaşma ve öfke, siyasi baskı, boyunduruk ve ahlakî tatminsizlik
kaynağıdır. İşçi aristokrasisi, maddi ve manevi açıdan, sosyalizm altında
yaşayacağından daha kötü hayatlar yaşar. Her halükârda, bizim konumuzla ilgili
işçi aristokrasisi için söylenebilecek en önemli şey şudur: işçi
aristokrasisi, doğrudan saldırı altındadır.
Lenin, işçi aristokrasisine içkin önemli diyalektik
gerilimleri şu şekilde tanımlamıştır:
“Bir
tarafta, burjuvazi ve oportünistlerin bir avuç zengin ve ayrıcalıklı ulusu,
dünyanın geri kalanının bedenindeki parazitler olarak sonsuza dek yerleştirme;
zencilerin, yerlilerin vb. sömürülmesine yaslanma, onları modern militarizmin
mükemmel silahları ile boyunduruk altına alma eğilimi mevcuttur. Diğer tarafta,
benzeri görülmemiş şekilde baskılanan ve emperyalist savaşların tüm yükünü
sırtlanan kitlelerin bu boyunduruktan kurtulma ve burjuvaziyi devirme eğilimi
mevcuttur.” [Lenin, Emperyalizm]
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından uluslararası
sermayenin, devrimci komünizme karşı mücadelesinde işçi aristokrasisi yeni bir
önem kazandı: Hâkim sınıfın konumu kırılgandı, sermaye savunmadaydı ve yerel
işçi sınıfını uysal tutmak ve kapitalist refah propagandasını cilâlamak için
büyük tavizler verilmesi zorunluydu. Bu düzenlemenin bariz çelişkileri
mevcuttu: Başka herhangi bir sınıfın güçlendirilmesi, hâkim sınıfın çıkarlarına
aykırıdır. Bağımsız fonlara ve boş zamana sahip herhangi bir sınıf, kendi
çıkarlarını savunmak için halk organizasyonları, siyasi partiler vb.
aracılığıyla organize ve koordine olmayı daha kolay başarır. Bu nedenle hâkim
sınıfın bizi yoksullaştırıp yoksul tutmasında çıkarı vardır: Vakit ve nakitle
çıkarlarımızı savunabilir ve genişletebiliriz. Tam da bu nedenle Marx, tarihin
sınıf mücadelelerinin tarihi olduğunu vurgular. Kitleler ve hâkim sınıf
arasındaki savaş, sıfır toplamlı oyundur. Daha kısa bir iş günü, sadece eğlence
için değil, planlama, organizasyon ve isyan için de daha fazla zaman demektir,
çalışan sınıflar için daha iyi beslenme ve daha iyi eğitim, kendi çıkarlarımızı
genişletmemiz için daha çok enerji ve kapasite demektir. Tony Benn’in dediği
gibi, “Eğitimli, sağlıklı ve özgüvenli bir ulusu yönetmek daha zordur.” Bu
nedenle hâkim sınıf, daha geniş bir işçi aristokrasisinin kurulmasını, mutlak
zorunluluk devam ettiği sürece tolere etmiştir ve bu zorunluluk ortadan kalkar
kalkmaz, onun parçalanması işine koyulmuştur.
Her zamanki gibi burada da çelişkiler mevcuttur.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, batıda işçi aristokrasileri,
sermaye için tali, ama çok önemli bir fonksiyon daha kazanmışlardır: nihai
tüketici olmak. Sermaye kârının realize edilmesi, merkezî olarak, mali ve
finansal sistem için de çok önem arz eder hâle gelmiştir: vergi tabanı, konut,
emeklilik fonları ve mortgage alıcı satıcıları olarak. Nixon tarafından hayata
geçirilen Wall Street Dolar Rejimi, hâkim sınıfın öncülerini ve bütün küresel
kapitalist ekonomiyi, sürdürülebilmesi için refah sahibi bir işçi
aristokrasisini zorunlu kılan bir para arzına bağımlı kılmıştır. Örneğin
Amerikalılar hem bankaların para yaratmasını sağlayan kişisel borçlarını yüzdürüp,
hem de vergileri aracılığıyla ulusal borcun faizini ödeyecek kadar zengin
olmasalardı, bütün sistem sürdürülemez olurdu.
Bu aristokrasi ne kadar genişlerse, sömürülen sınıfların daha da genişlemesi ve üretken hâle gelmesi gerekir ve sonucunda her zaman problemli olan alt sınıf daha da büyür. Ancak hâkim sınıf, sonsuza dek genişleyen refah sahibi bir işçi aristokrasisini sürdüremez. Gerçekten de bu düzenlemede var olan çelişkiler, neoliberal programla apaçık kanıtlanmıştır; bu programla küresel işçi sınıfı, Batılı işçi aristokrasileri de dâhil olmak üzere, çok katmanlı bir saldırıya uğramıştır. Eğer daha öncesinde değilse de, büyük ihtimalle bu bağlamda, hâkim sınıfın öncüleri Fitts’in “finansal darbe” adını verdiği yönteme direksiyon kırmışlardır. Bir noktada, Nixon kumarı başladığında, neye ihtiyaç duyduklarını (ve şimdi neyi tahayyül edip uygulayabileceklerini) biliyor olmalıydılar: Nüfusun kontrolü için daha doğrudan yöntemler.
ABD, 1971
yazında altın konvertibilitesine son verdiğinde, Roma Kulübü bilgisayar
simülasyonu üzerinden hazırladığı, “kaynak tüketimi alanında önemli
değişiklikler yapılmadığı takdirde, nüfusun ve endüstriyel kapasitenin azalacağı”
sonucuna ulaşan Büyümenin Sınırları isimli raporun, hem Moskova’da hem
de Rio De Janeiro’da takdim edildiğini bu noktada not etmek gerekmektedir. Aynı
yaz, küresel komünizm için bir başka trajedi ile sona ermiştir: Lin Biao olayı.
Bu üç nokta, günümüzde hâkim sınıfın yönelimini ve
önlerindeki fırsat ve riskleri kavramamıza yardımcı olur. Hâkim sınıf önemli
bir hamle yaptığında, her zaman olduğu gibi “neden” diye sorulursa, cevap hem
“çünkü yapabilirler” hem de “çünkü yapmak zorundalar”dır. Kapitalistlerin -Kissinger
ve Nixon ve Marcos aracılığıyla alınan altınların sayesinde- elde ettikleri
zafer, ilk dalga küresel komünist devrimin sonunun başlangıcı olarak
görülmelidir. Devrimci kitlelerin ezilmesi ve Batı’nın desteklediği Dengci
kliğin boyunduruk altına alınması, Batılı Hâkim Sınıflarca kesinlikle böyle
yorumlanmıştı ve bunun neoliberal saldırıyı başlatmaları için gerekli özgüvene
kavuşmalarında payı vardı. Ayrıca emperyal merkezlerdeki işçi aristokrasisine
karşı siyasi mücadelelerinde gerekli sanayisizleştirmeyi sağlamak için, onlara ikame
sermaye yatırım alanı olarak Güneydoğu Asya’nın kullanılması fırsatını sundu.
Klein’ın vurguladığı üzere, Çin’deki karşıdevrim,
hâkim sınıfa radikal biçimde konsolide edilmiş bir kontrol mekanizmasıyla
birlikte, politik gücün oluşumu ve dağıtımı için entegrasyonu sağlam, geniş,
derin, sosyal olarak canlı bir network’ü tecrübe etme imkânı sundu.
Fonksiyonu yüksek komünist sosyal yapılanma, bazı modifikasyonlarla ve yeteri
kadar devlet şiddeti ve manipülasyonu eklenirse, hâkim sınıfın kendi amaçları
için emperyalist-kapitalist devletlerdeki modelden daha işe yarar olabilir gibi
görünüyordu.
Bu noktada bazı yoldaşlarımızın aklına yatan şu saçmalığı not etmemiz gerekiyor: Bu saçmalık, Çin komünizmini ezen, Çinli kitleleri köleleştiren ve kolektif servetlerini, asla geri alamayacakları krediler formunda Amerikalı efendilerine gümüş tabakta sunan kliğin, Batı’daki hâkim sınıfa düşman olduğudur. Aynısı, Vladimir Putin ve çevresindeki klik için de tahayyül edilmektedir; Sovyetler Birliği’nin canice yağmalanması sürecini denetleme görevini üstlenen Putin, bizzat Yeltsin tarafından seçilmiştir. Kendisi, 1998 Ekonomik Krizi’nden sonra (ki bu kriz de Wall Street Dolar Rejimi’nin yol açtığı türbülansların sonuçlarındandır) Rus nüfusu üzerindeki kontrolün konsolide edilmesi için Clinton ile çalışmıştır.
Bu
kriz, sermayenin gözü dönmüşlüğünün, SSCB’den kalan devleti sürdürülebilir
şekilde sömürülemeyecek kadar güçsüz bıraktığını göstermiştir. Putin’in bu
durumu düzeltmek için görevlendirildiği açıktır. Putin veya Şi’nin malum siyasi
geçmişlerine, politikalarına, mal varlıklarına ve siyasi güçlerinin maddi
zeminlerine rağmen, onları başa geçiren hâkim sınıfla düşmanlık içinde
oldukları fantezisi absürttür; bu fantezi, kendi emperyalist çıkarları peşinde
oldukları veya Batı ile bir çeşit -gönülsüz de olsa- antiemperyalist mücadele
içinde oldukları şeklinde tezahür edebilmektedir. İnsanlığa yöneltilmiş,
koronavirüs masalı kılığındaki iki yıl süren hâkim sınıf saldırısı boyunca
zorladıkları katı kapanma uygulamaları, bu konuda hiç şüphe bırakmamaktadır.
Daha şaşırtıcı olan, emperyal merkezdeki kitlelerin,
sahip oldukları tüm işçi aristokrasisi ayrıcalıklarıyla, onlara öncülük etmeyi
teklif edecek komünistlerden daha gelişmiş olmalarıdır. Bu öncelikle “komplo
teorileri” formunda görünür ki bu komplo teorileri, en kaba hâllerinde bile,
eğer organik tepkilerse, kitlelerin kendilerinin soyulduğuna ve
mülksüzleştirildiklerine ve hâkim sınıfın bu işteki sorumluluğuna dair
içgüdülerini ifade ederler. Dünyadaki çalışan sınıfın büyük çoğunluğu, komplo
teorileri karşısında asla dehşete kapılmaz veya şoke olmaz, genellikle
onları dikkate alır, kanıtları inceler ve gerekirse reddeder. Sınıf bilinci
olanlar, hâkim sınıfın insanları köleleştirmek için genellikle gizli ve kriminal
komplolar kurduğunu kafadan reddetmezler; gündelik yaşamları, kendi çıkarlarına
karşı bitmez tükenmez bir hâkim sınıf komplosunun sürekli hatırlatıcısıdır.
Gerçekten de dünyada komplo teorileri karşısında çığlık çığlığa dehşete kapılan tek sınıf, emperyalist ülkelerdeki küçük burjuvazidir, onlar, yaşamlarını neredeyse sadece burjuvaziye yaltaklanarak geçirmektedirler. Bu sınıfın üyelerinin Marksist örgütleri dışarıdan etkileme çabalarının, örgütler içerisindeki nüfuzlarının arttığı açıktır. Genellikle bilinçsizce empoze ettikleri ideolojik sapmalar, komünist hareket için saf zehir olmuştur. Halk bizi yadırgar diye komplo teorilerini reddetmemizi veya göz ardı etmemizi bu sınıf istemektedir. Bunu talep ederken, eğitildikleri üzere davranırlar ve gerçek somut bir halka değil, gösterinin varsaydığı yapay, imal edilmiş bir halk ilüzyonuna atıfta bulunurlar. Gerçek kitleler nezdinde ise komplo teorileri tabu değildir.
Almanların %90’ı, 11 Eylül’le ilgili ABD’nin tüm
gerçeği söylediğine inanmamaktadır. %40’ı, gizli bir dünya hükümeti oluğuna ve
bu hükümetin suçlu olduğunu düşünmektedir. Telefon anketleri, Amerikalıların
Bush-Cheney rejiminin 11 Eylül saldırılarıyla ilgili söylediklerine
inanmadıklarını sık sık ortaya koymaktadır. Telefon anketlerinin görece yaşlı
ve zengin Amerikalılara yönelik olduğu akılda tutulmalıdır, bu kitle, hükümete
inanmaya ve televizyon haberlerini tüketmeye daha yatkındır. Bir 2007 anketi
(yönetenlerin meşruiyetini toparlamak için Barack Obama’nın göreve
getirilmesinden hemen önce), ankete katılanların yarısından fazlasının,
Kongre’nin Bush ve Cheney’yi 11 Eylül saldırılarıyla ilgili görevden alması
gerektiğini düşündüğünü, %67’sinin ise Komisyon’un 7 numaralı binanın çöküşünü
araştırması gerektiğini düşündüğünü ortaya koymuştur. New York Times ve CBS
tarafından devamında yapılan anketler (ki bu kurumlar hiç de düzen karşıtı
değillerdir) Nisan 2004’te %16 gibi çok çok küçük bir azınlığın, Bush rejiminin
saldırıları önceden bildiğine inanmadığını göstermiştir. 2007’de yapılan
bir diğer anket, Amerikalıların %60’tan fazlasının, federal hükümetten
birilerinin saldırıları önceden bildiğini ve gerçeklemelerine izin vermeyi
seçtiğini düşündüklerini ortaya koymuştur.
Hâkim sınıfın gerçek bir üyesi olan (şimdilerdeyse
muhalif) Catherine Austin Fitts şunları söylüyor:
“Ben,
bir komplo piyadesiyim; biliyorsunuz, hayatım boyunca komplolar üretmek için
yetiştirildim. Hayatım boyunca binlerce komplonun parçası oldum. Güçlü
insanların geleceklerini kurmak için komploları kullandıkları bir çevrede
büyüdüm. Geleceği aşama aşama, proje proje inşa edersin ve bu, her zaman
yatırıma, kaynağa veya paraya ihtiyaç duyar ve elbette bunu bir komplo olarak icra
etmek zorundasındır, çünkü çeneni kapatmazsan, insanlar seni durdururlar. İlle
de yasadışı şeylerden bahsetmiyorum, komplonun bu insanların geleceği inşa
etmek için kullandıkları bir araç olduğunu söylüyorum. Eğer komplo teorilerine
çamur atarsan, dünyanın işleyişini anlamakta çaresiz, güçsüz ve habersiz
kalırsın. O yüzden buna bir son verin, çünkü bizim de başarılı komplolar kurma
ve yürütme işine başlamamız gerekiyor, çünkü kazanan hep onlar oluyor.”
En yukardakiler komplolar kurduklarını bilirler, en
aşağıdakiler de kendilerine karşı komplolar kurulduğunu bilirler. Yukardakilere
yaltaklanmak için kendilerini bunu bilmediklerine inandıran küresel azınlığı
boşverip işimize bakmalıyız.
6. Finans Darbesi
Bu bölüm, makaleyi Berlin’deki Komünist Kongre’ye
yetiştirebilmem için maalesef ki oldukça kısa olacak.
Yukarıda belirtildiği gibi, Catherine Austin Fitts,
ilk Bush rejiminin alengirli işlerini ifşa eden ve on yıl süren Adalet
Bakanlığı davasında aklandıktan sonra “Finans Darbesi” adını verdiği kavramı
açıklamakla uğraşıyor. Özetle, en geç 90’ların sonunda, ABD’den vazgeçmek üzere
temel bir karar alındığını öne sürüyor. Nihayetinde, komünist dünyanın
başarıyla fethedilmesinden sonra, hâkim sınıfın Soğuk Savaş’ın elverişsiz
şartlarında mecbur kaldığı refah devleti taahhütlerini yerine getirmek için
herhangi bir niyeti olduğunu düşünmek pek akıl kârı olmaz. Bu kısmen, Fitts’in
“büyük zehirleme” dediği, belli başlı düzenlemelerin kaldırılması programıyla
hayata geçirildi; tüketiciler ömrü kısaltan, zehirli ürünlere boğuldular
(aşılar dâhil).
Daha önemlisi, bu karar, kamuya karşı sorumlulukları
olan Hazine’nin iflası ve baskı ile yağma dışındaki devlet fonksiyonlarının
bozulması veya kesilmesi demekti. Bu program, Reaganizmin özü, kamu hayatının
her köşesinde uygulandı; ancak Fitts, dikkatini Wall Street ve Amerikan
devletinin dolandırılmasına, açıklanmamış kaynaklara yapılan devasa servet
transferine veriyor. Fitts’in analizi, elbette kendi sınıfsal konumuyla,
mesleğiyle ve politik bağımlılıklarıyla malul. Yine de komünist hareketin
hakkını veremediği birçok konuya ışık tuttuğu için, burada kendisinden
alıntılar yapmaya değer buluyorum (bir röportajından alıntılayarak). Röportaj,
sözde pandemi kaynaklı ekonomik krizin, 2019 yazında, virüs duyurusundan önce
repo piyasalarında görünür hâlde olduğu gerçeğiyle başlıyor:
“G7
merkez bankaları bir araya geldiler, genellikle G7 merkez bankaları, her yıl
bir FED üyesi bankada toplanırlar ve burada politikaları tartışır ve
geliştirirler. Ağustos 2019’da Jackson Hole’da yapılan toplantıda merkez
bankaları toplandı ve 'Going Direct Reset' ['Doğrudan Resetleme'] adını
verdikleri planı oyladılar. Dünya Ekonomi Forumu (WEF), biliyorsunuz, Davos
Zirvesi, bence Reset’in pazarlama koludur. Gerçek plan, merkez bankalarınca
yürütülür. Ve bu plan, dünyanın yönetim sisteminin ve finansal sistemin yeniden
mühendisliğidir. Bence ‘90’larda başladı. Ben, buna ‘Finans Darbesi’ diyorum,
şimdi hızla, daha agresif olan başka bir darbeye evriliyor. 1998’de başlayan
Finans Darbesi’nin insanların çoğuna görünmez olması amaçlanmıştı, bu nedenle
borç balonuyla ekonomiyi şişirdik, herkes iyi bir dönem yaşandığını düşündü ve
sahne arkasında kontrol mekanizmalarında yapılan mühendislik çalışmasını fark
etmedi. Bu planı oyladılar ve planın birkaç parçası var. Biri, devasa ölçekte
para ve borç senedi basılması ve bu paraların tekel tahtasında yer alan her
şeyi satın alacak insider’lara aktarılması ve dışardakilerin, şirketler,
küçük işletmeler, nakit akışlarının yok edilmesinin talep edilmesi. […]
Diyelim
ki bir tarafta büyük bir halka açık şirket, diğer tarafta yüzlerce küçük
işletme var; yüz küçük işletmeyi ‘asli önemde değil’ ilân ediyorsunuz ve tüm
müşteriler büyük halka açık şirkete yöneliyorlar, bu da şirketin kârını ve
borsayı yükseltiyor. Yani tüm serveti, George Bush’un deyimiyle ‘daha az sayıda
ve daha doğru ellerde’ toplanmaya doğru konsolide eden bir oyun çeviriyorsunuz.
Amerika’daki milyonlarca küçük işletmeyi batırırken, insanları öyle bir
şaşırtmalısınız ki ne olduğunu anlayamasınlar. Dolayısıyla onlara ortalıkta bir
veba dolaştığını, hastalık olduğunu, hepsinin öleceğini ve insanlara yardım
etmek zorunda olduklarını söylüyorsun. Bu, aslında bir ekonomik savaş ve onları
ne kadar korkutup aptallaştırırsan ve kafası kesik tavuklar gibi dolanmalarını
sağlarsan, ne olduğunu anlamalarını geciktirirsen, istediğini yapman daha
hızlı, kolay ve ucuz olur.
Sunucu: Nihayetinde amaç ne, neyi başarmaya
çalışıyorlar?
CAF: Başarmak
istedikleri, bireylerin kaynakları kullanımının çok küçüldüğü bir toplum. En
üsttekiler, rakamı nerde kestiğinize bağlı ama %1 diyelim, 145 yaşına kadar
yaşayacaklar, çünkü biyoteknoloji bunu mümkün kılıyor ve o dilimde olmayanlar,
çok daha az siyasi güce sahip olacaklar: çok daha az kaynağa sahip bir hayat.
Esasen dışarıdaki herkesin durumu köleliğe indirgenecek. Köleliğin tarihine
bakarsanız, kölelik, gelmiş geçmiş en kârlı iştir, yaratılmış en iyi yatırım
işidir. Geçtiğimiz sefer kölelik kaldırıldı, çünkü kusursuz tasma yoktur, bazı
köle isyanlarını bastıramazsınız. Dijital teknoloji, bu kusursuz tasmayı ve tüm
isyanları bastırma imkânını veriyor; tabii tüm kontrol şebekesini yerine
oturtabilirseniz. Yani onlara herkesi köle konumuna indirgeyecek teknolojik
imkânı sunuyor ve aynı zamanda zihninizi de kontrol eden bir kölelik tipi:
2030’da hiçbir şeyiniz olmayacak ve mutlu olacaksınız. Vizyonları bu. %1’lik
dilim, 145 yaşına kadar yaşıyor ve çok zengin hayatları var, çünkü nüfusun
genelinin kaynak kullanımı aşırı kısıtlanmış. [Trish Wood is Critical, 7
Mayıs 2022, Dakika 55]
Fitts’in tarifi, Lenin’in analizinin mantıksal ardılıdır.
Lenin, kendi döneminde şunu gözlemlemiştir:
“O
dönemde (1848-1868), bir ülkenin işçi sınıfına rüşvet verme ve onu yolsuzluğa mahkûm
etme, onlarca yıl boyunca imkânı vardı. Bu, artık çok da mümkün değildir, hatta
belki de imkânsızdır. Diğer yandan, her bir emperyalist ‘Süper Güç’, daha küçük
bir kesime, işçi aristokrasisine sus payı verebilir. Önceden, Engels’in harika
tanımıyla ‘burjuva işçi partisi’, ancak bir ülkede ortaya çıkabilirdi, çünkü
sadece orada tekelleşmenin keyfine varılabilirdi, ama bu dönem çok uzun
süremezdi. Şimdi bir ‘burjuva işçi partisi’ kaçınılmazdır ve tüm emperyalist
ülkelerde bu tür bir partinin varlığı olağan bir hâl almıştır; ganimetin
bölüşümü için verdikleri çaresiz mücadele göz önüne alınırsa, böyle bir
partinin çok sayıda ülkede uzun süre var olması olası değildir. Finansal
oligarşi için yüksek fiyatlar en üst katmanlara sus payı verilmesini sağlasa da
o, proleter ve yarı proleter kitlenin gitgide bastırılması, ezilmesi, mahvedilmesi
ve zulme uğramasını ifade eder.” [Lenin, Emperyalizm]
Molly Klein, kayda değer bir keskinlikle, hâkim
sınıfın koronavirüs kılığında ortaya koyduğu hamleye benzer bir şeye
hazırlandığını, salgının ilânından çok önce, 2019’da öngörmüştür.
Yukarıda gösterildiği gibi, Soğuk Savaş’ın istisnai
politik koşulları, devrimci komünizmle girişilen varoluşsal mücadele, hâkim
sınıfı geniş bir işçi aristokrasisini oluşturmaya, besleyip büyütmeye zorlamıştır.
Karşıdevrimci mücadele, emperyalizm içi mücadeleler (para arzı konusundaki iç
çelişki eğilimleri) sonucunda, hâkim sınıfın öncüleri tarafından bir strateji
geliştirilmiş, Amerikan doları, Amerikan ordusu ve Amerika yönetimindeki gizli
istihbarat ağlarıyla önce kapitalist blok, sonra da dünyanın kalanı üzerinde
benzeri görülmemiş bir güç tesis edilmiştir.
Küresel ölçekte gücün ABD liderliğindeki kapitalist
hâkim sınıf elinde konsolide olması ile, gücün hâkim sınıfın kendi içinde
yoğunlaşması, diyalektik olarak iç içedir. Makro ölçekte kapitalist ulusların,
devrimci komünist alternatif yüzünden Amerikan liderliğine teslim olmak zorunda
kalmaları gibi, bu sürecin dinamikleri de ABD hâkim sınıfı öncüleri içinde de
gücün artan oranda yoğunlaşmasına ve örtülü bir gerçek liderliğin oluşmasına
yol açmıştır. Büyük resme bakıldığında, hiyerarşik olarak organize olmuş,
istihbarat örgütlerince yönetilen güç yapılarının hâkimiyeti tesis etmesi
kaçınılmazdır. Bu nedenle, bugün en güçlü “kapitalistlerin”, gerçekte hiç de
“kapitalist” olmamaları, ultra-emperyalist askerî-istihbarat-sanayi kompleksinin
çocukları olmaları, hiç de şaşırtıcı değildir. Gates, Musk veya Bezos gibi
bireyler, tüketici piyasası için mal üreterek risk alan kapitalist
girişimleri işletmiyorlar. Zenginlikleri zoraki tüketimden gelir, zorakilik ise
vergi mükelleflerinin bu ürünleri devlet bütçesinden satın almak zorunda
olmaları veya bu ürünleri yasal/politik baskı ile tüketmeye zorlanmalarından
kaynaklanmaktadır. Amazon gibi bir girişim, hiç kâr etmediği zamanlar insider
bilgisi olanlarca yatırım almaya devam etmiş ve kamu ihaleleri almaya başladığı
zaman kâr etmeye başlamıştır, böyle bir yapı, kapitalist girişim olarak
adlandırılamaz. Bu, doğrudan ultra-tekelci konsolidasyon mekanizmasıdır.
Giderek daha çıplak ve doğrudan sömürü formlarına
doğru bu yön değişimine, bunu gizlemek için gerekli bir gösteri patlaması eşlik
eder: devasa telekomünikasyon yapısı, bitmek bilmez dezenformasyon. Bu
dönüşümün yapıtaşları kapitalist ilişkilerden kalan kabuklarca örtülür, ancak
şimdi içinde yaşadığımız temelden farklı düzen biraz ciddiyetle izlendiğinde
açıktır. Artan oranda maruz kaldığımız izleme ve kontrol teknolojileri,
tembelce, yarım yamalak bir analizle “tıklama ve data” peşinde olmakla
açıklanır. Eğer bu doğru olsaydı, bu analizle olduğu varsayılan tüketici gücü,
sermayenin devasa çıktılarını satın alacakları kadar büyük olurdu. Oysa Batı’da
dahi geniş kitlelerin alım gücü hızla azalmaktadır. Tüm bu izleme ve datanın
kârlılığı, gerçek bir kapitalist piyasadan değil, birilerinin (hükümet ve özel
istihbarat servisleri) bunu doğrudan kontrol ederken sağladığı fayda nedeniyle
satın almasındadır. Data, yeni petrol değildir; yeni petrol, hâkim sınıfın
datayı kullanarak sizi sömürme kapasitesinin doğrudan ve dolaylı olarak sizin
hakkınızda topladığı datalar ile artmasıdır. Biz ve bizim yaklaşan köleliğimiz,
işte “yeni petrol” odur.
1970’lerden bugüne emperyalizmin gelişiminin
izlenmesi, 11 Eylül ve “Terör’e Karşı Savaş” ile, 2008 Finansal Krizi ile ve
elbette imal edilmiş pandemi gösterisi ile elde edilen hâkim sınıf güç
konsolidasyonunun özellikle incelenmesini gerektirecektir. Ayrıca BRICS
ülkelerine, en çok da Çin’e, hâkim sınıfın küçülme ve işçi sınıfı aristokrasisi
ayrıcalıklarını, ırk/kast düzeninde yeniden dağıtma deneylerinde kullandığı
laboratuvarlar olarak bakılması gerekmektedir.
Umarım, mevcut uluslararası hâkim sınıfın sahip olduğu
aşırı konsolidasyon, disiplin ve birliği abartmanın mümkün olmadığı
gösterilebilmiştir. Devrimci kitlelere karşı şu ana dek başarılı oldukları
mücadelelerinde ve altta yatan kapitalizm dışı mücadelelerde küresel düzeni değiştirdiler.
Artık nüfus üzerinde daha fazla doğrudan kontrol uygulayabilecekleri bir
pozisyondalar ve az ya da çok bağımsız herhangi bir sermayeyi tolere
edemiyorlar.
Bu dönüşüm sürecinde hâkim sınıfın karşısındaki en
büyük zorluk, elbette halk devrimidir. Artık ihtiyaçları kalmayan, ancak
zamanında isteklerini dünyaya dayatmalarını sağlayan askerî gücün de temelini
oluşturan ayrıcalıklı sosyal demokrasilerin kontrollü yıkımı için büyük bir
dikkatle dans ediyorlar. Hepimizi dolandırırken, varlıklarının kontrolünü nasıl
kaybetmeyeceklerinin endişesini taşıyorlar. Tüm nüfusta devasa bir azalmaya
niyetlendikleri çok açık, aynı zamanda kendileri için çalışmaya devam edecek
kalan nüfusun yaşam standartlarında da çarpıcı bir düşüşe niyetliler. Bunun
ille de en yoksulları hedef almayacağını belirtmek gerekir, çünkü zaten onların
üzerinde görece sağlam bir kontrolleri mevcuttur. Nazi programı, kendisi için
gerekli nakdî sermayeyi Yahudi burjuvazisinin ve küçük burjuvazinin
yağmalanmasından elde etmiştir (Aryanizasyon). Hâkim sınıf, bu amaçlarına
farklı stratejiler aracılığıyla ulaşmaya çalışır ve daima kendileri tarafından
seçilen koşullarda değil, geçmişten devralınan koşullarda. Bu süreçteki en
büyük risk, reel sosyalizm dönemini hatırlayan ve bu düzende, hâlâ zavallı
ayrıcalıklarına çaresizce tutunmaya çalışan Batılı halklara kıyasla kaybedecek
şeyi daha az olan post-Sovyet (ve Çin) halk kitleleridir.
Hâkim sınıf, böylesine devasa halk kitlelerine kendi
iradesini doğrudan uygulatamaz. Amaçlarını bizim enerjimizi yönlendirerek
gerçekleştirebilir. Lenin’in belirttiği gibi:
“Günümüzde
hiçbir şey seçimler olmadan yapılamaz, kitleler olmadan yapılamaz. Bu
basın-yayın ve parlamentarizm çağında dallanıp budaklanmış, sistemli yönetilen,
donanımlı bir dalkavukluk, yalan, dolandırıcılık sistemi olmaksızın kitlelerin
desteğini sağlamak imkânsızdır.” [Lenin, Emperyalizm]
Günümüzde hiçbir şey, gösteri olmadan yapılamaz.
Fethedilen sosyalist ülkelerin yağmalanan servetinin çoğu dot-com balonuna,
izleme, propaganda, dezenformasyon ve manipülasyon teknolojilerine yatırıma
aktarılmıştır. Etkili kullanıldığında, bu teknoloji, kitlelerin en güçlü
enerjisini mobilize eder. Bunu, bu enerjiyi aktive etme riskini alarak yapar.
Korona dolandırıcılığı, sadece terör ve zor kullanımıyla değil, insanlığın en
iyi niyetli güdüleri yanlış yönlendirilerek yapıldı: dayanışma duygumuz ve
sermayenin bizi kâr amacıyla gereksiz risklere atacağına dair içgüdülerimiz.
Rusya ve Ukrayna’daki halk kitleleri -eski sosyalist ülkelerin çoğundakiler
gibi- genellikle korona dolandırıcılığını gördüler ve en az aşılanan veya boyun
eğen nüfuslar arasındaydılar. Buralarda devasa bir devrimci potansiyel
mevcuttur ve bu potansiyel, kendi komprador hükümetlerine yöneltilmeleri
gerekir. Rus halkının gerçek faşizmle savaşma arzusu ise fiili çatışmaya
yönlendiriliyor; bu çatışmaya dair nihai çıkarımımız şu olmalıdır: söz konusu
çatışma, gerçekten ilgili hâkim sınıf fraksiyonları arasındaki somut, temel bir
çatışmadan kaynaklanmaktadır. İlk sorumuz ise şu olmalıdır: Birleşik (ya da
ultra, süper, kolektif) emperyalizmin bu çatışmadan çıkarı nedir?
Programlarının hangi veçhelerinde mevziler elde ettiler? Kendilerine tehdit
oluşturan kitleler nasıl kıyma makinesinden geçirilmekte, devam eden olağanüstü
hâl ve militarizasyon nasıl gerekçelendirilmektedir? Kitlelerin yaşam
standartları nasıl daha da düşürülmekte ve ekonominin hâkim sınıfça doğrudan
kontrolü nasıl ilerlemektedir?
Ya da daha basit bir soruyla başlayabiliriz. Yoldaş
Yana, Rus burjuvazisinin ve devletinin komprador doğasını kusursuz tarif
ediyor. Artık değerin ve kaynakların emperyalist hâkim sınıf çıkarına Rusya’dan
nasıl çıkartıldığını gösteriyor. Putin ve Batı arasındaki iyi polis-kötü polis
oyununun, her iki taraf için de propaganda aracı olduğunu herkes görebilir:
Hiçbir şey, Putin’i Rus halkına, Batı medyasınca sürekli söylenen Putin’in Batı
ile savaştığı yalanından daha fazla sevdiremez. Ancak sormamız gerek:
İmparatorluk, Rusya için bundan daha fazla işine gelen nasıl bir düzen
isteyebilir? Rus halkının sorunsuz ve sürdürülebilir şekilde sömürülmesi işini
Putin yönetiminden daha etkili bir biçimde icra edecek bir düzen tahayyül etmek
mümkün müdür?
Lenin, kapitalizmin gelişimine küçük tefeci sermaye
ile başladığını ve devasa tefeci kapitalizm olarak gelişiminin sonuna geldiğini
söylüyordu. Burada da korsanlık ve köle ticaretiyle başlayan kapitalizmin aynı
düzleme geri döndüğünü gözlemliyoruz. Mart 2022’deki bir röportajında Isa
Blumi, mevcut hâkim sınıf pratiğini korsanlıkla kıyaslıyordu. Molly Klein,
neo-barbarizme işaret etmişti. Lenin’in, Kautsky’nin Hobson’ın üzerine koyduğu
tek şeyin emperyalizm-içi kavramını ultra-emperyalizm olarak değiştirmek
olduğuna dair alaycı gözleminin ışığında, semantiğin önemi olmadığını
söyleyebiliriz. Açık olan, hâkim sınıfın daha çıplak bir sömürüye, karmaşık
gösteri mekanizmasıyla gizleyerek kaçmak zorunda olduğu ve kaçabileceğidir. Bu hâliyle
hâkim sınıf, hiç bu kadar kırılgan olmamıştı; komünizm, kurulma imkânına hiç bu
kadar yakın olmamıştı.
Rusya’daki hâkim sınıf, Nazi karşıtı mücadele ve
sosyalizme dair nostaljiyi ve kolektif hafızayı sömürme amacıyla ateşle
oynamaktadır. Belki kibirleri, belki de kötücüllükleri nedeniyle, bu kumarda
ele geçirmeyi planladıkları halk gücüne sahip olamıyorlar. Öncelikli umudumuz,
Rus ve Ukraynalı halk kitlelerinde olmalıdır, hâkim sınıf, bu kitleleri çok
dikkatle ve kendini de riske atarak silahlandırmaktadır. Savaşın bariz işlevlerinden
biri, Avrupa içinde ciddi miktarda askerî yapılanmayı meşru kılmak ve onun
üzerini örtmektir, çünkü neticede Avrupa’da devrim ihtimali sahiden de
mevcuttur. Donbass halkının kahramanca mücadelesi, bize önümüzdeki yolu göstermektedir.
2014’te Nazi saldırısına karşı Donbass halkı, Rusya’ya katılmak için değil,
Donetsk’i, eski Sovyet Cumhuriyeti’ni yeniden kurmak için bir araya geldi. Bu,
hepimizin umudu olan evrensel sovyetleri kurma yönünde bilinçli bir adımdı ve
bu hayali gerçekleştirmek, neredeyse evrensel hâkim sınıfın baskısı ve tüm
dünya nüfusuna dizginsiz saldırıları sayesinde imkân dâhilindedir. Sadece
kendimizi gösteriden koparmamız, hâkim sınıfın boydan boya yansıttığı ışık ve
seslerin bize sunduğu günün tıkla-aç menüsünü reddetmemiz ve kendi yolumuzu
belirlememiz gerekmektedir.
Uzun bir süre, Avrupa’daki komünist hareket, bilgi ve
başka birçok şey için kapitalist-emperyalist toplumun anaakım yapılarına
bağımlı kaldı. Bu anlaşılabilirdi, çünkü işçi aristokrasisine içkin sosyal
demokrat taviz, anaakım kurumlarına -kısıtlı da olsa- gerçek bir demokratik
içerik sağlıyordu. Gerçekten ve önemli yollarla, kısmen de olsa özgür bir
nüfusa hesap veriyorlardı. Uzun zamandır durum böyle değil. Anaakım medya, en
geniş anlamıyla, her yerde tamamen boşaltılmış, kontrol altında ve geniş
kitlelerin çıkarlarına düşman konumdadır. Öte yandan, her geçen gün daha geniş
kitleler, sistemin sağladığı rahatlıktan kopmaktadırlar. Burada, Batı’da, geniş
ölçekte örgütlenme ve kendi çıkarlarımızı kovalama kapasitemiz, onlarca yıldır
olmadığı kadar fazladır.
“Komplo” [“Conspiracy”] kelimesi, Latince con-spirare’den,
“birlikte nefes almak” fiilinden kök alır. Bu anlamda, hâkim sınıfın ev
hapsiyle, kısıtlamalarla, mesafeyle ve maskeyle iki yıl boyunca yasakladığı, daha
doğrusu, hâkim sınıfın kendilerine özel hak olarak tahsis ettiği şeyleri ifade
eder. Zira hâkim sınıf üyelerinin perde gerisinde maskesiz ve dip dibe
olduklarını defalarca gördük. Kısıtlamalarını reddetme zamanımız geldi; artık düşüncelerimizde
ve hareketlerimizde, hâkim sınıf praksisinin gerçekliğiyle yüzleşmenin ve kendi
çıkarlarımız için komplolar kurmanın vaktidir.
T. Mohr
24
Eylül 2022
Kaynak
Çeviri: Caner Flenktir
0 Yorum:
Yorum Gönder