İşçi Hareketi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İşçi Hareketi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2025

,

Tanıklık


16 Haziran (1970) günü sabah fabrikaya geldiğimizde işbaşı yapmadan bahçede toplandık. Temsilciler ve ünite temsilcileri ile yine kısa bir değerlendirme yaptık.

O günkü yürüyüş güzergâhımız artık Ankara Asfaltı değil, şehrin merkezi yerleri olacaktı. Önce yine yürüyüş korteji halinde, Üsküdar meydanına inip, Tekel’in tütün depolama ve sigara fabrikasındaki işçileri alıp oradan Kadıköy’e yönelmek, meydanda bir soluklanıp, Altıyol, Söğütlüçeşme, Hasanpaşa istikametinden akşama doğru fabrikaya dönmekti niyetimiz.

Şehrin merkezi yerlerini seçmemizin nedeni, sesimizi ve ne istediğimizi halka biraz daha fazla duyurabilmek, eylemdeki kararlılığımızı istemlerimizle birlikte daha çok insanlara gösterebilmekti.

16 Haziran sabahı yine Ankara Asfaltı’nda yürüyüş düzeni halinde kortejler oluşturduk. Bu sefer yüzümüz Üsküdar-Kadıköy yönüneydi. Bir gün önceki yürüyüşe, postabaşı, ustabaşı durumunda olanlar katılmamıştı. İkinci gün kendiliğinden onlar da gelip korteje dâhil oldular. Onlar “Biz ustabaşıyız, postabaşıyız, yürüyüşün başında ön saflarda yer almalıyız” dediler. Biz de, “Tabii, memnuniyetle” dedik, onları yürüyüşün ön tarafına aldık.

Koşar Adım Üsküdar Meydanı’na

Helikopterler yine başımızda turlamaya başladılar. Koşuyolu köprüsü üstüne geldiğimizde, yola barikat kuran polis yolumuzu kesti. Polis barikatının arkasında ise asker ikinci bir barikatla yolu kapatmıştı.

Öndeki polis şefleri megafonla “Yürüyüş eyleminiz kanunsuzdur. Fabrikalarınıza dönün” diye bağırdı. Biz temsilciler, başlarındaki şeflerle görüşüp buna uymayacağımızı, yürüyüşümüze devam edeceğimizi söyleyince çatışma çıktı. Polis ve asker havaya ateş açtı. Biz ise o anda asfaltta ve yol kenarlarından elimize ne geçirebildiysek onları kullandık. Bizim kortej düzenimiz tabii ki dağıldı ama herhangi bir geri çekilme olmadı. Polis barikatı da başlangıçtaki düzen içinde değildi. Biz işçiler, hem polis, hem asker barikatını aşıp barikatların arkasına sarkmıştık. Kortejimiz, başlangıçtaki sıra düzeni içinde olmasa da, hatta biraz da koşar adım Üsküdar meydanına indi.

Meydana inmeden Doğancılar Yokuşu’ndan aşağıya inerken yine asker teçhizat kuşanmış süngü takılı vaziyeti ile kademe kademe barikatlar kurmuştu. Bu barikatlar da herhangi bir çatışma yaşanmadan askerlerin etrafından dolaşarak aşıldı, Üsküdar Meydanı’na ulaşıldı.

Tekel’in Kadın İşçileri

Meydandaki yığılma, sadece biz Otosan işçileri ile sınırlı değildi artık. Etraftan başka katılmalarda olmuştu. Benim de içinde olduğum temsilciler ve bir grup işçi, Tekel’in sigara fabrikasına girdik. Sonraki yıllarda yıkılan bu fabrikaya girdiğimizde özellikle kadın işçilerde bir korku gördük. Fabrikanın kreşinde çocuğu olan kadınlarda bu korku ve telaş daha fazla kendini belli ediyordu. Yaptığımız konuşmalarla önce sakinleştirdik. Kreşte çocuğu olan kadınlara isterlerse çocuklarını alıp evlerine gidebileceklerini veya fabrikada kalabileceklerini söyledik.

Bu sakinleşmeden sonra işçilere, hükümetin sendikalar yasasında yapmak istedikleri değişiklikleri ve bunun sendika seçme özgürlüğümüze nasıl kısıtlamalar getirdiğini anlattık. Yürüyüş amacımızın DİSK, Türk-İş ayrımı yapmadan, el birliği ile bu yasal değişikliği protesto etmek olduğunu söyledik, “Aramıza katılırsanız seviniriz, daha güçlü oluruz.” dedik. Kreşte çocuğu olan kadın işçiler dışında herkes dışarı çıktı. Dışarı çıktığımızda Üsküdar Meydanı iyice kalabalıklaşmıştı.

Bu arada yürüyüş kolundan bir grup, Beykoz yönüne yöneldi. Bu işçilerin amacı, Paşabahçe’deki ve Beykoz’daki işçileri yürüyüşe katmaktı. Beylerbeyi Sarayı altındaki tünelin kapatılması nedeniyle bu grup geri dönmek zorunda kaldı.

Kadıköy’e Doğru

Bu sırada ortalığa doğru askeri bir cip yaklaşıyordu ve işçiler bu araca yol açıyorlardı. Ortada duran cipten bir albay ve birkaç asker indi. Albay eline aldığı megafonla, “Evlatlarım, işçi kardeşlerim” diye başladı konuşmasına ve şöyle devam etti:

“Fabrikalarınıza dönün, bu eylemler kanunsuzdur. Haklarınızı kanuni yollardan arayın.”

Biz temsilciler albaya yaklaşarak “Biz kanunsuz bir şey yapmıyoruz. Bizim sendika seçme hakkımızı bu hükümet elimizden alıyor, biz bunu protesto ediyoruz. Biz kimseye zarar vermiyoruz” dedik.

Albay yine bizlere hitaben, “Hak aramanın yolları kanunlarda var, en nihayeti Anayasa Mahkemesi var, o yollardan hakkınızı arayın, şimdi işyerlerinize dönün” diyordu. Biz, “Anayasa Mahkemesi’nde bu olay aylar, yıllar sürer, o vakte kadar bu hükümet bizim haklarımızı elimizden alır” diyorduk.

Albay “Dönün” ısrarını tekrarlayınca, biz de Kadıköy istikametine doğru gideceğimiz için, “Kadıköy’den doğru döneceğiz’ dedik. Albay bize yine bir uyarı yaparak, “Kadıköy’e değil, geldiğiniz Ankara Asfaltı’na doğru dönün” dedi.

Biz, yeniden kalabalığı geldiğimiz yöne doğru yürüyüş düzenine sokup Kadıköy’e yönlendirdik. Bu sırada Üsküdar Meydanı’ndaki karşılıklı iki camiden öğle ezanları okunmaya başladı. Baş temsilcimiz Hasan “Ezan okunuyor, oturun” komutu ile bütün işçiler sıcakta asfalta oturdu. O anda diğer temsilcilerden göz göze geldiklerimiz oldu ama yapacak bir şey yoktu.

Ezanlar bitince Hasan’ın komutu ile kortejimiz tekrar Kadıköy’e doğru yürüyüşüne devam etti. Bu arada albay konuşurken, kalabalık arasından tanımadığımız kişilerce birkaç kez, “İşçi ordu el ele” sloganları atıldı. İşçiler arasından bu slogana az da olsa, yer yer katılmalar oldu.

Havaya Ateş Açıldı

Kadıköy meydanına geldiğimizde, Üsküdar’dan gelen yol ile, Altıyol’dan inen yolun kesiştiği kavşakta, polis ve asker yine birlikte barikat oluşturmuşlardı. Bizim yürüyüş kortejimizi Altıyol istikametine bırakmıyorlardı. Burada polis ve asker barikatını aşmak için yine bir zorlama oldu, asker havaya ateş açtı.

Askerin ateş açması sonrası yığında yine bir dağılma oldu ama bu sefer Kadıköy iskele meydanında yeni katılımlarla daha kalabalık bir kitle olarak toplandık. Bu kalabalığın içerisinde yine bir askeri cip ve rütbesini tam hatırlayamadığım bir subay, elinde megafonla konuşuyor. Üsküdar’da konuşan albayın konuşmasına benzer yaklaşımlarla “Hakkınızı kanuni yollardan arayın, bu yaptığınız iş kanun dışıdır, şimdi fabrikalarınıza dönün” diyordu. Bu arada yine birkaç ses, aralardan, “İşçi ordu el ele” sloganı…

Biz temsilciler yine subaya yaklaştık, “Biz fabrikaya döneceğiz, bizi Altıyol’dan bırakmıyorsunuz” dedik. “Ankara Asfaltı’ndan dönün” diye hem bize, hem megafonla kitleye hitap ediyor. Biz yönümüzü kitle halinde Altıyol’a doğru çevirdik, “Haydi dönüyoruz” dedik.

Polis ve askerin meydanda oluşturduğu barikatı Kadıköy Çarşısı içindeki ara sokaklardan aşarak bu sefer polis ve askerle çatışmadan Altıyol’a yöneldik.

Polisle Çatışma

Söğütlüçeşme’ye geldiğimizde, Fenerbahçe Stadı çevresinde kalabalık işçi grupları ile polislerin çatıştığını gördük. Daha açık bir deyimle polisler kaçışıyor, işçiler kovalıyorlardı. Kadıköy istikametinden gelen bizim grup da polisin önünü kesince, polis sıkıştı, o semtlerde ulaşabildiği evlerin kapılarını zorlayarak korunmak amacıyla içeriye girmeye çalıştı.

Ancak çok evler kapılarını açmadı. Birçok polis, önce başlarındaki beyaz miğferleri attı. Olmadı, üzerlerindeki resmi üniformaları çıkarıp attılar, polis olarak tanınmamak için. Ama gördüğüm birkaçı bu işi yaparken başından çıkardığı miğferi ve üzerinden çıkardığı polis armalı gömleği bir yere atışı, bir çarpışı vardı ki, bu durum, onun sadece polis olarak tanınmaktan, bir can korkusundan öte, bu mesleğe de bir “lanet” okuyuş tavrıydı, o öfkeyle yere çaldığı resmi elbisesi. Çünkü iki taraftan gelen işçi gruplarının sıkıştırmasıyla sığınacak yer bulamayanlar kendilerini Kurbağalıdere’ye atıp denize doğru yüzmeye çalışıyorlardı. Bu Kurbağalıdere’nin bir başka adla da bilindiği hatırlanınca herhalde kimse bunu istemezdi.

Dramatik bir durumdu. Çünkü onlar da bizler gibi çoğu yoksul ailelerin genç evlatlarıydı, onlar da bizler gibi dar gelirleriyle ailelerini geçindirmeye çalışan insanlardı. İşçi artık onu orada, Anadolu’dan gelmiş, kendisi gibi yoksul, dar gelirli bir sınıfdaşı olarak değil, üzerindeki elbisesiyle devleti karşısında görüyordu. Hıncını öfkesini karşısına çıkan, onun eylemine mani olmak isteyen polisten çıkarıyordu.

Burada toplum psikolojisi de başlı başına bir rol oynuyordu. Yoğurtçu Karakolu’nun önünde polis cipleri ve toplum polis otobüsleri duruyordu. Burada polis araçları devrildi. Devirdikleri polis otobüsünün üzerinde işçiler ‘bir kaleyi fethetmişçesine’ basın mensuplarına poz veriyorlardı. Basın mensuplarının fotoğraf karesine giremeyenler; tekrar tekrar biraz evvel devirdikleri otobüslerin üstüne çıkıp, “Beni de çek, beni de çek” diye talepte bulunuyorlardı. Bu olayları görünce, Kadıköy Meydanı’nda polis ve askerin neden bizi Altıyol istikametinden bırakmak istemedikleri anlaşılıyordu.

“Bugün Bizim Bayramımız”

Gebze, Pendik, Kartal, Maltepe istikametinden gelen işçiler, o gün yürüyüş güzergâhı olarak kendilerine Bağdat Caddesi’ni seçmişlerdi. Daha sonra kendilerinden dinlediğim kadarı ile Kartal Meydanı’nda toplandıklarında, Kartal kaymakamını da aralarına almışlar, “Bugün bizim bayramımız” diyerek Kartal Kaymakamı’na direğe bayrak çektirmişler. Bunu da Kartal Süperlit Boru Fabrikası’ndan Ali Özgül isimli bir Keramik-İş üyesi yapmıştı.[1]

Sonra bu grup, topluca Kartal’dan, Bağdat Caddesi üzerinden Kadıköy’e yönelmişlerdi. Bu guruba Gebze, Çayırova, Tuzla istikametinden gelen işçi grupları da dâhil olmuşlar, Bağdat Caddesi üzerinden Fenerbahçe stadının yanına gelinceye kadar herhangi bir engelleme ile karşılaşmamışlar, hatta yol boyunca apartmanlardan alkış ve istendiğinde su servisleri almışlardı. Fenerbahçe Stadı’nın önüne geldiklerinde polis oradan ileriye bırakmak istemeyince çatışma çıkmıştı.”

Günün Sonu

Bu olayın yaşandığında saat 16.00 civarı idi. Ortalık biraz sakinleşince biz öngördüğümüz gibi Hasanpaşa üzerinden fabrikaya döndük. Bağdat Caddesi’nden gelenler de yine öngördükleri gibi Kadıköy’e doğru devam ettiler. Fabrikaya döndüğümüzde fabrika etrafının tanklarla çevrili olduğunu gördük. Fabrika işçileri, kimlik kartlarını göstererek içeri girdi, üstünü değiştirdikten sonra evlerine döndü. Gebze, Kartal istikametinden gelip Kadıköy’e devam eden işçi grupları, Kadıköy’den sonra bulabildikleri her çeşit vasıta ile (damperli kamyonlar da dâhil) Ankara Asfaltı üzerinden geldikleri yöne geri döndüler.

O akşam eve döndüğümüzde, radyolardan Kadıköy’deki çatışmada, ikisi işçi, biri polis biri de esnaf olmak üzere dört kişinin öldüğünü, Kadıköy kaymakamlığının ateşe verildiği haberlerini dinledik.

Mehmet Karaca

[Kaynak: Derinden Gelen Kökler, Sosyal Tarih Yayınları, s. 370-374.]

Dipnot:
[1] Bugün hayatta olmayan bu arkadaşımız sıkıyönetimce tutuklanıp yargılananlar arasındaydı. Daha sonraları Dilovası’nda Marshall boya fabrikasında işe girdi, Kimya-İş üyesi oldu. Ali erken yaşta hayata veda etti.

11 Haziran 2025

,

İki Kızıl Yıl


İşçi hareketiyle devrimci hareketin tarihine dair inceleme, yalnızca insanın köklerini hatırlaması ve kimliğini teyit etmesi değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, bugün ve gelecekte yapılacak politik, taktiksel ve stratejik tercihler için bir ders olarak da önemlidir.

Kızıl İki Yıl’ın (1919-1920) yüzüncü yıldönümü, tam da bu 2019 yazının başına denk geliyor. Bu iki yıllık dönem, İtalyan alt sınıflarının son yüz yılda, mücadelelerin hem derinliği hem de ülke topraklarında ulaştığı menzil açısından en yüksek devrimci gerilim anlarından birini temsil ediyor. Bazı yönlerden, büyük olasılıkla iki yıllık kızıl dönem, alt sınıfların diğer iki büyük hareketiyle, hem Direniş sırasında gelişen, hem Merkez-Kuzey ile sınırlı olan ve aynı zamanda bir ulusal kurtuluş mücadelesi hem de bir sınıf mücadelesi niteliği taşıyan, 1969 ile 1977-80 yılları arasında gerçekleşen hareketle yani, Sıcak Sonbahar ile Fiat işgali arasında geçen dönemle kıyaslandığında, daha önemli bir yere sahiptir.

Kızıl İki Yıl, Haziran-Temmuz 1919’da yüksek gıda fiyatları için ayaklanmalarla başlayan ve toprak mücadelesiyle, ordunun isyanıyla devam eden, 1920’de fabrikaların işgaliyle sonuçlanan bir dizi olayın gerçekleştiği dönemi ifade ediyor.

Genel Bağlam ve Birinci Dünya Savaşı

1905’te Rusya’da 1917 devriminin “kostümlü provası” gerçekleştirildi. İtalya’da da Kızıl İki Yıl’da yaşanan altüstten önce, 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermediği ortamda, “Kızıl Hafta” adı verilen önemli bir isyan hareketine tanık olundu. İtalya’nın savaşa girmesiyle birlikte savaş karşıtı mücadeleye ekmek mücadelesinin eşlik ettiği bir süreç başladı.

1917’de savaş sırasında meydana gelen olaylar özellikle önemliydi. O yıl, Avrupa’daki halk kitlelerinin emperyalist savaşın yol açtığı sefalet ve katliam karşısında duyduğu bıkkınlık, Rusya’da önce Çarlığı deviren Şubat Devrimi’nde, ardından da Paris Komünü’nden sonra tarihteki ilk işçi hükümetini kuran Ekim Devrimi’nde karşılık buldu.

Batı’da da önemli isyanlar gerçekleşti. Örneğin Fransa’da, askerlerin kitlesel isyanlarına tanık olundu. Bu isyanlar, ABD birliklerinin gelişine kadar Batı Cephesi’ndeki saldırıların geçici olarak kesintiye uğramasına yol açtı.

İtalya’da iki benzersiz olay yaşandı.

1. Başlangıçta İtalyan askerlerinin konuşlandığı mevzide basit bir gedik açan, gerçek bir askeri “grev” olarak adlandırılan gelişme sebebiyle, gerçek bir bozguna dönüşen Caporetto’daki cephenin çöküşü.

2. Endüstriyel savaş üretiminin muazzam gelişmesi nedeniyle büyük ve radikalleşmiş bir işçi sınıfının oluştuğu Torino ayaklanması. Torino, Batı Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir şehrin gerçekleştirebileceği en özel ayaklanmaya şahitlik etti.

İki yıllık kızıl dönemi ve Ekim Devrimi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun toplumsal dokusunun, sermaye ile emek ve İtalyan sermayesi ile uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini dikkate almadan anlamak zor olurdu.

Muzaffer olmasına rağmen İtalya, çatışmadan diğer güçlerden daha derin yaralar alarak çıktı. Ülke, 650 bin civarında askerini kaybetmişti. Yüz binlerce insan, bu süreçten yaralı ve sakat çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı kayıptan daha büyüğüyle yüzleşen İtalya, yarım milyon insanını kaybetti.

Trento ve Trieste’yi İtalya’ya tekrar bağlamak için yola çıkan, ama aslında sömürgeci nüfuz alanını Dalmaçya ve Küçük Asya’ya genişletmek isteyen İtalyan emperyalizmi, onca ekonomik sorun ve yaşanan insani kayıp üzerinden pek bir şey elde edemedi.

1915’te İngiltere ve Fransa ile Londra Anlaşması’nı imzalayan İtalya, bu anlaşma uyarınca savaşa girme sözü vermiş, bunun karşılığında bazı taleplerde bulunmuştu. Ama savaş neticesinde bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı. Böylelikle, İtalya’daki militarist eylemsellik “sakat bırakılmış zafer” efsanesi üzerinden körüklendi. Faşizm, tam da bu toprakta gelişme imkânı buldu.

Yurtdışındaki durum gerginliklerle malul iken, içerideki ekonomi dengesiz bir şekilde büyüyor, sosyal uçurumlar derinleşiyordu. Sanayi aygıtı, kârların artmasını ve ekonomik gücün birkaç büyük sanayi grubunun, Ilva, Montecatini, Ansaldo, Fiat, vb. elinde toplanmasını destekleyen askeri emirler sayesinde orantısız ve yapay bir biçimde büyümüştü. Savaştan hemen sonra savaş endüstrisinin barış endüstrisine dönüştürülmesi, büyük endüstrilere bağlı bankaları da içeren güçlü bir krize yol açtı. Korumacılıkla sürece müdahale eden devlet, büyük şirketlere destek sundu.

Dahası, İtalya yurtdışında yaklaşık 20 milyar liret borç altına girmişti. İç borcu ise 46 milyar liret düzeyindeydi. Enflasyonla birlikte savaştan sonra ödenmesi gereken borç 40 milyarı aşıyordu. Para devalüe edildi, bu da toplumsal kutuplaşmayı iyice derinleştirdi: Bu süreçte spekülatörler, sanayiciler ve rantçılar zenginleşirken, sabit gelirlilerle (işçiler ve memurlarla) köylüler yoksullaştı.

Hızlanan sanayileşme, savaş döneminde bile köylü emeğinin fazlasını şehre çekememişti. Savaş endüstrisinin dönüşümü, işsizlikte bir artışa neden oldu. ABD, 1921’de 2 milyona ulaşan devasa sanayi rezerv ordusu için iş gören tahliye vanasını göç karşıtı politikalarla kapatınca İtalya’daki durum daha da kötüleşti.

İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıf, yani İtalyan devletinin daha önce üzerine kurulduğu küçük-burjuva sosyal sınıflar da bu durumdan etkilendi. Uzlaşması mümkün olmayan güçler, kriz koşullarında, daha önce pasif olan geniş kitleleri örgütleme yeteneğinden yoksundu. Başta Sosyalist Parti olmak üzere uzlaşmaz güçlerin bu önderlik kapasitesinden yoksun oluşu, savaşta önemli bir rol oynamıştı. Artık bu, işsizleşen orta sınıfları ilgilendiren bir eksiklikti.

Gramsci ve Togliatti’nin gelecek yıllarda, kızıl iki yıldan hatta faşizmin iktidarı ele geçirmesinden sonra yaptıkları eleştirilerde ifade ettiği biçimiyle, Sosyalist Parti, mevcut hatası sebebiyle işçiyle köylüyü bir araya getiremedi, ara sınıflarla ittifak kurmaya çalışmadı. Bilhassa sosyalistler, savaş gazilerine hiç hitap etmiyorlardı. Gramsci’nin tespitiyle, bu da onları sosyalizme düşmanlaştırdı:

“Müdahalecilerin partiye kabul edilemeyeceğini ortaya koyan önerge, bir şantaj, bireysel sindirme aracı ve demagojik bir açıklamadan ibaretti. […] Bu açıklama, partinin askeri müdahaleye yönelik karşıtlığını faaliyetinin ekseni hâline getirmemesi gereken siyasi konumunu tahrif etmeye ve belirli küçük-burjuva kesimlere karşı nefret ve kişisel baskılar için gerekli zeminin örülmesine katkıda bulundu. […] Bu, temel sorundan, iktidar sorunundan kaçınma ve kitlelerin dikkatini ve tutkularını tali hedeflere yönlendirme, egemen sınıfın tarihsel-politik sorumluluğunu ikiyüzlü bir şekilde gizleme, halkın öfkesini egemen sınıfın politikasının maddi ve çoğu zaman bilinçsiz araçlarına dökme politikasıydı. […] Savaşın, özellikle küçük aydınlar ve küçük burjuvazi arasında yol açtığı muazzam ekonomik ve psikolojik altüst oluşla birlikte, bu tabakaları radikalleştireceği açıktı. Parti, onları kendisine müttefik kılmak yerine, hiç yoktan düşman edindi, yani onları egemen sınıfa geri fırlattı.[1]

“Orta sınıflar” başlığı ve birbiriyle çatışma içerisinde olan güçlerin onlarla ilişkisi, kriz dönemlerinde kendisini tekrar tekrar hissettirir. Bu bağlamda, İtalya’da savaş sonrasında önemli olaylara tanık olunmuştur. Bu olaylar, bugün krizi ve Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarını, o döneme benzer kutuplaşmayı ve ayaklanmaları birebir tecrübe ettiğimiz koşullarda akılda tutulmalıdır. Dün olduğu gibi bugün de sol, muktedir sınıfın sorumlulukları yerine başka konulara odaklanmaktadır.

Yüksek Gıda Fiyatı Önergesi

Kızıl İki Yıl denilen dönemin ilk bölümü, 1919 yazının başında, tam da bahsini ettiğimiz bağlam dâhilinde cereyan etti. Köylü mücadelelerine, ordu içi isyanlara ve fabrika işgallerine tanıklık eden bu dönemde bir de yüksek gıda maliyetleri de önemli bir role sahipti. Kendiliğinden ve farklı coğrafi konumlarda gerçekleşen eylemlerle gıda fiyatları protesto edildi. Burjuvazi, yaşanan bu kitlesel hareketlilik karşısında ne yapacağını bilemedi ve bir anda baskıcı adımlara başvuramadı. 1914’ten 1918’e gelindiğinde temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları üç kat artmıştı. Bu sürece grevlerle cevap verildi. Milyonlarca işçi sürece katıldı. Ancak ücret artışlarının fiyat artışları karşısında sönük kaldığı koşullarda grevler çözüm üretmedi. Bu nedenle kitleler, ayaklanma yoluna revan oldular.

Grevlerden ayaklanmalara geçişe tanıklık eden ilk şehir, La Spezia’ydı. 11 Haziran günü bu şehirde işçiler, meyve ve sebze toptancılarının lokavtına tepki olarak büyük bir gösteri örgütlediler. Jandarmanın ateşi sonucu iki işçi öldü, yirmi beşi yaralandı. Katliam ayaklanmayı tetikledi. Dükkânlar yağmalandı, şehir, isyancıların eline geçti. Kraliyet Donanması’nın önemli üslerinden olan şehirde bulunan, savaş gemilerinde görevli bahriyeliler, işçilere destek verdiler.

Hareketin başka şehirlere yayılması için bir eylem komitesi oluşturuldu. 13 Haziran günü isyanlar Cenova’ya yayıldı, şehirde düzenlenen büyük bir gösterinin ardından gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, bu da genç bir işçinin öldürülmesine neden oldu. Akşam saatlerinde şehir muhafızlarının kışlasına bir saldırı girişiminde bulunuldu, bu eylemde üç işçi ciddi bir biçimde yaraladı.

Cenova ve La Spezia’daki katliamların öğrenilmesi ardından Milano ve Torino da sendikaların emri olmadan genel greve gitti. 16 Haziran’da sıra Pisa ve Bolonya’ya geldi. Pisa’da işçi sendikasının direnişi işçilerin baskısıyla kırıldı. Forli şehrinde kadınların öncülük ettiği kalabalık dükkânları yağmaladı. Mallara el koymak ve tüm gıda maddelerinin fiyatını yarı yarıya azaltmak için yurttaşlar bir işçi komisyonu oluşturdu. Askerler, halkın arasına karıştı. Faenza, Ancona ve Imola da genel greve iştirak etti. Torre Annunziata’da ajanlarla çatışmalar yaşandı.

3 Temmuz’da Floransa mücadeleye katıldı. Grevin başlamasıyla birlikte kitle, şehir merkezini işgal etti, malları maliyetin altında fiyatlarla çıkarıp dağıtmaya başladı, hemen satılmayanlar, vagonlar ve kamyonlarla İşçi Odası veya kooperatifler ve topluluk binaları gibi yerlere götürüldü. Savaşçılar Derneği işçilere destek verirken, İşçi Odası artık Floransa hükümetiydi.

Tavan fiyat yüzde 50 oranında düşürüldü. İlaç gibi tavan fiyatın olmadığı ürünlerin fiyatı ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Yüzde 50’lik müdahale, Forlimpopoli, Cesena, Civitavecchia, Iesi, Senigallia, Ancona, Falconara, Bolonya gibi şehirlerde de gerçekleştirildi.

Bedeli kan olan mücadeleler yürütüldü. Imola’da jandarma, 3 Temmuz’da üç işçiyi öldürdü. Floransa’da polis, durumu kontrol altına almaya çalıştı ve işçilere ateş açtı, 4 Temmuz’da bir işçi öldürüldü, 6 Temmuz’da iki kişi öldü, sekiz kişi yaralandı. Ayrıca 700 tutuklama yapıldı.

Mücadele, Sicilya’ya da uzandı. Palermo’da 25.000 işçi grev ilan etti, çok sayıda dükkânın mallarına el koyan işçiler maliyetleri düşürdü, ancak polis kitlesel tutuklamalara devam etti. Katanya’da onları bastırmak için gönderilen göstericiler ve askerler kucaklaştı. İsyanlar, polisin göstericiler tarafından karanlığa sokulduğu Brescia’ya sıçradı. Livorno’da genel konseyin fiyat talimatlarına uymayan işletmelere el konulması kararlaştırıldı.

6 Temmuz'da isyan Milano’ya yayıldı. Burada polis tarafından 2.200 kişi tutuklandı. Ayın 7’sinde Cenova’da işçiler, dükkânları ve depoları yağmaladıktan sonra polisle çatıştılar, bir ölü ve birkaç yaralı bıraktılar. Aynı gün Napoli’de de benzer bir senaryo yaşandı: genel grev ilanı ardından birçok dükkân yağmalandı, 20 kişinin yaralanmasına neden olan polisle çatışmalar yaşandı.

Savona’da binlerce işçi, tüm gıda maddelerinde %50 indirim uyguladı. Grevler, gıda maddelerine el konulması ve polisle çatışmalar gibi olaylara, İtalya’nın her yerinde, kuzeyden güneye sayısız irili ufaklı şehirde tanık olundu. Bu arada, baskı daha da sertleşti. 9 Temmuz’da kuşatma altındaki Brescia kentinde halk bir kişiyi öldüren jandarmayı kovaladı.

Makineli tüfekli Alp birliklerinin konuşlandırıldığı şehrin semalarında akşamları uçaklar uçuyordu. Taranto’da dört işçi hayatını kaybederken, Catania’daki çatışmalar dört ağır yaralının hastaneye kaldırılmasıyla neticelendi.

10 Temmuz’da Roma’da üç işçi jandarma tarafından öldürülürken, dört gün boyunca İşçi Konseyleri tarafından yönetilen Barletta, askerler tarafından kuşatıldı. Kuşatma neticesinde konsey boyun eğmek zorunda kaldı.

Ayın 14’ünde Lucera’da sekiz ölü ve otuz yaralı, Elba Adası’nda bir ölü ve çok sayıda yaralı, Roussillon’da iki ölü ve Spilimbergo’da üç ölü ve on dört yaralı vardı. Ne var ki, Temmuz ve Ağustos sonunda Roma’da, Milano’da ve diğer şehirlerde grevler belirli bir yoğunlukta sürse de beş ayın sonunda Mantua’daki isyan altı kişinin ölümü ardından bastırılması üzerine isyan, tükenmenin eşiğine gelmişti.

1919 yılında açığa çıkan tüm gerilim, devlet ve reformistler eliyle Kasım ayında yapılacak seçimlere kanalize edildi. Sosyalistler, oyların %33,3’ünü alarak birinci parti oldu. Bununla birlikte, sosyalistlerin zaferi, gerçek güçler dengesi açısından işçiler için belirleyici sonuçlara yol açmadı ve hükümet, Halk Partisi’nin başarısı sayesinde, Nitti liderliğindeki reformist liberal-radikal-halk-sosyalist koalisyonunun eline geçti.

Liberal Devletin Zayıflığı, Sendikal ve Sosyalist Hareketin Sınırları

Yüksek gıda fiyatları yüzünden patlak veren ayaklanmaların vurguladığı ilk gerçek şuydu: savaş ve ardından gelen krizin yıprattığı eski liberal devlet kurumları zayıflamış hâldeydi.

Ayaklanma dalgası birkaç ay içinde dinmiş olmasına rağmen, liberal devletin temel direkleri olan eski düzen partilerinin olaylarla baş edemediği ortaya çıktı. Devletin baskıcı güçleri de önemli bir zayıflık gösterdi. Silahlı kuvvetler, birçok durumda işçilere karşı çıkmayı reddederek ve sık sık onlarla dostluk kurarak, ayaklanmaları bastırmaya uygun olmadığını kanıtladı.

İsyanlar, Brescia, Sestri Ponente, Forlì ve La Spezia'da gerçekleşti. Mükemmel bir baskıcı güç olan jandarma (Carabinieri), o zamanlar sadece 28 bin kişilik bir güce sahipti ama etkili değildi. Nitti hükümetinde dışişleri bakanı olan Tittoni’nin şu sözleri, bu anlamda önemliydi: “Yarımadanın her yerinde aynı anda bir isyan patlak vermiş olsaydı, hükümetin ne yapabileceğini sık sık merak etmişimdir.”[2] Süreç içerisinde ihtiyatlı davranan Nitti hükümeti, daha kapsamlı ve daha büyük bir ayaklanmaya sebebiyet verebilecek her türden baskıdan kaçındı.

Yüksek gıda fiyatları üzerinden baş gösteren hareket, işçi hareketinin mevcut sınırlarını ortaya koydu. Bu hareket sayesinde, sadece ücretli işçileri değil, savaşa iştirak etmiş orta sınıfı da etkileyen bu fiyat artışları ile birlikte kendiliğinden açığa çıkan halk hareketi, sosyalist partinin ve sendikaların politik açıdan yetersiz ve kendiliğinden hareketler için kifayetsiz olduklarını gösterdi. Buna karşılık, mücadele süresince işçilerin referans noktası olarak iş gören İşçi Odaları, kendilerini hareketi sakinleştirecek ve en nihayetinde onu etkisiz kılacak adımlarla sınırladılar. Ama gene de ortada, yalnızca kötüleşen yaşam koşullarının belirlediği bir hareket değil, savaşın sona ermesinin ardından Rus Devrimi’nin ve uluslararası bağlamın siyasi geriliminin ve etkisinin önemli olduğu bir hareket vardı.

Neticede, “Rusya’da yapılanı yapma” iradesinin var ettiği isyan hareketlerinden sadece İtalya etkilenmedi. 1919’da Macaristan’da Konsey Devrimi yapıldı, Almanya'da Sovyet cumhuriyeti ilan edildi, Bavyera’da Spartakist ayaklanma gerçekleşti, emperyalizmin merkezi ülkesi İngiltere’de hükümet kitlesel grevlerle köşeye sıkıştırıldı ve durumu kontrol altında tutmak için sendikalardan yardım istemek zorunda kaldı, Odessa’da askerler ve denizciler, özellikle Fransızlar isyan ederek, Bolşeviklere karşı savaşmayı reddettiler. 20 ve 21 Temmuz 1919’da, Rusya ve Macaristan sovyet cumhuriyetlerine karşı dış müdahaleyi protesto etmek için uluslararası bir grev ilan edildi. Bu greve çok sayıda İtalyan işçi katıldı.

Sendika ve Sosyalist Parti liderlerinin harekete önderlik etme konusundaki yetersizliği ya da daha doğrusu, isteksizliği, ücretli işçiler ile orta sınıfın, özellikle savaşa katılmış kesimin ayrışmasına sebep oldu. Sosyalist Parti’nin siyasi başarısızlığı, orta sınıfın, özellikle de eski savaşçıların hayal kırıklığı ve kapitalist sınıf içinde korku neticesinde oluşan hareketler hep birlikte, faşist hareketin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturdular.

Bu noktada reformist ve devrimci analizin ayrıştırılması, kızıl iki yılı takip eden dönemde sosyalistlerin sorumluluklarının devrimci açıdan değerlendirilmesi gerekiyor.

O dönem Antonio Gramsci, 1919-1920 ayaklanmalarına ve ardından faşizmin ortaya çıkışına atıfta bulunarak, şunları söyledi:

“Kendiliğinden denilen hareketleri ihmal etmek, daha da kötüsü, onları küçümsemek, yani onlara bilinçli bir yön verme, onları daha yüksek bir düzeye çıkarma iradesinden feragat etmek, çok ciddi ve ağır sonuçlar doğuracaktır. Alt sınıfların her türden kendiliğinden hareketine her daim muktedir sınıf hesabına çalışan, gerici bir hareket eşlik eder. Örneğin bir ekonomik kriz, bir yandan alt sınıflar ve kendiliğinden kitle hareketleri arasında hoşnutsuzluğa neden olurken, diğer yandan, hükümetin nesnel olarak zayıflamasından yararlanarak, hükümet darbelerine teşebbüs eden gerici grupların komplolarına zemin hazırlar. Bu darbeler, ilgili örgütlerin kendiliğinden hareketlere bilinçli bir yön verme ve onları olumlu bir siyasi faktör hâline getirme sorumluluklarından feragat etmeleri neticesinde gerçekleşir.”[3]

Gramsci’nin bu sözleri, 1929’da Sosyalist Parti’ye iki yıllık kızıl dönem süresince liderlik eden, Genel İşçi Konfederasyonu sekreteri olan D’Aragona’nın yazdığı yazıda açık bir biçimde dile getirilen yaklaşımı teyit etmektedir:

“Kitlelerdeki Bolşevik sevdasına gereğinden fazla boyun eğdiğimiz için suçlanabiliriz, ama devrimci bir patlamayı önlemenin onurundan kimse bizi mahrum edemez. Faşizm, bizim tehlikeyi bertaraf etmemizin ardından geldi.”[4]

Domenico Moro
10 Temmuz 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, Passato e presente, Editori Riuniti, Roma 1979, s. 67-68.

[2] Renzo Del Carria, Proletari senza rivoluzione, Cilt. 3, Savelli, Roma 1979, s. 79.

[3] Antonio Gramsci, a.g.e., s. 73-74.

[4] Aktaran Renzo Del Carria, a.g.e. s. 83.

02 Mayıs 2025

,

Fukaranın Çilesi ve Çaresi

Beslenme/Gıda

İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri, gıdadır. İnsanlık tarihi boyunca insanlar, gerek avcılıkla, gerek araç gereçlerle, gerekse sanayinin gelişimi ve makineleşmeyle birlikte, gıda ve beslenme konusunda devrim niteliğinde bir süreç geçirmiştir.

Gıdanın bizlere ulaşana kadar birçok yolu takip ediyor. Topraktan çiftçiyle başlayan bu süreç, bir gıda olarak insanın tüketimine hazırlanıyor. Tarım tarafı bu şekilde. Hayvancılıkta ise bin bir meşakkatle, hayvanın her şeyinden yararlanarak emekçilerin elleriyle insanlara sunuluyor. Fakat burada değinilmesi gerekilen bir husus var, kim bu gıdalara ne kadar ulaşabiliyor/alabiliyor? Zengin insanlar, bu gıdalara, besinlere ulaşırken, fakir/yoksul halk ancak karnını doyurmak için sofraya oturuyor.

Şu örnek daha açıklayıcı olacak: Genel olarak sürekli karbonhidratlarla beslenen halk (ekmek, şeker vd.) sağlık açısından sadece karnının açlığını yatıştırıyordur, başka hiçbir faydası yok hatta zihni gerilettiğini bile bilimsel açıklamalarda görebilirsiniz, peki gelelim zenginin durumuna: eti, sütü, çerezi sofrasından eksik etmeyen zenginler, protein, vitamin vd. besin maddelerinden yeterince aldığından, besine dayalı herhangi bir hastalık ortaya çıkmıyor. Fakir halk ise sırf yeterli beslenemediği için özellikle evlatları birçok hastalığa yakalanıyor.

Şöyle bir örnek vermek gerekirse; Kırmızı et B12 vitamini açısından çok zengin bir besin kaynağı, bu besinin yeteri miktarda alınamaması psikolojik sıkıntılara ve daha birçok hastalığa sebep olabiliyor, zengin halk, bunu sofrasından eksik etmezken, fakir halka bu koskoca nasipten hiçbir şey düşmüyor maalesef. Ve bunun sonucunda besinden kaynaklı hastalıklar yoksul halkın peşini bırakmıyor ve büyük sıkıntılara yol açabiliyor.

Barınma

Türkiye’de, özellikle metropol şehirlerde barınma sorunu çok ciddi, çok kritik bir durumda. Yükselen konut fiyatları ve buna yoksul ailelerin geçim sıkıntısı ve asgarî ücret zulmü de eklenince yoksul halk gittikçe yoksullaşıyor ve hayat çekilmez bir noktaya geliyor.

Müteahhitler daha büyük kârlar peşinde koşuyorlar. Evi olurundan çok daha yüksek bir fiyata satışa çıkarıyorlar. Geçim derdiyle uğraşan yoksul halk bir konutun hayalini dahi kuramıyor. Yoksulluk sınırının altındaki maaşla geçinen asgarî ücretli yoksullar, evinin ihtiyaçlarını dahi karşılayamazken, çocuk mu okutsun, yoksa hayali ettiği sadece bir konut sahibi mi olsun?

Burada bir anektodu anlatmadan geçemeyeceğim. Geçtiğimiz günlerde 53 yaşlarında işçi, emekçi bir abi ile bir sohbetimiz oldu, dedikleri gerçekten de “el insaf” dedirtiyor. Şu şekilde anlatmaya başladı:

“Bunun son 27 senesi aynı firmada olmak üzere, tam 36 yıldır temizlik işçiliği yapıyorum. Aldığım maaş halen asgarî ücret ve bir de emekli maaşım var, biri üniversite öğrencisi olmak üzere 3 öğrencim var, nereye yetişeceğimi bilemiyorum. 36 yıldır çalışıyorum halen ne bir evim var, ne de bir arabam var. Fakat bize işverenler, her ay kâr marjı bandında evine ev, arabasına araba katıyor, biz işçiler ise yıllardır sırf yol parası vermemek için işe ya yürüyerek ya da bisikletle gidip geliyoruz, bir daire sahibi bile olamıyoruz. Bir dairem dahi yok, yok işte!”

Sohbeti ettiğimiz işçi abinin yakınması gerçekten çok acı bir gerçeği ortaya koyuyordu. Ve aklıma bahsini ettiğimiz abinin dediklerinden sonra TÜİK verilerine girip konut ve motorlu araç sayılarına bakmak geldi. Sonuç mu, gelin birlikte bakalım.

Ülkede toplam konut sayısı TÜİK’in verilerine göre 2021 yılı itibariyle 25.329.833, (İşyerleri, dükkânlar hariç, sadece bir ailenin yasayacağı, barınacağı daire) her sene ortalama en az 600 bin konut yapıldığı söyleniyor. 2025 itibariyle de 28 milyondan fazla sadece barınmak için daire var. Tabii bunlar, sadece kayıtlı resmi olanlar.

Ülkenin nüfusu ise 2025 yılı itibariyle 85 milyon küsür, bu da demek oluyor ki her 3 kişiden birine bir daire düşüyor, evli çift ve hane demiyoruz, 3 kişiden birine bu ülkede 1 daire düşüyor, peki gerçek öyle mi tabii ki hayır. Nüfusun %45’i kiracı yani 42 milyon kişi kiracı, 3 kişiye bir daire düşen ülkede nüfusun yarısı kiracı. Peki neden mi? Nedenini yukarıda bahsettiğimiz işçi abimiz anlattı zaten.

Temel ihtiyaç olan bir daire yerine, kimine 20 daire, kimine 50 daire, kimine 100 daire düşünce durum böyle oluyor. Bölüşüm ve paylaşımın olmadığı yerde toplumsal felaketler başını alıp gider.

Sağlık

Ülkemizde sağlık konusunda özellikle randevu sistemindeki olumsuzluklar birçok hastayı mecburi bir şekilde özel hastaneye zorluyor, çünkü randevular ancak 1 aya alınabiliyor, hatta bazı randevular 6 ayı buluyor, bir sene bile süren randevular var. Bu nedenle, özel hastanelere gitmek zorunda bırakılan fakir halk, borçla da olsa, mecburen özel hastanelere gidiyor. Sıkıntı, sadece bu da değil. Sağlık sektörü, küresel kapitalizmin ve sermayenin istediği şekilde yön aldığından ilaçlarla oynamalar, sahte ilaçlar, çaresi olduğu halde kullandırtılmayan ilaçlar ve daha neler neler... Bu yüzden sağlık gibi bir temel hak da özellikle fakir halk için lüks olmuş durumda maalesef.

Eğitim

Ülkemiz, eğitim konusunda da maalesef çok kötü bir durumda fakat bizler, burada sadece bir noktaya değineceğiz yoksa eğitimle ilgili birçok sıkıntılı durum mevcut maalesef. Bizim burada değineceğimiz nokta, öğrenciler arasında “eğitimde fırsat eşitsizliği”. Birçok öğrenci, özellikle fakir ailelerin öğrencileri, eğitimde eşit anlamda fırsattan yararlanamıyor, bunun en büyük sebebi okulların dersane adı altında özelleştirilmesi, sermayeye peşkeş çekilmesi. Zengin ailelerin çocukları en iyi okullara giderken, fakir halkın çocukları sadece devlet okullarıyla yetinebiliyor ancak.

Bir de burada özel üniversitelere değinelim. Yine bir arkadaşın dilinden bir anektodla açıklarsak, şöyle:

“Üniversite 1. sınıf öğrencisiyim, İstanbul’da özel bir üniversitede 2 yıllık odyometri okuyorum ve yıllık 180 bin lira sadece eğitim parası veriyorum, çünkü şehir dışına çıkarsam barınma masrafı, beslenme masrafı, yol masrafı vs. derken dışarıda okumamın pek bir anlamı kalmıyor burada çalışıyorum, en azından ailemle kalarak, bir işte çalışıp, akşam da üniversiteye gidiyorum ve sadece İstanbul’da benim gibi dışarıdan gelen on binlerce öğrenci var ve hepsi de fakir ailelerin çocuğudur. Onlar da benim gibi düşünüp şehir dışına çıkamıyorlar.”

Bu da eğitimde özelleştirmenin halini göz önüne seren başka bir durum. En azından beslenme, barınma, sağlık, eğitim gibi önemli olan temel ihtiyaçlara ulaşmak imkânsız değil, kolay yoldan herkesin edin(ebil)mesi gerekiyor. Sömürü çarkları tepedeki bir avuç zengin için işliyor. O çarklar, yoksul halkın kanı ve teriyle dönüyor. O zenginler semirsin diye yoksulun elindeki imkânlar daha da ufalıyor. Fukaranın çilesi, bağrında çaresini de üretiyor.

Serhat Altın
30 Nisan 2025

01 Mayıs 2025

,

Cevapsız Çağrı


ve burada bu kanlı şafağın önünde
aşktan başka her şeye tapıyorlar

[Şeref Bilsel]

 

İz Sürücü filminin son sahnesinde başkarakter, yorgun şekilde döndüğü metafizik yoldan sonra “Hiç kimse inanmıyor, sadece ikisi değil, hiç kimse” serzenişinde bulunur.

Bugün filmdeki gibi tüm arzuların gerçekleşeceği alana insanları götürmek istediğinizde, başkarakterle aynı serzenişi paylaşabilirsiniz.

Esasında sorun, insanların sizin çizginize gelip gelmemesi değil, insanları (işçi emekçileri) temsil etmesi gereken partilerin, sendikaların, meslek odalarının, dergi ve gazete çevrelerinin, sınıf hareketlerinin o çizgiye emekçileri çekmemesidir.

“Reformist” demenin bile takdir sayılacağı çevreleri ideolojik-politik açıdan teşhir etmek, sadece inanmayan temsilî iki kişiyi teşhir etmekle aynıdır. Sadece onlar değil, neredeyse hiçbiri inanmıyor.

İnançla, güvenle, samimiyetle inşa edilmemiş ideolojik-politik hareketler, ağacın kurdunun içinde olması misali, mücadeleyi bilinçli şekilde içten tüketmeyi kendine görev bellemiş kurtlardır.

Artık uzak-yakın çağrışımları temsil eden “kanlı şafağın” önünde değil, içindeyiz. Dünyanın hiçbir yerinde emekçi halk sınıfları, kendilerini temsil edenleri adım atmaya zorladığı hâlde bu derece karşılıksız bırakmaz.

Yıllardır sendikaların gerekçeleri bahaneye dönüştürdüğü gerçeği, bu 1 Mayıs’ta netleşmiştir. Hâlen bu sendikaları sahiplenen ve savunan çevreler ve emekçiler varsa gerçekle yüzleşmeyi göze alamıyordur ya da geçmişin nostaljisiyle kendi geleceğini oyalıyordur.

Manukyan’ın vergi rekortmeni olduğu ülkede kalmayacağını söyleyen Yalçın Küçük gibi söyleyecek olursak, bu sendikaların ve partilerin olduğu yerde değil sınıfsız sömürüsüz düzen, reformizm ve sosyal demokrasi bile çıkmaz. Bunlar, sendika şube toplantılarında her 1 Mayıs öncesi “Seneye Taksim’deyiz” sonra gidip işçi emekçinin maaşının iki katı kiraların olduğu Kadıköy’de 1 Mayıs kutlar.

Zaten 1 Mayıs onlar için kutlama günüdür. Kesintilere uğrasa da yarım asrı geçen şanlı sınıf mücadelesi tarihimizde geldiğimiz yer, emperyalizmin aygıtı solun ve sendikalarının mandacılığıdır.

Şair Adnan Satıcı’nın “bin yıl daha ülkesiz” dediği gibi bin yıl daha sömürülü yaşamaya bizleri tutsak eden mandacı sola ve onların sendikalarına rağmen yaşamın kendi iç çelişkisinin dinamizmine dayanıp umut ve mücadele ederek ayakta kalmaya devam edeceğiz, hem de bütün oklar değil, ellerinde tuttukları altı oku emekçiye çevirdikleri hâlde.

Uyuşturucunun, sömürünün, yozlaştırmanın, depresyonun, insansızlaşmanın, insani parçalanmışlığın kol gezdiği aşamada ant olsun ki şanına uygun düzenlenemeyen her 1 Mayıs, kazanılamayan her 364 gün için içimize sol diye sızan kurtlara karşı mücadele edeceğiz. Yoksa insan olmanın onurunu feodal ürküntü ve kınanma-aforoz edilme kaygısıyla yitiririz.

İçeriden bozulan hiçbir hareket, sömürü düzenine karşı kazanım ve zafer elde edemez.

Şimdi başa dönersek, inancı ve onuru savunacak tek sınıf, içinde yetiştiğimiz şanlı proletaryadır. Tüm mücadelemiz, adalet erdemimiz, onurumuz, onun mücadelesi üzerine kuruludur.

Yolumuz, 15-16 Haziran Direnişi’nin mimarı işçilerin yoludur. O gün sendika binasından çıkamayan sınıf bürokratlarının yolundan asla gitmeyeceğiz.

S. Adalı
1 Mayıs 2025

29 Nisan 2025

, ,

1992 Los Angeles Ayaklanması: Bir Proleter Ayaklanmanın Bağlamı



29 Nisan 1992’de Los Angeles’ta yirminci yüzyılın en önemli ayaklanmalarından biri yaşandı. Düzeni sağlamak için ordu, ulusal muhafızlar ve polis devreye girdi, halk, milyonlarca dolarlık malı kamulaştırdı, işyerlerine yönelik saldırılar neticesinde milyarlarca dolarlık zarar oluştu.

Birçok okur, ayaklanmanın detaylarına zaten aşina. Dolayısıyla, bu makalede biz, ayaklanmayı, sınıf mücadelesinde yeni gelişen militanlık düzeyinin nereye yöneleceğini görmek adına, yaşanan olayları Los Angeles ve Amerika’daki sınıfsal ilişkilerin mevcut bağlamına oturtmak suretiyle anlamaya çalışacağız.

Ayaklanmadan önce ülkedeki sınıf mücadelesi, iki açıdan ele alınıyordu. Kötümser yaklaşıma göre, işçi sınıfı yenilmişti. Bu yaklaşım, dünya genelindeki sınıf mücadelesi düzleminde Amerika’nın çölden farksız olduğunu söylüyordu.

İyimser görüş ise ücretlerdeki kesintiler karşısında geleneksel işçi sınıfının zayıf olmasına karşın, Amerikan solunda gördüğümüz, tek bir meseleye odaklanan kampanyalar ve “politik doğruculuğu” esas alan söylemin, esasen işçi sınıfının belirli kesimlerinin özerk mücadele yürütmesinin hayati bir mesele olduğunun kanıtı olduğu iddiasındaydı. Los Angeles’ta sınıf mücadelesinin patlama noktasına ulaşması, bu tek taraflı görüşlerin ötesine bakmamızın gerekli olduğunu ortaya koyuyor.

Görünenin Ötesine Bakmak

İsyanlara dair bilgilerin önemli bir kısmı, kapitalist medya kaynaklı. Dolayısıyla, bizim bu tahrif ve tahrip edilmiş bakış açısıyla uğraşmamız gerekiyor.

Körfez Savaşı’nda olduğu gibi medya, insanları olan bitene dair imgelere boğdu ama bir yandan da olaylara ilişkin yanlış bir görüş inşa etti. Körfez Savaşı’nda yanlış bilgi aktarma çabasında olan medyanın, Los Angeles isyanında sansürcülüğünü konuşturmanın yanında proleter bir ayaklanmayla yüzleştiğinde idraksizlik çamurunda debelendiğine şahit olduk.

Mike Davis’in de ifade ettiği gibi, birçok muhabir, anlamak istemedikleri canları çizmeleriyle çiğnerken sadece varoşlara dair klişeleri dillendirmekle yetindiler. Her şeyin kat kat üst üste bindiği, karmaşık gerçeklik, tek bir hikâyeye indirgendi. Muhabirler, “bu süreçte siyahların King’le ilgili alınan karara karşı duyduğu haklı ve meşru öfkeyi sokak çeteleri kendi çıkarları için istismar etti ve bu öfkeyi kendi toplumlarına yönelik gözü dönmüş saldırıya dönüştürdü” dediler. Oysa burada muhabirlerin aktardıkları manzaranın gerçeklikle hiçbir alakası yoktu.

1991’de Rodney King’in yediği dayak, münferit bir olay değildi. Saldırı, şans eseri filme alınmıştı. Böylelikle, Amerika’da kapitalist hâkimiyetin mevcut biçimine damga vuran, şehirlerde uygulanan ırkçı polis baskısı görünür hâle geldi. Kamuoyunun bu her gün yaşanan olayı bilmesiyle birlikte olay, simgesel bir önem kazandı. Bayraklaştı.

Televizyon seyircisinin bitmek bilmeyen duruşmalar üzerinden olayın üzerine nisyan örtüsü serdiği koşullarda, Los Angeles’ın orta kısmının güneyinde ve diğer fukara kesimlerinde yaşayanlar, davadan gözlerini hiç ayırmadılar. King’in sistemden yediği dayağa yönelik öfkelerini bileylediler. Ülke genelinde, bilhassa Los Angeles’ta davanın sonucu ne olursa olsun devletin halkın öfkesine bir şekilde mazhar olacağına dair kanaat hâkimdi. Şehrin merkezinin güneyindeki mahallelerde oturanlar açısından King olayı, basit bir tetikleyiciden başka bir şey değildi. Televizyonlardan yapılan “ayaklanmayı sonlandırın” çağrılarına kimse kulak asmadı, çünkü zaten mesele, King ve yediği dayak değildi. Ayaklanma, sokaklarda sürekli uygulanan ırkçılığa ve fukara mahallelerdeki sistematik zulme karşı başlatılmıştı. O yumruklar, ırkçı Amerikan kapitalizminin gündelik hayata yansıyan gerçekliğine karşı sıkılmıştı.

Medya, hemen eylemleri “ırk isyanları” olarak yaftaladı. Ama bu tasnif, süreç içerisinde anlamını yitirdi. Newsweek’in ayaklanmayla ilgili haberinde şu söyleniyordu:

“Ortada sadece ‘Whitey’yi öldürün’ diyen genç öfkeli siyahlar yok. Latinler, hatta beyazlar da Afrikalı-Amerikalılarla birlikte hareket ediyor. Ayaktakımının derdinin kan değil, mülk olduğu görülüyor. Bayram günüymüş gibi ortalıkta dolaşan yağmacılar, pahalı tüketim mallarına saldırıyorlar. Bu ürünler, birden ‘ücretsiz’ oluyor. Sadece yoksul siyahlar değil, beyazlar ve Asyalı Amerikalı işletme sahiplerinin de canları yandı.”

Newsweek, mikrofonunu “uzman” diye bir kent sosyologuna uzatıyor. Uzman, orada şunu söylüyor: “Bu, ırksal bir isyan değil. Sınıfsal bir isyan.” (Newsweek, 11 Mayıs 1992)

Bu analizden rahatsız olan dergi muhabiri, top sakallı, 19 yaşındaki bir tezgâhtara uzatıyor mikrofonunu. Richard Cunningham isimli bu genç, şunları söylüyor:

“Hiçbir şey umurlarında değil. Âlem yapıyorlar. Ekranlardan gördükleri hayatları yaşamak istiyorlar. Orada büyük eski evleri, güzel arabaları, stereo müzik çalarları görüyorlar. Şimdi bunların hepsi ücretsiz. Alıp gidiyorlar.”

Tam da sosyologun dediği gibi: bu, sınıfsal bir isyan.

Los Angeles’ta Latinler, siyahlar ve bazı beyazlar polise karşı birleştiler. İsyana katılan kitlenin bileşimi bölgenin bileşimini yansıtıyordu. İlk göz altına alınan 5.000 kişinin yüzde 52’si yoksul Latin, yüzde 10’u beyaz, sadece yüzde 38’i siyahtı.

Bu tür gerçekleri gören medya, isyanı “ırksal isyan” olarak yaftalamanın imkânsız olduğunu anladı. Ama medya, eylemleri rastgele yapılan şiddet eylemleri ve insanların kendi cemaatinden kişilere yönelik gerçekleştirdikleri anlamsız saldırılar olarak takdim etme konusunda epey başarılı oldu. Mesele, şiddete meyilli bir tarafının olması değildi. Medya, eylemlerin aktığı kanaldan hoşlanmamıştı. Kitle, siyah ya da Latin fark etmez, gazetecileri ve fotoğrafçıları hedef alıyordu. Peki medya isyancıların neden hedefindeydi?

1. Fotoğraflar ve haberler üzerinden eylemlere katılanlar tespit ediliyordu;

2. Ayaklanma, takip eden yıllarda sadece suçlular ve uyuşturucu bağımlılarıyla anılır oldu. Halkın talepleri ve iradesi silindi. Bu yüzden, yoksul mahalleler muhabirleri bugün bile hâlâ “görüntü yağmacıları” olarak anıyor.

Oysa ayaklanmanın üç boyutu vardı: temsil iddialarına reddiye, servetin doğrudan kamulaştırılması ve mülke saldırı. Ayaklanmaya katılanlar, bu üç başlıkta ellerinden geleni yaptılar.

Temsil İddialarına Reddiye

1965’te yaşanan ayaklanma, sadece Watts ilçesiyle sınırlıyken 1992’de isyancılar, mücadelenin alanını etkili bir biçimde genişletmeyi bildiler. İlk olarak “temsilciler”i kenara ittiler. Dolayısıyla, şehir idaresindeki siyasetçiler, kilise örgütleri ve yurttaş hakları hareketine mensup bürokratlar boşa düştü, siyahi toplumu kontrol etme görevini ifa edemedi. ABD’nin diğer eyaletlerinde bu politik kesim, halkın öfkesini doğrudan eylem alanından uzaklaştırıp ayaklanmanın yayılma sürecini durdurmayı bildi. Mücadele alanı gene de genişledi ama diğer şehirlerde eylemlerin yoğunluğu Los Angeles’taki yoğunluğa hiçbir vakit ulaşmadı. Los Angeles’ta kendi başlarına göreve gelmiş ve seçilmiş temsilciler kenara itildi. İsyancılar, Watts isyanındaki kardeşleri gibi liderlere zerre saygı göstermediler. Onca yılın ardından sermaye ve devletle siyahi toplum arasında arabuluculuk yapan kesim hükmünü yitirdi. Cemaat liderleri, mahallelilerin ellerini kollarını bağlamaya çalışsa da “ellerindeki boruları, demir çubukları, beysbol sopalarını öfkeli bir biçimde sağa sola sallayan çete liderleri, halkı kendi mahallelerine değil de batıdaki zengin mahallelere saldırmaya teşvik etti.”

“Sokaklar artık polis için çok tehlikeli yerlerdi.” (Observer, 3 Mayıs 1992).

Mülke Saldırı

İsyancılar, polisi izlemek için taşınabilir telefonlar kullanıyorlardı. Halkı bölmek için kullanılan otoyollardan mücadelenin alanını genişletilmek için yararlanıldı. Siyahlar ve Latinler, arabalarıyla dolaşıp ticarethaneleri, kapitalist sömürü alanlarını ateşe verdiler. Başka noktalarda ise trafik kesilerek AVM’ler boşaltıldı.

Amerikan tarihinde birden fazla etnik unsurun katıldığı ilk isyan olma özelliği taşıyan Los Angeles Ayaklanması, arabaların yardımına başvurulan ilk isyandı aynı zamanda. Polis, isyancıların yaratıcılığı ve maharetleri karşısına şaşkına dönmüştü.

Doğrudan Kamulaştırmalar

“Metayı anında yok eden yağma pratiği, aynı zamanda metanın nihayetinde ifade ettiği gerçekleri, orduyu, polisi ve devletin silahlı şiddet üzerindeki tekelini kullanan diğer uzmanlaşmış birimleri ifşa eder.”

İsyancılar, polisi sokaklardan kovunca yağma, ayaklanmanın baskın unsuru hâline geldi. Şehirde yaşanan ayaklanma, kapitalizme yönelik öfkenin patlaması yanında kapitalizmin yerini alma ihtimali bulunan yaratıcılığın, inisiyatifin ve neşenin de bentleri yıkıp taşmasıydı.

Orta yaşlı bir kadın şunu söylüyordu: “Çalmak günahtır ama bugün burada yaşanan, televizyonda bir yarışmayı seyreden kitlenin içerisindeki herkesin kazanmak istediği ödülü alma çabasından daha fazlası.” [Davis’in Nation’da çıkan makalesi, 1 Haziran]

"Sokaklar, dükkân önleri ve AVM’ler her ırktan yağmacının eline geçti. Sarışın çocuklar arabalarına büyük ses sistemleri yüklediler. […] Külüstür bir arabaya doluşmuş Filipinliler, beysbol eldivenlerini ve ayakkabılarını topladılar. Latin anneler, çocuklarıyla ilaç dükkanlarını ve mağazaları dolaştılar. Birkaç Asyalı da vardı. Watts isyanında yağma, ümitsiz, öfkeli ve kaba bir kitlenin eylemi iken bu sefer kitledeki ruh hali delice eğlenilen bayram coşkusuna benziyordu.”

“Yağma” olarak yaftalanan doğrudan kamulaştırma eylemleri, çalışma-ücret-tüketim denilen sermaye çevrimini bozuyor. Sermaye, grev gibi bu tür bir mücadeleyi hoş karşılamaz. Ama şu gerçeği de dillendirmek gerek: şehirdeki işçi sınıfının önemli bir kısmı açısından ayaklanmanın üretim düzeyine taşınması imkânsızdı. Bazı ürünleri ulaşamayacaklarını, iyi bir hayat yaşayamayacaklarını bilen insanlar için kullanım değerlerinin tamamına bir etiket vurulmuştu. İnsanlar, sermayenin çelişkilerini yabancılaştıkları üretim düzeyinde değil, yabancısı oldukları tüketim alanında, emek düzeyinde değil, emtia düzeyinde tecrübe ediyorlardı.

“Birçok insan, kendilerine tazminat olarak ödenmesi gerekenleri aldıklarını düşünüyor. ‘Bunlar zaten bizim’ diyor.” [Will M., eski çete üyesi Will M.’in yağma ile ilgili görüşü, International Herald Tribune, 8 Mayıs]

Doğrudan kamulaştırmanın bilhassa üretimden kopartılmış Los Angeles’lı yoksullar için sahip olduğu önemi kavramak gerekiyor.

“İşçi sınıfının değer yasasına karşı ürettiği toplumsal zenginlikle doğrudan ilişki kurma eğilimine sahip olduğu görülmeli. Sınıf mücadelesini mevcut düzeyine taşıyan kapitalist gelişme, toplumsal değiş tokuşun ‘nesnel’ parametrelerini yok ediyor. Bu sebeple, proletarya, bu mevcut düzey dâhilinde, sermayenin biçimsel açıdan yeniden boyut verdiği toplumsal zenginliği yeniden temellük etmekle ilgili maddi irade üzerinden kendisini yeniden teşkil ediyor.”

Irk ve Sınıf Bileşimi

Amerikan burjuvazisinin sesi olan Newsweek bile yaşananın bir “ırksal isyan” değil de bir “sınıfsal isyan” olduğunu tespit etmek zorunda kaldı. Ama isyanın sınıfsal niteliğini tespit ederken ondaki “ırki” unsurlara körleşmemeliyiz. Amerikan işçi sınıfını bölen ırksal hatlar ayaklanmada da belirgindi. Bu anlamda, ayaklanma ırk meselesini belirli ölçüde içeriyordu. Irk temelli kimi olaylara tanık olundu. Bizim bu unsurları temeldeki sınıfsal çelişkinin ifadesi olup olmadıklarını anlamamız gerekiyor.

Normandie ve Florence’te ayaklanmayı başlatan kalabalığın içinden birileri Reginald Oliver Denny isimli bir beyaz kamyon şoförüne saldırdı. Medya, bu dayağın üzerine atladı, onu beyazların siyahlara yönelik korkularının somut teyidi olarak takdim etti. Peki ama bu olay aslında neyi anlatıyordu? Ayaklanma sırasında ölenleri inceleyen bir analiz başka şeyler söylüyor.

Bu noktada bizim sınıf savaşının “ırki” bir dil tutturduğunu görmemiz gerekiyor.

Amerika’da genel anlamda muktedir sınıf, ırkçılığı her daim teşvik edip yönlendirmiş, yerlilere soykırım uygulamış, kölelik düzeninden beslenmiş, işgücünü bölmek için etnisite silahını kullanmıştır. Ardı ardına kıyıya vuran göçmen dalgaları yüzünden siyahi işçiler işlerinden olmuşlardır. Diğer toplumsal gruplar, emek piyasasında en alttayken yukarı tırmanırken siyahlar hep yerlerinde saymışlardır. Bir yandan da ırkçılık, beyaz işçilerin sınıf bilinci geliştirmelerine mani olmuştur.

Özelde Los Angeles’ta orta güney hattında yaşayanlar, işçi sınıfının en fazla dışlanan kesimidir. Sermaye, bu kesimlerle ilgili olarak belirli strateji geliştirmiştir. Bu strateji, polis baskısı üzerine kuruludur ve tümüyle sınıfi bir meseledir. Öte yandan, Los Angeles Emniyet Müdürlüğü ağırlıklı olarak beyazlardan oluşurken onun mağdur ettikleri genelde siyahlar ve Latinlerdir. Devletin çok sayıda siyahı polis yapmak suretiyle dışlanan ve içerilen kesimler arasındaki sınırları bulanıklaştırdığı diğer şehirlerden farklı olarak Los Angeles’ta sermaye böl ve kuşat stratejiyi uygulamaktadır. Halkla emniyet arasındaki her yüzleşmede açığa çıkan bu ırkçı strateji, tümüyle ırki bir meseledir.

Kentin siyahları ve Latinleri deri renklerine göre marjinalleştirilip ezildiler. Bu koşullarda zalimlere karşı sınıfsal öfkenin açığa çıkmasında, bu noktada düşmanı tanımlarken tıpkı kendilerine karşı kullanılan dilde görüldüğü üzere ırki ifadelere başvurulmasında şaşılacak bir şey yok. Dolayısıyla, bu isyan “ırki bir isyan” olsa bile hâlen daha sınıfsal bir isyandı. Ayrıca eylemlere katılanların ırklara dair klişelerin ötesine geçebildiğini de görmek gerek. Polise yönelik saldırılara, kamulaştırma eylemlerine ve mülke saldırılara herkes olumlu yaklaştı. Bunların gerekli olduğunu söyledi. Ama deri renginden ötürü birilerine yapmış saldırılar ayaklanmanın parçası olarak görülmediği gibi tasvip de edilmedi. Aslında kentteki sınıfsal baskının ırkçı niteliği bağlamında ayaklanmanın ırki bir yön barındırmamış olmasına şaşmak gerek. Bu noktada asıl önemli olan, isyancıların sermayenin kontrol amaçlı ırkçı stratejilerini çöpe atmış olmalarıydı.

“Birçok insan, ‘Madem bir araya geleceğiz, mahalleyi feda etmek zorundayız’ diye düşündü.” [Eski çete üyesi Will M.’in işletmelerin tahrip edilmesi ile ilgili açıklaması, International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992.)

Ayaklanma, ayrıca Korelilerin işyerlerine saldırı biçimini aldı. Sermaye ve halk arasındaki kapışmada Koreliler önemli bir yere sahiplerdi. Halk, Korelileri sermayenin yüzü olarak görüyordu. Harlins olayı ve takip eden yargılama sürecinden çıkan sonuç üzerine Korelilerle siyahi cemaatinin arasındaki ilişkiler iyice koptu. Soon Ja Du ismindeki Koreli bir manav, Latasha Harlins isimli 15 yaşındaki siyah bir kızı başından vurarak öldürdü. Koreli, 500 dolar kefaletle serbest kaldı. Amerikan devletinin toplama kamplarını yoksul siyahlarla doldurduğu koşullarda bir esnafın o siyahların çocuklarını öldürmelerine izin veriliyordu. Bu olayın etkisiyle yoksul halk, Korelilerin işyerlerine saldırdı. Bu saldırı, basit manada yaşanan olayın intikamını almakla ilgili değildi, esasında tüm kapitalist sisteme yönelikti.

Ayaklanma, sermayeye mülkiyet biçimi üzerinden saldırdı. Burada hedefte olan, herhangi bir mülkiyet değil, sömürüye ait kurumlar olarak işyerlerinin mülkiyetiydi. Siyahların ve Latinlerin yaşadıkları yerlerde bu işletmelerin ve mülklerin çoğu Koreliler aitti. Korelilere yönelik öfkenin sınıf temeli anlamanın yanında bizim bu olayı genel bağlama oturtmamız gerekiyor.

Los Angeles’ta siyahi işçi sınıfının durumu yetmişlerin sonunda, altmışların sonunda geniş kitleler hâlinde istihdam edildikleri ağır sanayiinin kapısına kilit vurulması ile birlikte, iyiden iyiye bozuldu. Bu süreç, kentin ekonomisinin uluslararası ilişkilere bağlanmasının bir sonucuydu. Kent, Pasifik Okyanusu’na kıyısı bulunan bölgeleri merkez alan birikim sürecine dâhil oldu. Japon sermayesi bölgeye aktı. Kent merkezi yeniden gelişti. Bir milyonun üzerinde Latin Amerikalı gelip düşük ücretlerle çalışan Siyahların işlerini aldı. Güney Korelilerse kentte işleyen ticaret ekonomisine dâhil oldu.

Latinlerle iş için rekabet edildiği koşullarda siyahlar, Korelileri sermayenin temsilcisi olarak görmeye başladılar. Ancak bu ırki ayrışmalar, tümüyle belirli gelişmelerin zorunlu sonucuydu. Yeniden yapılanma sürecinde siyahlar işsiz kaldılar. Güney Koreli işçiler küçük burjuva bir rol üstlendiler. Bu, sınıfsal çelişkinin tüm ulusları ve etnisiteleri dikine kestiğinin kanıtıydı. Küresel finans sermayesi neticede yok olmamak adına kendisini her daim yeniden yaratmanın yollarını arıyordu.

Sınıfsal Bileşim ve Kapitalist Yeniden Yapılanma

Amerikan işçi sınıfı, ücretli-ücretsiz, mavi yaka-beyaz yaka, göçmen emeği-yurttaş emeği, güvenceli-güvencesiz diye bölünmüş durumda. Bir de buna etnisite temelli ayrışmalar eşlik ediyor. Güç ve beklentiler konusunda da ayrışmalara tanık olunuyor. “Sınıfın birliği” diye bağırıp veya “Sınıf, Leninist parti türünden bir öncünün ardında birleşene dek sermayeyle boş ölçüşemez” gibi kaderci bir yaklaşımı benimseyerek bu ayrımların üzeri örtülemez. Bu düzlemde, Amerika’da sınıfsal çatışmanın küre üzerinde yaşandığı tüm alanlarda bizim statik toplumsal sınıflar anlayışı yerine dinamik bir anlayış olan sınıfsal bileşim anlayışını kullanmamız gerekmektedir.

“Bush bölgeyi ziyaret ettiğinde, kapsamlı güvenlik önlemleri alındı. Televizyon kanallarına başkanın ziyaretlerini canlı yayınlamamaları, böylelikle onun tam konumunu ifşa etmemeleri söylendi.” [International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]

Los Angeles’ın orta kesiminin güneyinde yaşanan ayaklanma ve ABD genelinde bu ayaklanmayla bağlantılı olarak yapılan eylemler, Amerikan kapitalizminin bünyesinde onunla çatışan proleter bir özneyi barındırdığını ortaya koydu. Bu zamana kadar bu öznenin oluşumuna iki süreç mani oluyordu:

1. Amerikan işçi sınıfının önemli bir kesimi, kendi kimliğini “orta sınıf”a aitlik üzerinden tanımlıyor, proleter olduklarına dair bilinci gizliyordu.

2. Nüfusun dörtte birlik kesimi “alt sınıf” olarak yaftalanıyor, toplumun bu kesimi alt-işçilik kategorisine sokulup marjinalleştiriliyor ve dışlanıyordu.

Bu türden sosyolojik kategorizasyon çabaları, toplumun üst kesimlerinin lüks mallara erişim imkânının arttığı iddiasını temel alıyor. Düzensiz ya da yarı zamanlı çalışan kesimler, işsizler alt kesim olarak görülüyor, bunların sadece geçimlerini sağlamak için tükettikleri üzerinde duruluyor.

Sermayenin stratejisi uyarınca içerilen kesim ekonomik ilişkilerin kaba gücüyle hizada tutuluyor, buna bir de dışlanan kesimin olduğu çukura yuvarlanma korkusu eşlik ediyor. Dışlanan kesim için Amerikan rüyası kâbustan ibaret ve bunların polis baskısıyla kontrol altında tutulması gerekiyor. Bu uygulanan baskı politikaları kapsamında uyuşturucuyla mücadele, burjuva toplumunun bilhassa Amerika’da dünyayı tanıştırmakla övündüğü “yurttaş hakları”yla çelişen tedbirler için bir kılıf işlevi görüyor.

ABD sermayesi, Watts isyanına ve altmışlarda yaşanan diğer isyanlara tavizlerle cevap verdi. İsyan eden işçilerin önemli bir kısmı ihtiyaçları karşılanmadığı için ayaktaydı. Dolayısıyla, sermaye bu sorunu parayla çözmeye çalıştı. Bu baskıyı kapitalist kontrol mekanizmalarının sınırları dâhilinde hafifletti. Ama bu yol seksenlerde işe yaramadı. Devletin şehirlere yaptığı yardımın tutarı 1980’de 47,2 milyar dolarken 1992’de 21,7 milyar dolara düştü. Tüm dünya genelinde de proletaryanın altmışlardaki ve yetmişlerdeki saldırılarına benzer tepkiler verildi: Ücretler ve sosyal yardım harcamaları artırıldı (yani proletaryanın toplumsal ihtiyaçları karşılandı), sermaye, güçlerini pekiştirince, farklı bir zeminde birikim süreci yeniden yapılandırılınca, işçi sınıfının militanlıkla kurduğu bağlar kopartıldı, işsiz sayısı artırıldı.

Amerika’da bu strateji, yüzeyden bakıldığında Avrupa’dan daha fazla başarılı oldu. Amerikan burjuvazisi, bazı işçi kesimlerinin yaşam standartlarını düşürüp bazılarını artırmak veya mevcut seviyede tutmak suretiyle ücretlerde yaşanan genel artışı durdurmayı bildi. Bu stratejinin darbesini en çok da siyahlar ve Latinler yedi. Lise mezunu siyahların ortalama yıllık gelirleri 1973’ten 1990’a gelindiğinde yüzde 44 oranında azaldı. Sosyal programlarda kesintiye gidildi, yatırımlar azaldı. Ayaklanmayla birlikte Amerikan işçi sınıfı, sermayenin ilgili toplumsal kesimi tecrit etme ve kapatma konusunda gösterdiği başarının geçici olduğunu ortaya koydu.

Sermayenin stratejileri şu hususu ortaya koyuyor: Sermaye, aktif bir proleter öznenin yeniden ortaya çıkma ihtimalini önemli görüyor, bu anlamda, yeniden yapılanma sürecini esasında işçi sınıfının gücüne karşı bir tepki olarak örgütlüyor. İşçi sınıfı, sermayenin işlettiği sürecin içerisinde salt bir nesne değildir. İşçi sınıfı, öznedir. Altmışlarda proletaryanın sahip olduğu politik sınıfsal bileşim düzeyi sermayenin işlettiği süreci zayıflatmıştır. Sermaye, kendisini yeniden yapılandırmış, bu sınıfsal bileşime karşı saldırıya geçmiş, bu anlamda, işçi sınıfını özne olmaktan çıkartıp nesneye, işgücüne dönüştürmeye çalışmıştır.

Kapitalist yeniden yapılanma süreci, birleşme eğiliminde olan sınıfı bölmeye ve belirli bir hiyerarşiye tabi kılmaya çalıştı. Üretimi dünyanın başka bölgelerine kaydırdı. Fabrikalarda işgücünü ekiplere bölüp, fabrikaları küçük işletmelere ayrıştırmak suretiyle kitlesel işçi hareketinin gücünü kırmak için uğraştı. Sermaye, birçok ücretli işçiyi insanların sermayenin emirlerini içselleştirsin diye kendi hesabına çalışan kişilere dönüştürdü.

Amerika’da işçi sınıfı etnisitelerine göre ayrıştırıldı. C. L. R. James gibi isimlerin de dile getirdiği biçimiyle işçi sınıfı militanlığında asıl itici güç, her daim mavi yakalı siyahi işçiler olagelmişti. Siyahlar ve diğer kimi kesimler, yeni plan uyarınca üçüncü dünyadaki yoksulluk düzeylerine mahkûm edildiler. Ama Negri’nin de ifade ettiği biçimiyle, “sermaye, insanları üretim devrelerinden dışlayıp insanları marjinal kılsa da onları tümüyle kovması imkânsız. Sermaye, ancak yeniden yapılanma süreci dâhilinde insanları üretim çevrimi içerisinde ancak tecrit edebilir.”

Sermaye, kendini yeniden yapılandırabiliyor ama şu husus unutulmamalı: işçi sınıfının mücadeleleri sermayenin gelişiminde motor güç olarak önemli bir yere sahip. Sermaye, politik sınıfsal bileşimin özel düzeyine saldırı gerçekleştiriyor, yeni bir düzey oluşuyor. Ama bu, kusursuz, uysal işçi sınıfının oluşumuna yol açmıyor. Sınıf önceki düzey üzerinden geçici olarak yeni bir bileşime kavuşuyor.

Sermayenin yeniden yapılanma süreci, Los Angeles’ta farklı bir biçim aldı. Bu biçim dâhilinde sermaye, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan sahil bölgelerindeki birikim sürecinin parçası oldu. Altmışların sonu yetmişlerin başında yaşanan canlanmayı ucundan kıyısından yakalayan siyahlar, bu imkâna metal işleri ve nakliye sektöründe buldukları işler sayesinde kavuştular. Ama bu sektörler zamanla şehri terk etti. Bir de üstüne kente bir milyon civarında Latin geldi. Bunlar, düşük ücretlerin verildiği imalat sektöründe ve emek yoğun hizmet sektöründe çalışmaya başladı. Bu durumundan kentteki siyahlar aynı ölçüde etkilenmediler. Kamu sektöründe güvenceli işlerde çalışanlara bir şey olmadı. Ama özel sektörde çalışanlar işsiz kaldılar. Kentin orta güney kesiminde işsizlik oranları yüzde 45’i buldu. Bu süreçten en çok da işçi gençler etkilendi.

Ama gene de sermaye, kentteki işçi sınıfının yeni bir bileşime kavuştuğu bu yeniden yapılanma sürecini zaferle taçlandıramadı. Sermaye, toplumun ilgili kesiminin çalışmasını istiyordu. Sosyal yardım sistemini paramparça eden sermaye, alt sınıfların iş aramalarından yanaydı. Buna karşın, kentteki birçok insan “Bağımlı Çocukları Olan Ailelere Yardım” gibi paketler sayesinde ayakta kalabiliyordu. Bu tür yardımlar, işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgili maliyeti devletin sırtına yüklüyordu. İşgücünün itaatsiz olduğu koşullarda bu yük daha da can sıkıcı bir hâl alıyordu. O dönemde burjuvaziden beslenen yorumcular, hep bir ağızdan “sorunun ailenin ve aile değerlerinin ortadan kalkması” olduğunu söylüyordu. Sermaye, kendi aile modelini çalışma disiplini modeli ve yeniden üretim biçimi olarak dayatmaya mecburdu. O, işçilerin ve yoksulların kendilerini yeniden üretmelerini sağlamanın maliyetini bizzat üstlenmelerini istiyordu.

Mimari ve Postmodernizm Üzerine Bir Not

Los Angeles, hep “geleceğin şehri” olarak takdim edildi. Otuzlarda Amerika’da kamuya ait en iyi taşımacılık sistemi olarak tramvaylar, sökülüp atıldı. Otobanlar döşendi. Adorno ve Horkheimer, kapitalizmi özetleyen melankolik bilince dair tasvirlerini ilkin bu şehirde kaleme aldılar. Marcuse, bu bilinci sonrasında “tek boyutlu” olarak nitelendirdi.

Los Angeles, postmodernist teorinin de ilham kaynağıydı. Baudrillard, Derrida gibi postmodernist, postyapısalcı cüruf, bu şehirde dolaştı, kendi performanslarını sergiledi. Hatta Baudrillard, Los Angeles’ta “ütopyanın gerçek kılındığını” söylüyordu.

Kapitalizmi yücelten postmodernler, genelde Los Angeles’ın mimarisini çok severler, o bitmek bilmez otoyollarına, yeniden geliştirilmiş olan şehir merkezine bayılırlar. Bonaventura otelinde bir geceliğine 200 dolar verdikleri odalarında oturup bu yüce gördükleri mekâna methiyeler düzerler ama dışarıda kamusal mekânın yıkıldığı gerçeğine dair tek söz söylemezler. Bir terimi mimari alanından tüm topluma teşmil ettikleri için gayet mesut olan postmodernistler, mimari analizlerinin kapsamını genişletip yüzeyin bir santim altına inmeye tenezzül etmezler.

Los Angeles’ın postmodernist binaları, esas olarak Japon sermayesinin şehre akın etmesiyle birlikte inşa edildi. Şehir merkezi, Tokyo’dan sonra Pasifik kuşağının ikinci finans merkezi oldu. Gelgelelim, bu gelişme içteki mahallelerin sakinlerinin hilafına gerçekleşti.

Eski polis olan ve 1975’ten beri belediye başkanlığı yapan Tom Bradley, şehri yeniden yapılandıran sermayenin siyahi temsilcilerinden biri. Bradley, iş dünyası adına şehir merkezinin yeniden geliştirilmesi planına tüm gücüyle destek verdi. 1987’de patronların ricası üzerine evsizlere tahsis edilmiş, derme çatma bir biçimde kaldırımlara kurulmuş kampların yıkılması emrini verdi. Bugün tahminlere göre şehirde 50.000 evsiz bulunuyor. Bunların 10.000’i çocuk.

Şehir planlanırken insanların evleri de yıkıldı. İşçiler iş imkânlarını yitirdiler. Pasifik kuşağı sermayesinin fonladığı kalkınma planı, esasen Los Angeles’taki işçi sınıfının uluslararası sermaye eliyle kuşatılması için hazırlanmıştı.

Ama bu bizim postmodernistler, zahmet edip de sahnenin gerisinde işleyen harekete bir kez olsun bakmadılar. Bu geliştirme planındaki şiddeti görmediler. İnşaatlardan bakıldığında, bu şiddet aslında gayet aleniydi.

Los Angeles’ın mimarisini karakterize eden ana unsur, askerileşme. Şehrin planlanması süreci, aslında polisi ilgilendiren bir mesele. Şehirde her yerde karşınıza güvenlik bariyerleri, gözetleme teknolojileri, mekânın izlenmesine dair pratikler çıkıyor. AVM’lerin ve kütüphanenin birer kale gibi inşa edildiğini görüyorsunuz. Bunları devasa güvenlik duvarları ve gözetleme kameraları kuşatmış.

Şehirde “postmodernitenin kötü yanına uygun olarak, kent tasarımını mimari ve polis teşkilatıyla tek ve kapsamlı bir güvenlik çalışması dâhilinde birleştirme çabasına tanık oluyorsunuz.” (Davis, City of Quartz, s. 224)

1848 devrimleri sonrası Haussmann’ın yeniden tasarladığı Paris’te de gördüğümüz bulvarlar burada da karşımıza çıkıyor. Bu bulvarlar, ateşin sıçramasına mani olacak hat olarak iş görüyorlar. Buradan şehri planlayan mimarlar ve plancıların Watts isyanından dersler çıkarttıklarını anlıyoruz. Plan uyarınca kamusal alan tümüyle kapatılmış, sokaklar kitleyi dağıtacak birer araç olarak tasarlanmış. Bu, salt Los Angeles’a özgü bir strateji değil. Burada ilgili strateji, ifrata vardırılmış.

Sanat binaları, manzaralı bahçeli küçük park alanları, yerlerini büro emekçilerinin arabalarından inip büroya veya işyerine sokaktaki tehlikelere maruz kalmadan gitmelerine imkân sağlayacak şekilde tasarlanmış alanlara bırakmış. Geriye kalan kamusal alanlarsa askerileştirilmiş. Parklarda kimse kalmasın diye otomatik fıskiyeler yerleştirilmiş, oturaklar kapatılmış.

Beyaz orta sınıfın yaşadığı yerler duvarlarla ve özel güvenlikle çevrili. İsyanlar sırasında bu mahallelerde kalanlar ya şehri terk etti ya da silahlanıp gergin bir şekilde evlerinde gelecek olası saldırıları bekledi.

ABD’de özelde Los Angeles’ta mimari, salt bir estetik meselesi değil. Mimari, kapitalist toplumda dışlanmış kesimleri ve kucaklanan kesimleri ayırmak için polisle birlikte başvurulan bir silah. Bu, sadece Amerika’ya özgü bir olgu değil elbette. Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde çatışma alanları hâline gelmiş olan kent mekânlarının yeniden geliştirildiğine tanık oluyoruz.

Örneğin Paris’te “kültür” bayrağının arkasına saklananlar, Pompidou merkezini eski bir işçi mahallesine inşa etmişler. Bina, esasında 68 hareketinin yenilgisini kutlamak için yapılmış. Londra’nın Docklands liman bölgesini özel bir geliştirme şirketi almış. Uçuk fiyatlara satılan, yuppie’lere özel evler inşa edilmiş. Bu yapılarda kalanları özel güvenlik birimlerinden oluşan bir ordu koruyor. Bu tür geliştirme projelerinin sonucu hep aynı oluyor.

Bugün Almanya’da Kreuzberg ve Potzdamer Platz gibi önceden duvarın değersiz kıldığı bölgeler, “yeni Berlin kimlerin ihtiyacını karşılayacak?” üzerinden süren savaşın ana sahası hâline gelmiş durumda.

Postmodernitenin kötü yüzüne dair bu tür gözlemler ve eleştirilerde onların ortadaki çatışmayı görmemeleri, dolayısıyla, sermayenin diyalektiğine esir olmaları üzerinde duruluyor. Ama gene de kötümserliğe gerek yok. Yaşanan ayaklanma, sermayenin kitleyi dağıtamadığını, yok edemediğini bize gösterdi. Mekân, hâlen daha bir kavganın konusu. Tıpkı Haussmann’ın Paris Komünü’ne mani olamayan planları gibi Los Angeles’taki yeniden geliştirme çalışmaları da 1992’deki ayaklanmanın önünü alamadı.

Çeteler

“Haziran 1988’de Polis Komisyonu, polisin oyuk uçlu çekirdeğe sahip, eti paramparça eden mermileri kullanmasına izin verdi. Bu türden dom dom kurşunlarının savaşlarda kullanımı esasen Cenevre Sözleşmesi’nce yasaklanmıştı.” (Mike Davis, 1990, City of Quartz, s. 290.)

Çetelerin ayaklanma esnasında oynadığı rolü kimse inkâr edemez. Ayaklanma ile birlikte aralarında husumet bulunan çeteler, ateşkes ilan ettiler ve doğrudan ayaklanmaya katıldılar. Çete üyeleri, proletaryaya öncülük etti. Polisten nefret eden çetelerdeki militanlık, Orta Güney mahallelerindeki gençlere yönelik baskılarla birlikte daha da yoğunlaştı. Bu uygulanan baskı, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerin maruz kaldıkları baskılara denk düzeydeydi. Çeteleri yakalama ve “uyuşturucu tehdidini ortadan kaldırma” bahanesiyle emniyet, kapsamlı operasyonlar yürüttü. Orta Güney mahallerindeki gençlerle ilgili dosyalar hazırlayan polis, birçok proleteri katletti.

Mike Davis’in 1988’de dile getirdiği biçimiyle, “Çetelere yönelik korku, imgelemde işleyen sınıfsal ilişkilerin tezahürüydü. Yalan yanlış bilgilere, hayali kurgulara başvuruldu, korku bir tür silah gibi kullanıldı.” Bu “çete tehdidi”, Orta Güney mahallelerindeki gençleri suçlu ilan etmek için bir tür bahane olarak devreye sokuldu.

Uyuşturucu kullanıldığı, çeteler arasında savaşların yaşandığı gerçeğini kimse tabii ki inkâr edemez, ama bu noktada bizim işçi sınıfının kendisine yönelik şiddetine odaklanmamız gerekiyor. Neticede işçilerin ihtiyaçları karşılanmıyor, bu da içte saldırganlığa yol açıyor. Esasen baskı ve zulmü “adaletsizlik tehdidi” ile izah etmek gerekiyor. Bugün çeteler arası savaşları ve çetelerin ayaklanmada oynadığı rolü anlamak için bizim çetelerin tarihi denilen olguya bakmamız gerekiyor.

Los Angeles’ta siyahi sokak çeteleri kırkların sonunda ortaya çıktılar. Bu çeteler, esasında okullarda ve sokaklarda beyaz ırkçıların saldırılarına tepki olarak kurulmuşlardı. Ellilerin sonunda İslam Ümmeti ve diğer siyahi milliyetçi gruplar ortaya çıktığında emniyet müdürü Şef Parker, iki olguyu birleştirdi ve siyah tehdidi başlığı altında değerlendirdi. Müdürün bu kendi kendisini haklı çıkartan kehaneti üzerinden çetelere ve siyahi militanlara saldırıldı. Bu da çeteleri radikalleştirdi. Söz konusu politikleşme süreci, Watts Ayaklanması ile birlikte zirveye ulaştı. 1992’de aynı çete üyeleri, ateşkes imzaladılar ve siyahi işçi sınıfının polisi dört gün boyunca mahallelerden uzak tutmayı başarmasına katkıda bulundular.

Ayaklanmanın harrı içerisinde yapılan bu ateşkes, altmışlı yıllar boyunca bozulmadı. Birçok çete üyesi, süreç içerisinde Kara Panter Partisi’ne katıldı veya başka radikal politik örgütler kurdu. Genel kanaat, o dönemde çetelerin “devrime iştirak ettikleri” yönündeydi.

FBI’ın geliştirdiği COINTELPRO programı ile emniyetin kırmızı ekipleri hareketin bastırılması için oluşturuldu. Panterler, sokak ortasında ve kampüslerde ya polislerce ya da ajanlarca katledildiler. Partinin Los Angeles’taki bürosu, emniyete bağlı Özel Silahlar ve Taktikler Birimi (SWAT) tarafından kuşatma altında tutuldu. Örgüt içerisine nifak tohumları ekildi. Panterlerin politikası, belli ölçüde kusurlu ve hatalı olsa da onlar, siyahi proletaryanın Amerikan kapitalizmine dair tecrübelerinin somut ve doğal bir ifadesiydi. Onlara yönelik baskının sistematik niteliği Panterlerin ne kadar tehlikeli görüldüğünü ortaya koyuyor.

Los Angeles Times gazetesinin bile kabul ettiği gibi, yetmişlerin başında çetelerin yeniden ortaya çıkışı, siyahlardaki hüsranın ve hayal kırıklığının kendisine politik alanda ifade kanalları bulamamasının sonucuydu. Süreç içerisinde Topallar çetesi epey güçlendi, bunun üzerine diğer çeteler Kankalar adı altında birleşti. Panterlerdeki korkusuzluk gömleğini üzerine geçiren Topallar çetesi, silahlı öncülük ideolojisini de sahiplendi.

“Topallar çetesi, getto içi kavgaları cinayetler zinciriyle süsledi. Bir anlamda çete örgütlenmesinde ‘yönetimsel devrim’ yapan çete, başta başarısız olmuş olan Panterlerin genç delikanlı versiyonu iken yetmişlerde zamanla ergen tapıncı ile mafyamsı teşkilatların karışımı olan bir yapıya evrildi.”

Topallar ve Kankalar çeteleri, mafyamsı yapılara evrilseler de politik örgütlenme ihtiyacının somut ifadeleri olarak görülmeli. Bu çeteler, birkaç olayda politik müdahaleler gerçekleştirdiler. 1972’deki Monrovia isyanlarında ve 1977-1979’da Los Angeles’ta yaşanan otobüs hatlarıyla ilgili krizde Topallar çetesi siyah cemaatine destek oldu.

Proletaryaya ait somut ifadeler olarak bu çeteler, hayatın altın zincirlerden ve şiddetten ibaret olduğunu düşünmelerine sebep olacak bir yanlış bilincin kurbanları değillerdi. Ne vakit konuşma imkânı bulsalar, misal, Aralık 1972’de çetelerin aşırı şiddet yanlısı çetelere evrildiği momentte, net politik taleplerle gündeme geldiler. Kendilerini ifade etmelerine şans tanındığında benzer talepleri dillendirdiler. Los Angeles Emniyet Müdürlüğü, elindeki yetkilerle çetelerin halkın sesi olmasını engellemek, böylelikle onlara yönelik savaşını sürdürmek için her şeyi yaptı.

Çeteler halkın beğenisini kazanmışsa demek ki ona bir şekilde hayrı dokunmuştu. Bu hayrı uyuşturucu satarak yapmış olamazdı. Aslında yakından bakıldığında, bu iş de sermayenin kendilerine dayattığı bir şeydi. Genç siyahlar, bilindik iş imkânlarının ortadan kalktığı koşullarda uyuşturucu işine yöneliyorlardı. Burada maddi bir baskı söz konusuydu.

Şehrin orta güneyindeki mahallerde yaşayan genç bir proleterin önünde tek makul ekonomik tercih, uyuşturucu satmaktı. Şehir ekonomisinin uluslararası düzenle bütünleşmesiyle birlikte siyahi işçiler işlerini kaybettiler. Bahsini ettiğimiz çeteler, bu koşullarda uluslararası ticaret ağına bu genç işçileri sokmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Yasal malların alınıp satıldığı uluslararası ticaret ağı, şehirdeki siyahları gözden çıkartırken başka bir kolu onları faydalı görüyordu.

Kokainin ülkeye giriş kapısı eskiden Florida’dayken, bu kapı Güney Kaliforniya’nın eline geçti. Seksenlerin başında kokain işi piyasasının doyduğunu, fiyatların düşüp kârların tehditle yüzleştiğini görünce, diğer çokuluslu işler gibi farklı ürünlere yöneldi, yeni ürünler geliştirdi. Bu ürünlerden en önemlisi, “yoksul kokaini” olarak bilinen “taş kokain”di.

Genç proleterler bu işe girdiler. Neticede hayatı hayatta kalma pratiğine ve çalışma pratiğine indirgeyen kendileri değil, sermayeydi. Bu anlamda, taş kokain satmak, proleterlerin çalışmak zorunda oldukları silâh veya sigara üretimi gibi bir işti. Ama önemli bir fark vardı. Birçok iş sahasında proleterlerin sermaye içerisinde, ona karşı örgütlenme imkânı varken uyuşturucu satan çeteler sermayenin karşısına emeğin bileşeni olarak dikilmiyorlardı. Çeteler, karşılarında işletmelerdeki sermayeyi değil en genel anlamda sermayenin baskı aracı olan devleti buldular.

Çeteler, kokain işine dalıp uluslararası sermaye ağına iyice dâhil oldukça birer kapitalist girişime dönüştüler. Asıl sorun da buydu. Otomobille geçerken sağa sola ateş etme veya siyahi çetelerinin muhitlerinde adam öldürme eylemlerinde esasında proletarya kendisini sermaye için öldürüyordu.

O hâlde burjuva basınının dediği gibi, bugün artık durmuş olan çete savaşları olgusu, aile değerlerinin yok olmasının ve orta sınıfın bu çeteleri kısıtlayan etkisinin bu sınıfın lüks semtlere taşınmasıyla ortadan kalkmasının bir sonucu değildi. Söz konusu olgu,

1. Kapitalist yeniden yapılanma sürecinin dayandığı ekonominin (eski bilindik işlerin yerini uyuşturucu işinin almasının);

2. İnsanların örgütlenmek için başvurdukları politik biçimlerin devletin baskısıyla yok edilmesinin bir sonucuydu. Ölümlerle neticelenen uyuşturucu savaşları sorununun çözümü, ayaklanmada sergilenen politik faaliyetin yeniden keşfedilmesindeydi. Proleterlerin birbirine uyguladığı şiddetin çözümü, proleter şiddetteydi.

Çete olgusunun mevcut niteliği, bugün kentteki genç proleterlerin örgütlenme ihtiyacı bulunduğunu ortaya koyuyor. Altmışlarda bu örgütlenme, bir süreliğine kendi bilincini geliştirmiş politik bir biçim almayı bildi. Bu politik örgütlenme biçimi ezilince, çeteler intikam için sahneye geri döndüler. Bu geri dönüş, esasında gerçek ve acil bir ihtiyacın varlığının deliliydi. Ayaklanmadan beri çete kültürü yeniden politikleşiyordu. Bastırılmış olan, geri dönüyordu.

Çetelerin Politik Düşünceleri

Ayaklanmadan bu yana politik fikirlere ve çetelerin, özellikle çete liderlerinin öneri üzerinde duruldu. Farklı öneriler birlikte dillendirildi. “Polis zulmüne mani olmak için çete üyelerine video kamera verilsin” veya “Mahallelerin yeniden inşası için para temin edilsin” gibi önerilere kimsenin itiraz olamaz. Ama “Sosyal yardım yerine iş verilsin” veya “Çetelerle şirketler sıkı bir işbirliği içerisinde olsun” türü önerilere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Bu önerilere kaynaklık eden politik fikirler, esas olarak siyah milliyetçiliğinden neşet ediyor. Peki o vakit biz, bu önerileri ve ardındaki ideolojiyi nasıl anlamalıyız?

Çete liderlerinin kendilerini arabulucu konumuna yerleştirme gayretleri, insana sendikaların üstlendiği rolü anımsatıyor. O zaman sendikalara yönelttiğimiz eleştiriyi çetelere de yöneltebiliriz. Bizim bu noktada,

1. Liderlerle sıradan üyeler arasında ayrım yapmamız;

2. Liderliğin rolünün halkın taleplerini alıp ilgili yerlere aktarmak olduğunu görmemiz gerekiyor.

Bazı çete liderleri, gerici değilse bile gerçeklikten kopuk zihniyetlere ve anlayışlara sahip. Kapitalist yeniden yapılanma süreci bağlamında getto ve oradaki “alt sınıf” artık ihtiyaç fazlası, perte çıktı. Kapitalist stratejide artık bir yere sahip değil. Belki sadece başkalarına cesaret verecek korku yapma pratikleri için kullanılabilir. Bu unsurların kapitalist gelişme sürecine dâhil edilmesi adına yeni bir toplum sözleşmesinin müzakere edilmesi ihtimalinden artık kimse söz edemez. Bu, ancak altmışlarda ve yetmişlerde mümkündü, artık değil.

Kentteki insanların güvenli ve sendikalı iş sahibi olma arzusu, eldeki seçenekler dikkate alındığında, gayet anlaşılır. Ama sermaye, birçok işkolunu ülke dışına veya başka şehirlere taşıdı, üstelik bunlar, artık geri gelmeyecek. Bu bölgelerde yaşayan birçok insan, yaşanan değişimi görüyor, bilgisayar işi bulmak ya da yeni işkollarının faal olduğu başka alanlarda çalışmak istiyor. Fakat gettoda yaşanan bazı insanlar, şehri terk edip sözü edilen sektörlerde iş bulabilseler bile geride kalacak çoğunluğun iş bulması hayal. Sermayenin yeniden yapılandığı koşullarda bu işler, işçi sınıfının belirli bir kesimine veriliyor. Bu sahalarda gettodan çok az insan iş bulabiliyor. Proletarya, yeni bir bileşime kavuşurken, kıyıya köşeye atılmış bir “alt sınıf” oluşuyor. Bahsi edilen kesimin cazip görülen güvenliği, tam da bu yeni bileşimi temel alıyor.

İç bölgelere yönelik büyük yatırımları imkânsız kılan koşulların değiştiği gerçeği üzerinden bugün çete liderlerinin önerileri artık bir anlam taşımıyor. Orta güneydeki mahallelerin sakinleri, sermayenin kalkınma planında kendilerine güvencesiz ve dışlanmış nesneler olarak yer bulabiliyorlar. Bu koşullarda çete liderleri, karşımıza yeni bir anlaşmanın müzakerecileri olarak çıkıyorlar. Liderler, ayaklanmayı Amerikan sermayesine ve devletine bu öznelerin arabulucular olarak çete liderlerinin safına kazanılması gerektiğine dair bir milyar dolar değerinde bir uyarı olarak takdim ediyorlar.

Liderler, hayatın çalışma-ücret-tüketim döngüsüne indirgenmesine olur verdiklerini söylüyorlar, buna karşılık, “yeterince iş yok ama!” diyorlar. Yani liderler, proletaryanın aracılara yönelik reddiyesini, sermayeyi ihtiyaçların çalışma ve ücret yoluyla karşılandığı, olağan kapitalist sürece yeniden dâhil etmeye zorlamak istiyorlar.

Emeğin yoğun olarak kullanıldığı uyuşturucu işkolu dâhilinde çeteler, bir tür gizli Keynesçi istihdam programı gibi iş gördüler. Bugünse kentin yenilenmesiyle alakalı planları dâhilinde çete liderleri, dört başı mamur bir Keynesçilik talep ediyorlar, sadece işgücünün simsarları olarak çalışan sendikaların yerini almak istiyorlar. Fakat sermayenin çete liderlerinin istediği şeyi vermesi mümkün değil. Oysa ayaklanma, Amerikan proletaryasına ihtiyaçlarını karşılamanın farklı bir yolu bulunduğunu gösterdi: işçiler, zaten kendilerine ait olanı kolektif doğrudan eylemle alabilirler.

Bu talepler, aslında çetelerle sendikacıların birbirlerine benzediklerini ortaya koyuyor. Her ikisi de üyelerinin taleplerini kapitalist düzen içerisinde karşılanabilecek taleplerle sınırlandırmak için çalışıyor. Ama gene de sendikalardaki ve çete örgütlenmesindeki olumsuz yönler bir kenara bırakılacak olursa, bu ikisinin proletaryanın gerçek ihtiyaçlarından, dayanışma, kolektif savunma ve atomize olmuş proleter öznenin aitlik hissi ile ilgili ihtiyaçlarından doğduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ayrıca çeteler, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki katılaşmış sendikalara nazaran bu kaynağa daha yakın duruyorlar.

Çeteler, siyahlara veya başka gruplara önerilebilecek bir örgütlenme biçimi değil. O, zaten varolan bir örgütlenme biçimi ve bu biçim, sınıf mücadelesi yürütmek için hazır olduğunu, geçmişte olduğu gibi bugün de sermayeye gerçek bir tehdit teşkil edecek ölçüde radikalleşme potansiyeli taşıdığını ortaya koydu.

Siyah Milliyetçiliği

Çete liderlerinin pratikte dile getirdikleri öneriler belirli sınırlarla malul. Bu sınırlar, kısmen sıradan üyeleriyle aralarındaki çıkar çatışmalarının kısmen de ideolojilerindeki kısıtların bir sonucu. Çetelerin politik fikirleri, siyah milliyetçiliğinin sınırlarına tabi. Peki biz, bu liderlerin pratiklerinin alenen teorilerini aştığı koşullarda, onların bu hâlini nasıl değerlendirmeliyiz?

Her şeyden önce bizim proletaryayı tek tek proleterlerin ne düşündükleri ile değil, tarihsel durumunun yapmaya zorladığı şeyle yargılamak zorundayız. Çeteler, Public Enemy grubunun Farakhan’dan etkilenerek aldığı tutumu benimsedi ve siyahlara ait olmayan işyerlerini kapattı. Farakhan, politik bir araç olarak şiddete başvurulmasını vaaz etmemiş olmasına rağmen, siyahi çeteler, onun siyahların ekonomik alanda kendi kaderini avuçlarına alması hedefini benimsedi, şiddeti bu hedefe ulaşmanın aracı olarak gördü. Gerçekte bu “siyah kapitalizmi” hedefi yanlış bir hedefti ama çetelerin seçtikleri araçlar doğruydu. Ayaklanmanın yürüttüğü çatışma süreci ve ortaya koyduğu ayrışma eğilimi tümüyle doğruydu, ama ayaklanma, esas olarak siyah olmayan toplumsal kesimlerle değil sermayeyle çatışmalı, kendisini ondan ayrıştırmalıydı. Asıl gerekli olan, marjinalleştirilmiş kesimin örgütlenme pratiğini, ayrıca altmışlarda ve yetmişlerde toprağa gömülen politik fikirleri yeniden keşfetmesiydi.

İsyancıların ekseriyeti siyah olmadığı gibi ortada sadece Topallar ve Kankalar isimli çeteler yok. Çinliler, Filipinliler, Vietnamlılar, Salvadorlular ve diğer birçok Latin Amerikalı göçmen, hep birlikte gençliğin başvurduğu örgütlenme biçimi olarak çeteleşme yoluna girdi. Bu çeteler, uluslararası uyuşturucu pazarına daha az bulaşmış durumdaydılar. Daha çok yerelde üretilen ot, melek tozu ve amfetamin gibi daha az kâr getiren uyuşturucu maddeler satıyorlardı. Ayrıca bunlar, siyahlar kadar milliyetçi değillerdi.

Ayaklanma öncesinde siyahlar ve Latinler aralarında, ortak kültür hâline gelen rap müzik ve bu müzik üzerinden edinilen deneyim sayesinde belirli bir iletişim kanalı oluşturdular. İki kesim arasında ayaklanma süresince kurulan ittifak, gelişip derinleşti.

Bugün hem Los Angeles’ın hem de Amerika’nın bir gökkuşağı koalisyonuna ihtiyacı var. Ama bu koalisyon Jesse Jackson’a inanmamalı, güvenmemeli. Halkın ihtiyaçlarına odaklanmalı, mevcut politik sistemin aracılığını reddetmeli.

İşçi sınıfına mensup siyahlar bir sıçramaya muhtaç. Bu sıçramaysa siyah milliyetçileriyle soyut düzlemde yürütülecek bir “fikirler mücadelesi” ile değil, pratikle kurulacak bağla gerçekleşecek. Los Angeles’taki işçi siyahlar ve Amerikan proletaryası, kamulaştırma eylemlerinin yolunu gösterdiği komünizme dönük ihtiyacın bilince çıkartılmasını ancak mücadele yoluyla, onun sayesinde sağlayabilir.

“Kalabalık bir binada kiracıların yüzde 75’inin evlerinde yağmalanmış mal bulundurduğu, bu malları aralarında değiş tokuş ettikleri görüldü.” [Emniyet Amiri Rick Morton, International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]

Proletarya, ancak çözebileceği sorunları önüne koyar. Amerikan işçi sınıfı, ihtiyaç duyduğu fikirlere ve örgütlenme biçimlerine ancak Los Angeles’ta başlamış olan yeni mücadele evresi üzerinden kavuşabilir.

Sonuç

“[…] ‘Lütfen hiçbir şey normalleşmesin.’ Ayaklanma esnasında radyodan yayınlanan bir sohbet programına telefonla bağlanan yoksul bir adam bunu söylüyordu.” [Understanding the Riots, LA Times Book, 1992]

Los Angeles ayaklanması, küresel sınıf mücadelesinde bir sıçramayı ifade eder. Kamulaştırma eylemleri ve kapitalist sömürü alanlarına yönelik saldırılarla birlikte şehrin orta güney hattında oturan halk, sahip olduğu gücü hissetti. Devam etmek gerek. Mücadele, halkı politikleştirdi. Kendi içimizde imzalanacak ateşkes, çok önemli bir ihtiyaç. Proletarya, kendisini katletmeye bir son vermeli.

Emniyet, olan bitenden endişeli, Watts Ayaklanması sonrası çeteler arasında oluşan birliği dağıtmak için kullandığı tedbirlere bugün de başvurmayı düşünüyor. Halk içerisinde imza edilen ateşkes ve onu takiben oluşacak politikleşme dalgası, polisi epey ürkütüyor. Bu politikleşme dalgası, siyah milliyetçiliği ve çete liderlerindeki düzenle hemhal olma eğiliminin ördüğü duvarı aşmak zorunda. Bunun için başka bir sıçramaya ihtiyaç var.

Ayaklanma, çok farklı etnik grupları kucakladı. Ülke genelinde dayanışma eylemleri gerçekleştirildi. Bunlar, bize proletaryanın bu sıçramayı yapabileceğini gösteren alametler.

Amerika’yı yönetenler, gettonun kendisini öldürmesine yıllarca sessiz kaldılar. Mayıs 1992’de o muktedirlerin silahları zalime doğrultuldu. Yeni bir mücadele dalgası kıyıya vurmaya başladı.

Aufheben Grubu
1992
Kaynak