İşçi
hareketiyle devrimci hareketin tarihine dair inceleme, yalnızca insanın
köklerini hatırlaması ve kimliğini teyit etmesi değil, aynı zamanda ve her
şeyden önce, bugün ve gelecekte yapılacak politik, taktiksel ve stratejik
tercihler için bir ders olarak da önemlidir.
Kızıl
İki Yıl’ın (1919-1920) yüzüncü yıldönümü, tam da bu 2019 yazının başına denk
geliyor. Bu iki yıllık dönem, İtalyan alt sınıflarının son yüz yılda,
mücadelelerin hem derinliği hem de ülke topraklarında ulaştığı menzil açısından
en yüksek devrimci gerilim anlarından birini temsil ediyor. Bazı yönlerden,
büyük olasılıkla iki yıllık kızıl dönem, alt sınıfların diğer iki büyük
hareketiyle, hem Direniş sırasında gelişen, hem Merkez-Kuzey ile sınırlı olan
ve aynı zamanda bir ulusal kurtuluş mücadelesi hem de bir sınıf mücadelesi
niteliği taşıyan, 1969 ile 1977-80 yılları arasında gerçekleşen hareketle yani,
Sıcak Sonbahar ile Fiat işgali arasında geçen dönemle kıyaslandığında, daha
önemli bir yere sahiptir.
Kızıl İki Yıl, Haziran-Temmuz 1919’da yüksek gıda fiyatları için ayaklanmalarla
başlayan ve toprak mücadelesiyle, ordunun isyanıyla devam eden, 1920’de
fabrikaların işgaliyle sonuçlanan bir dizi olayın gerçekleştiği dönemi ifade
ediyor.
Genel
Bağlam ve Birinci Dünya Savaşı
1905’te
Rusya’da 1917 devriminin “kostümlü provası” gerçekleştirildi. İtalya’da da
Kızıl İki Yıl’da yaşanan altüstten önce, 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın
patlak vermediği ortamda, “Kızıl Hafta” adı verilen önemli bir isyan hareketine
tanık olundu. İtalya’nın savaşa girmesiyle birlikte savaş karşıtı mücadeleye
ekmek mücadelesinin eşlik ettiği bir süreç başladı.
1917’de
savaş sırasında meydana gelen olaylar özellikle önemliydi. O yıl, Avrupa’daki
halk kitlelerinin emperyalist savaşın yol açtığı sefalet ve katliam karşısında duyduğu
bıkkınlık, Rusya’da önce Çarlığı deviren Şubat Devrimi’nde, ardından da Paris
Komünü’nden sonra tarihteki ilk işçi hükümetini kuran Ekim Devrimi’nde karşılık
buldu.
Batı’da
da önemli isyanlar gerçekleşti. Örneğin Fransa’da, askerlerin kitlesel
isyanlarına tanık olundu. Bu isyanlar, ABD birliklerinin gelişine kadar Batı
Cephesi’ndeki saldırıların geçici olarak kesintiye uğramasına yol açtı.
İtalya’da
iki benzersiz olay yaşandı.
1.
Başlangıçta İtalyan askerlerinin konuşlandığı mevzide basit bir gedik açan,
gerçek bir askeri “grev” olarak adlandırılan gelişme sebebiyle, gerçek bir
bozguna dönüşen Caporetto’daki cephenin çöküşü.
2.
Endüstriyel savaş üretiminin muazzam gelişmesi nedeniyle büyük ve radikalleşmiş
bir işçi sınıfının oluştuğu Torino ayaklanması. Torino, Batı Avrupa’da Birinci
Dünya Savaşı sırasında bir şehrin gerçekleştirebileceği en özel ayaklanmaya
şahitlik etti.
İki
yıllık kızıl dönemi ve Ekim Devrimi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun
toplumsal dokusunun, sermaye ile emek ve İtalyan sermayesi ile uluslararası
sermaye arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini dikkate almadan anlamak zor
olurdu.
Muzaffer
olmasına rağmen İtalya, çatışmadan diğer güçlerden daha derin yaralar alarak
çıktı. Ülke, 650 bin civarında askerini kaybetmişti. Yüz binlerce insan, bu
süreçten yaralı ve sakat çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı kayıptan daha
büyüğüyle yüzleşen İtalya, yarım milyon insanını kaybetti.
Trento
ve Trieste’yi İtalya’ya tekrar bağlamak için yola çıkan, ama aslında sömürgeci
nüfuz alanını Dalmaçya ve Küçük Asya’ya genişletmek isteyen İtalyan
emperyalizmi, onca ekonomik sorun ve yaşanan insani kayıp üzerinden pek bir şey
elde edemedi.
1915’te
İngiltere ve Fransa ile Londra Anlaşması’nı imzalayan İtalya, bu anlaşma
uyarınca savaşa girme sözü vermiş, bunun karşılığında bazı taleplerde
bulunmuştu. Ama savaş neticesinde bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı.
Böylelikle, İtalya’daki militarist eylemsellik “sakat bırakılmış zafer”
efsanesi üzerinden körüklendi. Faşizm, tam da bu toprakta gelişme imkânı buldu.
Yurtdışındaki
durum gerginliklerle malul iken, içerideki ekonomi dengesiz bir şekilde büyüyor,
sosyal uçurumlar derinleşiyordu. Sanayi aygıtı, kârların artmasını ve ekonomik
gücün birkaç büyük sanayi grubunun, Ilva, Montecatini, Ansaldo, Fiat, vb.
elinde toplanmasını destekleyen askeri emirler sayesinde orantısız ve yapay bir
biçimde büyümüştü. Savaştan hemen sonra savaş endüstrisinin barış endüstrisine
dönüştürülmesi, büyük endüstrilere bağlı bankaları da içeren güçlü bir krize
yol açtı. Korumacılıkla sürece müdahale eden devlet, büyük şirketlere destek
sundu.
Dahası,
İtalya yurtdışında yaklaşık 20 milyar liret borç altına girmişti. İç borcu ise
46 milyar liret düzeyindeydi. Enflasyonla birlikte savaştan sonra ödenmesi
gereken borç 40 milyarı aşıyordu. Para devalüe edildi, bu da toplumsal
kutuplaşmayı iyice derinleştirdi: Bu süreçte spekülatörler, sanayiciler ve
rantçılar zenginleşirken, sabit gelirlilerle (işçiler ve memurlarla) köylüler
yoksullaştı.
Hızlanan
sanayileşme, savaş döneminde bile köylü emeğinin fazlasını şehre çekememişti. Savaş
endüstrisinin dönüşümü, işsizlikte bir artışa neden oldu. ABD, 1921’de 2
milyona ulaşan devasa sanayi rezerv ordusu için iş gören tahliye vanasını göç
karşıtı politikalarla kapatınca İtalya’daki durum daha da kötüleşti.
İşçi
sınıfının yanı sıra orta sınıf, yani İtalyan devletinin daha önce üzerine
kurulduğu küçük-burjuva sosyal sınıflar da bu durumdan etkilendi. Uzlaşması
mümkün olmayan güçler, kriz koşullarında, daha önce pasif olan geniş kitleleri
örgütleme yeteneğinden yoksundu. Başta Sosyalist Parti olmak üzere uzlaşmaz
güçlerin bu önderlik kapasitesinden yoksun oluşu, savaşta önemli bir rol
oynamıştı. Artık bu, işsizleşen orta sınıfları ilgilendiren bir eksiklikti.
Gramsci
ve Togliatti’nin gelecek yıllarda, kızıl iki yıldan hatta faşizmin iktidarı ele
geçirmesinden sonra yaptıkları eleştirilerde ifade ettiği biçimiyle, Sosyalist
Parti, mevcut hatası sebebiyle işçiyle köylüyü bir araya getiremedi, ara
sınıflarla ittifak kurmaya çalışmadı. Bilhassa sosyalistler, savaş gazilerine
hiç hitap etmiyorlardı. Gramsci’nin tespitiyle, bu da onları sosyalizme
düşmanlaştırdı:
“Müdahalecilerin partiye
kabul edilemeyeceğini ortaya koyan önerge, bir şantaj, bireysel sindirme aracı
ve demagojik bir açıklamadan ibaretti. […] Bu açıklama, partinin askeri müdahaleye
yönelik karşıtlığını faaliyetinin ekseni hâline getirmemesi gereken siyasi
konumunu tahrif etmeye ve belirli küçük-burjuva kesimlere karşı nefret ve
kişisel baskılar için gerekli zeminin örülmesine katkıda bulundu. […] Bu, temel
sorundan, iktidar sorunundan kaçınma ve kitlelerin dikkatini ve tutkularını tali
hedeflere yönlendirme, egemen sınıfın tarihsel-politik sorumluluğunu ikiyüzlü
bir şekilde gizleme, halkın öfkesini egemen sınıfın politikasının maddi ve çoğu
zaman bilinçsiz araçlarına dökme politikasıydı. […] Savaşın, özellikle küçük
aydınlar ve küçük burjuvazi arasında yol açtığı muazzam ekonomik ve psikolojik
altüst oluşla birlikte, bu tabakaları radikalleştireceği açıktı. Parti, onları kendisine
müttefik kılmak yerine, hiç yoktan düşman edindi, yani onları egemen sınıfa
geri fırlattı.[1]
“Orta
sınıflar” başlığı ve birbiriyle çatışma içerisinde olan güçlerin onlarla
ilişkisi, kriz dönemlerinde kendisini tekrar tekrar hissettirir. Bu bağlamda,
İtalya’da savaş sonrasında önemli olaylara tanık olunmuştur. Bu olaylar, bugün
krizi ve Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarını, o döneme benzer kutuplaşmayı
ve ayaklanmaları birebir tecrübe ettiğimiz koşullarda akılda tutulmalıdır. Dün olduğu
gibi bugün de sol, muktedir sınıfın sorumlulukları yerine başka konulara
odaklanmaktadır.
Yüksek Gıda Fiyatı Önergesi
Kızıl
İki Yıl denilen dönemin ilk bölümü, 1919 yazının başında, tam da bahsini ettiğimiz
bağlam dâhilinde cereyan etti. Köylü mücadelelerine, ordu içi isyanlara ve
fabrika işgallerine tanıklık eden bu dönemde bir de yüksek gıda maliyetleri de
önemli bir role sahipti. Kendiliğinden ve farklı coğrafi konumlarda gerçekleşen
eylemlerle gıda fiyatları protesto edildi. Burjuvazi, yaşanan bu kitlesel
hareketlilik karşısında ne yapacağını bilemedi ve bir anda baskıcı adımlara
başvuramadı. 1914’ten 1918’e gelindiğinde temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları
üç kat artmıştı. Bu sürece grevlerle cevap verildi. Milyonlarca işçi sürece
katıldı. Ancak ücret artışlarının fiyat artışları karşısında sönük kaldığı
koşullarda grevler çözüm üretmedi. Bu nedenle kitleler, ayaklanma yoluna revan
oldular.
Grevlerden
ayaklanmalara geçişe tanıklık eden ilk şehir, La Spezia’ydı. 11 Haziran günü bu
şehirde işçiler, meyve ve sebze toptancılarının lokavtına tepki olarak büyük
bir gösteri örgütlediler. Jandarmanın ateşi sonucu iki işçi öldü, yirmi beşi
yaralandı. Katliam ayaklanmayı tetikledi. Dükkânlar yağmalandı, şehir,
isyancıların eline geçti. Kraliyet Donanması’nın önemli üslerinden olan şehirde
bulunan, savaş gemilerinde görevli bahriyeliler, işçilere destek verdiler.
Hareketin
başka şehirlere yayılması için bir eylem komitesi oluşturuldu. 13 Haziran günü isyanlar
Cenova’ya yayıldı, şehirde düzenlenen büyük bir gösterinin ardından gün boyunca
polisle çatışmalar yaşandı, bu da genç bir işçinin öldürülmesine neden oldu. Akşam
saatlerinde şehir muhafızlarının kışlasına bir saldırı girişiminde bulunuldu,
bu eylemde üç işçi ciddi bir biçimde yaraladı.
Cenova
ve La Spezia’daki katliamların öğrenilmesi ardından Milano ve Torino da
sendikaların emri olmadan genel greve gitti. 16 Haziran’da sıra Pisa ve Bolonya’ya
geldi. Pisa’da işçi sendikasının direnişi işçilerin baskısıyla kırıldı. Forli
şehrinde kadınların öncülük ettiği kalabalık dükkânları yağmaladı. Mallara el
koymak ve tüm gıda maddelerinin fiyatını yarı yarıya azaltmak için yurttaşlar
bir işçi komisyonu oluşturdu. Askerler, halkın arasına karıştı. Faenza, Ancona
ve Imola da genel greve iştirak etti. Torre Annunziata’da ajanlarla çatışmalar
yaşandı.
3
Temmuz’da Floransa mücadeleye katıldı. Grevin başlamasıyla birlikte kitle, şehir
merkezini işgal etti, malları maliyetin altında fiyatlarla çıkarıp dağıtmaya
başladı, hemen satılmayanlar, vagonlar ve kamyonlarla İşçi Odası veya
kooperatifler ve topluluk binaları gibi yerlere götürüldü. Savaşçılar Derneği
işçilere destek verirken, İşçi Odası artık Floransa hükümetiydi.
Tavan
fiyat yüzde 50 oranında düşürüldü. İlaç gibi tavan fiyatın olmadığı ürünlerin
fiyatı ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Yüzde 50’lik müdahale, Forlimpopoli,
Cesena, Civitavecchia, Iesi, Senigallia, Ancona, Falconara, Bolonya gibi
şehirlerde de gerçekleştirildi.
Bedeli
kan olan mücadeleler yürütüldü. Imola’da jandarma, 3 Temmuz’da üç işçiyi
öldürdü. Floransa’da polis, durumu kontrol altına almaya çalıştı ve işçilere
ateş açtı, 4 Temmuz’da bir işçi öldürüldü, 6 Temmuz’da iki kişi öldü, sekiz
kişi yaralandı. Ayrıca 700 tutuklama yapıldı.
Mücadele,
Sicilya’ya da uzandı. Palermo’da 25.000 işçi grev ilan etti, çok sayıda dükkânın
mallarına el koyan işçiler maliyetleri düşürdü, ancak polis kitlesel
tutuklamalara devam etti. Katanya’da onları bastırmak için gönderilen
göstericiler ve askerler kucaklaştı. İsyanlar, polisin göstericiler tarafından
karanlığa sokulduğu Brescia’ya sıçradı. Livorno’da genel konseyin fiyat talimatlarına
uymayan işletmelere el konulması kararlaştırıldı.
6
Temmuz'da isyan Milano’ya yayıldı. Burada polis tarafından 2.200 kişi
tutuklandı. Ayın 7’sinde Cenova’da işçiler, dükkânları ve depoları
yağmaladıktan sonra polisle çatıştılar, bir ölü ve birkaç yaralı bıraktılar.
Aynı gün Napoli’de de benzer bir senaryo yaşandı: genel grev ilanı ardından
birçok dükkân yağmalandı, 20 kişinin yaralanmasına neden olan polisle
çatışmalar yaşandı.
Savona’da
binlerce işçi, tüm gıda maddelerinde %50 indirim uyguladı. Grevler, gıda
maddelerine el konulması ve polisle çatışmalar gibi olaylara, İtalya’nın her
yerinde, kuzeyden güneye sayısız irili ufaklı şehirde tanık olundu. Bu arada,
baskı daha da sertleşti. 9 Temmuz’da kuşatma altındaki Brescia kentinde halk
bir kişiyi öldüren jandarmayı kovaladı.
Makineli
tüfekli Alp birliklerinin konuşlandırıldığı şehrin semalarında akşamları
uçaklar uçuyordu. Taranto’da dört işçi hayatını kaybederken, Catania’daki
çatışmalar dört ağır yaralının hastaneye kaldırılmasıyla neticelendi.
10
Temmuz’da Roma’da üç işçi jandarma tarafından öldürülürken, dört gün boyunca
İşçi Konseyleri tarafından yönetilen Barletta, askerler tarafından kuşatıldı. Kuşatma
neticesinde konsey boyun eğmek zorunda kaldı.
Ayın
14’ünde Lucera’da sekiz ölü ve otuz yaralı, Elba Adası’nda bir ölü ve çok
sayıda yaralı, Roussillon’da iki ölü ve Spilimbergo’da üç ölü ve on dört yaralı
vardı. Ne var ki, Temmuz ve Ağustos sonunda Roma’da, Milano’da ve diğer
şehirlerde grevler belirli bir yoğunlukta sürse de beş ayın sonunda Mantua’daki
isyan altı kişinin ölümü ardından bastırılması üzerine isyan, tükenmenin
eşiğine gelmişti.
1919
yılında açığa çıkan tüm gerilim, devlet ve reformistler eliyle Kasım ayında
yapılacak seçimlere kanalize edildi. Sosyalistler, oyların %33,3’ünü alarak
birinci parti oldu. Bununla birlikte, sosyalistlerin zaferi, gerçek güçler
dengesi açısından işçiler için belirleyici sonuçlara yol açmadı ve hükümet,
Halk Partisi’nin başarısı sayesinde, Nitti liderliğindeki reformist
liberal-radikal-halk-sosyalist koalisyonunun eline geçti.
Liberal
Devletin Zayıflığı, Sendikal ve Sosyalist Hareketin Sınırları
Yüksek
gıda fiyatları yüzünden patlak veren ayaklanmaların vurguladığı ilk gerçek
şuydu: savaş ve ardından gelen krizin yıprattığı eski liberal devlet kurumları
zayıflamış hâldeydi.
Ayaklanma
dalgası birkaç ay içinde dinmiş olmasına rağmen, liberal devletin temel
direkleri olan eski düzen partilerinin olaylarla baş edemediği ortaya çıktı.
Devletin baskıcı güçleri de önemli bir zayıflık gösterdi. Silahlı kuvvetler,
birçok durumda işçilere karşı çıkmayı reddederek ve sık sık onlarla dostluk
kurarak, ayaklanmaları bastırmaya uygun olmadığını kanıtladı.
İsyanlar,
Brescia, Sestri Ponente, Forlì ve La Spezia'da gerçekleşti. Mükemmel bir
baskıcı güç olan jandarma (Carabinieri), o zamanlar sadece 28 bin kişilik
bir güce sahipti ama etkili değildi. Nitti hükümetinde dışişleri bakanı olan
Tittoni’nin şu sözleri, bu anlamda önemliydi: “Yarımadanın her yerinde aynı
anda bir isyan patlak vermiş olsaydı, hükümetin ne yapabileceğini sık sık merak
etmişimdir.”[2] Süreç içerisinde ihtiyatlı davranan Nitti hükümeti, daha kapsamlı
ve daha büyük bir ayaklanmaya sebebiyet verebilecek her türden baskıdan
kaçındı.
Yüksek
gıda fiyatları üzerinden baş gösteren hareket, işçi hareketinin mevcut
sınırlarını ortaya koydu. Bu hareket sayesinde, sadece ücretli işçileri değil, savaşa
iştirak etmiş orta sınıfı da etkileyen bu fiyat artışları ile birlikte
kendiliğinden açığa çıkan halk hareketi, sosyalist partinin ve sendikaların
politik açıdan yetersiz ve kendiliğinden hareketler için kifayetsiz olduklarını
gösterdi. Buna karşılık, mücadele süresince işçilerin referans noktası olarak
iş gören İşçi Odaları, kendilerini hareketi sakinleştirecek ve en nihayetinde
onu etkisiz kılacak adımlarla sınırladılar. Ama gene de ortada, yalnızca
kötüleşen yaşam koşullarının belirlediği bir hareket değil, savaşın sona
ermesinin ardından Rus Devrimi’nin ve uluslararası bağlamın siyasi geriliminin
ve etkisinin önemli olduğu bir hareket vardı.
Neticede,
“Rusya’da yapılanı yapma” iradesinin var ettiği isyan hareketlerinden sadece
İtalya etkilenmedi. 1919’da Macaristan’da Konsey Devrimi yapıldı, Almanya'da
Sovyet cumhuriyeti ilan edildi, Bavyera’da Spartakist ayaklanma gerçekleşti,
emperyalizmin merkezi ülkesi İngiltere’de hükümet kitlesel grevlerle köşeye
sıkıştırıldı ve durumu kontrol altında tutmak için sendikalardan yardım istemek
zorunda kaldı, Odessa’da askerler ve denizciler, özellikle Fransızlar isyan ederek,
Bolşeviklere karşı savaşmayı reddettiler. 20 ve 21 Temmuz 1919’da, Rusya ve
Macaristan sovyet cumhuriyetlerine karşı dış müdahaleyi protesto etmek için
uluslararası bir grev ilan edildi. Bu greve çok sayıda İtalyan işçi katıldı.
Sendika
ve Sosyalist Parti liderlerinin harekete önderlik etme konusundaki yetersizliği
ya da daha doğrusu, isteksizliği, ücretli işçiler ile orta sınıfın, özellikle
savaşa katılmış kesimin ayrışmasına sebep oldu. Sosyalist Parti’nin siyasi
başarısızlığı, orta sınıfın, özellikle de eski savaşçıların hayal kırıklığı ve
kapitalist sınıf içinde korku neticesinde oluşan hareketler hep birlikte,
faşist hareketin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturdular.
Bu
noktada reformist ve devrimci analizin ayrıştırılması, kızıl iki yılı takip
eden dönemde sosyalistlerin sorumluluklarının devrimci açıdan değerlendirilmesi
gerekiyor.
O
dönem Antonio Gramsci, 1919-1920 ayaklanmalarına ve ardından faşizmin ortaya
çıkışına atıfta bulunarak, şunları söyledi:
“Kendiliğinden denilen
hareketleri ihmal etmek, daha da kötüsü, onları küçümsemek, yani onlara
bilinçli bir yön verme, onları daha yüksek bir düzeye çıkarma iradesinden feragat
etmek, çok ciddi ve ağır sonuçlar doğuracaktır. Alt sınıfların her türden
kendiliğinden hareketine her daim muktedir sınıf hesabına çalışan, gerici bir
hareket eşlik eder. Örneğin bir ekonomik kriz, bir yandan alt sınıflar ve
kendiliğinden kitle hareketleri arasında hoşnutsuzluğa neden olurken, diğer
yandan, hükümetin nesnel olarak zayıflamasından yararlanarak, hükümet
darbelerine teşebbüs eden gerici grupların komplolarına zemin hazırlar. Bu
darbeler, ilgili örgütlerin kendiliğinden hareketlere bilinçli bir yön verme ve
onları olumlu bir siyasi faktör hâline getirme sorumluluklarından feragat
etmeleri neticesinde gerçekleşir.”[3]
Gramsci’nin
bu sözleri, 1929’da Sosyalist Parti’ye iki yıllık kızıl dönem süresince
liderlik eden, Genel İşçi Konfederasyonu sekreteri olan D’Aragona’nın yazdığı
yazıda açık bir biçimde dile getirilen yaklaşımı teyit etmektedir:
“Kitlelerdeki Bolşevik
sevdasına gereğinden fazla boyun eğdiğimiz için suçlanabiliriz, ama devrimci
bir patlamayı önlemenin onurundan kimse bizi mahrum edemez. Faşizm, bizim tehlikeyi
bertaraf etmemizin ardından geldi.”[4]
Domenico Moro
10
Temmuz 2019
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, Passato e presente, Editori Riuniti, Roma 1979, s.
67-68.
[2]
Renzo Del Carria, Proletari senza rivoluzione, Cilt. 3, Savelli,
Roma 1979, s. 79.
[3]
Antonio Gramsci, a.g.e., s. 73-74.
[4]
Aktaran Renzo Del Carria, a.g.e. s. 83.
0 Yorum:
Yorum Gönder