11 Haziran 2025

,

İki Kızıl Yıl


İşçi hareketiyle devrimci hareketin tarihine dair inceleme, yalnızca insanın köklerini hatırlaması ve kimliğini teyit etmesi değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, bugün ve gelecekte yapılacak politik, taktiksel ve stratejik tercihler için bir ders olarak da önemlidir.

Kızıl İki Yıl’ın (1919-1920) yüzüncü yıldönümü, tam da bu 2019 yazının başına denk geliyor. Bu iki yıllık dönem, İtalyan alt sınıflarının son yüz yılda, mücadelelerin hem derinliği hem de ülke topraklarında ulaştığı menzil açısından en yüksek devrimci gerilim anlarından birini temsil ediyor. Bazı yönlerden, büyük olasılıkla iki yıllık kızıl dönem, alt sınıfların diğer iki büyük hareketiyle, hem Direniş sırasında gelişen, hem Merkez-Kuzey ile sınırlı olan ve aynı zamanda bir ulusal kurtuluş mücadelesi hem de bir sınıf mücadelesi niteliği taşıyan, 1969 ile 1977-80 yılları arasında gerçekleşen hareketle yani, Sıcak Sonbahar ile Fiat işgali arasında geçen dönemle kıyaslandığında, daha önemli bir yere sahiptir.

Kızıl İki Yıl, Haziran-Temmuz 1919’da yüksek gıda fiyatları için ayaklanmalarla başlayan ve toprak mücadelesiyle, ordunun isyanıyla devam eden, 1920’de fabrikaların işgaliyle sonuçlanan bir dizi olayın gerçekleştiği dönemi ifade ediyor.

Genel Bağlam ve Birinci Dünya Savaşı

1905’te Rusya’da 1917 devriminin “kostümlü provası” gerçekleştirildi. İtalya’da da Kızıl İki Yıl’da yaşanan altüstten önce, 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermediği ortamda, “Kızıl Hafta” adı verilen önemli bir isyan hareketine tanık olundu. İtalya’nın savaşa girmesiyle birlikte savaş karşıtı mücadeleye ekmek mücadelesinin eşlik ettiği bir süreç başladı.

1917’de savaş sırasında meydana gelen olaylar özellikle önemliydi. O yıl, Avrupa’daki halk kitlelerinin emperyalist savaşın yol açtığı sefalet ve katliam karşısında duyduğu bıkkınlık, Rusya’da önce Çarlığı deviren Şubat Devrimi’nde, ardından da Paris Komünü’nden sonra tarihteki ilk işçi hükümetini kuran Ekim Devrimi’nde karşılık buldu.

Batı’da da önemli isyanlar gerçekleşti. Örneğin Fransa’da, askerlerin kitlesel isyanlarına tanık olundu. Bu isyanlar, ABD birliklerinin gelişine kadar Batı Cephesi’ndeki saldırıların geçici olarak kesintiye uğramasına yol açtı.

İtalya’da iki benzersiz olay yaşandı.

1. Başlangıçta İtalyan askerlerinin konuşlandığı mevzide basit bir gedik açan, gerçek bir askeri “grev” olarak adlandırılan gelişme sebebiyle, gerçek bir bozguna dönüşen Caporetto’daki cephenin çöküşü.

2. Endüstriyel savaş üretiminin muazzam gelişmesi nedeniyle büyük ve radikalleşmiş bir işçi sınıfının oluştuğu Torino ayaklanması. Torino, Batı Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir şehrin gerçekleştirebileceği en özel ayaklanmaya şahitlik etti.

İki yıllık kızıl dönemi ve Ekim Devrimi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun toplumsal dokusunun, sermaye ile emek ve İtalyan sermayesi ile uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini dikkate almadan anlamak zor olurdu.

Muzaffer olmasına rağmen İtalya, çatışmadan diğer güçlerden daha derin yaralar alarak çıktı. Ülke, 650 bin civarında askerini kaybetmişti. Yüz binlerce insan, bu süreçten yaralı ve sakat çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı kayıptan daha büyüğüyle yüzleşen İtalya, yarım milyon insanını kaybetti.

Trento ve Trieste’yi İtalya’ya tekrar bağlamak için yola çıkan, ama aslında sömürgeci nüfuz alanını Dalmaçya ve Küçük Asya’ya genişletmek isteyen İtalyan emperyalizmi, onca ekonomik sorun ve yaşanan insani kayıp üzerinden pek bir şey elde edemedi.

1915’te İngiltere ve Fransa ile Londra Anlaşması’nı imzalayan İtalya, bu anlaşma uyarınca savaşa girme sözü vermiş, bunun karşılığında bazı taleplerde bulunmuştu. Ama savaş neticesinde bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı. Böylelikle, İtalya’daki militarist eylemsellik “sakat bırakılmış zafer” efsanesi üzerinden körüklendi. Faşizm, tam da bu toprakta gelişme imkânı buldu.

Yurtdışındaki durum gerginliklerle malul iken, içerideki ekonomi dengesiz bir şekilde büyüyor, sosyal uçurumlar derinleşiyordu. Sanayi aygıtı, kârların artmasını ve ekonomik gücün birkaç büyük sanayi grubunun, Ilva, Montecatini, Ansaldo, Fiat, vb. elinde toplanmasını destekleyen askeri emirler sayesinde orantısız ve yapay bir biçimde büyümüştü. Savaştan hemen sonra savaş endüstrisinin barış endüstrisine dönüştürülmesi, büyük endüstrilere bağlı bankaları da içeren güçlü bir krize yol açtı. Korumacılıkla sürece müdahale eden devlet, büyük şirketlere destek sundu.

Dahası, İtalya yurtdışında yaklaşık 20 milyar liret borç altına girmişti. İç borcu ise 46 milyar liret düzeyindeydi. Enflasyonla birlikte savaştan sonra ödenmesi gereken borç 40 milyarı aşıyordu. Para devalüe edildi, bu da toplumsal kutuplaşmayı iyice derinleştirdi: Bu süreçte spekülatörler, sanayiciler ve rantçılar zenginleşirken, sabit gelirlilerle (işçiler ve memurlarla) köylüler yoksullaştı.

Hızlanan sanayileşme, savaş döneminde bile köylü emeğinin fazlasını şehre çekememişti. Savaş endüstrisinin dönüşümü, işsizlikte bir artışa neden oldu. ABD, 1921’de 2 milyona ulaşan devasa sanayi rezerv ordusu için iş gören tahliye vanasını göç karşıtı politikalarla kapatınca İtalya’daki durum daha da kötüleşti.

İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıf, yani İtalyan devletinin daha önce üzerine kurulduğu küçük-burjuva sosyal sınıflar da bu durumdan etkilendi. Uzlaşması mümkün olmayan güçler, kriz koşullarında, daha önce pasif olan geniş kitleleri örgütleme yeteneğinden yoksundu. Başta Sosyalist Parti olmak üzere uzlaşmaz güçlerin bu önderlik kapasitesinden yoksun oluşu, savaşta önemli bir rol oynamıştı. Artık bu, işsizleşen orta sınıfları ilgilendiren bir eksiklikti.

Gramsci ve Togliatti’nin gelecek yıllarda, kızıl iki yıldan hatta faşizmin iktidarı ele geçirmesinden sonra yaptıkları eleştirilerde ifade ettiği biçimiyle, Sosyalist Parti, mevcut hatası sebebiyle işçiyle köylüyü bir araya getiremedi, ara sınıflarla ittifak kurmaya çalışmadı. Bilhassa sosyalistler, savaş gazilerine hiç hitap etmiyorlardı. Gramsci’nin tespitiyle, bu da onları sosyalizme düşmanlaştırdı:

“Müdahalecilerin partiye kabul edilemeyeceğini ortaya koyan önerge, bir şantaj, bireysel sindirme aracı ve demagojik bir açıklamadan ibaretti. […] Bu açıklama, partinin askeri müdahaleye yönelik karşıtlığını faaliyetinin ekseni hâline getirmemesi gereken siyasi konumunu tahrif etmeye ve belirli küçük-burjuva kesimlere karşı nefret ve kişisel baskılar için gerekli zeminin örülmesine katkıda bulundu. […] Bu, temel sorundan, iktidar sorunundan kaçınma ve kitlelerin dikkatini ve tutkularını tali hedeflere yönlendirme, egemen sınıfın tarihsel-politik sorumluluğunu ikiyüzlü bir şekilde gizleme, halkın öfkesini egemen sınıfın politikasının maddi ve çoğu zaman bilinçsiz araçlarına dökme politikasıydı. […] Savaşın, özellikle küçük aydınlar ve küçük burjuvazi arasında yol açtığı muazzam ekonomik ve psikolojik altüst oluşla birlikte, bu tabakaları radikalleştireceği açıktı. Parti, onları kendisine müttefik kılmak yerine, hiç yoktan düşman edindi, yani onları egemen sınıfa geri fırlattı.[1]

“Orta sınıflar” başlığı ve birbiriyle çatışma içerisinde olan güçlerin onlarla ilişkisi, kriz dönemlerinde kendisini tekrar tekrar hissettirir. Bu bağlamda, İtalya’da savaş sonrasında önemli olaylara tanık olunmuştur. Bu olaylar, bugün krizi ve Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarını, o döneme benzer kutuplaşmayı ve ayaklanmaları birebir tecrübe ettiğimiz koşullarda akılda tutulmalıdır. Dün olduğu gibi bugün de sol, muktedir sınıfın sorumlulukları yerine başka konulara odaklanmaktadır.

Yüksek Gıda Fiyatı Önergesi

Kızıl İki Yıl denilen dönemin ilk bölümü, 1919 yazının başında, tam da bahsini ettiğimiz bağlam dâhilinde cereyan etti. Köylü mücadelelerine, ordu içi isyanlara ve fabrika işgallerine tanıklık eden bu dönemde bir de yüksek gıda maliyetleri de önemli bir role sahipti. Kendiliğinden ve farklı coğrafi konumlarda gerçekleşen eylemlerle gıda fiyatları protesto edildi. Burjuvazi, yaşanan bu kitlesel hareketlilik karşısında ne yapacağını bilemedi ve bir anda baskıcı adımlara başvuramadı. 1914’ten 1918’e gelindiğinde temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları üç kat artmıştı. Bu sürece grevlerle cevap verildi. Milyonlarca işçi sürece katıldı. Ancak ücret artışlarının fiyat artışları karşısında sönük kaldığı koşullarda grevler çözüm üretmedi. Bu nedenle kitleler, ayaklanma yoluna revan oldular.

Grevlerden ayaklanmalara geçişe tanıklık eden ilk şehir, La Spezia’ydı. 11 Haziran günü bu şehirde işçiler, meyve ve sebze toptancılarının lokavtına tepki olarak büyük bir gösteri örgütlediler. Jandarmanın ateşi sonucu iki işçi öldü, yirmi beşi yaralandı. Katliam ayaklanmayı tetikledi. Dükkânlar yağmalandı, şehir, isyancıların eline geçti. Kraliyet Donanması’nın önemli üslerinden olan şehirde bulunan, savaş gemilerinde görevli bahriyeliler, işçilere destek verdiler.

Hareketin başka şehirlere yayılması için bir eylem komitesi oluşturuldu. 13 Haziran günü isyanlar Cenova’ya yayıldı, şehirde düzenlenen büyük bir gösterinin ardından gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, bu da genç bir işçinin öldürülmesine neden oldu. Akşam saatlerinde şehir muhafızlarının kışlasına bir saldırı girişiminde bulunuldu, bu eylemde üç işçi ciddi bir biçimde yaraladı.

Cenova ve La Spezia’daki katliamların öğrenilmesi ardından Milano ve Torino da sendikaların emri olmadan genel greve gitti. 16 Haziran’da sıra Pisa ve Bolonya’ya geldi. Pisa’da işçi sendikasının direnişi işçilerin baskısıyla kırıldı. Forli şehrinde kadınların öncülük ettiği kalabalık dükkânları yağmaladı. Mallara el koymak ve tüm gıda maddelerinin fiyatını yarı yarıya azaltmak için yurttaşlar bir işçi komisyonu oluşturdu. Askerler, halkın arasına karıştı. Faenza, Ancona ve Imola da genel greve iştirak etti. Torre Annunziata’da ajanlarla çatışmalar yaşandı.

3 Temmuz’da Floransa mücadeleye katıldı. Grevin başlamasıyla birlikte kitle, şehir merkezini işgal etti, malları maliyetin altında fiyatlarla çıkarıp dağıtmaya başladı, hemen satılmayanlar, vagonlar ve kamyonlarla İşçi Odası veya kooperatifler ve topluluk binaları gibi yerlere götürüldü. Savaşçılar Derneği işçilere destek verirken, İşçi Odası artık Floransa hükümetiydi.

Tavan fiyat yüzde 50 oranında düşürüldü. İlaç gibi tavan fiyatın olmadığı ürünlerin fiyatı ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Yüzde 50’lik müdahale, Forlimpopoli, Cesena, Civitavecchia, Iesi, Senigallia, Ancona, Falconara, Bolonya gibi şehirlerde de gerçekleştirildi.

Bedeli kan olan mücadeleler yürütüldü. Imola’da jandarma, 3 Temmuz’da üç işçiyi öldürdü. Floransa’da polis, durumu kontrol altına almaya çalıştı ve işçilere ateş açtı, 4 Temmuz’da bir işçi öldürüldü, 6 Temmuz’da iki kişi öldü, sekiz kişi yaralandı. Ayrıca 700 tutuklama yapıldı.

Mücadele, Sicilya’ya da uzandı. Palermo’da 25.000 işçi grev ilan etti, çok sayıda dükkânın mallarına el koyan işçiler maliyetleri düşürdü, ancak polis kitlesel tutuklamalara devam etti. Katanya’da onları bastırmak için gönderilen göstericiler ve askerler kucaklaştı. İsyanlar, polisin göstericiler tarafından karanlığa sokulduğu Brescia’ya sıçradı. Livorno’da genel konseyin fiyat talimatlarına uymayan işletmelere el konulması kararlaştırıldı.

6 Temmuz'da isyan Milano’ya yayıldı. Burada polis tarafından 2.200 kişi tutuklandı. Ayın 7’sinde Cenova’da işçiler, dükkânları ve depoları yağmaladıktan sonra polisle çatıştılar, bir ölü ve birkaç yaralı bıraktılar. Aynı gün Napoli’de de benzer bir senaryo yaşandı: genel grev ilanı ardından birçok dükkân yağmalandı, 20 kişinin yaralanmasına neden olan polisle çatışmalar yaşandı.

Savona’da binlerce işçi, tüm gıda maddelerinde %50 indirim uyguladı. Grevler, gıda maddelerine el konulması ve polisle çatışmalar gibi olaylara, İtalya’nın her yerinde, kuzeyden güneye sayısız irili ufaklı şehirde tanık olundu. Bu arada, baskı daha da sertleşti. 9 Temmuz’da kuşatma altındaki Brescia kentinde halk bir kişiyi öldüren jandarmayı kovaladı.

Makineli tüfekli Alp birliklerinin konuşlandırıldığı şehrin semalarında akşamları uçaklar uçuyordu. Taranto’da dört işçi hayatını kaybederken, Catania’daki çatışmalar dört ağır yaralının hastaneye kaldırılmasıyla neticelendi.

10 Temmuz’da Roma’da üç işçi jandarma tarafından öldürülürken, dört gün boyunca İşçi Konseyleri tarafından yönetilen Barletta, askerler tarafından kuşatıldı. Kuşatma neticesinde konsey boyun eğmek zorunda kaldı.

Ayın 14’ünde Lucera’da sekiz ölü ve otuz yaralı, Elba Adası’nda bir ölü ve çok sayıda yaralı, Roussillon’da iki ölü ve Spilimbergo’da üç ölü ve on dört yaralı vardı. Ne var ki, Temmuz ve Ağustos sonunda Roma’da, Milano’da ve diğer şehirlerde grevler belirli bir yoğunlukta sürse de beş ayın sonunda Mantua’daki isyan altı kişinin ölümü ardından bastırılması üzerine isyan, tükenmenin eşiğine gelmişti.

1919 yılında açığa çıkan tüm gerilim, devlet ve reformistler eliyle Kasım ayında yapılacak seçimlere kanalize edildi. Sosyalistler, oyların %33,3’ünü alarak birinci parti oldu. Bununla birlikte, sosyalistlerin zaferi, gerçek güçler dengesi açısından işçiler için belirleyici sonuçlara yol açmadı ve hükümet, Halk Partisi’nin başarısı sayesinde, Nitti liderliğindeki reformist liberal-radikal-halk-sosyalist koalisyonunun eline geçti.

Liberal Devletin Zayıflığı, Sendikal ve Sosyalist Hareketin Sınırları

Yüksek gıda fiyatları yüzünden patlak veren ayaklanmaların vurguladığı ilk gerçek şuydu: savaş ve ardından gelen krizin yıprattığı eski liberal devlet kurumları zayıflamış hâldeydi.

Ayaklanma dalgası birkaç ay içinde dinmiş olmasına rağmen, liberal devletin temel direkleri olan eski düzen partilerinin olaylarla baş edemediği ortaya çıktı. Devletin baskıcı güçleri de önemli bir zayıflık gösterdi. Silahlı kuvvetler, birçok durumda işçilere karşı çıkmayı reddederek ve sık sık onlarla dostluk kurarak, ayaklanmaları bastırmaya uygun olmadığını kanıtladı.

İsyanlar, Brescia, Sestri Ponente, Forlì ve La Spezia'da gerçekleşti. Mükemmel bir baskıcı güç olan jandarma (Carabinieri), o zamanlar sadece 28 bin kişilik bir güce sahipti ama etkili değildi. Nitti hükümetinde dışişleri bakanı olan Tittoni’nin şu sözleri, bu anlamda önemliydi: “Yarımadanın her yerinde aynı anda bir isyan patlak vermiş olsaydı, hükümetin ne yapabileceğini sık sık merak etmişimdir.”[2] Süreç içerisinde ihtiyatlı davranan Nitti hükümeti, daha kapsamlı ve daha büyük bir ayaklanmaya sebebiyet verebilecek her türden baskıdan kaçındı.

Yüksek gıda fiyatları üzerinden baş gösteren hareket, işçi hareketinin mevcut sınırlarını ortaya koydu. Bu hareket sayesinde, sadece ücretli işçileri değil, savaşa iştirak etmiş orta sınıfı da etkileyen bu fiyat artışları ile birlikte kendiliğinden açığa çıkan halk hareketi, sosyalist partinin ve sendikaların politik açıdan yetersiz ve kendiliğinden hareketler için kifayetsiz olduklarını gösterdi. Buna karşılık, mücadele süresince işçilerin referans noktası olarak iş gören İşçi Odaları, kendilerini hareketi sakinleştirecek ve en nihayetinde onu etkisiz kılacak adımlarla sınırladılar. Ama gene de ortada, yalnızca kötüleşen yaşam koşullarının belirlediği bir hareket değil, savaşın sona ermesinin ardından Rus Devrimi’nin ve uluslararası bağlamın siyasi geriliminin ve etkisinin önemli olduğu bir hareket vardı.

Neticede, “Rusya’da yapılanı yapma” iradesinin var ettiği isyan hareketlerinden sadece İtalya etkilenmedi. 1919’da Macaristan’da Konsey Devrimi yapıldı, Almanya'da Sovyet cumhuriyeti ilan edildi, Bavyera’da Spartakist ayaklanma gerçekleşti, emperyalizmin merkezi ülkesi İngiltere’de hükümet kitlesel grevlerle köşeye sıkıştırıldı ve durumu kontrol altında tutmak için sendikalardan yardım istemek zorunda kaldı, Odessa’da askerler ve denizciler, özellikle Fransızlar isyan ederek, Bolşeviklere karşı savaşmayı reddettiler. 20 ve 21 Temmuz 1919’da, Rusya ve Macaristan sovyet cumhuriyetlerine karşı dış müdahaleyi protesto etmek için uluslararası bir grev ilan edildi. Bu greve çok sayıda İtalyan işçi katıldı.

Sendika ve Sosyalist Parti liderlerinin harekete önderlik etme konusundaki yetersizliği ya da daha doğrusu, isteksizliği, ücretli işçiler ile orta sınıfın, özellikle savaşa katılmış kesimin ayrışmasına sebep oldu. Sosyalist Parti’nin siyasi başarısızlığı, orta sınıfın, özellikle de eski savaşçıların hayal kırıklığı ve kapitalist sınıf içinde korku neticesinde oluşan hareketler hep birlikte, faşist hareketin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturdular.

Bu noktada reformist ve devrimci analizin ayrıştırılması, kızıl iki yılı takip eden dönemde sosyalistlerin sorumluluklarının devrimci açıdan değerlendirilmesi gerekiyor.

O dönem Antonio Gramsci, 1919-1920 ayaklanmalarına ve ardından faşizmin ortaya çıkışına atıfta bulunarak, şunları söyledi:

“Kendiliğinden denilen hareketleri ihmal etmek, daha da kötüsü, onları küçümsemek, yani onlara bilinçli bir yön verme, onları daha yüksek bir düzeye çıkarma iradesinden feragat etmek, çok ciddi ve ağır sonuçlar doğuracaktır. Alt sınıfların her türden kendiliğinden hareketine her daim muktedir sınıf hesabına çalışan, gerici bir hareket eşlik eder. Örneğin bir ekonomik kriz, bir yandan alt sınıflar ve kendiliğinden kitle hareketleri arasında hoşnutsuzluğa neden olurken, diğer yandan, hükümetin nesnel olarak zayıflamasından yararlanarak, hükümet darbelerine teşebbüs eden gerici grupların komplolarına zemin hazırlar. Bu darbeler, ilgili örgütlerin kendiliğinden hareketlere bilinçli bir yön verme ve onları olumlu bir siyasi faktör hâline getirme sorumluluklarından feragat etmeleri neticesinde gerçekleşir.”[3]

Gramsci’nin bu sözleri, 1929’da Sosyalist Parti’ye iki yıllık kızıl dönem süresince liderlik eden, Genel İşçi Konfederasyonu sekreteri olan D’Aragona’nın yazdığı yazıda açık bir biçimde dile getirilen yaklaşımı teyit etmektedir:

“Kitlelerdeki Bolşevik sevdasına gereğinden fazla boyun eğdiğimiz için suçlanabiliriz, ama devrimci bir patlamayı önlemenin onurundan kimse bizi mahrum edemez. Faşizm, bizim tehlikeyi bertaraf etmemizin ardından geldi.”[4]

Domenico Moro
10 Temmuz 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, Passato e presente, Editori Riuniti, Roma 1979, s. 67-68.

[2] Renzo Del Carria, Proletari senza rivoluzione, Cilt. 3, Savelli, Roma 1979, s. 79.

[3] Antonio Gramsci, a.g.e., s. 73-74.

[4] Aktaran Renzo Del Carria, a.g.e. s. 83.

0 Yorum: