Bulgaristan yönetimi, 1950’lerin başında toprakları kolektifleştirmeye başlayınca Türk köylülerinin Türkiye’ye göç süreci başlar. Bu duruma müdahale etmek adına devlet, Nâzım Hikmet’i ülkeye davet eder. Nâzım bu amaç doğrultusunda halkın katıldığı toplantılarda konuşmalar yapar. Köyleri ziyaret eder. Aşağıda kendisine mihmandarlık yapan Bulgar şair Blaga Dimitrova’nın anı kitabından bir bölüm aktarılıyor.
* * *
“Demek
ki Ruse’deyiz, yani eski Rusçuk’tayız.”
Bu
şehirde birçok millettaşı bulunduğunu bildiği için, onlarla yapacağı karşılaşmaların
heyecanını duyuyordu.
Sabahın
erken saatlerine rağmen, (istasyon karşılayıcılarla dolmuştu. Omuz omuza sıkışmış
olan Bulgarlar ve Türkler, büyük şair ve barış savaşçısını bekliyorlardı.
Kalpten kopan Bulgarca ve Türkçe sevinç nidaları, çiçek buketleri ve sallanan
ellerle birlikte, trene doğru yükseliyordu.
Şair,
trenin iyice durmasını beklemeden, resmi karşılanma kaidelerine aldırmayarak,
halkın kendisini beklemekte olduğu meydanlığa atladı. Bir elde buket, diğerinde
hükümet adına söyleyecekleri nutuk olduğu hâlde, merasim yerine dizilmiş olan yoldaşlar,
insan kitlesinin teşkil ettiği girdap tarafından sürükleniyor ve misafire yaklaşıp
program gereğince kendisini selamlayamadıkları için şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.
Nâzım
Hikmet, kalabalık arasında bulunanların en yüksek boylusu olduğu için, bütün
gözlerle göz göze gelmek ve her taraftan yağan kardeşçe sözleri kapmak istermiş
gibi, başını her tarafa çeviriyordu. Bu, öz kardeşleriyle ilk görüşmesiydi.
Aksakallı
bir ihtiyar, omuzunda ağlıyor, annelerin kaldırdığı çocuklar, kollarını öz babalarıymış
gibi, onun boynuna doluyorlardı. Herkes ona, senelerden beri içinde biriktirdiği
sözleri söylemeye can atıyordu.
“Seni
görmek de nasip oldu bana, oğlum!”
“Kardeşimiz,
medarı iftiharımız, hoş geldin!”
Ona
sarmaşmak ve sözlerini kulağına söylemek imkânını bulamayanlar ise, tek ses hâlinde
“Yaşasın Nâzım Hikmet!” diye bağırıyorlardı.
Bir
grup genç “Nâzım’a selam” sözlerini hep bir ağızdan tekrarlıyordu. Bir piyoner,
yanına kadar sokuluyor ve cıvıl cıvıl bir sesle, Türkçe olarak onu selamlıyor.
Nâzım Hikmet, bu yavruyu havaya kaldırıyor. Şair, gittikçe kitlenin içerisine
giriyor, âdeta onun içinde erimek istiyor. Yakınında bulunanların ayrı ayrı ellerini
sıkıyor, uzaktakilere elini uzatıyor, herkese bir şeyler söylemeye çalışıyor. Onun
yanına sokulabilenlerin yüzlerinde, bu eşsiz anda Nâzım Hikmet’in kendilerine söylediği
heyecanlı ve kardeşçe sözlerin akislerini okuyorum.
Etraftaki
insan kalabalığını dikkatle gözden geçiriyorum. Bir sene evvel garlarda gördüğüm
o insanlarla, bugün etrafımı saran bu halk arasında ne büyük bir fark var!
Burada
yine ferace ve sarıklar görüyorum, fakat bunların altındaki simalarda vakar
var, kendine güven hissi var, yükselen milli gurur hissi parıldıyor.
Onlar
Türklükleriyle gurur duyuyorlar, zira bugünkü progresif insanlığın en sevdiği şair
ve kahramanlardan biri, kendi öz kardeşleridir. Türklerle aynı kitle içinde bulunan
biz Bulgarlar da, aynı şekilde milli gurur duygusu içindeydik.
Şair,
burada, yurdumuzda, kendisini öz vatanındaymış gibi hissediyor; şu fazlalıkla ki,
burada duyduklarını kendi vatanında hiçbir zaman hissetmemiştir. Uzun yıllar boyunca
devam eden mücadeleler neticesinde kazanılan hürriyetimiz, ona, yeniden hapse atılmak
korkusu olmaksızın Türk kardeşleriyle görüşüp konuşma bahtiyarlığını verdi.
Nâzım
Hikmet, Ruse’de, binlerce insanın iştirakiyle yapılan mitingde, heyecandan
nefesi kesilerek bir selamlama nutku söyledi. Memleketinde vatandaşlarına hitap
ederken, bütün hayatı boyunca daima ihtiyatlı konuşmak mecburiyetinde kalmıştı.
Halkıyla ilk defa olarak, istediği gibi, bizim memleketimizde konuşabildi. Binlerce
kişinin katıldığı bu mitingde, kaynaşmış bir kitle teşkil eden Bulgarlar ve Türkler,
şairin sözlerini büyük bir heyecanla, susamışçasına dinlediler.
Yanında
bulunan bir Türk genci, bir Bulgar’a doğru eğilerek, şairin sözlerini tercüme
ediyordu:
“Kardeşlerim!
Kendi anavatanımdan kaçtım. Canım memleketim Türkiye, Amerikalılar tarafından esaret
altına alınmıştır. Ben, on yedi yıl boyunca, vatan göklerini hapishane parmaklıkları
arasından görüyordum.
Hür
Bulgarya’da, Dimitrof’un bahtiyar memleketinde göğüs dolusu hürriyet havası teneffüs
ediyorum. Fakat henüz içim rahat değil. Çünkü burada, hürriyeti, evlatlarının saadetini,
sosyalist emeğinin yarattığı saadeti akılsızca bırakıp, benim güçlükle kurtulabildiğim
zindana gitmek isteyen millettaşlarım var. Kardeşlerim, size bugünkü Türkiye’yi
anlatmadıkça, satılmış yalancıların sizi uçuruma sürüklediklerini bildirmek
olan vazifemi yerine getirmedikçe içim rahata kavuşmayacak!”
Garın
sağ tarafındaki Tuna limanında, henüz gelmiş olan vapurun halatları gıcırdıyor.
Sabah. İş saati yaklaşıyor. Biraz sonra bütün şehir, iş humması içinde canlanacaktır.
İşte bu kısa sabah sükûnu içinde, Nâzım Hikmet’in sesi, marşallaştırılmış Türkiye’deki
işsizliğin, gayriinsani istismarın, açlığın ve sefaletin ürpertici tablolarını resmediyordu.
Operası, senfoni orkestrası, tiyatrosu vs. bulunan bir Bulgaristan şehrinde Türk
şairi, esaret altındaki Türkiye’de halkın nasıl cahil bırakıldığını anlatıyordu.
Sözleri basitti, gerçekle ve tekzip kabul etmez bir inandırıcılıkla dolu idi. O,
binlerce kişilik mitingi samimi bir dost sohbetine, uzun bir ayrılıktan sonra buluşan
bir ailenin candan konuşmasına çevirdi.
Türkiye
emekçilerinin insanca olmayan hayat şartlarını konkre tablolar hâlinde önümüze
seriyor, müşahedelerini ve başından geçenleri anlatıyordu.
Şair,
şehre doğru yürüyünce, halk da ardından hareket etti. Bütün bakışlar büyük bir canlılıkla
ilerleyen iri yarı Nâzım Hikmet’in üzerinde toplanmıştı. Halk kitlesi, şehrin merkezine
doğru bir çığ gibi kendiliğinden büyüdü. Herkes mızıkanın temposu ile ilerliyor
ve adımlarını Nâzım Hikmet’in geniş adımlarına uydurmaya çalışıyordu. Kollarını
iki tarafındaki iki gencin omuzları üzerine atmış olan şair, neşe içinde
ilerliyordu. Ardından gelen Bulgar ve Türkler de, kol kola, geniş saflar hâlinde,
büyük bir canlılık içinde onu takip ediyorlardı. Şehir uyanıyor, pencereler açılıyor,
her taraftan nümayişçileri selamlayanların sesleri duyuluyordu. Kalabalığı gören
herkes, saflara katılıyor ve şevke gelmiş olan halkın müşterek heyecanına iştirak
ediyordu.
Romanya’daki
Bulgar ihtilalcileriyle birleşmek üzere, zifiri karanlık kış gecelerinde buz tutmuş
Tuna’dan geçmiş olan inkılapçılarımıza, bu şehir geçit vermişti; Tonka nine, bu
şehirde yaşamış, Angel Kınçef, bu şehirde kahramanca can vermişti; Türk paşa ve
beylerinin tahakkümüne karşı, bu şehir kahramanca mücadele etmişti. Şimdi aynı şehir,
bu güneşli sabah saatlerinde, Türk halkının sadık evladını öz evlat gibi karşılıyordu.
Nâzım Hikmet’in geniş omuzları üzerine çiçekler yağıyordu. Etrafındakiler, gür
sesleriyle “Ölmedi O, Sağdır” marşını söylüyorlardı.
Nâzım
Hikmet’in şu sözleri ne kadar doğrudur: “Halklar arasında ebedi kardeşlik duygusunu,
sadece ve sadece biz komünistler yaratabiliriz.”
Blaga Dimitrova
[Kaynak: Nazım Hikmet Bulgaristan’da: Yolculuk Notları, Çeviri: Hüseyin Karahasan, Devlet Neşriyatevi, Sofya, 1955, s. 10-13.]
0 Yorum:
Yorum Gönder