03 Haziran 2025

Nâzım Bulgaristan’da

Bulgaristan yönetimi, 1950’lerin başında toprakları kolektifleştirmeye başlayınca Türk köylülerinin Türkiye’ye göç süreci başlar. Bu duruma müdahale etmek adına devlet, Nâzım Hikmet’i ülkeye davet eder. Nâzım bu amaç doğrultusunda halkın katıldığı toplantılarda konuşmalar yapar. Köyleri ziyaret eder. Aşağıda kendisine mihmandarlık yapan Bulgar şair Blaga Dimitrova’nın anı kitabından bir bölüm aktarılıyor.

* * *


“Demek ki Ruse’deyiz, yani eski Rusçuk’tayız.”

Bu şehirde birçok millettaşı bulunduğunu bildiği için, onlarla yapacağı karşılaşmaların heyecanını duyuyordu.

Sabahın erken saatlerine rağmen, (istasyon karşılayıcılarla dolmuştu. Omuz omuza sıkışmış olan Bulgarlar ve Türkler, büyük şair ve barış savaşçısını bekliyorlardı. Kalpten kopan Bulgarca ve Türkçe sevinç nidaları, çiçek buketleri ve sallanan ellerle birlikte, trene doğru yükseliyordu.

Şair, trenin iyice durmasını beklemeden, resmi karşılanma kaidelerine aldırmayarak, halkın kendisini beklemekte olduğu meydanlığa atladı. Bir elde buket, diğerinde hükümet adına söyleyecekleri nutuk olduğu hâlde, merasim yerine dizilmiş olan yoldaşlar, insan kitlesinin teşkil ettiği girdap tarafından sürükleniyor ve misafire yaklaşıp program gereğince kendisini selamlayamadıkları için şaşkın şaşkın bakınıyorlardı.

Nâzım Hikmet, kalabalık arasında bulunanların en yüksek boylusu olduğu için, bütün gözlerle göz göze gelmek ve her taraftan yağan kardeşçe sözleri kapmak istermiş gibi, başını her tarafa çeviriyordu. Bu, öz kardeşleriyle ilk görüşmesiydi.

Aksakallı bir ihtiyar, omuzunda ağlıyor, annelerin kaldırdığı çocuklar, kollarını öz babalarıymış gibi, onun boynuna doluyorlardı. Herkes ona, senelerden beri içinde biriktirdiği sözleri söylemeye can atıyordu.

“Seni görmek de nasip oldu bana, oğlum!”

“Kardeşimiz, medarı iftiharımız, hoş geldin!”

Ona sarmaşmak ve sözlerini kulağına söylemek imkânını bulamayanlar ise, tek ses hâlinde “Yaşasın Nâzım Hikmet!” diye bağırıyorlardı.

Bir grup genç “Nâzım’a selam” sözlerini hep bir ağızdan tekrarlıyordu. Bir piyoner, yanına kadar sokuluyor ve cıvıl cıvıl bir sesle, Türkçe olarak onu selamlıyor. Nâzım Hikmet, bu yavruyu havaya kaldırıyor. Şair, gittikçe kitlenin içerisine giriyor, âdeta onun içinde erimek istiyor. Yakınında bulunanların ayrı ayrı ellerini sıkıyor, uzaktakilere elini uzatıyor, herkese bir şeyler söylemeye çalışıyor. Onun yanına sokulabilenlerin yüzlerinde, bu eşsiz anda Nâzım Hikmet’in kendilerine söylediği heyecanlı ve kardeşçe sözlerin akislerini okuyorum.

Etraftaki insan kalabalığını dikkatle gözden geçiriyorum. Bir sene evvel garlarda gördüğüm o insanlarla, bugün etrafımı saran bu halk arasında ne büyük bir fark var!

Burada yine ferace ve sarıklar görüyorum, fakat bunların altındaki simalarda vakar var, kendine güven hissi var, yükselen milli gurur hissi parıldıyor.

Onlar Türklükleriyle gurur duyuyorlar, zira bugünkü progresif insanlığın en sevdiği şair ve kahramanlardan biri, kendi öz kardeşleridir. Türklerle aynı kitle içinde bulunan biz Bulgarlar da, aynı şekilde milli gurur duygusu içindeydik.

Şair, burada, yurdumuzda, kendisini öz vatanındaymış gibi hissediyor; şu fazlalıkla ki, burada duyduklarını kendi vatanında hiçbir zaman hissetmemiştir. Uzun yıllar boyunca devam eden mücadeleler neticesinde kazanılan hürriyetimiz, ona, yeniden hapse atılmak korkusu olmaksızın Türk kardeşleriyle görüşüp konuşma bahtiyarlığını verdi.

Nâzım Hikmet, Ruse’de, binlerce insanın iştirakiyle yapılan mitingde, heyecandan nefesi kesilerek bir selamlama nutku söyledi. Memleketinde vatandaşlarına hitap ederken, bütün hayatı boyunca daima ihtiyatlı konuşmak mecburiyetinde kalmıştı. Halkıyla ilk defa olarak, istediği gibi, bizim memleketimizde konuşabildi. Binlerce kişinin katıldığı bu mitingde, kaynaşmış bir kitle teşkil eden Bulgarlar ve Türkler, şairin sözlerini büyük bir heyecanla, susamışçasına dinlediler.

Yanında bulunan bir Türk genci, bir Bulgar’a doğru eğilerek, şairin sözlerini tercüme ediyordu:

“Kardeşlerim! Kendi anavatanımdan kaçtım. Canım memleketim Türkiye, Amerikalılar tarafından esaret altına alınmıştır. Ben, on yedi yıl boyunca, vatan göklerini hapishane parmaklıkları arasından görüyordum.

Hür Bulgarya’da, Dimitrof’un bahtiyar memleketinde göğüs dolusu hürriyet havası teneffüs ediyorum. Fakat henüz içim rahat değil. Çünkü burada, hürriyeti, evlatlarının saadetini, sosyalist emeğinin yarattığı saadeti akılsızca bırakıp, benim güçlükle kurtulabildiğim zindana gitmek isteyen millettaşlarım var. Kardeşlerim, size bugünkü Türkiye’yi anlatmadıkça, satılmış yalancıların sizi uçuruma sürüklediklerini bildirmek olan vazifemi yerine getirmedikçe içim rahata kavuşmayacak!”

Garın sağ tarafındaki Tuna limanında, henüz gelmiş olan vapurun halatları gıcırdıyor. Sabah. İş saati yaklaşıyor. Biraz sonra bütün şehir, iş humması içinde canlanacaktır. İşte bu kısa sabah sükûnu içinde, Nâzım Hikmet’in sesi, marşallaştırılmış Türkiye’deki işsizliğin, gayriinsani istismarın, açlığın ve sefaletin ürpertici tablolarını resmediyordu. Operası, senfoni orkestrası, tiyatrosu vs. bulunan bir Bulgaristan şehrinde Türk şairi, esaret altındaki Türkiye’de halkın nasıl cahil bırakıldığını anlatıyordu. Sözleri basitti, gerçekle ve tekzip kabul etmez bir inandırıcılıkla dolu idi. O, binlerce kişilik mitingi samimi bir dost sohbetine, uzun bir ayrılıktan sonra buluşan bir ailenin candan konuşmasına çevirdi.

Türkiye emekçilerinin insanca olmayan hayat şartlarını konkre tablolar hâlinde önümüze seriyor, müşahedelerini ve başından geçenleri anlatıyordu.

Şair, şehre doğru yürüyünce, halk da ardından hareket etti. Bütün bakışlar büyük bir canlılıkla ilerleyen iri yarı Nâzım Hikmet’in üzerinde toplanmıştı. Halk kitlesi, şehrin merkezine doğru bir çığ gibi kendiliğinden büyüdü. Herkes mızıkanın temposu ile ilerliyor ve adımlarını Nâzım Hikmet’in geniş adımlarına uydurmaya çalışıyordu. Kollarını iki tarafındaki iki gencin omuzları üzerine atmış olan şair, neşe içinde ilerliyordu. Ardından gelen Bulgar ve Türkler de, kol kola, geniş saflar hâlinde, büyük bir canlılık içinde onu takip ediyorlardı. Şehir uyanıyor, pencereler açılıyor, her taraftan nümayişçileri selamlayanların sesleri duyuluyordu. Kalabalığı gören herkes, saflara katılıyor ve şevke gelmiş olan halkın müşterek heyecanına iştirak ediyordu.

Romanya’daki Bulgar ihtilalcileriyle birleşmek üzere, zifiri karanlık kış gecelerinde buz tutmuş Tuna’dan geçmiş olan inkılapçılarımıza, bu şehir geçit vermişti; Tonka nine, bu şehirde yaşamış, Angel Kınçef, bu şehirde kahramanca can vermişti; Türk paşa ve beylerinin tahakkümüne karşı, bu şehir kahramanca mücadele etmişti. Şimdi aynı şehir, bu güneşli sabah saatlerinde, Türk halkının sadık evladını öz evlat gibi karşılıyordu. Nâzım Hikmet’in geniş omuzları üzerine çiçekler yağıyordu. Etrafındakiler, gür sesleriyle “Ölmedi O, Sağdır” marşını söylüyorlardı.

Nâzım Hikmet’in şu sözleri ne kadar doğrudur: “Halklar arasında ebedi kardeşlik duygusunu, sadece ve sadece biz komünistler yaratabiliriz.”

Blaga Dimitrova

[Kaynak: Nazım Hikmet Bulgaristan’da: Yolculuk Notları, Çeviri: Hüseyin Karahasan, Devlet Neşriyatevi, Sofya, 1955, s. 10-13.]

0 Yorum: