İtalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İtalya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Haziran 2025

,

İki Kızıl Yıl


İşçi hareketiyle devrimci hareketin tarihine dair inceleme, yalnızca insanın köklerini hatırlaması ve kimliğini teyit etmesi değil, aynı zamanda ve her şeyden önce, bugün ve gelecekte yapılacak politik, taktiksel ve stratejik tercihler için bir ders olarak da önemlidir.

Kızıl İki Yıl’ın (1919-1920) yüzüncü yıldönümü, tam da bu 2019 yazının başına denk geliyor. Bu iki yıllık dönem, İtalyan alt sınıflarının son yüz yılda, mücadelelerin hem derinliği hem de ülke topraklarında ulaştığı menzil açısından en yüksek devrimci gerilim anlarından birini temsil ediyor. Bazı yönlerden, büyük olasılıkla iki yıllık kızıl dönem, alt sınıfların diğer iki büyük hareketiyle, hem Direniş sırasında gelişen, hem Merkez-Kuzey ile sınırlı olan ve aynı zamanda bir ulusal kurtuluş mücadelesi hem de bir sınıf mücadelesi niteliği taşıyan, 1969 ile 1977-80 yılları arasında gerçekleşen hareketle yani, Sıcak Sonbahar ile Fiat işgali arasında geçen dönemle kıyaslandığında, daha önemli bir yere sahiptir.

Kızıl İki Yıl, Haziran-Temmuz 1919’da yüksek gıda fiyatları için ayaklanmalarla başlayan ve toprak mücadelesiyle, ordunun isyanıyla devam eden, 1920’de fabrikaların işgaliyle sonuçlanan bir dizi olayın gerçekleştiği dönemi ifade ediyor.

Genel Bağlam ve Birinci Dünya Savaşı

1905’te Rusya’da 1917 devriminin “kostümlü provası” gerçekleştirildi. İtalya’da da Kızıl İki Yıl’da yaşanan altüstten önce, 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermediği ortamda, “Kızıl Hafta” adı verilen önemli bir isyan hareketine tanık olundu. İtalya’nın savaşa girmesiyle birlikte savaş karşıtı mücadeleye ekmek mücadelesinin eşlik ettiği bir süreç başladı.

1917’de savaş sırasında meydana gelen olaylar özellikle önemliydi. O yıl, Avrupa’daki halk kitlelerinin emperyalist savaşın yol açtığı sefalet ve katliam karşısında duyduğu bıkkınlık, Rusya’da önce Çarlığı deviren Şubat Devrimi’nde, ardından da Paris Komünü’nden sonra tarihteki ilk işçi hükümetini kuran Ekim Devrimi’nde karşılık buldu.

Batı’da da önemli isyanlar gerçekleşti. Örneğin Fransa’da, askerlerin kitlesel isyanlarına tanık olundu. Bu isyanlar, ABD birliklerinin gelişine kadar Batı Cephesi’ndeki saldırıların geçici olarak kesintiye uğramasına yol açtı.

İtalya’da iki benzersiz olay yaşandı.

1. Başlangıçta İtalyan askerlerinin konuşlandığı mevzide basit bir gedik açan, gerçek bir askeri “grev” olarak adlandırılan gelişme sebebiyle, gerçek bir bozguna dönüşen Caporetto’daki cephenin çöküşü.

2. Endüstriyel savaş üretiminin muazzam gelişmesi nedeniyle büyük ve radikalleşmiş bir işçi sınıfının oluştuğu Torino ayaklanması. Torino, Batı Avrupa’da Birinci Dünya Savaşı sırasında bir şehrin gerçekleştirebileceği en özel ayaklanmaya şahitlik etti.

İki yıllık kızıl dönemi ve Ekim Devrimi’ni, Birinci Dünya Savaşı’nın ve onun toplumsal dokusunun, sermaye ile emek ve İtalyan sermayesi ile uluslararası sermaye arasındaki ilişkiler üzerindeki etkilerini dikkate almadan anlamak zor olurdu.

Muzaffer olmasına rağmen İtalya, çatışmadan diğer güçlerden daha derin yaralar alarak çıktı. Ülke, 650 bin civarında askerini kaybetmişti. Yüz binlerce insan, bu süreçten yaralı ve sakat çıktı. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı kayıptan daha büyüğüyle yüzleşen İtalya, yarım milyon insanını kaybetti.

Trento ve Trieste’yi İtalya’ya tekrar bağlamak için yola çıkan, ama aslında sömürgeci nüfuz alanını Dalmaçya ve Küçük Asya’ya genişletmek isteyen İtalyan emperyalizmi, onca ekonomik sorun ve yaşanan insani kayıp üzerinden pek bir şey elde edemedi.

1915’te İngiltere ve Fransa ile Londra Anlaşması’nı imzalayan İtalya, bu anlaşma uyarınca savaşa girme sözü vermiş, bunun karşılığında bazı taleplerde bulunmuştu. Ama savaş neticesinde bu taleplerin hiçbiri karşılanmadı. Böylelikle, İtalya’daki militarist eylemsellik “sakat bırakılmış zafer” efsanesi üzerinden körüklendi. Faşizm, tam da bu toprakta gelişme imkânı buldu.

Yurtdışındaki durum gerginliklerle malul iken, içerideki ekonomi dengesiz bir şekilde büyüyor, sosyal uçurumlar derinleşiyordu. Sanayi aygıtı, kârların artmasını ve ekonomik gücün birkaç büyük sanayi grubunun, Ilva, Montecatini, Ansaldo, Fiat, vb. elinde toplanmasını destekleyen askeri emirler sayesinde orantısız ve yapay bir biçimde büyümüştü. Savaştan hemen sonra savaş endüstrisinin barış endüstrisine dönüştürülmesi, büyük endüstrilere bağlı bankaları da içeren güçlü bir krize yol açtı. Korumacılıkla sürece müdahale eden devlet, büyük şirketlere destek sundu.

Dahası, İtalya yurtdışında yaklaşık 20 milyar liret borç altına girmişti. İç borcu ise 46 milyar liret düzeyindeydi. Enflasyonla birlikte savaştan sonra ödenmesi gereken borç 40 milyarı aşıyordu. Para devalüe edildi, bu da toplumsal kutuplaşmayı iyice derinleştirdi: Bu süreçte spekülatörler, sanayiciler ve rantçılar zenginleşirken, sabit gelirlilerle (işçiler ve memurlarla) köylüler yoksullaştı.

Hızlanan sanayileşme, savaş döneminde bile köylü emeğinin fazlasını şehre çekememişti. Savaş endüstrisinin dönüşümü, işsizlikte bir artışa neden oldu. ABD, 1921’de 2 milyona ulaşan devasa sanayi rezerv ordusu için iş gören tahliye vanasını göç karşıtı politikalarla kapatınca İtalya’daki durum daha da kötüleşti.

İşçi sınıfının yanı sıra orta sınıf, yani İtalyan devletinin daha önce üzerine kurulduğu küçük-burjuva sosyal sınıflar da bu durumdan etkilendi. Uzlaşması mümkün olmayan güçler, kriz koşullarında, daha önce pasif olan geniş kitleleri örgütleme yeteneğinden yoksundu. Başta Sosyalist Parti olmak üzere uzlaşmaz güçlerin bu önderlik kapasitesinden yoksun oluşu, savaşta önemli bir rol oynamıştı. Artık bu, işsizleşen orta sınıfları ilgilendiren bir eksiklikti.

Gramsci ve Togliatti’nin gelecek yıllarda, kızıl iki yıldan hatta faşizmin iktidarı ele geçirmesinden sonra yaptıkları eleştirilerde ifade ettiği biçimiyle, Sosyalist Parti, mevcut hatası sebebiyle işçiyle köylüyü bir araya getiremedi, ara sınıflarla ittifak kurmaya çalışmadı. Bilhassa sosyalistler, savaş gazilerine hiç hitap etmiyorlardı. Gramsci’nin tespitiyle, bu da onları sosyalizme düşmanlaştırdı:

“Müdahalecilerin partiye kabul edilemeyeceğini ortaya koyan önerge, bir şantaj, bireysel sindirme aracı ve demagojik bir açıklamadan ibaretti. […] Bu açıklama, partinin askeri müdahaleye yönelik karşıtlığını faaliyetinin ekseni hâline getirmemesi gereken siyasi konumunu tahrif etmeye ve belirli küçük-burjuva kesimlere karşı nefret ve kişisel baskılar için gerekli zeminin örülmesine katkıda bulundu. […] Bu, temel sorundan, iktidar sorunundan kaçınma ve kitlelerin dikkatini ve tutkularını tali hedeflere yönlendirme, egemen sınıfın tarihsel-politik sorumluluğunu ikiyüzlü bir şekilde gizleme, halkın öfkesini egemen sınıfın politikasının maddi ve çoğu zaman bilinçsiz araçlarına dökme politikasıydı. […] Savaşın, özellikle küçük aydınlar ve küçük burjuvazi arasında yol açtığı muazzam ekonomik ve psikolojik altüst oluşla birlikte, bu tabakaları radikalleştireceği açıktı. Parti, onları kendisine müttefik kılmak yerine, hiç yoktan düşman edindi, yani onları egemen sınıfa geri fırlattı.[1]

“Orta sınıflar” başlığı ve birbiriyle çatışma içerisinde olan güçlerin onlarla ilişkisi, kriz dönemlerinde kendisini tekrar tekrar hissettirir. Bu bağlamda, İtalya’da savaş sonrasında önemli olaylara tanık olunmuştur. Bu olaylar, bugün krizi ve Avrupa genelinde kemer sıkma politikalarını, o döneme benzer kutuplaşmayı ve ayaklanmaları birebir tecrübe ettiğimiz koşullarda akılda tutulmalıdır. Dün olduğu gibi bugün de sol, muktedir sınıfın sorumlulukları yerine başka konulara odaklanmaktadır.

Yüksek Gıda Fiyatı Önergesi

Kızıl İki Yıl denilen dönemin ilk bölümü, 1919 yazının başında, tam da bahsini ettiğimiz bağlam dâhilinde cereyan etti. Köylü mücadelelerine, ordu içi isyanlara ve fabrika işgallerine tanıklık eden bu dönemde bir de yüksek gıda maliyetleri de önemli bir role sahipti. Kendiliğinden ve farklı coğrafi konumlarda gerçekleşen eylemlerle gıda fiyatları protesto edildi. Burjuvazi, yaşanan bu kitlesel hareketlilik karşısında ne yapacağını bilemedi ve bir anda baskıcı adımlara başvuramadı. 1914’ten 1918’e gelindiğinde temel ihtiyaç maddelerinin fiyatları üç kat artmıştı. Bu sürece grevlerle cevap verildi. Milyonlarca işçi sürece katıldı. Ancak ücret artışlarının fiyat artışları karşısında sönük kaldığı koşullarda grevler çözüm üretmedi. Bu nedenle kitleler, ayaklanma yoluna revan oldular.

Grevlerden ayaklanmalara geçişe tanıklık eden ilk şehir, La Spezia’ydı. 11 Haziran günü bu şehirde işçiler, meyve ve sebze toptancılarının lokavtına tepki olarak büyük bir gösteri örgütlediler. Jandarmanın ateşi sonucu iki işçi öldü, yirmi beşi yaralandı. Katliam ayaklanmayı tetikledi. Dükkânlar yağmalandı, şehir, isyancıların eline geçti. Kraliyet Donanması’nın önemli üslerinden olan şehirde bulunan, savaş gemilerinde görevli bahriyeliler, işçilere destek verdiler.

Hareketin başka şehirlere yayılması için bir eylem komitesi oluşturuldu. 13 Haziran günü isyanlar Cenova’ya yayıldı, şehirde düzenlenen büyük bir gösterinin ardından gün boyunca polisle çatışmalar yaşandı, bu da genç bir işçinin öldürülmesine neden oldu. Akşam saatlerinde şehir muhafızlarının kışlasına bir saldırı girişiminde bulunuldu, bu eylemde üç işçi ciddi bir biçimde yaraladı.

Cenova ve La Spezia’daki katliamların öğrenilmesi ardından Milano ve Torino da sendikaların emri olmadan genel greve gitti. 16 Haziran’da sıra Pisa ve Bolonya’ya geldi. Pisa’da işçi sendikasının direnişi işçilerin baskısıyla kırıldı. Forli şehrinde kadınların öncülük ettiği kalabalık dükkânları yağmaladı. Mallara el koymak ve tüm gıda maddelerinin fiyatını yarı yarıya azaltmak için yurttaşlar bir işçi komisyonu oluşturdu. Askerler, halkın arasına karıştı. Faenza, Ancona ve Imola da genel greve iştirak etti. Torre Annunziata’da ajanlarla çatışmalar yaşandı.

3 Temmuz’da Floransa mücadeleye katıldı. Grevin başlamasıyla birlikte kitle, şehir merkezini işgal etti, malları maliyetin altında fiyatlarla çıkarıp dağıtmaya başladı, hemen satılmayanlar, vagonlar ve kamyonlarla İşçi Odası veya kooperatifler ve topluluk binaları gibi yerlere götürüldü. Savaşçılar Derneği işçilere destek verirken, İşçi Odası artık Floransa hükümetiydi.

Tavan fiyat yüzde 50 oranında düşürüldü. İlaç gibi tavan fiyatın olmadığı ürünlerin fiyatı ise yüzde 70 oranında azaltıldı. Yüzde 50’lik müdahale, Forlimpopoli, Cesena, Civitavecchia, Iesi, Senigallia, Ancona, Falconara, Bolonya gibi şehirlerde de gerçekleştirildi.

Bedeli kan olan mücadeleler yürütüldü. Imola’da jandarma, 3 Temmuz’da üç işçiyi öldürdü. Floransa’da polis, durumu kontrol altına almaya çalıştı ve işçilere ateş açtı, 4 Temmuz’da bir işçi öldürüldü, 6 Temmuz’da iki kişi öldü, sekiz kişi yaralandı. Ayrıca 700 tutuklama yapıldı.

Mücadele, Sicilya’ya da uzandı. Palermo’da 25.000 işçi grev ilan etti, çok sayıda dükkânın mallarına el koyan işçiler maliyetleri düşürdü, ancak polis kitlesel tutuklamalara devam etti. Katanya’da onları bastırmak için gönderilen göstericiler ve askerler kucaklaştı. İsyanlar, polisin göstericiler tarafından karanlığa sokulduğu Brescia’ya sıçradı. Livorno’da genel konseyin fiyat talimatlarına uymayan işletmelere el konulması kararlaştırıldı.

6 Temmuz'da isyan Milano’ya yayıldı. Burada polis tarafından 2.200 kişi tutuklandı. Ayın 7’sinde Cenova’da işçiler, dükkânları ve depoları yağmaladıktan sonra polisle çatıştılar, bir ölü ve birkaç yaralı bıraktılar. Aynı gün Napoli’de de benzer bir senaryo yaşandı: genel grev ilanı ardından birçok dükkân yağmalandı, 20 kişinin yaralanmasına neden olan polisle çatışmalar yaşandı.

Savona’da binlerce işçi, tüm gıda maddelerinde %50 indirim uyguladı. Grevler, gıda maddelerine el konulması ve polisle çatışmalar gibi olaylara, İtalya’nın her yerinde, kuzeyden güneye sayısız irili ufaklı şehirde tanık olundu. Bu arada, baskı daha da sertleşti. 9 Temmuz’da kuşatma altındaki Brescia kentinde halk bir kişiyi öldüren jandarmayı kovaladı.

Makineli tüfekli Alp birliklerinin konuşlandırıldığı şehrin semalarında akşamları uçaklar uçuyordu. Taranto’da dört işçi hayatını kaybederken, Catania’daki çatışmalar dört ağır yaralının hastaneye kaldırılmasıyla neticelendi.

10 Temmuz’da Roma’da üç işçi jandarma tarafından öldürülürken, dört gün boyunca İşçi Konseyleri tarafından yönetilen Barletta, askerler tarafından kuşatıldı. Kuşatma neticesinde konsey boyun eğmek zorunda kaldı.

Ayın 14’ünde Lucera’da sekiz ölü ve otuz yaralı, Elba Adası’nda bir ölü ve çok sayıda yaralı, Roussillon’da iki ölü ve Spilimbergo’da üç ölü ve on dört yaralı vardı. Ne var ki, Temmuz ve Ağustos sonunda Roma’da, Milano’da ve diğer şehirlerde grevler belirli bir yoğunlukta sürse de beş ayın sonunda Mantua’daki isyan altı kişinin ölümü ardından bastırılması üzerine isyan, tükenmenin eşiğine gelmişti.

1919 yılında açığa çıkan tüm gerilim, devlet ve reformistler eliyle Kasım ayında yapılacak seçimlere kanalize edildi. Sosyalistler, oyların %33,3’ünü alarak birinci parti oldu. Bununla birlikte, sosyalistlerin zaferi, gerçek güçler dengesi açısından işçiler için belirleyici sonuçlara yol açmadı ve hükümet, Halk Partisi’nin başarısı sayesinde, Nitti liderliğindeki reformist liberal-radikal-halk-sosyalist koalisyonunun eline geçti.

Liberal Devletin Zayıflığı, Sendikal ve Sosyalist Hareketin Sınırları

Yüksek gıda fiyatları yüzünden patlak veren ayaklanmaların vurguladığı ilk gerçek şuydu: savaş ve ardından gelen krizin yıprattığı eski liberal devlet kurumları zayıflamış hâldeydi.

Ayaklanma dalgası birkaç ay içinde dinmiş olmasına rağmen, liberal devletin temel direkleri olan eski düzen partilerinin olaylarla baş edemediği ortaya çıktı. Devletin baskıcı güçleri de önemli bir zayıflık gösterdi. Silahlı kuvvetler, birçok durumda işçilere karşı çıkmayı reddederek ve sık sık onlarla dostluk kurarak, ayaklanmaları bastırmaya uygun olmadığını kanıtladı.

İsyanlar, Brescia, Sestri Ponente, Forlì ve La Spezia'da gerçekleşti. Mükemmel bir baskıcı güç olan jandarma (Carabinieri), o zamanlar sadece 28 bin kişilik bir güce sahipti ama etkili değildi. Nitti hükümetinde dışişleri bakanı olan Tittoni’nin şu sözleri, bu anlamda önemliydi: “Yarımadanın her yerinde aynı anda bir isyan patlak vermiş olsaydı, hükümetin ne yapabileceğini sık sık merak etmişimdir.”[2] Süreç içerisinde ihtiyatlı davranan Nitti hükümeti, daha kapsamlı ve daha büyük bir ayaklanmaya sebebiyet verebilecek her türden baskıdan kaçındı.

Yüksek gıda fiyatları üzerinden baş gösteren hareket, işçi hareketinin mevcut sınırlarını ortaya koydu. Bu hareket sayesinde, sadece ücretli işçileri değil, savaşa iştirak etmiş orta sınıfı da etkileyen bu fiyat artışları ile birlikte kendiliğinden açığa çıkan halk hareketi, sosyalist partinin ve sendikaların politik açıdan yetersiz ve kendiliğinden hareketler için kifayetsiz olduklarını gösterdi. Buna karşılık, mücadele süresince işçilerin referans noktası olarak iş gören İşçi Odaları, kendilerini hareketi sakinleştirecek ve en nihayetinde onu etkisiz kılacak adımlarla sınırladılar. Ama gene de ortada, yalnızca kötüleşen yaşam koşullarının belirlediği bir hareket değil, savaşın sona ermesinin ardından Rus Devrimi’nin ve uluslararası bağlamın siyasi geriliminin ve etkisinin önemli olduğu bir hareket vardı.

Neticede, “Rusya’da yapılanı yapma” iradesinin var ettiği isyan hareketlerinden sadece İtalya etkilenmedi. 1919’da Macaristan’da Konsey Devrimi yapıldı, Almanya'da Sovyet cumhuriyeti ilan edildi, Bavyera’da Spartakist ayaklanma gerçekleşti, emperyalizmin merkezi ülkesi İngiltere’de hükümet kitlesel grevlerle köşeye sıkıştırıldı ve durumu kontrol altında tutmak için sendikalardan yardım istemek zorunda kaldı, Odessa’da askerler ve denizciler, özellikle Fransızlar isyan ederek, Bolşeviklere karşı savaşmayı reddettiler. 20 ve 21 Temmuz 1919’da, Rusya ve Macaristan sovyet cumhuriyetlerine karşı dış müdahaleyi protesto etmek için uluslararası bir grev ilan edildi. Bu greve çok sayıda İtalyan işçi katıldı.

Sendika ve Sosyalist Parti liderlerinin harekete önderlik etme konusundaki yetersizliği ya da daha doğrusu, isteksizliği, ücretli işçiler ile orta sınıfın, özellikle savaşa katılmış kesimin ayrışmasına sebep oldu. Sosyalist Parti’nin siyasi başarısızlığı, orta sınıfın, özellikle de eski savaşçıların hayal kırıklığı ve kapitalist sınıf içinde korku neticesinde oluşan hareketler hep birlikte, faşist hareketin gelişmesi için elverişli bir zemin oluşturdular.

Bu noktada reformist ve devrimci analizin ayrıştırılması, kızıl iki yılı takip eden dönemde sosyalistlerin sorumluluklarının devrimci açıdan değerlendirilmesi gerekiyor.

O dönem Antonio Gramsci, 1919-1920 ayaklanmalarına ve ardından faşizmin ortaya çıkışına atıfta bulunarak, şunları söyledi:

“Kendiliğinden denilen hareketleri ihmal etmek, daha da kötüsü, onları küçümsemek, yani onlara bilinçli bir yön verme, onları daha yüksek bir düzeye çıkarma iradesinden feragat etmek, çok ciddi ve ağır sonuçlar doğuracaktır. Alt sınıfların her türden kendiliğinden hareketine her daim muktedir sınıf hesabına çalışan, gerici bir hareket eşlik eder. Örneğin bir ekonomik kriz, bir yandan alt sınıflar ve kendiliğinden kitle hareketleri arasında hoşnutsuzluğa neden olurken, diğer yandan, hükümetin nesnel olarak zayıflamasından yararlanarak, hükümet darbelerine teşebbüs eden gerici grupların komplolarına zemin hazırlar. Bu darbeler, ilgili örgütlerin kendiliğinden hareketlere bilinçli bir yön verme ve onları olumlu bir siyasi faktör hâline getirme sorumluluklarından feragat etmeleri neticesinde gerçekleşir.”[3]

Gramsci’nin bu sözleri, 1929’da Sosyalist Parti’ye iki yıllık kızıl dönem süresince liderlik eden, Genel İşçi Konfederasyonu sekreteri olan D’Aragona’nın yazdığı yazıda açık bir biçimde dile getirilen yaklaşımı teyit etmektedir:

“Kitlelerdeki Bolşevik sevdasına gereğinden fazla boyun eğdiğimiz için suçlanabiliriz, ama devrimci bir patlamayı önlemenin onurundan kimse bizi mahrum edemez. Faşizm, bizim tehlikeyi bertaraf etmemizin ardından geldi.”[4]

Domenico Moro
10 Temmuz 2019
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Antonio Gramsci, Passato e presente, Editori Riuniti, Roma 1979, s. 67-68.

[2] Renzo Del Carria, Proletari senza rivoluzione, Cilt. 3, Savelli, Roma 1979, s. 79.

[3] Antonio Gramsci, a.g.e., s. 73-74.

[4] Aktaran Renzo Del Carria, a.g.e. s. 83.

02 Aralık 2024

, , ,

Marinetti ve Fütürizm

Fütürizm; Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sadece avangart sanat okulu veya eğilimi değil. Her şeyin ötesinde Fütürizm, İtalyan hayatına özgü bir şey. 

Fütürizm, Kübizm, Ekspresyonizm ve Dadaizm gibi sanatsal yaratıma özgü bir anlayış veya biçim üretmedi. O, ilişki kurduğu hareketlerin anlayışlarını veya biçimlerini kısmen veya bütün olarak benimsedi. 

Yeni bir sanat oluşturma çabası içine girmek yerine, eski sanatı yok etmek için uğraştı. Ama Fütürizm, sadece sanatı yenileme hareketi değil, ayrıca politikayı yenileme hareketi olmak istedi. Bir felsefe olmak için çabaladı. Bu yönüyle Fütürizm, İtalya’nın yakın tarihindeki diğer olgulara ait manevi köklerle iç içe geçen veya onlara dolaşan manevi köklere sahipti.

Fütürizmin vaftiz töreninin üzerinden on beş yıl geçti. Şubat 1909’da Marinetti ve diğer sanatçılar Paris’te ilk Fütürist Manifesto’nun altına imzalarını attılar ve metni yayınladılar. Fütürizmin arzusu beynelmilel bir hareket olmaktı. Tam da bu sebeple Paris’te doğdu. Ama onun alnında temelde İtalyanlara has biçime ve öze ufak adımlarla kavuşmak yazılıydı. Onun reisi, (duçesi), lideri, harekete can vereni, İtalya mizacına sahip bir sanatçıydı.

Marinetti, Güney İtalyalıların tipik bir örneği. Tüm Avrupa’yı dolaştı. Paris’te, Londra’da ve Petrograd’da dersler verdi. Ancak Fütürizm, İtalya dışında hiçbir yere uyum sağlayamadı, hiçbir yerde kalıcı ve yaşamsal bağlar kuramadı.

Bir dönem Fütürist hareketin saflarında olan insanlar, Papini, Govoni, Palazeschi ve Folgore gibi günümüz İtalya’sının önemli sanatçılarının etkisi altına girdiler. Böylelikle Fütürizm, yenilenmeyi hemen gerçekleştirmeye yönelik çok boyutlu bir arzuyu ifade eder hâle geldi.

Liderleri, Fütürizmin bir doktrin, bir dogma olmasını istiyorlardı. Sonradan kaleme alınan Fütürist manifestolardaki ana eğilim, bu doktrini ve dogmayı tanımlamak yönündeydi.

Nisan 1909’da o ünlü manifesto ortaya çıktı. Nisan 1910’da yayınlanan Fütürist resim manifestosu geçmişçi Venedik manifestosuna karşı çıkan bir metin olarak kaleme alınmıştı. Altında Boccioni, Carrá, Russolo, Balla, Severini gibi isimlerin imzası vardı.

Ocak 1911’de Valentine de Saint Point, Fütürist Kadın Manifestosu’nu, Nisan 1912’de ise Boccioni, Fütürist Heykel Manifestosu’nu kaleme aldı. Mayıs ayında Fütürist Edebiyat Manifestosu, Marinetti’nin imzasıyla yayımlandı.

Resim sanatı alanında Fütüristler şu soruyu sordular: “Hareket ve ışık, bedenlerin maddiliğini yok ediyor mu?” Müzik alanında ise Fütüristler, kalabalıkların, fabrikaların, trenlerin ve okyanusu aşan gemilerin müzikal ruhunu yorumlama eğilimini başlattılar. Edebiyat alanında özgürce kelimeler icat ettiler. Bunlar, sözdiziminden ve iç tutarlılıktan yoksun kelimelerdi. Marinetti, bu işi “hiçbir bağı olmayan hayal gücü” pratiği olarak tarif ediyordu.

Ekim 1913’de Fütüristler sanat alanından politika alanına geçiş yaptılar. Önceki programların aksine beynelmilel değil gayet de İtalya’ya has olan bir politik program yayımladılar. Bu programda “saldırgan, kurnaz ve kuşkucu” bir dış politika anlayışı savunuluyordu. Dışarıya yönelik yaklaşımı konusunda Fütürizm kendisini emperyalist, fetihçi ve savaşçı bir güç olduğunu söylüyordu. O, anakronik bir yaklaşım dâhilinde, Roma İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını istiyordu. İçeriye yönelik olaraksa kendisinin sosyalizm ve ruhban sınıfı karşıtı olarak tanımlıyordu. Hâsılı, kaleme aldığı program devrimci değil, gerici bir programdı. Fütürist değil geçmişçiydi. Sadece estetikle alakalı sebeplerle üretilmiş bir edebiyat anlayışına sahipti.

Sonra Fütürist mimari manifesto, ardından da Fütürist sentetik tiyatro manifestosu kaleme alındı. Böylelikle Fütürizm farklı konularla ilgili fikirlerini içeren programını tamamlamış oldu. Artık bir eğilim değil, eğilimler demetiydi.

Tüm bu eğilimlere Marinetti, ortak ruhu ve ortak yazınsal birikimi kazandırdı. O dönemde Marinetti, Batı dünyasındaki en ilginç ve en özgün karakterlerden biriydi. Birinin de ifade ettiği biçimiyle o, “Avrupa’nın kafeini”ydi.

Marinetti, İtalya’da savaş konusunda en aktif propaganda faaliyeti yürüten insanlardan biriydi. Fütürizmin kaleme aldığı tüm metinler ve yazılarda “savaş dünyayı arındıracak yegâne temizlik maddesi” olarak gösterilip yüceltiliyordu. İtalya’nın Trablusgarp’ı fethetmesinin ardında Fütüristlerin teşviki ve tahriki vardı. Bu savaş girişiminde asker olarak yer alan Marinetti savaş üzerinden temin ettiği motifleri ve vezni tüm şiirlerinde ve kitaplarında kullandı. Örneğin Mafarka, sıcak Afrika ikliminden ve toprağından ilham alan bir romandı. Sonrasında Marinetti ve arkadaşları “Avusturya’ya saldırılsın!” korosunun en önünde yer aldılar.

Savaş, Fütüristlerin kendi damak tatlarına, zevklerine ve kabiliyetlerine uygun bir mesleğe sahip olmalarını sağladı. Barışa düşmanlardı. Savaşın yol açtığı çileler, barış yanlılığının güçlenmesine neden olmuştu. İtalya’da emperyalizm ve savaş eğilimi zayıfladı. Sosyalist Parti ve Katolik Parti seçimlerden zaferle çıktı, iktidarın gidişatında ve yöneliminde güçlü bir etkiye kavuştu.

Aynı dönemde Fransa, Almanya ve Rusya’da geliştirilmiş anlayışlar ve sanatsal biçimler İtalya’ya göç etti. Böylelikle Fütürizm avangart sanat alanındaki tekel olma vasfını yitirdi. Carrá gibi isimler, Valori Plastici [“Plastik Değerler”] dergisinde Rus ve Alman sanatında gelişmiş en yeni akımları tanıtmaya başladılar. Evolá, Retina şehrinde Dadaist bir şapel inşa etti. Bragaglia isimli sanat evi ve bu evin sakinlerinin çıkarttığı Cronache di Attualitá [“Güncel Olayların Tarihçesi”] dergisi Avrupa’daki avangart sanatın en seçkin örneklerine ev sahipliği yaptı.

Dinamizminden hiçbir şey yitirmemiş olan Marinetti, sahneyi bir saniyeliğine bile terk etmedi. Şair arkadaşı Cangiullo ile birlikte Fütürist tiyatro anlayışını geliştirdi. Paris ve Roma’da dokunmanın gücü üzerine dersler verdi. Tabii bu arada politikayı hiç unutmadı. O dönemin en yeni fikri ve eylemi Bolşevizmdi. Marinetti, Más allá del comunismo [“Komünizmin Ötesinde”] isimli kitabını yazdı. Fütürist ideolojinin komünist ideolojinin önünde yürüdüğünü söyledi. Zamanla faşist harekete bağlandı.

Bugün Fütürizm, faşizmin manevi ve tarihsel bileşiminin ana unsurlarından birisidir. Daha önce D'Annunzio’ya atıfla, faşizmin dannunziyoculuk olduğunu söylemiştim. Fütürizm, bu dannunziyoculuğun bir veçhesidir. Dannunziyoculukla Marinetticilik, aynı madalyonun iki yüzüdür. D’Annunzio’nun kendisini klasik biçime sevdalı biri olarak takdim etmesinin, Marinetti’ninse bu biçimi yok ettiğini söylemesinin bir önemi bulunmamaktadır. Anlayış ve mizaç itibarıyla Marinetti de tıpkı D’Annunzio gibi pagan, estetist, aristokrat ve bireycidir. D’Annunzio’daki paganizm, bezgin bir karaktere sahipken, Marinetti’de ifrata varmış durumdadır.

Marinetti, İtalya’da Hristiyan düşüncesinin en büyük düşmanlarından birisiydi. Antonio Labriola, onu faşizmi psikolojik düzeyde imal eden isimlerden biri olduğunu söylerken haklıydı. Aktardığına göre, Marinetti, İtalyan gençliğine şiddet tapıncını, insani duygulara yönelik nefreti ve savaşa bağlılığı vaaz eden bir isimdi.

Faşizmin geliştiği ortam, Fütürizmi diriltti. Fütürizm tarikatı, bugün hâlâ güçlü. Marinetti, İtalya’da Futurismo y Fascismo [“Fütürizm ve Faşizm”] isimli kitabıyla bir kez daha sahneye çıkma imkânı buldu. Bu kitapta yer alan ve kendisinin çıkarttığı Noi [“Biz”] dergisinde yayımlanan bir makalesinde Niçeciliğe ve romantizme bağlı olduğunu söylüyor. Felsefecilerin ve sanatçıların idaresi anlamında “Sanatokrasi (Artekrasi)” fikrinin pagan bir anlayışla vücut bulmasını istiyor. Politikacıların örgütlediği ve yönettiği toplum yerine sanatçıların örgütlediği ve yönettiği bir toplumun hayalini kuruyor. Eşitliği temel alan kolektivist fikrin karşısına Eşitsizliği temel alan bireycilik fikrini çıkartıyor. Sürekli adalet, kardeşlik ve demokrasi kavramlarına saldırıyor.

Politik düzeyde Fütürizmi faşizm absorbe etti, özümseyip kendi bünyesine kattı. Roma’da çıkan aşırı gerici ve faşist gazete L’Impero’yu [“İmparatorluk”] Settimelli ve Carli isimli iki Fütürist yazar çıkartıyordu. Bu gazetede çıkan bir makalesinde Settimelli, “mutlak krallık rejiminin en mükemmel rejim” olduğunu söylüyordu.

Zamanla Fütürizm, ruhban karşıtı fikirlerinden ve putkırıcılığından vazgeçti. Öncesinde Vatikan’ı ve tüm müzeleri yok etmek isteyen Fütürizm, bugünlerde faşizmle uzlaştığı için bu arzularını terk etti. Faşizm, güçlerini krallıkla ve kiliseyle birleştirdi. Tüm gelenekçi güçler, geçmişin tüm güçleri, ister istemez, tarihsel düzlemde birbirine yakınlaştı ve zamanla bir araya geldi. Böylelikle Fütürizm, çelişkili bir biçimde, geçmişçi bir akım hâline geldi. Mussolini’nin ve kara gömleklilerin idaresine giren Fütürizmin bugün simgesi, Roma İmparatorluğu’ndan alınmış olan, sapı çubuklarla örülü baltadır.

José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak

Kitap PDF

28 Haziran 2024

,

Domenico Losurdo

Marksist felsefeci ve düşünce tarihçisi Domenico Losurdo’nun o üretken hayatı, sona erdi. Yaklaşık altmış kitabı olan Losurdo, Alman idealizminden modern devrimin öznesine, günümüz komünist hareketinin aldığı şekilden sosyalist devlete ve sınıf mücadelesine birçok konu başlığını ele almış bir isim.[1]

Losurdo’nun asarının sahip olduğu önemin bir kanıtı da özellikle son on yıl içerisinde kitaplarının Fransızca, Almanca ve İngilizceye tercüme edilmiş olması. Yazının sınırlı oluşu sebebiyle biz, burada sadece belirli kitaplara ve Losurdo’nun analiz ettiği belirli konulara odaklanacağız.

“Losurdo’nun kitaplarına nereden başlamak gerek?” diye soran varsa bunun cevabı, Hegel’in felsefi çalışmalarını Fransız Devrimi’nin mirasıyla ilişkisi içerisinde ele alan Alman idealizmiyle ilgili kitabıdır. İkinci önemli çalışması ise, liberalizmle yürüttüğü polemiği, özellikle, liberal-muhafazakâr tarihyazımı bağlamında vurguladığı ve “revizyonizm” olarak ifade ettiği, devrimci başkaldırıları bir tür anomali veya hastalık olarak gören, onları liberal toplumların doğal gelişimiyle çeliştiğini söyleyen yaklaşımı ele alan kitabı.[2]

Losurdo’ya göre Hegel, hiç şüphe yok ki ilerici modern düşüncenin kurucusu. Bu tespiti Hegel’in tüm kariyeri için geçerli. Genelde “muhafazakâr” olarak görülen son dönemi de dâhil.[3] Bu ilericiliğin bir kanıtı, Hegel’in “icatlar”ı, yani salt biçimsel özgürlüğe karşı gerçek veya hakiki özgürlüğe yönelik vurgusu ve makulle gerçek arasında kurduğu özdeşlik.

Losurdo, bu özdeşliği basit manada benzeşme olarak anlamıyor. Onu daha çok gerçek olanın makul olması gerektiğiyle ilgili talep olarak yorumluyor.

Esasında Losurdo, liberalizm geleneğinin karşısına her seferinde Hegel’i çıkartıyor. Ona göre liberalizm, özgürlüğü sadece veya esas olarak mülkiyet, yani imtiyazlılara bahşedilmiş haklar üzerinden tanımlıyor. Bu anlamda liberalizm, bireyin talep edebileceği ve daha fazla önem arz eden haklar ve özgürlükleri görmezden geliyor.

Losurdo’nun Hegel’de takdir ettiği ikinci çarpıcı husus ise Hegel’in hem halkın hem de devletin veya krala ait gücün gerçekleştirdiği devrimlere pozitif rol yüklemiş olması. Losurdo’nun zihnindeki Hegel’e göre, bu devrimlerin asıl önemli olan yanı, onların nereden kaynaklandıkları değil, hakiki özgürlüğün genele teşmil edilmesine işaret eden ilerici niteliği. Bu, Hegel’in o ünlü “dünyanın ruhunun hareketi”yle ilgili değerlendirmesinin bir başka dile getiriliş biçimi.

Losurdo, sonrasında liberalizmin tarihini yazıyor.[4] Bu, muhtemelen en çok bilinen kitabı. Burada Losurdo, liberalizmin karşı-tarihini aktarıyor, onun karanlık yüzünü analiz ediyor, kölelikle, ırkçılıkla ve uyumsuzlara yönelik toplumsal disiplin ve ayrımcılık pratikleriyle kurduğu olumlu ilişkiyi ele alıyor. Kitapta, özgürlüğün, hoşgörünün ve mutlakiyetçi iktidar karşıtı mücadelenin gerçek bir savunucusu olan John Locke, karşımıza Yerlilerin ırkçı bir yaklaşımla imha edilmesi fikrinin, köleliğin, çocuk emeğinin ve yoksullara zulmedilmesini öngören görüşün savunucusu olarak çıkıyor. Bu anlamda liberalizm, bir paradoksla malul. Liberalizm, belirli insanların özgürlüklerinden mahrum bırakılmasının zaruri olduğu fikrini savunuyorken, Bodin gibi kralın iktidarından yana duran birçok teorisyen, bir insanın başkası üzerinde kurduğu mutlak iktidarın kabullenilemez biçimi olarak gördüğü köleleştirme pratiğini eleştiriyor. Buradan Losurdo bize, liberalizmin tarihine tüm halklara, kabilelere veya toplumsal gruplara özgürlüğün bahşedilemeyeceği fikrinin damga vurduğunu gösteriyor. Özetle, liberalizmin bahsini ettiği özgürlükler, herkes için değil.

Losurdo’nun en fazla gürültüye ve tartışmaya sebep olan çalışması ise Stalin’le ilgili kitabı. Birçok isim, bu kitabı yirminci yüzyılın en önemli politik isimlerinden birini aklama girişimi olarak değerlendirdi.[5]

Oysa Losurdo kitapta, Stalin rejimini ve eylemlerini savunmakla ilgilenmiyor. Onun derdi, kendisinin “Hitler safsatası” dediği şey üzerinden Stalin imgesinin Soğuk Savaş boyunca efsaneleştirilip dönüştürülmesine dönük çabalarla mücadele etmek. Losurdo, Stalin’in politik hayatına ait, en tartışmalı konu başlıklarını ele almaktan çekinmiyor. Bu anlamda kitapta, otuzlardaki parti içi tasfiyelerden, Ukrayna’daki kıtlıktan, Katin katliamından ve Doktorlar Komplosu’ndan bahsediyor.

Kitapta Losurdo, Batılı liberal toplumların Stalin’e isnat ettikleri kötülükleri dikkatle belirli bir bağlama oturtuyor ve bu kötülüklerin ilgili toplumların tarihsel miraslarında da bulunabileceğini ortaya koyuyor. Bu kıyaslamayla yetinmeyen Losurdo, kendisinin “kalkınmacı diktatörlük” olarak tanımladığı Stalin rejimini anlamaya çalışıyor.

Losurdo’daki ilerici ve devrimci düşünceye yönelik savunu, Hegel’den ve onun yirminci yüzyıldaki en önemli varisi Marksizmden kök alıyor. Ancak onun için mesele, liberal ve muhafazakâr gericilik karşısında bu ilerici ve devrimci düşünceyi ıslah etmek, onu yeniden edinmek değil. Losurdo’ya göre, Avrupa’nın yakın tarihinin en önemli başarısı olarak bu ideolojik akımın mirasını muhafaza etmekle yetinilmemeli, aynı zamanda o miras geliştirilmeli. Bu açıdan, Losurdo’nun söz konusu geliştirme çabasına sunduğu katkıyı kimse inkâr edemez. O, yirmi birinci yüzyılda ilerici düşünce akımının önemli bir temsilcisiydi.

Jiří Růžička
Ocak 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Domenico Losurdo, Antonio Gramsci dal liberalismo al «Comunismo critico» (Roma: Gamberetti, 1997). Domenico Losurdo, La lotta di classe: una storia politica e filosofica (Roma: Laterza, 2013).

[2] Domenico Losurdo, Il revisionismo storico. Problemi e miti, Roma-Bari, Laterza, 1996. (Fr.: Le révisionnisme en histoire: problèmes et mythes (Paris: Albin Michel, 2006)).

[3] Domenico Losurdo, Hegel e la libertà dei moderni, (Roma: Editori Riuniti, 1992). (İng.: Hegel and the Freedom of Moderns (Durham: Duke University Press, 2004)).

[4] Domenico Losurdo, Controstoria del liberalismo, (Roma-Bari: Laterza, 2005). (İng.: Liberalism: a Counter-History (Londra: Verso, 2011)).

[5] Domenico Losurdo, Stalin. Storia e critica di una leggenda nera, (Roma: Carocci, 2008). (Fr.: Staline: histoire et critique d‘une légende noire, (Bruxelles: Les éditions aden, 2011)).

14 Mayıs 2023

, ,

Devrimciler ve Seçimler

Sömürene de sömürülene de verilen oy hakkı üzerinden seçilen vekillerin oluşturduğu meclisi burjuva diktatörlüğün yüzüne geçirilmiş bir maske olarak gören bilinçli devrimciler, tüm o işçiler ve köylüler, seçimlerden ne beklerler? Şurası kesin ki onlar, koltukların yarısından bir fazlasını ele geçirip, sömürülenle sömürenin, bu iki sınıfın birlikte yaşayacağı zeminin daha kolay ve daha ustalıkla inşa edilmesini sağlayacak, tüm pürüzleri giderecek bir yığın kararnamenin ve kanunun tanımladığı anayasayı kaleme almak gibi bir beklenti içerisinde değiller. Bilinçli devrimciler, esasen proletaryanın seçim sathında sahip olduğu kudretin, meclisi Sosyalist Parti mensubu eylemcilerin sağlam bir çekirdeği hâline getireceğini, böylelikle partinin istikrarlı ve güçlü bir hükümeti kurmaya yetecek sayıya ve köklere sahip olmasını, sonuçta da burjuvaziyi demokrasi denilen yanıltmacanın ve yasallığın dışına zorla atıp, işçi sınıfının en derin ve en geniş katmanlarını sömürücülerin teşkil ettikleri oligarşinin karşısına dikmeyi umuyorlar.

Bilinçli devrimciler, bugün komünist devrimin işçi-köylü şuralarından oluşan bir sistemde vücut bulacak proletarya diktatörlüğü üzerinden gerçekleşeceğine ikna olmuş olan işçiler ve köylüler, birçok sosyalist vekili meclise göndermek için mücadele ettiler, çünkü onlar, şu şekilde düşünmüşlerdi:

Komünist devrim, tek bir darbeyle gerçekleştirilemez. Küçük bir devrimci azınlık, şiddet araçlarına başvurmak suretiyle iktidarı alabilse bile, bu azınlık, ertesi gün kapitalizmin paralı askerlerinin indireceği darbe ile iktidardan indirilir, çünkü saflara kazanılmamış olan çoğunluk, devrimci iktidar denilen çiçeğin derilmesine, kıyıma uğramasına neden olacak, kapitalistlerin altını ve verdikleri rüşvet, tüm kötü tutkuları ve barbarlıkları tahrik edecektir. Bu nedenle proleter öncü, bu miskin ve ağır ilerleyen çoğunluğu manen ve maddeden örgütlemek zorundadır. Proleter öncü, kendi yöntemleri ve geliştirdiği sistemlerle, mülk sahibi sınıfın artık büyük halk kitlelerini barışçıl araçlarla yönetemediği, partinin kontrolü altındaki, onun disiplinine tabi sosyalist vekillerin uzlaşmaz tavırları sebebiyle geniş kitleleri terörize etme, körü körüne sağa sola saldırtma ve onları ayaklandırma konusunda mülk sahibi sınıfın elinin kolunun bağlanacağı maddi ve manevi koşulları yaratmalıdır. Bugün bu türden imkân, ancak parlamentoyu hedefleyen eylemlilikle elde edilebilir. Bu eylemlilikse meclisi felce uğratmayı, burjuva diktatörlüğünün yüzüne taktığı demokrasi maskesini söküp atmayı ve bu diktatörlüğün tüm korkunç ve iğrenç çirkinliğini cümle âleme göstermeyi içerir.

İtalya’da komünist devrimin zorunlu oluşu, ulusal üretim sahasında kullanılan aygıttaki gelişmenin doğasına içkin olan kimi sebeplerden çok uluslararası sebeplere bağlı bir olgudur. Reformistler ve tüm o oportünistler çetesi, İtalya’da devrim için gerekli nesnel koşulların mevcut olmadığını söylerken haklılar: milliyetçiler gibi düşündükleri ve konuştukları, İtalya’yı dünyanın geri kalanın bağımsız olan bir organizma gibi tahayyül ettikleri, İtalyan kapitalizmini saf anlamda İtalya’ya ait bir olgu olarak gördükleri sürece haklılar. Onlar, enternasyonalizmi proletaryanın tarihi kadar kapitalizmin tarihinde işlemekte ve yaşamakta olan bir gerçeklik olarak görmüyorlar.

Fakat eğer İtalya’nın gerçekliği, uluslararası sisteme dâhil edilmiş, bu uluslararası sisteme tabi bir şey olarak ele alınacak olursa, bu durumda tarihsel hüküm de pratikte yapılacak çıkarım da değişecektir. Bu anlamda, her bilinçli sosyalist, kendi sınıfının devrimci misyonu konusunda sorumluluk hisseden her işçi ve köylü, şu tür bir sonuca ulaşmalıdır: toplumsal iktidarı ele geçirmek için hazırlanmalı, silahlanmalıyız. Devrim, esasen uluslararası kapitalist sistemin mevcut koşullarının dayattığı bir gerçekliktir. Bu durum, İtalya’da devrimci öncünün daha zor ve çetrefilli bir görev üstlenmesine neden olmaktadır. Ama gene de mevcut zorluklar ve çetrefilli hâl, bizi kendimizi daha iyi eğitmeye ve daha iyi bir hazırlık yürütmeye zorlamalı, vehimlerden ve şüpheden uzaklaştırmalıdır.

Bu anlamda, İtalya’da geniş halk kitleleri hâlen daha bilgisizdir, hâlen daha disiplin ve kültürden azade bir biçimde, bireylerden oluşan bir sürüden farksızdır, bu kitleler, sadece midesinden ve barbarlara has tutkulardan kaynaklanan dürtülere itaat etmektedirler. Bilinçli devrimciler, seçim mücadelesini tam da bu sebeple kabul ettiler. Onların seçim mücadelesinin amacı, bu çokluğa, avama ilk biçimi vermek, onu bir kılmak, eylemle kurulan bağ üzerinden o kitleyi Sosyalist Parti’ye örgütlemek, ondaki dürtülere ve tutkulara politik bilinç ve bir anlam katmaktı.

Ama öte yandan devrimci öncünün, bu çokluğu, halk kitlelerini aldatmak, onları mevcut krizi reformist eylemlerle, meclise girmeye yönelik eylemlilikle aşılmasının mümkün olduğuna inandırmak gibi bir derdi yok. Bugün gerekli olan, sınıflar arasındaki ayrım çizgilerini kalınlaştırmak, burjuvazinin halk kitlelerinin, çokluğun ihtiyaçlarını karşılayamadığını göstermek, kitleleri şu açık ve tüm çıplaklığıyla ortada olan açmazın var olduğuna deneyim üzerinden ikna etmek: İşçileri ve köylüler, ya kendilerini makinenin çarkları arasında veya toprağın üzerinde ezilmeye zorlayacak, boyna dayanmış yabancı çizmelerinin dayattığı kölelikle yüzleşecekler ya açlıktan ölecekler ya da üstinsana, kahramanlara has bir gayretle proleter bir düzen inşa edecek, mülk sahibi sınıfı ezecek, israfın, düşük üretimin, disiplinsizliğin ve düzensizliğin her türden sebebini ortadan kaldıracak.

İtalyan proletaryasının bilinçli öncüsü, ancak bu türden devrimci sebeplere bağlı olarak seçim listelerine girerler, meclis denilen pazara ancak bu sebepler üzerinden, tüm gücüyle kök salarlar. Demokrasiyle alakalı tek bir vehim, tek bir reformist hassasiyet onları harekete geçirmeye yetmez. Devrimci öncünün amacı, proletaryanın zaferi için gerekli koşulları yaratmak, şuralar sisteminde vücut bulacak proletarya diktatörlüğünü kurmayı hedefleyen devrimci çabanın meclis içinde ve dışında doğru bir sonuç ortaya koymasını sağlamaktır.

Antonio Gramsci
15 Kasım 1919
Kaynak

26 Eylül 2022

Saf Liberalizm


Başında Giorgia Meloni’nin bulunduğu İtalya’nın Kardeşleri partisinin sırtını güçlü bir faşist nostaljiye yasladığına hiç şüphe yok. Parti, yapılacak seçimlerle ilgili anketlerde birinci sırada çıkıyor. Kadroları büyük ölçüde 1946’da Mussolini taraftarlarınca kurulmuş olan İtalyan Toplumsal Hareketi isimli partinin tabanından geliyor.

Meloni de zaten bu partinin Gençlik Cephesi isimli gençlik örgütünün lideriydi. Partinin ismini hükümette yer alabilmek adına Gianfranco Fini tarafından Milli İttifak olarak değiştirmesiyle, örgütün adı Gençlik Eylemi oldu.

Milli İttifak, 1994’te İtalyan sağını faşist nostaljinin o dar ufkundan kurtaracak, böylelikle liberal-muhafazakâr yaklaşımın önünü açacak güç olarak takdim edildi. 2012’de kurulan İtalya’nın Kardeşleri partisi, bu yaklaşımın yanlış olduğunu düşünerek, tövbe edip baştaki faşist çizgiye geri döndü. Partinin simgesi faşizmin mirasına atıfta bulunuyordu. İtalyan bayrağındaki üç renkte yanan bir alev, Mussolini’yi ifade eden tabutun üzerinde yanmaktaydı.

Bir Propaganda Formülü Olarak Antifaşizm

Ülkenin bugün faşistleştiği süreç, tabii ki görmezden gelinemez. Ortada iyimser olmak için herhangi bir sebep de bulunmuyor. Seçimde Meloni başa geçsin ya da geçmesin, öngörülemez olan, güçlüklerle dolu bir sürecin bizi beklediği açık.

Fakat bence asıl sorun, başka bir yerde aranmalı. Korku ve nostajinin kendisinden daha önemli bir öze ve nesnelliğe bakmalıyız. Sağ siyaset içerisindeki devamlılığı ve İtalyan toplumundaki belirli kesimlerdeki sürekliliği dikkate alırsak, ilk elden meclis seçimleri aracılığıyla ülkenin faşizme dümen kıracağını söyleyebilir miyiz? Bir diktatörlüğün eşiğinde miyiz? Önümüzdeki süreçte partiler yasaklanacak mı, sansür ve özel hapishaneler gündeme gelecek mi, azınlıklara ayrımcılık yapılacak mı, ırkçı yasalar çıkartılacak mı? Bazı aydınların korkuyla dile getirdikleri gibi, faşizm tehlikesiyle karşı karşıya mıyız? Özgürlükler ve huzur tehdit altında mı?

Ben, bu kanaatte değilim. Ama İtalya’da başka Avrupa ülkelerinde aşırı sağ denilen kesimdeki dirilişin bu tür değerlendirmelere sebep olduğunu da görüyorum.

Öncelikle “faşizm kapıda” diye bağıranların liberal demokratik medya için propaganda faaliyeti yürüttüklerini söylemeliyim. Bu kesim, Demokrat Parti veya merkez sola yakın duruyor. Bu türden kaba bir basitleştirme ile muhalefet, gayrimeşru ilân ediliyor ve politika sahası iki kampa ayrıştırılıyor. Böylelikle de sempatizanlar harekete geçiriliyor, kararsız olan seçmenin faydalı olacak oyları kapılmaya çalışılıyor.

Ama bu yaklaşımın ümitsiz ve çıkışsız olduğunu görmek lazım. Başarı şansı yok. Çünkü Meloni’nin yıldızının parlamasının sebeplerini, faşist otoriterliğin veya liberalizme yönelik kitlesel husumetin artışında değil, başka yerlerde aramak gerekiyor.

Şu husus hatırdan çıkartılmamalı: Gianfranco Fini’yi görevden alıp Meloni’yi başa geçiren parti, sadece dört yıl önce nostaljik olarak eski siyasete bağlı olan kitlesiyle, ancak yüzde 4,3 oy alabilen bir partiydi. Onca faşist, bir yerlerde saklanmışlar da bugün ortaya çıkmaya mı karar vermişlerdi? Madem İtalya, liberalizm karşıtı ve faşizme meyilli bir ülkeydi, bu kitle, dün neden ortaya çıkmamıştı?

Oysa yeni olan bir şey yok. Milli İttifak, 1994’te Berlusconi hükümetine girdiğinde, merkez sol medyadaki antifaşist çığlıklar, bugünkü kadar işitilmemişti. Birkaç yıl sonra aynı merkez sol medya, Fini’ye makyaj yaptı ve onu yeni Duçe olarak tanıttı. Hatta Fini, Berlusconi’den kopup AB ile Avrupa Merkez Bankası’nın desteklediği Mario Monti hükümeti için yolu açınca, bu medya, Fini’yi liberal demokrasinin kahramanı ilân etti.

Bugün de benzer şeyler yaşanıyor. Aynı politik güçler, gene gururlanarak, kendilerinin liberal ve antifaşist olduklarını söylüyorlar. Ne zaman bir gamalı haç görseler, Nazi faşizmini hatırlatıyorlar ve demokratik meşruiyetten söz ediyorlar. Meclisteki oylama sonucu Ukrayna’daki paramiliter unsurlara silâh verildiği koşullarda, İtalya’nın Kardeşleri üyeleri de aynı çuvala atılıyor.

Bu liberaller, bizi İtalya’nın yüzde 24’ünün faşist olduğuna, liberal düzeni yıkmak istediğine inandırmak istiyorlar. Bu parti, söz konusu oyu faşist olduğu için mi aldı? Hayır. Bu seçim propagandasına kanmamak gerek.

Meloni’nin faşistliğinden bahsetmenin siyasi tartışmalarda bir karşılığı var. Bu ifade kullanılarak, partinin otoriterliğe ve ayrımcılığa meyilli yapısı ortaya konulmak isteniyor. İfade, ciddiye alınıp teknik bir açıdan anlaşıldığında ise bize oy miktarları konusunda boş boş konuşmaktan başka bir şey kalmıyor. Bu mutlak düşmanın durdurulması için tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, geniş bir antifaşist cephenin kurulması gerektiğini söylüyorlar.

Organik Kriz

İtalya’nın Kardeşleri partisi, dar bir faşist nostalji mekânı olmaktan çıkıp, bir kitle partisi hâline geldi. Bu yükselişi liberal solcular, genelde faşizmin dirilişi veya liberalizme yönelik reddiye bağlamında ele alıyorlar.

Oysa partinin yükselişi, sınıfsal ilişkilere işaret eden, tümüyle farklı bir yapısal dinamiğin ürünü. Ayrıca bu süreçte partinin muhaliflerinin de sorumluluğu var.

Partideki yükselişin sebebini, İtalya’daki politik sistemin yüzleştiği, uzun süredir varolan ve ciddi bir düzeye ulaşan organik krizde aramak gerekiyor. Bu krizde egemen sınıf ve ona hizmet eden her renkten politik parti, ayrıca bunlara eşlik eden ve ulusötesi kurumların görevlendirdikleri, ülkeye kurtarıcı diye gönderilip kemer sıkma politikalarını ve borçları erteleme adımlarını dayatan teknokratlar, doksanların başından beri toplumun önüne istikrarlı bir liderlik örneği sunamadılar. Ardından da 2008’de dünya kapitalizmi ekonomik krizle yüzleşti.

Bu süreçte İtalya’da politik düzen, birbiri ardına gelen şoklara maruz kaldı. Böylece sınıflar arasındaki denge bozuldu, politik sistem giderek sağa kaydı. Başka bir ifadeyle, yirminci yüzyılın sonundan beri tanış olduğumuz bütünsel demokrasi modelinin temelleri sarsıldı. Bu süreç yeni başlamadı, ayrıca sağın son yükselişine ihtiyaç duymadan işledi. Ezilen sınıfların elindeki güç ve imkânlar alındı. Alternatif olarak görülen, postmodern ve dışlayıcı demokrasi biçimleri arayışına girildi.

Bu kriz, sadece İtalya’yı değil, tüm Batı ülkelerini etkiledi. Bu süreçte orta sınıflar ve küçük burjuvazi yoksullaştı. Başka bir ifadeyle, egemen sınıfın artık koruyamadığı, geçmişte, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir ittifak içerisinde birleşmiş olan toplumsal katmanlar, kendilerini korumasız hissettiler. Çünkü bugün egemen sınıflar ancak kendilerini, o da bin bir meşakkatle ve dertle koruyabiliyorlar. Artık egemen sınıflar, kaynakları dağıtamıyor, uluslararası rakiplerle, hatta kendi kampı içerisinde bile sert mücadelelere giremiyor. Birkaç yıl önce İtalya’da yaşanan ve kendisini komedyen Beppe Grillo gibi isimlerin başını çektiği Beş Yıldız Hareketi ile içişleri bakanlığı yapan Matteo Salvini’nin kurduğu Kuzey Birliği’nde karşılık bulan popülist isyan, bu organik krizin bir sonucuydu.

Geleneksel egemen sınıflar yenildi ve toplumsal dengesizlik arttı. Nüfusun büyük bölümünün alım gücü düştü, önemli bir kısmı statü kaybına uğradı. Bu koşullarda, söz konusu kesimlerin müesses nizamın kendilerine ihanet ettiğini düşünmelerinde ve artık hiçbir liderlerinin bulunmadığına kanaat getirmelerinde şaşılacak bir şey yok. Ayrıca internet üzerinden harekete geçen ve radikalleşen bu toplumsal katmanların hayal kırıklıklarına ve güçsüzlüklerine çözüm bulmak için başka yerlere bakmasına da şaşırmamak gerek. Bu insanlar, Laclau’nun “politik gösteren” dediği, kendilerine hizmet edeceklerine inandıkları birini arıyorlar.

Bu gösteren veya aktörün müesses nizamla ve onun ihanetiyle kirlenmemiş olması gerekiyor. Bu sayede lider, halkla doğrudan ve ilk elden iletişim kurabiliyor. Bu da kitle katılımını sağlıyor. Karmaşık sorunlara ilkel ve kaba çözümler sunan bir hareket, lider veya aktör, tüm katmanların düşman kabul edeceği bir günah keçisi belirliyor. Böylece toplumun tüm sorunların sorumluluğu o keçinin sırtına yükleniyor, o suçlanıyor. Bu günah keçisi, bazen politik kast, bazen AB, bazen Brüksel’deki teknokratlar, bazen tembel memurlar, bazen de göçmenler gibi marjinal kesimler oluyor.

Bugün İtalya’da ve Avrupa’da egemen sınıflar, ideolojik ve kültürel açıdan ilerici ve soyut düzeyde de olsa evrenselci iken (ki bu noktada akla Avrupa kozmpolitizmi, politik doğruculuk, sınıfı görmeyen, kadını güçlendiren girişimler, yoksullar hilafına olan çevreci politikalar ve insan hakları meseleleri gelsin), bahsini ettiğimiz yoksul ve öfkeli katmanlar, yüzlerini özgül olana işaret eden, yerlici, muhafazakâr, egemenlikçi, sosyal şovenist akımlara çeviriyorlar. Üstelik bu akımlar, o yoksul ve öfkeli katmanların çıkarları aleyhine olmasına rağmen, böylesi bir meyil ortaya çıkıyor. Evrenselci ideolojiyle alakası olmayan, uzun zamandır kıyıda köşede kalmış, medyanın güvenilmez ve tehlikeli unsurlar ortak takdim ettiği, muhayyel ve müstakil cemaatin muhalif geleneksel değerlerinden yanaymış gibi görünüyor.

Sol Sağa Kayıyor

Popülist isyan, hükümetteki güçlerin uyguladığı toplum karşıtı neoliberal politikaların bir sonucudur. Demokrat Parti ve ortanın solu, krizi ciddiye almadı, ona gerekli cevabı üretemedi, bu anlamda, yeniden dağıtımı ve toplumsal politikaları öne alan bir yaklaşım öneremedi.

Günümüz demokrasisinin dayandığı ana sütun olan refah devletini bizzat ortanın solu yıktı. Dolayısıyla tarihsel solun bağrından çıkmış olan Demokrat Parti’nin liberal demokrat çizgide ilerlemesi, asla bir tesadüf değil. Bugün bu parti, zenginlerin ve eğitimlilerin partisi olarak görülüyor.

Yirminci yüzyılın sonunda yaşanan tarihsel yenilginin ardından, solun sağa kaydığı noktada orta sınıflar, yüzleştikleri kriz karşısında çözüm yolunu sağda buldular. İtalya, bu anlamda gerçek bir sol seçenekten yoksun. Yani bu ülkede Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri sınıf mücadelesinin aldığı yeni biçimlere ilerici bir yön verecek ve toplumsal çelişkilerin derinleşmesi meselesiyle başa çıkabilecek bir sol yok.

Bu, tümüyle ekonomiyle alakalı bir mesele değil. Sol, kültür düzleminde de sağa kaydı ve süreçten muzaffer çıkan mülk sahibi sınıfa yaltaklık etti.

Örneğin vergilendirme, esasen önemsiz bir mesele değil. İtalya’da hâlen daha az da olsa insanlar, artan oranlı vergilendirmeden yana. Buna karşın, geliri sabit ve düşük olan kesim bile düz oranlı gelir vergisine sıcak bakılıyor. Bu, esasen sınıfsal hâkimiyetin ve neoliberal sahtekârlığın somut bir ifadesi.

Bu ülkede yoksullar, artık zenginleri finanse edebilecek durumda değil. Ama fiili veya muhtemel birer yurttaş olarak yoksullar, egemenlerin fikirleri üzerinden düşünüp hayal kuruyorlar. Oysa o fikirler, yoksulların çıkarlarına karşı.

İşçi, kendisini küçük bir iş insanı olmayı hayal ediyor. Satıcı, tüccar olabileceğini düşünüyor. Manav, elindeki işletmenin borsaya kaydolacağı günün hayalini kuruyor. Herkes, girişimcinin iş ve servet meydana getirdiğini düşünüyor, ama kimse, alternatif bir sistem hayal etmiyor.

Kültürel çöküşü ve organik çürüme sürecini galiba en iyi bu gerçeklik ortaya koyuyor. Bunda tarihsel solun da sorumluluğu var. Kendi felâketlerinden kurtulan sol, güç ilişkileri karşısında liberalizmin sahasına koştu. O günden beri sol, düzenlemeden muaf tutulan piyasa ideolojisini ve liberal mülk sahiplerinin bireyciliğini savunuyor, reklâm ediyor. Bu ideolojinin devlete ve toplumsal sorumluluğa düşman olduğunu bal gibi biliyor. Sol, alternatif bilinç biçimleri öneremiyor. Devleti ve sorumluluğu çöpe atınca vergiler de anlamını yitiriyor. Böylelikle sol, dayanışma üzerine kurulu demokratik bir arada yaşama tarzı ve refah için vergilerin sahip olduğu önemi görmüyor.

Komplocular, halk sınıflarının tam da bu sebeple eski sola ihanet ettiğini söylüyorlar. Oysa sol, tarihsel düzlemde yenildi. Demokrasiye ait temel unsurların söküp atılmasına katkı sunan sol, bugün ülkedeki gericileşme tehlikesinden şikâyet ediyor.

Aslında ortanın solu, kendi dilindeki propagandaya inanmıyor. Onu ciddiye almıyor. “Kapıya dayanmış olan faşizm”i durdurmak için gerekli araçları elinin tersiyle itiyor. Bu anlamda en azından Beş Yıldız Hareketi ile ittifak kurmuyor.

Beş Yıldız Hareketi, Başbakan Mario Draghi hükümetinin devamına mani olduğu için suçlu. Bu hükümetse neoliberal ajandayı büyük bir bağlılıkla uyguladı.

Neticede sağın karşısına meşruiyetini yitirmiş neoliberal teknokratik ajanda ile çıkmanın bir çözüm getireceğini düşünenler yanılıyor.

Muhtemelen basın ve sol liberal liderler, Meloni’nin yıldızını daha da parlatacak ve 25 Eylül günü oylarını yüzde 65’in üzerine çıkartmasını sağlayacak. Zira bunların uyguladığı yöntemler, ancak ideolojik açıdan yeterli birikime sahip olmayan birçok insanın sağa oy vermesiyle sonuçlanacak.

Bu anlamda, eğer gerçeği idrak etmek ve “Faşizm” teriminin aşınıp işlevsizleşmesine mani olmak istiyorsak, mevcut tüm şartları dikkat alıp, ikide bir faşizmden dem vurmaktan kaçınmalıyız. Eğer her şey faşistse, örneğin kimi solcuların dediği gibi, pandemi önlemleri de faşistse, gerçekte faşizm diye bir şey artık yoktur demektir.

Bizim sosyalist hareketin tarihinden miras aldığımız Pavlovcu refleksi aşıp, her tür muhalife, bize karşı olan herkese “Faşist” damgası vurma kolaycılığından kurtulmamız gerekiyor. Sağı her zaman “Faşist” olarak nitelemeye hiç gerek yok, çünkü sağ hep vardı, bundan sonra da olacak ve o, birçok farklı yüze bürünecek. Biz de onun nerede bulunduğunu, ne kadar tehlikeli olduğunu anlamaya çalışacağız.

Bonapartist Deneyler

Bugün yirminci yüzyılın ikinci yarısından farklı bir durumdayız. O elli yıllık dönemde liberal sistem içi arayışlara, çıkar çatışmaları üzerine kurulu demokrasi denilen oyunda faşizme karşı liberallerle ilişki kurmaya ihtiyaç duyulmuyordu.

En iyi hâliyle bugün Batılı egemen sınıfların yüzleştiği asıl sorun şu: bu sınıflar, bir yandan postmodern liberal demokrasiyi istikrarlı bir biçime kavuşturdular, ama aynı zamanda eski sömürge dünyasının küreselleşme bağlamında yol açtığı sorunlarla uğraşmak ve onları çözmek zorunda kaldılar.

On dokuzuncu yüzyılda oy hakkına kısıtlama getirilince liberal demokrasi anlayışı ortaya çıktı. Bu anlamda aristokrasi üyeleri eşit kabul edildi. Egemenin yetkilerini ve gücünü kısıtlama çabası dâhilinde işçilerden uzak duruldu, ama mülk sahibi sınıfların eşit olduğu söylendi. Ücretiyle geçinenler, işçiler, bağımsız politik mücadelelerini yükselttiler. Sosyalist partilerde örgütlendiler. Oy hakkının kapsamı, ancak bu sayede genişledi. Kitleler, sürece bu şekilde dâhil oldu. Bu sürece sömürgeci faaliyetler eşlik etti. Demokrasi, özele ve yerli olana işaret eden, “üstün ırk”a vurgu yapan bir yaklaşım üzerinden ele alındı.

Bugün genel eğilim, sandığa gitmeme yönünde. Bu ise Amerikan toplumunu model alan neoliberalizmin programatik hedefi değil. Bugün kitleler, demokratik süreçlerden dışlanıyorlar.

Buna dair iki örnek verilebilir: Seçim listeleri, İtalya’da teslim edilirken, iki meclisin birinde grup oluşturmayan veya vekiller meclisi ya da Avrupa Parlamentosu’ndaki son seçime girmeyen partilerin Ağustos ortasına kadar 60.000 imza toplaması gerekiyor. Öte yandan, mecliste temsil edilen ve bu mevzuata uygun durumda olan partiler, bu ağır şarttan muaf tutuluyorlar. Bu türden usule ilişkin detayların yanında, 25 Eylül günü İtalyanlar, meclise girecek vekil sayısını üçte bir oranında azaltan son anayasa reformu üzerinden oy kullanacaklar. İtalyanlar, Eylül 2020’deki referandumda bu reforma onay verdiler. Burada amaç, “politik kast” sistemini cezalandırmaktı, oysa reform, fiiliyatta söz konusu sistemi güçlendirdi, neticede yurttaşlar, aslında kendilerine zarar vermiş oldular.

Söylenenlere göre, İtalya’da güç, önemli oranda belirli ellerde yoğunlaştı. Bu sürece servetteki muazzam yoğunlaşma eşlik etti.

Eğer sağcı partiler zafer kazanırsa, bilhassa meclisteki koltukların yüzde 65’inden fazlasını alırsa, hiç şüphe yok ki bu gelişme, otoriterliğe meyilli bir anayasanın oluşmasına yol açar, antifaşist direnişin ürettiği parlamenter cumhuriyetçi yapı çöker, belki de başkanlık sistemi gündeme gelir.

Tabii ki karşı çıkılması gereken, ciddi ve gerçek bir tehlikeden söz ediyoruz burada. Ama şu da bilinmeli: bu tehlikenin sebebi, Meloni’yi iktidara taşıyan, gücün yoğunlaştığı süreçte aranmalı. Bu yoğunlaşma sürecini ortanın solu ve liberal demokratlar de beslediler. Bunu, getirdikleri reformlarla yaptılar.

Bu anlamda, bugün karşı çıktıkları hasımları kendilerine çok fazla benziyor. Meloni, başkalarının başlattığı işi yapacak. Başkalarının belirlediği amaç ve yöntemleri radikal bir tarzda ve tutarlılıkla ele almaktan gayrı bir şey yapmayacak.

Ülkede ortanın solu ile muhafazakârlık arasındaki farklılık silindi. Sol sağcılaştı. İnsan haklarını iki yüzlü bir biçimde yüceltip toplumsal hakları ortadan kaldıranlar, toplumsal hakları ve insan haklarını birlikte ortadan kaldırmaya niyetlenenlere her zaman tercih edilirler.

Ülkede bir faşistleşme süreci yok. Sadece Soğuk Savaş’ın sona ermesinden ve liberalizmin zaferinden beri Bonapartist deneyler konusunda sunulan farklı öneriler söz konusu. Hem politik hem de kültürel düzeyde sınıfsal düşmanlarından kurtulmayı bilmiş olan (neo)liberalizm, mutlak formuna, yani egemenlerin çıkarlarını sınırsızca ve kısıtlama olmadan ifade etme imkânına kavuşuyor. O saf hâliyle liberalizm, soluyla sağıyla, yitip giden bir dünyanın kalıntısıydı. O, yeni bir konuma ve tanıma sahip oldu.

Tarihsel solun varisleri olan liberal evrenselciler de İtalya’nın Kardeşleri partisinin sağın varisi olarak ait olduğu yerlici liberal muhafazakârlar da bu liberalizm toprağına ait. Hepsi de modern demokrasiyi ve onunla alakalı eğilimleri Bonapartist güç yoğunlaşması üzerinden yorumluyor. Sadece bir taraf, soyut evrenselci bir yorum ortaya koyarken, diğer taraf, yerlici ve gerici bir dil tutturuyor.

Bu anlamda bugün mesele, faşizm ya da ülkenin faşistleşmesi değil, alternatifi bulunmayan, kendi elindeki araçlarla hareket eden liberalizm. Bu liberalizm, soldaki acziyetin sebebi. Geçmişte görüldüğü üzere, liberalizm, olağanüstü hâlin gerekli kılması durumunda, istediği zaman otoriterlik yanlısı bir form kazanabilir.

Stefano G. Azzarà
23 Eylül 2022
Kaynak

28 Haziran 2022

,

Domenico Losurdo Anısına


28 Haziran günü aramızdan ayrılmış olan Profesör Domenico Losurdo’nun ismini ilkin Stalin: Tarih ve Kara Propagandanın Eleştirisi isimli çalışması ve bu kitabın 2009 yılında Komünist Yeniden Kuruluş Partisi’nin yayın organı Liberazione’de yayımlanması sonrası kopan fırtına ile birlikte öğrendim.[1]

Losurdo’nun Stalin savunmasına yönelik gerçekleştirilen saldırıları büyük bir ilgiyle takip ettim. Nikita Hruşçef’in partinin 25 Şubat 1956’da gerçekleşen yirminci kongresinde yaptığı “gizli konuşma”da söylediği yalanlarla ilgili kitabım da kısa süre önce, Aralık 2008’de Rusya’da yayımlanmıştı. (Antistalinskaia podlost -Moskova: Algoritm). Yaptığım çalışma dâhilinde Hruşçef’in o konuşmada Stalin’e yönelik tek bir gerçek “suç” isnat edememiş olması, bu tür suçların gerçekte varolup olmadığı sorusunu sormama neden olmuştu.

Bu sebeple gidip Losurdo’nun Stalin’le ilgili kitabını aldım ve oturup inceledim. İncelemenin ardından şu sonuca ulaştım: Losurdo’nun, bilhassa Sovyetler Birliği’nin ve Komintern’in emperyalizme karşı verdiği mücadele üzerine inşa ettiği Stalin savunusu, bir yandan, Stalin’i şeytanlaştıranları ve bunun sonucunda da yirminci yüzyılda ortaya konmuş komünist hareketi redde tabi tutanları sorgulayanların olduğunu kanıtlıyor, bir yandan da bu alanda yürütülen teorik faaliyete armağan edilmiş yeni bir soluğu ifade ediyor.

2012’de Losurdo, Fransız anti-komünist akademisyen Nicolas Werth ile Stalin tartışması yürüttü.[2] O tartışmada Losurdo’nun fark etmediği bir husus dikkatimi çekmişti: Werth, tartışma dâhilinde tarımın kolektifleştirilmesi ve 1932-1933’te Sovyetler’de yaşanan kıtlıkla ilgili yeni çıkan yayınlardan, namuslu bir aydına yakışmayan bir üslupla, yalan yanlış alıntılar yapıyordu. Bu hususu Losurdo’ya gönderdiğim mesajda dile getirdim. Mesajın ardından bana teşekkür eden Losurdo, açıklamalarımı kendi blogunda paylaşmıştı.[3]

2014 yılında New York Manhattan’da düzenlenen Sol Forum etkinliği dâhilinde bir panele katılmıştım. Panelin sonunda biri yanıma gelip kendisinin Domenico Losurdo olduğunu söyledi. Kendisiyle tanıştığım için memnun olduğumu dile getirdikten sonra Losurdo’yu panele davet ettim. Yeni çıkarttığı kitabın tanıtımı için şehre gelmiş olan Losurdo, beni dinlemek için panele gelmişti!

Hruşçef’in gizli konuşması ile ilgili Hruşçef Yalan Söyledi isimli kitabımın İngilizcesi 2011 yılında yayımlanmıştı. Sonrasında Losurdo, kitabın İtalyancada yayımlanmasını sağlamak için beni Città del Sole isimli bir yayıneviyle tanıştırdı ve kitabın İtalyanca versiyonuna takdim yazısı yazmayı önerdi. Onun izniyle Losurdo’nun bu takdim yazısı kitabın İtalyanca, Almanca ve Fransızca versiyonlarında yer aldı. Ayrıca Losurdo, incelik göstererek, Sergei Kirov Cinayeti (2013) isimli kitabımın arka kapağa için bir yorum, ayrıca hâlen daha yayınlanamamış olan bir de uzun bir takdim yazısı kaleme almayı kabul etti.

Kendisinin de ısrarla dile getirdiği biçimiyle Losurdo, tarihçi değil, felsefeciydi. Rusça bilmiyordu. Dolayısıyla, dün olduğu gibi bugün de kapitalist veya troçkist, cümle anti-komünist akademyanın ne kadar sahtekâr olduğunu görmemize imkân veren Sovyet arşivlerine ait birincil kaynaklardan mahrumdu.

Buna karşın Losurdo, teorik zemini sağlam bir tarih felsefecisiydi. Marksist felsefe, onun için diyalektik ve tarihsel materyalizmdi. Ondaki yirminci yüzyıl tarihine, bilhassa emperyalizmin Batı “demokrasiler”i maskesi ardında yol açtığı dehşete dair derin bilgi, Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nin ve Komintern’in emperyalizmle mücadele konusunda oynadığı rolü ayrıntılandırıp savunması için gerekli zemini teşkil ediyordu.

Losurdo’nun kanaatine göre, komünist hareketin öncülük ettiği, Stalin’in onay verdiği özgürlük mücadeleleri ile Stalin’e isnat edilen “suçlar” arasında büyük bir çelişki söz konusuydu. Bu konuda anlatılan hikâyenin anlamsız gelen, akla mantığa sığmayan bir tarafı vardı. Losurdo haklıydı.

Karl Marx’ın ifade ettiği biçimiyle, felsefenin amacı dünyayı değiştirmekti. Bu cümleye şunu eklemek mümkün: dürüst bir materyalist tarihin amacı, geçmişten çıkartılacak olumlu ve olumsuz tüm dersleri edinmek, böylelikle gelecek nesiller için daha iyi ve daha aydınlık bir dünya inşa edecek güçlere katkıda bulunmaktır.

Her şeyin ötesinde Domenico Losurdo, bir hakikat savaşçısıydı. Onun ezilenlerin ve sömürülenlerin nihai kurtuluşuna sunduğu katkı, bugün bizi beslediği gibi, gelecekte mücadele yürütecek, bizden bayrağı alacak nesilleri de besleyecek.

Grover Furr
1 Temmuz 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Losurdo’nun kitabı ile ilgili tartışma için bkz.: Archive. Liberazione yayın hayatına 2014’te son verdi, dolayısıyla internet sitesi artık çalışmıyor.

[2] Werth’in katkısı: Diderot; Losurdo’nun cevabı: Diderot.

[3] Bkz.: Blog.