29
Nisan 1992’de Los Angeles’ta yirminci yüzyılın en önemli ayaklanmalarından biri
yaşandı. Düzeni sağlamak için ordu, ulusal muhafızlar ve polis devreye girdi,
halk, milyonlarca dolarlık malı kamulaştırdı, işyerlerine yönelik saldırılar
neticesinde milyarlarca dolarlık zarar oluştu.
Birçok
okur, ayaklanmanın detaylarına zaten aşina. Dolayısıyla, bu makalede biz,
ayaklanmayı, sınıf mücadelesinde yeni gelişen militanlık düzeyinin nereye
yöneleceğini görmek adına, yaşanan olayları Los Angeles ve Amerika’daki
sınıfsal ilişkilerin mevcut bağlamına oturtmak suretiyle anlamaya çalışacağız.
Ayaklanmadan
önce ülkedeki sınıf mücadelesi, iki açıdan ele alınıyordu. Kötümser yaklaşıma
göre, işçi sınıfı yenilmişti. Bu yaklaşım, dünya genelindeki sınıf mücadelesi
düzleminde Amerika’nın çölden farksız olduğunu söylüyordu.
İyimser
görüş ise ücretlerdeki kesintiler karşısında geleneksel işçi sınıfının zayıf
olmasına karşın, Amerikan solunda gördüğümüz, tek bir meseleye odaklanan
kampanyalar ve “politik doğruculuğu” esas alan söylemin, esasen işçi sınıfının
belirli kesimlerinin özerk mücadele yürütmesinin hayati bir mesele olduğunun
kanıtı olduğu iddiasındaydı. Los Angeles’ta sınıf mücadelesinin patlama
noktasına ulaşması, bu tek taraflı görüşlerin ötesine bakmamızın gerekli
olduğunu ortaya koyuyor.
Görünenin
Ötesine Bakmak
İsyanlara
dair bilgilerin önemli bir kısmı, kapitalist medya kaynaklı. Dolayısıyla, bizim
bu tahrif ve tahrip edilmiş bakış açısıyla uğraşmamız gerekiyor.
Körfez
Savaşı’nda olduğu gibi medya, insanları olan bitene dair imgelere boğdu ama bir
yandan da olaylara ilişkin yanlış bir görüş inşa etti. Körfez Savaşı’nda yanlış
bilgi aktarma çabasında olan medyanın, Los Angeles isyanında sansürcülüğünü
konuşturmanın yanında proleter bir ayaklanmayla yüzleştiğinde idraksizlik
çamurunda debelendiğine şahit olduk.
Mike
Davis’in de ifade ettiği gibi, birçok muhabir, anlamak istemedikleri canları
çizmeleriyle çiğnerken sadece varoşlara dair klişeleri dillendirmekle
yetindiler. Her şeyin kat kat üst üste bindiği, karmaşık gerçeklik, tek bir
hikâyeye indirgendi. Muhabirler, “bu süreçte siyahların King’le ilgili alınan
karara karşı duyduğu haklı ve meşru öfkeyi sokak çeteleri kendi çıkarları için
istismar etti ve bu öfkeyi kendi toplumlarına yönelik gözü dönmüş saldırıya
dönüştürdü” dediler. Oysa burada muhabirlerin aktardıkları manzaranın
gerçeklikle hiçbir alakası yoktu.
1991’de
Rodney King’in yediği dayak, münferit bir olay değildi. Saldırı, şans eseri
filme alınmıştı. Böylelikle, Amerika’da kapitalist hâkimiyetin mevcut biçimine
damga vuran, şehirlerde uygulanan ırkçı polis baskısı görünür hâle geldi.
Kamuoyunun bu her gün yaşanan olayı bilmesiyle birlikte olay, simgesel bir önem
kazandı. Bayraklaştı.
Televizyon
seyircisinin bitmek bilmeyen duruşmalar üzerinden olayın üzerine nisyan örtüsü
serdiği koşullarda, Los Angeles’ın orta kısmının güneyinde ve diğer fukara
kesimlerinde yaşayanlar, davadan gözlerini hiç ayırmadılar. King’in sistemden
yediği dayağa yönelik öfkelerini bileylediler. Ülke genelinde, bilhassa Los
Angeles’ta davanın sonucu ne olursa olsun devletin halkın öfkesine bir şekilde
mazhar olacağına dair kanaat hâkimdi. Şehrin merkezinin güneyindeki
mahallelerde oturanlar açısından King olayı, basit bir tetikleyiciden başka bir
şey değildi. Televizyonlardan yapılan “ayaklanmayı sonlandırın” çağrılarına
kimse kulak asmadı, çünkü zaten mesele, King ve yediği dayak değildi.
Ayaklanma, sokaklarda sürekli uygulanan ırkçılığa ve fukara mahallelerdeki
sistematik zulme karşı başlatılmıştı. O yumruklar, ırkçı Amerikan
kapitalizminin gündelik hayata yansıyan gerçekliğine karşı sıkılmıştı.
Medya,
hemen eylemleri “ırk isyanları” olarak yaftaladı. Ama bu tasnif, süreç
içerisinde anlamını yitirdi. Newsweek’in ayaklanmayla ilgili haberinde
şu söyleniyordu:
“Ortada sadece ‘Whitey’yi
öldürün’ diyen genç öfkeli siyahlar yok. Latinler, hatta beyazlar da
Afrikalı-Amerikalılarla birlikte hareket ediyor. Ayaktakımının derdinin kan
değil, mülk olduğu görülüyor. Bayram günüymüş gibi ortalıkta dolaşan
yağmacılar, pahalı tüketim mallarına saldırıyorlar. Bu ürünler, birden
‘ücretsiz’ oluyor. Sadece yoksul siyahlar değil, beyazlar ve Asyalı Amerikalı
işletme sahiplerinin de canları yandı.”
Newsweek,
mikrofonunu “uzman” diye bir kent sosyologuna uzatıyor. Uzman, orada şunu
söylüyor: “Bu, ırksal bir isyan değil. Sınıfsal bir isyan.” (Newsweek,
11 Mayıs 1992)
Bu
analizden rahatsız olan dergi muhabiri, top sakallı, 19 yaşındaki bir
tezgâhtara uzatıyor mikrofonunu. Richard Cunningham isimli bu genç, şunları
söylüyor:
“Hiçbir şey umurlarında
değil. Âlem yapıyorlar. Ekranlardan gördükleri hayatları yaşamak istiyorlar.
Orada büyük eski evleri, güzel arabaları, stereo müzik çalarları görüyorlar.
Şimdi bunların hepsi ücretsiz. Alıp gidiyorlar.”
Tam
da sosyologun dediği gibi: bu, sınıfsal bir isyan.
Los
Angeles’ta Latinler, siyahlar ve bazı beyazlar polise karşı birleştiler. İsyana
katılan kitlenin bileşimi bölgenin bileşimini yansıtıyordu. İlk göz altına
alınan 5.000 kişinin yüzde 52’si yoksul Latin, yüzde 10’u beyaz, sadece yüzde
38’i siyahtı.
Bu
tür gerçekleri gören medya, isyanı “ırksal isyan” olarak yaftalamanın imkânsız
olduğunu anladı. Ama medya, eylemleri rastgele yapılan şiddet eylemleri ve
insanların kendi cemaatinden kişilere yönelik gerçekleştirdikleri anlamsız
saldırılar olarak takdim etme konusunda epey başarılı oldu. Mesele, şiddete
meyilli bir tarafının olması değildi. Medya, eylemlerin aktığı kanaldan
hoşlanmamıştı. Kitle, siyah ya da Latin fark etmez, gazetecileri ve
fotoğrafçıları hedef alıyordu. Peki medya isyancıların neden hedefindeydi?
1.
Fotoğraflar ve haberler üzerinden eylemlere katılanlar tespit ediliyordu;
2.
Ayaklanma, takip eden yıllarda sadece suçlular ve uyuşturucu bağımlılarıyla
anılır oldu. Halkın talepleri ve iradesi silindi. Bu yüzden, yoksul mahalleler
muhabirleri bugün bile hâlâ “görüntü yağmacıları” olarak anıyor.
Oysa
ayaklanmanın üç boyutu vardı: temsil iddialarına reddiye, servetin doğrudan
kamulaştırılması ve mülke saldırı. Ayaklanmaya katılanlar, bu üç başlıkta
ellerinden geleni yaptılar.
Temsil
İddialarına Reddiye
1965’te
yaşanan ayaklanma, sadece Watts ilçesiyle sınırlıyken 1992’de isyancılar,
mücadelenin alanını etkili bir biçimde genişletmeyi bildiler. İlk olarak
“temsilciler”i kenara ittiler. Dolayısıyla, şehir idaresindeki siyasetçiler,
kilise örgütleri ve yurttaş hakları hareketine mensup bürokratlar boşa düştü,
siyahi toplumu kontrol etme görevini ifa edemedi. ABD’nin diğer eyaletlerinde
bu politik kesim, halkın öfkesini doğrudan eylem alanından uzaklaştırıp
ayaklanmanın yayılma sürecini durdurmayı bildi. Mücadele alanı gene de
genişledi ama diğer şehirlerde eylemlerin yoğunluğu Los Angeles’taki yoğunluğa
hiçbir vakit ulaşmadı. Los Angeles’ta kendi başlarına göreve gelmiş ve seçilmiş
temsilciler kenara itildi. İsyancılar, Watts isyanındaki kardeşleri gibi liderlere
zerre saygı göstermediler. Onca yılın ardından sermaye ve devletle siyahi
toplum arasında arabuluculuk yapan kesim hükmünü yitirdi. Cemaat liderleri,
mahallelilerin ellerini kollarını bağlamaya çalışsa da “ellerindeki boruları,
demir çubukları, beysbol sopalarını öfkeli bir biçimde sağa sola sallayan çete
liderleri, halkı kendi mahallelerine değil de batıdaki zengin mahallelere
saldırmaya teşvik etti.”
“Sokaklar
artık polis için çok tehlikeli yerlerdi.” (Observer, 3 Mayıs 1992).
Mülke
Saldırı
İsyancılar,
polisi izlemek için taşınabilir telefonlar kullanıyorlardı. Halkı bölmek için
kullanılan otoyollardan mücadelenin alanını genişletilmek için yararlanıldı.
Siyahlar ve Latinler, arabalarıyla dolaşıp ticarethaneleri, kapitalist sömürü
alanlarını ateşe verdiler. Başka noktalarda ise trafik kesilerek AVM’ler
boşaltıldı.
Amerikan
tarihinde birden fazla etnik unsurun katıldığı ilk isyan olma özelliği taşıyan
Los Angeles Ayaklanması, arabaların yardımına başvurulan ilk isyandı aynı
zamanda. Polis, isyancıların yaratıcılığı ve maharetleri karşısına şaşkına
dönmüştü.
Doğrudan
Kamulaştırmalar
“Metayı anında yok eden
yağma pratiği, aynı zamanda metanın nihayetinde ifade ettiği gerçekleri,
orduyu, polisi ve devletin silahlı şiddet üzerindeki tekelini kullanan diğer
uzmanlaşmış birimleri ifşa eder.”
İsyancılar,
polisi sokaklardan kovunca yağma, ayaklanmanın baskın unsuru hâline geldi.
Şehirde yaşanan ayaklanma, kapitalizme yönelik öfkenin patlaması yanında
kapitalizmin yerini alma ihtimali bulunan yaratıcılığın, inisiyatifin ve
neşenin de bentleri yıkıp taşmasıydı.
Orta
yaşlı bir kadın şunu söylüyordu: “Çalmak günahtır ama bugün burada yaşanan,
televizyonda bir yarışmayı seyreden kitlenin içerisindeki herkesin kazanmak
istediği ödülü alma çabasından daha fazlası.” [Davis’in Nation’da çıkan
makalesi, 1 Haziran]
"Sokaklar, dükkân
önleri ve AVM’ler her ırktan yağmacının eline geçti. Sarışın çocuklar
arabalarına büyük ses sistemleri yüklediler. […] Külüstür bir arabaya doluşmuş
Filipinliler, beysbol eldivenlerini ve ayakkabılarını topladılar. Latin
anneler, çocuklarıyla ilaç dükkanlarını ve mağazaları dolaştılar. Birkaç Asyalı
da vardı. Watts isyanında yağma, ümitsiz, öfkeli ve kaba bir kitlenin eylemi
iken bu sefer kitledeki ruh hali delice eğlenilen bayram coşkusuna benziyordu.”
“Yağma”
olarak yaftalanan doğrudan kamulaştırma eylemleri, çalışma-ücret-tüketim
denilen sermaye çevrimini bozuyor. Sermaye, grev gibi bu tür bir mücadeleyi hoş
karşılamaz. Ama şu gerçeği de dillendirmek gerek: şehirdeki işçi sınıfının
önemli bir kısmı açısından ayaklanmanın üretim düzeyine taşınması imkânsızdı.
Bazı ürünleri ulaşamayacaklarını, iyi bir hayat yaşayamayacaklarını bilen
insanlar için kullanım değerlerinin tamamına bir etiket vurulmuştu. İnsanlar,
sermayenin çelişkilerini yabancılaştıkları üretim düzeyinde değil, yabancısı
oldukları tüketim alanında, emek düzeyinde değil, emtia düzeyinde tecrübe
ediyorlardı.
“Birçok insan, kendilerine
tazminat olarak ödenmesi gerekenleri aldıklarını düşünüyor. ‘Bunlar zaten
bizim’ diyor.” [Will M., eski çete üyesi Will M.’in yağma ile ilgili görüşü, International
Herald Tribune, 8 Mayıs]
Doğrudan
kamulaştırmanın bilhassa üretimden kopartılmış Los Angeles’lı yoksullar için
sahip olduğu önemi kavramak gerekiyor.
“İşçi sınıfının değer
yasasına karşı ürettiği toplumsal zenginlikle doğrudan ilişki kurma eğilimine
sahip olduğu görülmeli. Sınıf mücadelesini mevcut düzeyine taşıyan kapitalist
gelişme, toplumsal değiş tokuşun ‘nesnel’ parametrelerini yok ediyor. Bu sebeple,
proletarya, bu mevcut düzey dâhilinde, sermayenin biçimsel açıdan yeniden boyut
verdiği toplumsal zenginliği yeniden temellük etmekle ilgili maddi irade
üzerinden kendisini yeniden teşkil ediyor.”
Irk
ve Sınıf Bileşimi
Amerikan
burjuvazisinin sesi olan Newsweek bile yaşananın bir “ırksal isyan”
değil de bir “sınıfsal isyan” olduğunu tespit etmek zorunda kaldı. Ama isyanın
sınıfsal niteliğini tespit ederken ondaki “ırki” unsurlara körleşmemeliyiz.
Amerikan işçi sınıfını bölen ırksal hatlar ayaklanmada da belirgindi. Bu
anlamda, ayaklanma ırk meselesini belirli ölçüde içeriyordu. Irk temelli kimi
olaylara tanık olundu. Bizim bu unsurları temeldeki sınıfsal çelişkinin ifadesi
olup olmadıklarını anlamamız gerekiyor.
Normandie
ve Florence’te ayaklanmayı başlatan kalabalığın içinden birileri Reginald
Oliver Denny isimli bir beyaz kamyon şoförüne saldırdı. Medya, bu dayağın
üzerine atladı, onu beyazların siyahlara yönelik korkularının somut teyidi
olarak takdim etti. Peki ama bu olay aslında neyi anlatıyordu? Ayaklanma
sırasında ölenleri inceleyen bir analiz başka şeyler söylüyor.
Bu
noktada bizim sınıf savaşının “ırki” bir dil tutturduğunu görmemiz gerekiyor.
Amerika’da
genel anlamda muktedir sınıf, ırkçılığı her daim teşvik edip yönlendirmiş,
yerlilere soykırım uygulamış, kölelik düzeninden beslenmiş, işgücünü bölmek
için etnisite silahını kullanmıştır. Ardı ardına kıyıya vuran göçmen dalgaları
yüzünden siyahi işçiler işlerinden olmuşlardır. Diğer toplumsal gruplar, emek
piyasasında en alttayken yukarı tırmanırken siyahlar hep yerlerinde
saymışlardır. Bir yandan da ırkçılık, beyaz işçilerin sınıf bilinci
geliştirmelerine mani olmuştur.
Özelde
Los Angeles’ta orta güney hattında yaşayanlar, işçi sınıfının en fazla dışlanan
kesimidir. Sermaye, bu kesimlerle ilgili olarak belirli strateji
geliştirmiştir. Bu strateji, polis baskısı üzerine kuruludur ve tümüyle sınıfi
bir meseledir. Öte yandan, Los Angeles Emniyet Müdürlüğü ağırlıklı olarak
beyazlardan oluşurken onun mağdur ettikleri genelde siyahlar ve Latinlerdir.
Devletin çok sayıda siyahı polis yapmak suretiyle dışlanan ve içerilen kesimler
arasındaki sınırları bulanıklaştırdığı diğer şehirlerden farklı olarak Los
Angeles’ta sermaye böl ve kuşat stratejiyi uygulamaktadır. Halkla emniyet
arasındaki her yüzleşmede açığa çıkan bu ırkçı strateji, tümüyle ırki bir
meseledir.
Kentin
siyahları ve Latinleri deri renklerine göre marjinalleştirilip ezildiler. Bu
koşullarda zalimlere karşı sınıfsal öfkenin açığa çıkmasında, bu noktada
düşmanı tanımlarken tıpkı kendilerine karşı kullanılan dilde görüldüğü üzere
ırki ifadelere başvurulmasında şaşılacak bir şey yok. Dolayısıyla, bu isyan
“ırki bir isyan” olsa bile hâlen daha sınıfsal bir isyandı. Ayrıca eylemlere
katılanların ırklara dair klişelerin ötesine geçebildiğini de görmek gerek.
Polise yönelik saldırılara, kamulaştırma eylemlerine ve mülke saldırılara
herkes olumlu yaklaştı. Bunların gerekli olduğunu söyledi. Ama deri renginden
ötürü birilerine yapmış saldırılar ayaklanmanın parçası olarak görülmediği gibi
tasvip de edilmedi. Aslında kentteki sınıfsal baskının ırkçı niteliği bağlamında
ayaklanmanın ırki bir yön barındırmamış olmasına şaşmak gerek. Bu noktada asıl
önemli olan, isyancıların sermayenin kontrol amaçlı ırkçı stratejilerini çöpe
atmış olmalarıydı.
“Birçok insan, ‘Madem bir
araya geleceğiz, mahalleyi feda etmek zorundayız’ diye düşündü.” [Eski çete
üyesi Will M.’in işletmelerin tahrip edilmesi ile ilgili açıklaması, International
Herald Tribune, 8 Mayıs 1992.)
Ayaklanma,
ayrıca Korelilerin işyerlerine saldırı biçimini aldı. Sermaye ve halk
arasındaki kapışmada Koreliler önemli bir yere sahiplerdi. Halk, Korelileri
sermayenin yüzü olarak görüyordu. Harlins olayı ve takip eden yargılama
sürecinden çıkan sonuç üzerine Korelilerle siyahi cemaatinin arasındaki
ilişkiler iyice koptu. Soon Ja Du ismindeki Koreli bir manav, Latasha Harlins
isimli 15 yaşındaki siyah bir kızı başından vurarak öldürdü. Koreli, 500 dolar
kefaletle serbest kaldı. Amerikan devletinin toplama kamplarını yoksul
siyahlarla doldurduğu koşullarda bir esnafın o siyahların çocuklarını
öldürmelerine izin veriliyordu. Bu olayın etkisiyle yoksul halk, Korelilerin
işyerlerine saldırdı. Bu saldırı, basit manada yaşanan olayın intikamını
almakla ilgili değildi, esasında tüm kapitalist sisteme yönelikti.
Ayaklanma,
sermayeye mülkiyet biçimi üzerinden saldırdı. Burada hedefte olan, herhangi bir
mülkiyet değil, sömürüye ait kurumlar olarak işyerlerinin mülkiyetiydi.
Siyahların ve Latinlerin yaşadıkları yerlerde bu işletmelerin ve mülklerin çoğu
Koreliler aitti. Korelilere yönelik öfkenin sınıf temeli anlamanın yanında
bizim bu olayı genel bağlama oturtmamız gerekiyor.
Los
Angeles’ta siyahi işçi sınıfının durumu yetmişlerin sonunda, altmışların
sonunda geniş kitleler hâlinde istihdam edildikleri ağır sanayiinin kapısına
kilit vurulması ile birlikte, iyiden iyiye bozuldu. Bu süreç, kentin
ekonomisinin uluslararası ilişkilere bağlanmasının bir sonucuydu. Kent, Pasifik
Okyanusu’na kıyısı bulunan bölgeleri merkez alan birikim sürecine dâhil oldu.
Japon sermayesi bölgeye aktı. Kent merkezi yeniden gelişti. Bir milyonun
üzerinde Latin Amerikalı gelip düşük ücretlerle çalışan Siyahların işlerini
aldı. Güney Korelilerse kentte işleyen ticaret ekonomisine dâhil oldu.
Latinlerle
iş için rekabet edildiği koşullarda siyahlar, Korelileri sermayenin temsilcisi
olarak görmeye başladılar. Ancak bu ırki ayrışmalar, tümüyle belirli
gelişmelerin zorunlu sonucuydu. Yeniden yapılanma sürecinde siyahlar işsiz
kaldılar. Güney Koreli işçiler küçük burjuva bir rol üstlendiler. Bu, sınıfsal
çelişkinin tüm ulusları ve etnisiteleri dikine kestiğinin kanıtıydı. Küresel
finans sermayesi neticede yok olmamak adına kendisini her daim yeniden
yaratmanın yollarını arıyordu.
Sınıfsal
Bileşim ve Kapitalist Yeniden Yapılanma
Amerikan
işçi sınıfı, ücretli-ücretsiz, mavi yaka-beyaz yaka, göçmen emeği-yurttaş
emeği, güvenceli-güvencesiz diye bölünmüş durumda. Bir de buna etnisite temelli
ayrışmalar eşlik ediyor. Güç ve beklentiler konusunda da ayrışmalara tanık
olunuyor. “Sınıfın birliği” diye bağırıp veya “Sınıf, Leninist parti türünden
bir öncünün ardında birleşene dek sermayeyle boş ölçüşemez” gibi kaderci bir
yaklaşımı benimseyerek bu ayrımların üzeri örtülemez. Bu düzlemde, Amerika’da
sınıfsal çatışmanın küre üzerinde yaşandığı tüm alanlarda bizim statik
toplumsal sınıflar anlayışı yerine dinamik bir anlayış olan sınıfsal bileşim
anlayışını kullanmamız gerekmektedir.
“Bush bölgeyi ziyaret
ettiğinde, kapsamlı güvenlik önlemleri alındı. Televizyon kanallarına başkanın
ziyaretlerini canlı yayınlamamaları, böylelikle onun tam konumunu ifşa
etmemeleri söylendi.” [International Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]
Los
Angeles’ın orta kesiminin güneyinde yaşanan ayaklanma ve ABD genelinde bu
ayaklanmayla bağlantılı olarak yapılan eylemler, Amerikan kapitalizminin
bünyesinde onunla çatışan proleter bir özneyi barındırdığını ortaya koydu. Bu
zamana kadar bu öznenin oluşumuna iki süreç mani oluyordu:
1.
Amerikan işçi sınıfının önemli bir kesimi, kendi kimliğini “orta sınıf”a aitlik
üzerinden tanımlıyor, proleter olduklarına dair bilinci gizliyordu.
2.
Nüfusun dörtte birlik kesimi “alt sınıf” olarak yaftalanıyor, toplumun bu
kesimi alt-işçilik kategorisine sokulup marjinalleştiriliyor ve dışlanıyordu.
Bu
türden sosyolojik kategorizasyon çabaları, toplumun üst kesimlerinin lüks
mallara erişim imkânının arttığı iddiasını temel alıyor. Düzensiz ya da yarı
zamanlı çalışan kesimler, işsizler alt kesim olarak görülüyor, bunların sadece
geçimlerini sağlamak için tükettikleri üzerinde duruluyor.
Sermayenin
stratejisi uyarınca içerilen kesim ekonomik ilişkilerin kaba gücüyle hizada
tutuluyor, buna bir de dışlanan kesimin olduğu çukura yuvarlanma korkusu eşlik
ediyor. Dışlanan kesim için Amerikan rüyası kâbustan ibaret ve bunların polis
baskısıyla kontrol altında tutulması gerekiyor. Bu uygulanan baskı politikaları
kapsamında uyuşturucuyla mücadele, burjuva toplumunun bilhassa Amerika’da
dünyayı tanıştırmakla övündüğü “yurttaş hakları”yla çelişen tedbirler için bir
kılıf işlevi görüyor.
ABD
sermayesi, Watts isyanına ve altmışlarda yaşanan diğer isyanlara tavizlerle
cevap verdi. İsyan eden işçilerin önemli bir kısmı ihtiyaçları karşılanmadığı
için ayaktaydı. Dolayısıyla, sermaye bu sorunu parayla çözmeye çalıştı. Bu
baskıyı kapitalist kontrol mekanizmalarının sınırları dâhilinde hafifletti. Ama
bu yol seksenlerde işe yaramadı. Devletin şehirlere yaptığı yardımın tutarı
1980’de 47,2 milyar dolarken 1992’de 21,7 milyar dolara düştü. Tüm dünya
genelinde de proletaryanın altmışlardaki ve yetmişlerdeki saldırılarına benzer
tepkiler verildi: Ücretler ve sosyal yardım harcamaları artırıldı (yani
proletaryanın toplumsal ihtiyaçları karşılandı), sermaye, güçlerini
pekiştirince, farklı bir zeminde birikim süreci yeniden yapılandırılınca, işçi
sınıfının militanlıkla kurduğu bağlar kopartıldı, işsiz sayısı artırıldı.
Amerika’da
bu strateji, yüzeyden bakıldığında Avrupa’dan daha fazla başarılı oldu.
Amerikan burjuvazisi, bazı işçi kesimlerinin yaşam standartlarını düşürüp
bazılarını artırmak veya mevcut seviyede tutmak suretiyle ücretlerde yaşanan
genel artışı durdurmayı bildi. Bu stratejinin darbesini en çok da siyahlar ve
Latinler yedi. Lise mezunu siyahların ortalama yıllık gelirleri 1973’ten 1990’a
gelindiğinde yüzde 44 oranında azaldı. Sosyal programlarda kesintiye gidildi,
yatırımlar azaldı. Ayaklanmayla birlikte Amerikan işçi sınıfı, sermayenin
ilgili toplumsal kesimi tecrit etme ve kapatma konusunda gösterdiği başarının
geçici olduğunu ortaya koydu.
Sermayenin
stratejileri şu hususu ortaya koyuyor: Sermaye, aktif bir proleter öznenin
yeniden ortaya çıkma ihtimalini önemli görüyor, bu anlamda, yeniden yapılanma
sürecini esasında işçi sınıfının gücüne karşı bir tepki olarak örgütlüyor. İşçi
sınıfı, sermayenin işlettiği sürecin içerisinde salt bir nesne değildir. İşçi
sınıfı, öznedir. Altmışlarda proletaryanın sahip olduğu politik sınıfsal
bileşim düzeyi sermayenin işlettiği süreci zayıflatmıştır. Sermaye, kendisini
yeniden yapılandırmış, bu sınıfsal bileşime karşı saldırıya geçmiş, bu anlamda,
işçi sınıfını özne olmaktan çıkartıp nesneye, işgücüne dönüştürmeye
çalışmıştır.
Kapitalist
yeniden yapılanma süreci, birleşme eğiliminde olan sınıfı bölmeye ve belirli
bir hiyerarşiye tabi kılmaya çalıştı. Üretimi dünyanın başka bölgelerine
kaydırdı. Fabrikalarda işgücünü ekiplere bölüp, fabrikaları küçük işletmelere
ayrıştırmak suretiyle kitlesel işçi hareketinin gücünü kırmak için uğraştı.
Sermaye, birçok ücretli işçiyi insanların sermayenin emirlerini içselleştirsin
diye kendi hesabına çalışan kişilere dönüştürdü.
Amerika’da
işçi sınıfı etnisitelerine göre ayrıştırıldı. C. L. R. James gibi isimlerin de
dile getirdiği biçimiyle işçi sınıfı militanlığında asıl itici güç, her daim
mavi yakalı siyahi işçiler olagelmişti. Siyahlar ve diğer kimi kesimler, yeni
plan uyarınca üçüncü dünyadaki yoksulluk düzeylerine mahkûm edildiler. Ama
Negri’nin de ifade ettiği biçimiyle, “sermaye, insanları üretim devrelerinden
dışlayıp insanları marjinal kılsa da onları tümüyle kovması imkânsız. Sermaye,
ancak yeniden yapılanma süreci dâhilinde insanları üretim çevrimi içerisinde
ancak tecrit edebilir.”
Sermaye,
kendini yeniden yapılandırabiliyor ama şu husus unutulmamalı: işçi sınıfının
mücadeleleri sermayenin gelişiminde motor güç olarak önemli bir yere sahip.
Sermaye, politik sınıfsal bileşimin özel düzeyine saldırı gerçekleştiriyor,
yeni bir düzey oluşuyor. Ama bu, kusursuz, uysal işçi sınıfının oluşumuna yol
açmıyor. Sınıf önceki düzey üzerinden geçici olarak yeni bir bileşime
kavuşuyor.
Sermayenin
yeniden yapılanma süreci, Los Angeles’ta farklı bir biçim aldı. Bu biçim
dâhilinde sermaye, Pasifik Okyanusu’na kıyısı olan sahil bölgelerindeki birikim
sürecinin parçası oldu. Altmışların sonu yetmişlerin başında yaşanan canlanmayı
ucundan kıyısından yakalayan siyahlar, bu imkâna metal işleri ve nakliye
sektöründe buldukları işler sayesinde kavuştular. Ama bu sektörler zamanla
şehri terk etti. Bir de üstüne kente bir milyon civarında Latin geldi. Bunlar,
düşük ücretlerin verildiği imalat sektöründe ve emek yoğun hizmet sektöründe
çalışmaya başladı. Bu durumundan kentteki siyahlar aynı ölçüde etkilenmediler.
Kamu sektöründe güvenceli işlerde çalışanlara bir şey olmadı. Ama özel sektörde
çalışanlar işsiz kaldılar. Kentin orta güney kesiminde işsizlik oranları yüzde
45’i buldu. Bu süreçten en çok da işçi gençler etkilendi.
Ama
gene de sermaye, kentteki işçi sınıfının yeni bir bileşime kavuştuğu bu yeniden
yapılanma sürecini zaferle taçlandıramadı. Sermaye, toplumun ilgili kesiminin
çalışmasını istiyordu. Sosyal yardım sistemini paramparça eden sermaye, alt
sınıfların iş aramalarından yanaydı. Buna karşın, kentteki birçok insan
“Bağımlı Çocukları Olan Ailelere Yardım” gibi paketler sayesinde ayakta
kalabiliyordu. Bu tür yardımlar, işgücünün yeniden üretilmesiyle ilgili
maliyeti devletin sırtına yüklüyordu. İşgücünün itaatsiz olduğu koşullarda bu
yük daha da can sıkıcı bir hâl alıyordu. O dönemde burjuvaziden beslenen
yorumcular, hep bir ağızdan “sorunun ailenin ve aile değerlerinin ortadan
kalkması” olduğunu söylüyordu. Sermaye, kendi aile modelini çalışma disiplini
modeli ve yeniden üretim biçimi olarak dayatmaya mecburdu. O, işçilerin ve
yoksulların kendilerini yeniden üretmelerini sağlamanın maliyetini bizzat
üstlenmelerini istiyordu.
Mimari
ve Postmodernizm Üzerine Bir Not
Los
Angeles, hep “geleceğin şehri” olarak takdim edildi. Otuzlarda Amerika’da
kamuya ait en iyi taşımacılık sistemi olarak tramvaylar, sökülüp atıldı.
Otobanlar döşendi. Adorno ve Horkheimer, kapitalizmi özetleyen melankolik
bilince dair tasvirlerini ilkin bu şehirde kaleme aldılar. Marcuse, bu bilinci
sonrasında “tek boyutlu” olarak nitelendirdi.
Los
Angeles, postmodernist teorinin de ilham kaynağıydı. Baudrillard, Derrida gibi
postmodernist, postyapısalcı cüruf, bu şehirde dolaştı, kendi performanslarını
sergiledi. Hatta Baudrillard, Los Angeles’ta “ütopyanın gerçek kılındığını”
söylüyordu.
Kapitalizmi
yücelten postmodernler, genelde Los Angeles’ın mimarisini çok severler, o
bitmek bilmez otoyollarına, yeniden geliştirilmiş olan şehir merkezine
bayılırlar. Bonaventura otelinde bir geceliğine 200 dolar verdikleri odalarında
oturup bu yüce gördükleri mekâna methiyeler düzerler ama dışarıda kamusal
mekânın yıkıldığı gerçeğine dair tek söz söylemezler. Bir terimi mimari
alanından tüm topluma teşmil ettikleri için gayet mesut olan postmodernistler,
mimari analizlerinin kapsamını genişletip yüzeyin bir santim altına inmeye
tenezzül etmezler.
Los
Angeles’ın postmodernist binaları, esas olarak Japon sermayesinin şehre akın
etmesiyle birlikte inşa edildi. Şehir merkezi, Tokyo’dan sonra Pasifik
kuşağının ikinci finans merkezi oldu. Gelgelelim, bu gelişme içteki
mahallelerin sakinlerinin hilafına gerçekleşti.
Eski
polis olan ve 1975’ten beri belediye başkanlığı yapan Tom Bradley, şehri
yeniden yapılandıran sermayenin siyahi temsilcilerinden biri. Bradley, iş
dünyası adına şehir merkezinin yeniden geliştirilmesi planına tüm gücüyle
destek verdi. 1987’de patronların ricası üzerine evsizlere tahsis edilmiş,
derme çatma bir biçimde kaldırımlara kurulmuş kampların yıkılması emrini verdi.
Bugün tahminlere göre şehirde 50.000 evsiz bulunuyor. Bunların 10.000’i çocuk.
Şehir
planlanırken insanların evleri de yıkıldı. İşçiler iş imkânlarını yitirdiler.
Pasifik kuşağı sermayesinin fonladığı kalkınma planı, esasen Los Angeles’taki
işçi sınıfının uluslararası sermaye eliyle kuşatılması için hazırlanmıştı.
Ama
bu bizim postmodernistler, zahmet edip de sahnenin gerisinde işleyen harekete
bir kez olsun bakmadılar. Bu geliştirme planındaki şiddeti görmediler.
İnşaatlardan bakıldığında, bu şiddet aslında gayet aleniydi.
Los
Angeles’ın mimarisini karakterize eden ana unsur, askerileşme. Şehrin
planlanması süreci, aslında polisi ilgilendiren bir mesele. Şehirde her yerde
karşınıza güvenlik bariyerleri, gözetleme teknolojileri, mekânın izlenmesine
dair pratikler çıkıyor. AVM’lerin ve kütüphanenin birer kale gibi inşa
edildiğini görüyorsunuz. Bunları devasa güvenlik duvarları ve gözetleme
kameraları kuşatmış.
Şehirde
“postmodernitenin kötü yanına uygun olarak, kent tasarımını mimari ve polis
teşkilatıyla tek ve kapsamlı bir güvenlik çalışması dâhilinde birleştirme
çabasına tanık oluyorsunuz.” (Davis, City of Quartz, s. 224)
1848
devrimleri sonrası Haussmann’ın yeniden tasarladığı Paris’te de gördüğümüz
bulvarlar burada da karşımıza çıkıyor. Bu bulvarlar, ateşin sıçramasına mani
olacak hat olarak iş görüyorlar. Buradan şehri planlayan mimarlar ve
plancıların Watts isyanından dersler çıkarttıklarını anlıyoruz. Plan uyarınca
kamusal alan tümüyle kapatılmış, sokaklar kitleyi dağıtacak birer araç olarak
tasarlanmış. Bu, salt Los Angeles’a özgü bir strateji değil. Burada ilgili
strateji, ifrata vardırılmış.
Sanat
binaları, manzaralı bahçeli küçük park alanları, yerlerini büro emekçilerinin
arabalarından inip büroya veya işyerine sokaktaki tehlikelere maruz kalmadan
gitmelerine imkân sağlayacak şekilde tasarlanmış alanlara bırakmış. Geriye
kalan kamusal alanlarsa askerileştirilmiş. Parklarda kimse kalmasın diye
otomatik fıskiyeler yerleştirilmiş, oturaklar kapatılmış.
Beyaz
orta sınıfın yaşadığı yerler duvarlarla ve özel güvenlikle çevrili. İsyanlar
sırasında bu mahallelerde kalanlar ya şehri terk etti ya da silahlanıp gergin
bir şekilde evlerinde gelecek olası saldırıları bekledi.
ABD’de
özelde Los Angeles’ta mimari, salt bir estetik meselesi değil. Mimari,
kapitalist toplumda dışlanmış kesimleri ve kucaklanan kesimleri ayırmak için
polisle birlikte başvurulan bir silah. Bu, sadece Amerika’ya özgü bir olgu
değil elbette. Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde çatışma alanları hâline gelmiş
olan kent mekânlarının yeniden geliştirildiğine tanık oluyoruz.
Örneğin
Paris’te “kültür” bayrağının arkasına saklananlar, Pompidou merkezini eski bir
işçi mahallesine inşa etmişler. Bina, esasında 68 hareketinin yenilgisini
kutlamak için yapılmış. Londra’nın Docklands liman bölgesini özel bir
geliştirme şirketi almış. Uçuk fiyatlara satılan, yuppie’lere özel evler inşa
edilmiş. Bu yapılarda kalanları özel güvenlik birimlerinden oluşan bir ordu
koruyor. Bu tür geliştirme projelerinin sonucu hep aynı oluyor.
Bugün
Almanya’da Kreuzberg ve Potzdamer Platz gibi önceden duvarın değersiz kıldığı
bölgeler, “yeni Berlin kimlerin ihtiyacını karşılayacak?” üzerinden süren
savaşın ana sahası hâline gelmiş durumda.
Postmodernitenin
kötü yüzüne dair bu tür gözlemler ve eleştirilerde onların ortadaki çatışmayı
görmemeleri, dolayısıyla, sermayenin diyalektiğine esir olmaları üzerinde
duruluyor. Ama gene de kötümserliğe gerek yok. Yaşanan ayaklanma, sermayenin
kitleyi dağıtamadığını, yok edemediğini bize gösterdi. Mekân, hâlen daha bir
kavganın konusu. Tıpkı Haussmann’ın Paris Komünü’ne mani olamayan planları gibi
Los Angeles’taki yeniden geliştirme çalışmaları da 1992’deki ayaklanmanın önünü
alamadı.
Çeteler
“Haziran 1988’de Polis
Komisyonu, polisin oyuk uçlu çekirdeğe sahip, eti paramparça eden mermileri
kullanmasına izin verdi. Bu türden dom dom kurşunlarının savaşlarda kullanımı
esasen Cenevre Sözleşmesi’nce yasaklanmıştı.” (Mike Davis, 1990, City of
Quartz, s. 290.)
Çetelerin
ayaklanma esnasında oynadığı rolü kimse inkâr edemez. Ayaklanma ile birlikte
aralarında husumet bulunan çeteler, ateşkes ilan ettiler ve doğrudan
ayaklanmaya katıldılar. Çete üyeleri, proletaryaya öncülük etti. Polisten
nefret eden çetelerdeki militanlık, Orta Güney mahallelerindeki gençlere
yönelik baskılarla birlikte daha da yoğunlaştı. Bu uygulanan baskı, işgal
altındaki topraklarda yaşayan Filistinlilerin maruz kaldıkları baskılara denk
düzeydeydi. Çeteleri yakalama ve “uyuşturucu tehdidini ortadan kaldırma”
bahanesiyle emniyet, kapsamlı operasyonlar yürüttü. Orta Güney mahallerindeki
gençlerle ilgili dosyalar hazırlayan polis, birçok proleteri katletti.
Mike
Davis’in 1988’de dile getirdiği biçimiyle, “Çetelere yönelik korku, imgelemde
işleyen sınıfsal ilişkilerin tezahürüydü. Yalan yanlış bilgilere, hayali
kurgulara başvuruldu, korku bir tür silah gibi kullanıldı.” Bu “çete tehdidi”,
Orta Güney mahallelerindeki gençleri suçlu ilan etmek için bir tür bahane
olarak devreye sokuldu.
Uyuşturucu
kullanıldığı, çeteler arasında savaşların yaşandığı gerçeğini kimse tabii ki
inkâr edemez, ama bu noktada bizim işçi sınıfının kendisine yönelik şiddetine
odaklanmamız gerekiyor. Neticede işçilerin ihtiyaçları karşılanmıyor, bu da
içte saldırganlığa yol açıyor. Esasen baskı ve zulmü “adaletsizlik tehdidi” ile
izah etmek gerekiyor. Bugün çeteler arası savaşları ve çetelerin ayaklanmada
oynadığı rolü anlamak için bizim çetelerin tarihi denilen olguya bakmamız
gerekiyor.
Los
Angeles’ta siyahi sokak çeteleri kırkların sonunda ortaya çıktılar. Bu çeteler,
esasında okullarda ve sokaklarda beyaz ırkçıların saldırılarına tepki olarak
kurulmuşlardı. Ellilerin sonunda İslam Ümmeti ve diğer siyahi milliyetçi
gruplar ortaya çıktığında emniyet müdürü Şef Parker, iki olguyu birleştirdi ve
siyah tehdidi başlığı altında değerlendirdi. Müdürün bu kendi kendisini haklı
çıkartan kehaneti üzerinden çetelere ve siyahi militanlara saldırıldı. Bu da
çeteleri radikalleştirdi. Söz konusu politikleşme süreci, Watts Ayaklanması ile
birlikte zirveye ulaştı. 1992’de aynı çete üyeleri, ateşkes imzaladılar ve
siyahi işçi sınıfının polisi dört gün boyunca mahallelerden uzak tutmayı
başarmasına katkıda bulundular.
Ayaklanmanın
harrı içerisinde yapılan bu ateşkes, altmışlı yıllar boyunca bozulmadı. Birçok
çete üyesi, süreç içerisinde Kara Panter Partisi’ne katıldı veya başka radikal
politik örgütler kurdu. Genel kanaat, o dönemde çetelerin “devrime iştirak
ettikleri” yönündeydi.
FBI’ın
geliştirdiği COINTELPRO programı ile emniyetin kırmızı ekipleri hareketin
bastırılması için oluşturuldu. Panterler, sokak ortasında ve kampüslerde ya
polislerce ya da ajanlarca katledildiler. Partinin Los Angeles’taki bürosu,
emniyete bağlı Özel Silahlar ve Taktikler Birimi (SWAT) tarafından kuşatma
altında tutuldu. Örgüt içerisine nifak tohumları ekildi. Panterlerin
politikası, belli ölçüde kusurlu ve hatalı olsa da onlar, siyahi proletaryanın
Amerikan kapitalizmine dair tecrübelerinin somut ve doğal bir ifadesiydi.
Onlara yönelik baskının sistematik niteliği Panterlerin ne kadar tehlikeli
görüldüğünü ortaya koyuyor.
Los
Angeles Times gazetesinin bile kabul ettiği gibi, yetmişlerin
başında çetelerin yeniden ortaya çıkışı, siyahlardaki hüsranın ve hayal
kırıklığının kendisine politik alanda ifade kanalları bulamamasının sonucuydu.
Süreç içerisinde Topallar çetesi epey güçlendi, bunun üzerine diğer çeteler
Kankalar adı altında birleşti. Panterlerdeki korkusuzluk gömleğini üzerine
geçiren Topallar çetesi, silahlı öncülük ideolojisini de sahiplendi.
“Topallar çetesi, getto
içi kavgaları cinayetler zinciriyle süsledi. Bir anlamda çete örgütlenmesinde
‘yönetimsel devrim’ yapan çete, başta başarısız olmuş olan Panterlerin genç
delikanlı versiyonu iken yetmişlerde zamanla ergen tapıncı ile mafyamsı teşkilatların
karışımı olan bir yapıya evrildi.”
Topallar
ve Kankalar çeteleri, mafyamsı yapılara evrilseler de politik örgütlenme
ihtiyacının somut ifadeleri olarak görülmeli. Bu çeteler, birkaç olayda politik
müdahaleler gerçekleştirdiler. 1972’deki Monrovia isyanlarında ve 1977-1979’da
Los Angeles’ta yaşanan otobüs hatlarıyla ilgili krizde Topallar çetesi siyah
cemaatine destek oldu.
Proletaryaya
ait somut ifadeler olarak bu çeteler, hayatın altın zincirlerden ve şiddetten
ibaret olduğunu düşünmelerine sebep olacak bir yanlış bilincin kurbanları
değillerdi. Ne vakit konuşma imkânı bulsalar, misal, Aralık 1972’de çetelerin
aşırı şiddet yanlısı çetelere evrildiği momentte, net politik taleplerle
gündeme geldiler. Kendilerini ifade etmelerine şans tanındığında benzer
talepleri dillendirdiler. Los Angeles Emniyet Müdürlüğü, elindeki yetkilerle
çetelerin halkın sesi olmasını engellemek, böylelikle onlara yönelik savaşını
sürdürmek için her şeyi yaptı.
Çeteler
halkın beğenisini kazanmışsa demek ki ona bir şekilde hayrı dokunmuştu. Bu
hayrı uyuşturucu satarak yapmış olamazdı. Aslında yakından bakıldığında, bu iş
de sermayenin kendilerine dayattığı bir şeydi. Genç siyahlar, bilindik iş
imkânlarının ortadan kalktığı koşullarda uyuşturucu işine yöneliyorlardı.
Burada maddi bir baskı söz konusuydu.
Şehrin
orta güneyindeki mahallerde yaşayan genç bir proleterin önünde tek makul
ekonomik tercih, uyuşturucu satmaktı. Şehir ekonomisinin uluslararası düzenle
bütünleşmesiyle birlikte siyahi işçiler işlerini kaybettiler. Bahsini ettiğimiz
çeteler, bu koşullarda uluslararası ticaret ağına bu genç işçileri sokmaktan
başka bir şey yapmıyorlardı. Yasal malların alınıp satıldığı uluslararası
ticaret ağı, şehirdeki siyahları gözden çıkartırken başka bir kolu onları
faydalı görüyordu.
Kokainin
ülkeye giriş kapısı eskiden Florida’dayken, bu kapı Güney Kaliforniya’nın eline
geçti. Seksenlerin başında kokain işi piyasasının doyduğunu, fiyatların düşüp
kârların tehditle yüzleştiğini görünce, diğer çokuluslu işler gibi farklı
ürünlere yöneldi, yeni ürünler geliştirdi. Bu ürünlerden en önemlisi, “yoksul
kokaini” olarak bilinen “taş kokain”di.
Genç
proleterler bu işe girdiler. Neticede hayatı hayatta kalma pratiğine ve çalışma
pratiğine indirgeyen kendileri değil, sermayeydi. Bu anlamda, taş kokain
satmak, proleterlerin çalışmak zorunda oldukları silâh veya sigara üretimi gibi
bir işti. Ama önemli bir fark vardı. Birçok iş sahasında proleterlerin sermaye
içerisinde, ona karşı örgütlenme imkânı varken uyuşturucu satan çeteler
sermayenin karşısına emeğin bileşeni olarak dikilmiyorlardı. Çeteler,
karşılarında işletmelerdeki sermayeyi değil en genel anlamda sermayenin baskı
aracı olan devleti buldular.
Çeteler,
kokain işine dalıp uluslararası sermaye ağına iyice dâhil oldukça birer
kapitalist girişime dönüştüler. Asıl sorun da buydu. Otomobille geçerken sağa
sola ateş etme veya siyahi çetelerinin muhitlerinde adam öldürme eylemlerinde
esasında proletarya kendisini sermaye için öldürüyordu.
O
hâlde burjuva basınının dediği gibi, bugün artık durmuş olan çete savaşları
olgusu, aile değerlerinin yok olmasının ve orta sınıfın bu çeteleri kısıtlayan
etkisinin bu sınıfın lüks semtlere taşınmasıyla ortadan kalkmasının bir sonucu
değildi. Söz konusu olgu,
1.
Kapitalist yeniden yapılanma sürecinin dayandığı ekonominin (eski bilindik
işlerin yerini uyuşturucu işinin almasının);
2.
İnsanların örgütlenmek için başvurdukları politik biçimlerin devletin
baskısıyla yok edilmesinin bir sonucuydu. Ölümlerle neticelenen uyuşturucu
savaşları sorununun çözümü, ayaklanmada sergilenen politik faaliyetin yeniden
keşfedilmesindeydi. Proleterlerin birbirine uyguladığı şiddetin çözümü,
proleter şiddetteydi.
Çete
olgusunun mevcut niteliği, bugün kentteki genç proleterlerin örgütlenme
ihtiyacı bulunduğunu ortaya koyuyor. Altmışlarda bu örgütlenme, bir süreliğine
kendi bilincini geliştirmiş politik bir biçim almayı bildi. Bu politik
örgütlenme biçimi ezilince, çeteler intikam için sahneye geri döndüler. Bu geri
dönüş, esasında gerçek ve acil bir ihtiyacın varlığının deliliydi. Ayaklanmadan
beri çete kültürü yeniden politikleşiyordu. Bastırılmış olan, geri dönüyordu.
Çetelerin
Politik Düşünceleri
Ayaklanmadan
bu yana politik fikirlere ve çetelerin, özellikle çete liderlerinin öneri
üzerinde duruldu. Farklı öneriler birlikte dillendirildi. “Polis zulmüne mani
olmak için çete üyelerine video kamera verilsin” veya “Mahallelerin yeniden
inşası için para temin edilsin” gibi önerilere kimsenin itiraz olamaz. Ama
“Sosyal yardım yerine iş verilsin” veya “Çetelerle şirketler sıkı bir işbirliği
içerisinde olsun” türü önerilere şüpheyle yaklaşmak gerekiyor. Bu önerilere
kaynaklık eden politik fikirler, esas olarak siyah milliyetçiliğinden neşet
ediyor. Peki o vakit biz, bu önerileri ve ardındaki ideolojiyi nasıl
anlamalıyız?
Çete
liderlerinin kendilerini arabulucu konumuna yerleştirme gayretleri, insana
sendikaların üstlendiği rolü anımsatıyor. O zaman sendikalara yönelttiğimiz
eleştiriyi çetelere de yöneltebiliriz. Bizim bu noktada,
1.
Liderlerle sıradan üyeler arasında ayrım yapmamız;
2.
Liderliğin rolünün halkın taleplerini alıp ilgili yerlere aktarmak olduğunu
görmemiz gerekiyor.
Bazı
çete liderleri, gerici değilse bile gerçeklikten kopuk zihniyetlere ve
anlayışlara sahip. Kapitalist yeniden yapılanma süreci bağlamında getto ve
oradaki “alt sınıf” artık ihtiyaç fazlası, perte çıktı. Kapitalist stratejide
artık bir yere sahip değil. Belki sadece başkalarına cesaret verecek korku
yapma pratikleri için kullanılabilir. Bu unsurların kapitalist gelişme sürecine
dâhil edilmesi adına yeni bir toplum sözleşmesinin müzakere edilmesi
ihtimalinden artık kimse söz edemez. Bu, ancak altmışlarda ve yetmişlerde
mümkündü, artık değil.
Kentteki
insanların güvenli ve sendikalı iş sahibi olma arzusu, eldeki seçenekler
dikkate alındığında, gayet anlaşılır. Ama sermaye, birçok işkolunu ülke dışına
veya başka şehirlere taşıdı, üstelik bunlar, artık geri gelmeyecek. Bu
bölgelerde yaşayan birçok insan, yaşanan değişimi görüyor, bilgisayar işi
bulmak ya da yeni işkollarının faal olduğu başka alanlarda çalışmak istiyor.
Fakat gettoda yaşanan bazı insanlar, şehri terk edip sözü edilen sektörlerde iş
bulabilseler bile geride kalacak çoğunluğun iş bulması hayal. Sermayenin
yeniden yapılandığı koşullarda bu işler, işçi sınıfının belirli bir kesimine
veriliyor. Bu sahalarda gettodan çok az insan iş bulabiliyor. Proletarya, yeni
bir bileşime kavuşurken, kıyıya köşeye atılmış bir “alt sınıf” oluşuyor. Bahsi
edilen kesimin cazip görülen güvenliği, tam da bu yeni bileşimi temel alıyor.
İç
bölgelere yönelik büyük yatırımları imkânsız kılan koşulların değiştiği gerçeği
üzerinden bugün çete liderlerinin önerileri artık bir anlam taşımıyor. Orta
güneydeki mahallelerin sakinleri, sermayenin kalkınma planında kendilerine
güvencesiz ve dışlanmış nesneler olarak yer bulabiliyorlar. Bu koşullarda çete
liderleri, karşımıza yeni bir anlaşmanın müzakerecileri olarak çıkıyorlar.
Liderler, ayaklanmayı Amerikan sermayesine ve devletine bu öznelerin
arabulucular olarak çete liderlerinin safına kazanılması gerektiğine dair bir
milyar dolar değerinde bir uyarı olarak takdim ediyorlar.
Liderler,
hayatın çalışma-ücret-tüketim döngüsüne indirgenmesine olur verdiklerini
söylüyorlar, buna karşılık, “yeterince iş yok ama!” diyorlar. Yani liderler,
proletaryanın aracılara yönelik reddiyesini, sermayeyi ihtiyaçların çalışma ve
ücret yoluyla karşılandığı, olağan kapitalist sürece yeniden dâhil etmeye
zorlamak istiyorlar.
Emeğin
yoğun olarak kullanıldığı uyuşturucu işkolu dâhilinde çeteler, bir tür gizli
Keynesçi istihdam programı gibi iş gördüler. Bugünse kentin yenilenmesiyle
alakalı planları dâhilinde çete liderleri, dört başı mamur bir Keynesçilik
talep ediyorlar, sadece işgücünün simsarları olarak çalışan sendikaların yerini
almak istiyorlar. Fakat sermayenin çete liderlerinin istediği şeyi vermesi
mümkün değil. Oysa ayaklanma, Amerikan proletaryasına ihtiyaçlarını
karşılamanın farklı bir yolu bulunduğunu gösterdi: işçiler, zaten kendilerine
ait olanı kolektif doğrudan eylemle alabilirler.
Bu
talepler, aslında çetelerle sendikacıların birbirlerine benzediklerini ortaya
koyuyor. Her ikisi de üyelerinin taleplerini kapitalist düzen içerisinde
karşılanabilecek taleplerle sınırlandırmak için çalışıyor. Ama gene de
sendikalardaki ve çete örgütlenmesindeki olumsuz yönler bir kenara bırakılacak
olursa, bu ikisinin proletaryanın gerçek ihtiyaçlarından, dayanışma, kolektif
savunma ve atomize olmuş proleter öznenin aitlik hissi ile ilgili
ihtiyaçlarından doğduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ayrıca çeteler, gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki katılaşmış sendikalara nazaran bu kaynağa daha yakın
duruyorlar.
Çeteler,
siyahlara veya başka gruplara önerilebilecek bir örgütlenme biçimi değil. O,
zaten varolan bir örgütlenme biçimi ve bu biçim, sınıf mücadelesi yürütmek için
hazır olduğunu, geçmişte olduğu gibi bugün de sermayeye gerçek bir tehdit
teşkil edecek ölçüde radikalleşme potansiyeli taşıdığını ortaya koydu.
Siyah
Milliyetçiliği
Çete
liderlerinin pratikte dile getirdikleri öneriler belirli sınırlarla malul. Bu
sınırlar, kısmen sıradan üyeleriyle aralarındaki çıkar çatışmalarının kısmen de
ideolojilerindeki kısıtların bir sonucu. Çetelerin politik fikirleri, siyah
milliyetçiliğinin sınırlarına tabi. Peki biz, bu liderlerin pratiklerinin
alenen teorilerini aştığı koşullarda, onların bu hâlini nasıl
değerlendirmeliyiz?
Her
şeyden önce bizim proletaryayı tek tek proleterlerin ne düşündükleri ile değil,
tarihsel durumunun yapmaya zorladığı şeyle yargılamak zorundayız. Çeteler,
Public Enemy grubunun Farakhan’dan etkilenerek aldığı tutumu benimsedi ve
siyahlara ait olmayan işyerlerini kapattı. Farakhan, politik bir araç olarak
şiddete başvurulmasını vaaz etmemiş olmasına rağmen, siyahi çeteler, onun
siyahların ekonomik alanda kendi kaderini avuçlarına alması hedefini benimsedi,
şiddeti bu hedefe ulaşmanın aracı olarak gördü. Gerçekte bu “siyah kapitalizmi”
hedefi yanlış bir hedefti ama çetelerin seçtikleri araçlar doğruydu.
Ayaklanmanın yürüttüğü çatışma süreci ve ortaya koyduğu ayrışma eğilimi tümüyle
doğruydu, ama ayaklanma, esas olarak siyah olmayan toplumsal kesimlerle değil
sermayeyle çatışmalı, kendisini ondan ayrıştırmalıydı. Asıl gerekli olan,
marjinalleştirilmiş kesimin örgütlenme pratiğini, ayrıca altmışlarda ve
yetmişlerde toprağa gömülen politik fikirleri yeniden keşfetmesiydi.
İsyancıların
ekseriyeti siyah olmadığı gibi ortada sadece Topallar ve Kankalar isimli
çeteler yok. Çinliler, Filipinliler, Vietnamlılar, Salvadorlular ve diğer
birçok Latin Amerikalı göçmen, hep birlikte gençliğin başvurduğu örgütlenme
biçimi olarak çeteleşme yoluna girdi. Bu çeteler, uluslararası uyuşturucu
pazarına daha az bulaşmış durumdaydılar. Daha çok yerelde üretilen ot, melek
tozu ve amfetamin gibi daha az kâr getiren uyuşturucu maddeler satıyorlardı.
Ayrıca bunlar, siyahlar kadar milliyetçi değillerdi.
Ayaklanma
öncesinde siyahlar ve Latinler aralarında, ortak kültür hâline gelen rap müzik
ve bu müzik üzerinden edinilen deneyim sayesinde belirli bir iletişim kanalı
oluşturdular. İki kesim arasında ayaklanma süresince kurulan ittifak, gelişip
derinleşti.
Bugün
hem Los Angeles’ın hem de Amerika’nın bir gökkuşağı koalisyonuna ihtiyacı var.
Ama bu koalisyon Jesse Jackson’a inanmamalı, güvenmemeli. Halkın ihtiyaçlarına
odaklanmalı, mevcut politik sistemin aracılığını reddetmeli.
İşçi
sınıfına mensup siyahlar bir sıçramaya muhtaç. Bu sıçramaysa siyah
milliyetçileriyle soyut düzlemde yürütülecek bir “fikirler mücadelesi” ile
değil, pratikle kurulacak bağla gerçekleşecek. Los Angeles’taki işçi siyahlar
ve Amerikan proletaryası, kamulaştırma eylemlerinin yolunu gösterdiği komünizme
dönük ihtiyacın bilince çıkartılmasını ancak mücadele yoluyla, onun sayesinde
sağlayabilir.
“Kalabalık
bir binada kiracıların yüzde 75’inin evlerinde yağmalanmış mal bulundurduğu, bu
malları aralarında değiş tokuş ettikleri görüldü.” [Emniyet Amiri Rick Morton, International
Herald Tribune, 8 Mayıs 1992]
Proletarya,
ancak çözebileceği sorunları önüne koyar. Amerikan işçi sınıfı, ihtiyaç duyduğu
fikirlere ve örgütlenme biçimlerine ancak Los Angeles’ta başlamış olan yeni
mücadele evresi üzerinden kavuşabilir.
Sonuç
“[…] ‘Lütfen hiçbir şey
normalleşmesin.’ Ayaklanma esnasında radyodan yayınlanan bir sohbet programına
telefonla bağlanan yoksul bir adam bunu söylüyordu.” [Understanding the
Riots, LA Times Book, 1992]
Los
Angeles ayaklanması, küresel sınıf mücadelesinde bir sıçramayı ifade eder.
Kamulaştırma eylemleri ve kapitalist sömürü alanlarına yönelik saldırılarla
birlikte şehrin orta güney hattında oturan halk, sahip olduğu gücü hissetti.
Devam etmek gerek. Mücadele, halkı politikleştirdi. Kendi içimizde imzalanacak
ateşkes, çok önemli bir ihtiyaç. Proletarya, kendisini katletmeye bir son
vermeli.
Emniyet,
olan bitenden endişeli, Watts Ayaklanması sonrası çeteler arasında oluşan
birliği dağıtmak için kullandığı tedbirlere bugün de başvurmayı düşünüyor. Halk
içerisinde imza edilen ateşkes ve onu takiben oluşacak politikleşme dalgası,
polisi epey ürkütüyor. Bu politikleşme dalgası, siyah milliyetçiliği ve çete
liderlerindeki düzenle hemhal olma eğiliminin ördüğü duvarı aşmak zorunda.
Bunun için başka bir sıçramaya ihtiyaç var.
Ayaklanma,
çok farklı etnik grupları kucakladı. Ülke genelinde dayanışma eylemleri
gerçekleştirildi. Bunlar, bize proletaryanın bu sıçramayı yapabileceğini
gösteren alametler.
Amerika’yı
yönetenler, gettonun kendisini öldürmesine yıllarca sessiz kaldılar. Mayıs
1992’de o muktedirlerin silahları zalime doğrultuldu. Yeni bir mücadele dalgası
kıyıya vurmaya başladı.
Aufheben Grubu
1992
Kaynak
0 Yorum:
Yorum Gönder