Palestinian Affairs
Temmuz 1974
Aşağıda, Gassân Kenefâni ile ölümünden birkaç hafta önce İsviçreli bir yazarın gerçekleştirdiği söyleşiye yer veriliyor. Söyleşinin tam hâli, Palestinian Affairs [Filistin’in Meseleleri”] dergisinin Temmuz 1974 tarihli nüshasında yayımlandı.
* * *
Gassân, lütfen biraz kendi hayatınızdan bahsedebilir misiniz bize?
Benim hikâyemin tüm Filistinlilerin hikâyesinden pek bir farkı yok. Aynı
tecrübeyi paylaşıyoruz.
11
yaşındayken Filistin’den ayrıldım. Ailem, orta sınıfa mensup bir aileydi. Babam
avukattı. Fransızlara ait misyoner okuluna gidiyordum. Birden her şey altüst
oldu, hepimiz yollara düştük, mülteci olduk. Babam, sınıfsal kökeni sebebiyle
çalışmayı bıraktı. Filistin’den ayrıldıktan sonra çalışmak ona anlamsız
gelmişti. Mecburen ait olduğu toplumsal sınıfı terk etti, alt sınıfa geçiş
yaptı.
Bu,
hiç de kolay değildi. Çocukken çalışmaya başladık, gençlik yıllarımız boyunca
ailemize destek olduk. Üniversite mezunu olmadan bir köy ilkokulunda öğretmenlik
yapabiliyordunuz. Bu iş sayesinde ben bir yandan eğitimime devam edebildim. Bu
mantıklı adım sayesinde okumayı sürdürdüm. Ortaokulu bitirdim. Sonra Şam
Üniversitesi’ne girdim. Arap Edebiyatı bölümünde üç yıl eğitim aldım. Üçüncü yılın
sonunda politik sebeplerle beni okuldan attılar. Ben de Kuveyt’e gittim. Burada
altı yıl kaldım. Okuma-yazma faaliyeti bu ülkede başladı.
Politik
hayatımın başladığı tarihse 1952. 14-15 yaşlarındaydım. Ya o yıl ya da 1953
yılıydı, şans eseri Şam’da Dr. Corç Habeş’le tanıştım. O dönemde bir matbaada düzeltme
okuması yapıyordum. Arap Milliyetçi Hareketi’ne katıldım, böylelikle politik
hayatım başlamış oldu.
Kuveyt’teyken
bugün Kuveyt hükümetinde önemli bir azınlığın temsil ettiği Arap Milliyetçi
Hareketi içerisinde aktif olarak çalıştım. 1960’ta benden parti gazetesinde
çalışmam, bunun için Lübnan’a taşınmam istendi. 1967’de Arap Milliyetçi
Hareketi’nin Filistin kolu olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile birlikte
çalışma talimatı aldım. 1969’da örgütün Hedef ismini taşıyan gazetesinde
çalışmaya başladım. Hâlen daha orada çalışıyorum.
Yazmaya
Arap edebiyatı okurken mi başladınız?
Hayır.
Sanırım Arap edebiyatına ilgim, bu bölümde okumadan önce başlamıştı. Hafızam
beni yanıltmıyorsa, muhtemelen bu ilgi karmaşık bir dizi gelişmenin sonucuydu. Daha
önce söylediğim gibi, Filistin’den ayrılmadan önce Fransız misyoner okuluna
gidiyordum. Dolayısıyla, Arapçaya bir Arap gibi hâkim değildim. Bu eksiklik
bende birçok soruna yol açtı. Arkadaşlarım Arapçam iyi değil diye benimle alay
ederlerdi. Filistin’deyken, ait olduğum toplumsal sınıf sebebiyle kimse
Arapçamdaki kusuru fark etmiyordu. Ama Filistin’den ayrıldıktan sonra farklı
toplumsal sınıflara mensup arkadaşlarım oldu ve bunlar, Arapçamın zayıf
olduğunu hemen anlıyorlardı. Konuşurken Arapçaya yabancı ifadeler
kullanıyordum. Sonrasında bu sorunu halledeyim diye Arapçaya epey yoğunlaştım. Bu
çalışma, muhtemelen 1954 yılında gerçekleşti. Bir kazada bacağımı kırmıştım. Altı
ay yataktan çıkamadım. O dönemde büyük bir hevesle Arapça kitaplar okudum.
Burada
dillerini “yitirmiş”, sonrasında onu yeniden kazanmak için uğraşmış birçok örnek
verebiliriz. Sizce bu, kişiyi politik olarak geliştiren bir süreç midir?
Bilmiyorum.
Olabilir. Ben, esasında farklı bir yoldan politikleştim. Erken yaşlarda politik
mücadeleye dâhil oldum, çünkü bir kampta yaşıyordum. Filistinlilerle ve
sorunlarıyla çocukken bizzat tecrübe ettiğim o hüzünlü ve duygusal atmosfer
üzerinden, dolaysız bir biçimde temas kurdum. İçinde yaşadığım ortamın politik
kökenlerini keşfetmek benim için hiç de zor olmadı.
Öğretmenlik
yapmaya başladığımda kampta ders verdiğim çocuklarla kimi güçlükler yaşadım. Sınıfta
uyuyan bir çocuk gördüğümde kızıyordum. Sonra sebebini anladım: bu çocuklar geceleri
çalışıyorlardı. Sinemalarda ve sokaklarda sakız veya tatlı türü şeyler
satıyorlardı. Dolayısıyla, sınıfa epey yorgun bir hâlde geliyorlardı. Sınıfta uyuklamalarının
sebebinin eğitimi, okulu hor görmeleri veya onlardan nefret etmeleri olmadığını
anladım. Meselenin benim öğretmen olarak sahip olduğum haysiyetle de alakası
yoktu. Mesele, esasında sadece politik bir sorunun tezahürüydü.
O
hâlde öğretmenlik pratiğinizin toplumsal ve politik bilincinizin gelişimine
katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Evet.
Özellikle yaşadığım bir günü tüm berraklığıyla anımsıyorum. Siz de bilirsiniz,
ilkokul öğretmenleri, resim, aritmetik, İngilizce, Arapça vs. tüm derslere
girer. Bir gün çocuklara Suriye hükümetinin onay verdiği müfredat uyarınca elma
ve muz çizmesini öğretiyordum. Tahtaya elimden geldiğince en iyisini çizmeye
çalıştım. Ama sonra yaptığım şeyin bana ve sınıfa yabancı olduğunu anladım. Çocuklar
hayatlarında hiç elma veya muz görmemişlerdi. Dolayısıyla, çizimlerle meyveler
arasındaki bağı kuramıyorlardı. Gerçek bir duyguya yol açmıyor, çizimler bir
anlam ifade etmiyordu. Ömrüm boyunca yaşadığım olaylar içerisinde oldukça
önemli bir dönüm noktasının eşiğine gelmiştim. O an tahtaya yönelip çizdiğim
resimleri sildim, çocuklara kampın resmini yapmalarını söyledim. Birkaç gün
sonra okula müfettiş geldi. Bana hükümetin belirlediği programdan saptığımı,
bunun da benim başarısız bir öğretmen olduğumu kanıtladığını söyledi. Orada yaptığım
savunma, beni Filistin davasına bağladı. Bu türden ufak adımlar, insanları tüm
hayatlarına damga vuracak kararları almaya itiyorlar.
Bu
anlattığınız hikâyeyi yorumlarsak, esasında siz sanatla sosyalist olarak ilişki
kuruyorsunuz. Bu anlamda sanatı toplumsal, politik ve ekonomik alanlara
bağlıyorsunuz. Bunu da o tahtaya bir elma ve muz çizerek yapıyorsunuz. Peki
yazılarınızı nasıl değerlendirmeliyiz? Çalışmalarınız, sizin gerçekliğinizin,
mevcut durumun ürünü mü, yoksa edebiyat alanındaki birikimin eseri mi?
İlk
kısa hikâyem 1956 yılında yayımlandı. İsmi “Yeni Bir Güneş”ti. Hikâyenin
merkezinde Gazzeli bir çocuk duruyor. Bugüne dek Filistin’le ilgili yazdığım
hikâyeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimde, her bir hikâyenin doğrudan ya
da dolaylı olarak, ince veya sağlam bir bağla, kişisel tecrübelerime bağlı
olduğunu görüyorum.
Esasında
benim yazım tarzım, tümüyle 1956-1960 arası dönemde, bilhassa 1962 yılında gelişti.
İlk başta Filistin’i kendi içinde özel bir sorun olarak ele alıyordum. Çalışmalarımda
Filistinli çocuklardan, insan olarak Filistinlilerden, Filistinlilerin
umutlarından, bağımsız ve özgür dünyamızdan ayrı şeylermiş gibi bahsediyordum. Özünde
sadece Filistin’e ait gerçeklere işaret ediyordum. Sonra Filistin’i insanlık
ailesinin bütününe ait bir simge olduğunu anladım. Bugün Filistinli bir aileden
bahsediyorsam, aslında bir insani tecrübeyi aktarıyorumdur. Filistin’in
yaşadığı trajedi dünyadaki tüm hadiseleri içerir.
Filistinlilerin
çilesini ve sefaletini aktarırken Filistinlileri tüm dünyadaki çilenin ve
sefaletin simgesi olarak tasvir ediyorum. Hikâyelerimi okuduğumuzda, Filistin’in
tüm dünyayı temsil ettiğini görürsünüz. Bugün edebiyat eleştirmenleri, hikâyelerimin
sadece birey olarak Filistinliyle ve sorunlarıyla değil, ayrıca tüm o
sorunların çilesini çeken insanın yaşam koşullarıyla ilgili olduğunu tespit
ediyorlar. Belki de o sorunlar en yalın hâliyle Filistinlilerin hayatlarında
somutlaşıyordur.
Yazınsal
gelişiminizin politik gelişiminize eşlik ettiğini söyleyebilir miyiz?
Evet.
Esasında hangisinin önce gerçekleştiğini ben de bilmiyorum. Evvelsi gün benim
hikâyelerimden birinden uyarlanmış bir filmi izliyordum. Bu hikâyeyi 1961
yılında kaleme almıştım. Filmi yeni bir bakış açısıyla izlerken, kahramanlar
arasındaki diyalogların, düşünme tarzlarının, ait oldukları toplumsal
sınıfların, arzularının ve geldikleri kökenlerin benim o dönem geliştirdiğim politik
düşünceme ait anlayışları yansıttığını fark ettim. Dolayısıyla, buradan bir
romancı olarak benim kişiliğimin politik aktör olarak kişiliğimden daha fazla
gelişmiş olduğunu söyleyebilirim. Bu gelişmişlik, toplum anlayışıma da toplum
analizime de yansıyor.
Sizce
yazılarınız toplumunuzun analizini mi dile döküyor? Duygularınızın analizlerinize
renk çaldığından bahsedebilir miyiz?
Sanırım
ilk başta hikâyelerim duygu temelliydi. Ama bir yandan da yazılarımın
altmışların başlarında gerçekliği dile dökmeye başladığını söyleyebilirim. Gerçekliğe
dair gözlemim ve yazılarım sayesinde anlamlı bir analiz yapma imkânı buldum. Hikâyelerimde
eksik olan, analizdi. Ama bir yandan da kahramanların hareket etme tarzlarını,
aldıkları kararları, o kararların ardındaki gerekçeleri, kararların somutlaşma
imkânlarını aktarıyorlardı.
Romanlarımda
gerçekliği anladığım gibi, analiz yapmadan aktarıyorum. Hikâyemi aktaran filmi,
filmdeki karakterlerin gelişimini izlerken duyduğum şaşkınlık üzerinden şunu
söyleyebilirim: Hikâyelerim politik görüşlerimden daha gelişkin. Sorunlarını anlatan
karakterlerimin diyaloglarını dinlerken hayrete düşüyorum. Sonra o diyalogları
aynı dönemde kaleme aldığım politik makalelerle kıyaslıyorum. Görüyorum ki
hikâyenin kahramanları, politik makalelerimden daha derin ve daha doğru
analizler yapıyorlar.
Sizin
de dile getirdiğiniz biçimiyle, politik hayatın 1953’te Habeş’le tanıştığınız
gün Arap Milliyetçi Hareketi’ne girmenizle başlıyor. Peki sosyalizmin
ilkelerini ne vakit benimsediniz? Zira Arap Milliyetçi Hareketi başlarda
sosyalist bir hareket değildi.
Evet
değildi. Arap Milliyetçi Hareketi, sömürgeciliğe, emperyalizme ve gerici
hareketlere karşı duran bir örgüttü. O dönemde belirli bir ideolojik hattı
yoktu. Ancak zamanla bu hareket sosyalist hattı benimsedi. Emperyalizmle uzlaşmamışsanız,
savaş meydanında dövüşmeye devam ediyorsanız, antiemperyalizm sizi illaki
sosyalizme götürüyor. Arap Milliyetçi Hareketi de bu sebeple sosyalist bir
harekete dönüşme imkânı buldu. Eğer antiemperyalist bir hareket mücadeleye
devam ediyorsa, onun sosyalistleşmesi gayet tabii bir sonuç. Arap
milliyetçileri, bu gerçeği ellilerin sonlarında anladılar. Emperyalizme karşı
yürüttükleri savaşı sadece kendi onurları değil, kendi hayatları için de
emperyalizmle mücadele eden toplumsal sınıflara sırtını yaslamadıkça kazanamazlar.
Bu mücadele yolu örgütleri ve hareketleri doğrudan sosyalizme taşıyor.
Kendi
toplumumuzda ve Arap Milliyetçi Hareketi olarak hareketimiz içerisinde hepimiz
Marksist-Leninist ilkelere karşı epey hassastık. Sosyalizme düşman değildik,
ama Arap dünyasında faal olan komünist partilerinin yaptıkları yanlışlardan
rahatsızdık. Bu sebeple, Arap Milliyetçi Hareketi 1964 yılı öncesinde
Marksizm-Leninizmi benimseme konusunda epey güçlük çekti. FHKC, 1967’de, Temmuz
ayı içerisinde Marksizm-Leninizmi benimseme kararı aldı. FHKC, bu anlamda Arap
Milliyetçi Hareketi içerisinde bu türden bir adımı atan ilk örgüttü. Süreç içerisinde
Arap Milliyetçi Hareketi ismini Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirdi.
Filistin koluna “Halk Cephesi” adı verildi.
Esasında
süreç bu anlattığım kadar sorunsuz işlemedi. Hareket, kendi içerisinde sürekli
kavgalara şahit oldu. Sağ ve sol kesim arasındaki mücadele uzun süre devam
etti. Her seferinde kazanan sol oldu, çünkü sol, antiemperyalizmi ve gerici
güçlere karşı tavrı ile sağa kıyasla daha olumlu ve daha iyi bir konum almıştı.
Bu kavgaların neticesinde hareket, Marksizm-Leninizmi benimsedi.
Bana
gelince, hareket içerisinde açığa çıkmış olan çatışmalarda sağda mı yoksa solda
mı konum aldığım konusunda net bir şey söyleyemiyorum. O günleri arı duru
şekilde anımsamıyorum. Zira o dönemde sağla sol arasındaki ayrım çizgisi, bugün
gelişkin politik partilerde görüldüğü ölçüde net değildi.
Arap
Milliyetçi Hareketi içerisinde yaşlıların komünist harekete dair
hassasiyetlerini alaya alan gençler de bulunuyordu. O dönemde komünist
değildik, komünizme sıcak bakmıyorduk. Komünist hareketle yaşlılar kadar ilgilenmiyorduk.
Sonuçta yeni nesil, hareketin Marksist-Leninist bir harekete evrilmesinde öncü
rol oynadı. Bunun sebebi, hareketin üyelerinin büyük bölümünün yoksul sınıflara
mensup olmasıydı. Küçük burjuvaziye ve büyük burjuvaziye mensup üyelerin sayısı
çok sınırlıydı. Bunların örgütlülükleri uzun ömürlü olmuyordu. Bir iki yıl
içerisinde hareketten ayrılıyorlardı. Gelenler, kısa süre sonra geri
gidiyorlardı. Yoksul sınıflardan gelenlerse yola devam ediyorlardı. Zamanla bu
üyeler, hareket içerisinde önemli bir baskı gücü hâline geldi.
Marksizm-Leninizm
okumalarına ne zaman başladınız? Anımsıyor musunuz?
Ben,
herkesin yürüdüğü yoldan yürümedim. İlk temas noktam, Sovyet yazarlarıydı. Bugün
olduğu gibi o günlerde de Sovyet yazarlarına hayrandım. Marksizmle aramdaki
duvarı bu hayranlığım sayesinde yıkabildim. Marksizmle erken bir dönemde Sovyet
yazarlarına duyduğum hayranlık üzerinden yaptığım okumalar aracılığıyla tanıştım.
İkinci
temas noktamsa eniştemdi. Ablamın eşi, o dönemde komünist hareket içerisinde
önde gelen isimlerden biriydi. 1952’de ablamla evlenen eniştem, gençlik
yıllarımda beni epey etkiledi. Ayrıca Kuveyt’e gittiğimde altı gençle aynı evde
kaldım. Birkaç hafta sonra bu evin bir komünist hücresi olduğunu anladım. Bu zeminde
erken yaşlarda Marksizme dair kitaplar okumaya başladım. O günlerde okuduğum
kitapların ne kadarını anlıyordum, bilmiyorum. Daha çok Arap Milliyetçi
Hareketi’nin bende açığa çıkarttığı duyguların etkisi altındaydım. Okuduğum kitapları
ne ölçüde idrak ettiğimi, ne ölçüde anladığımı bugünden tespit edebilmem mümkün
değil. Ama gene de kitapların muhtevası bana hiç yabancı değildi.
O
dönem edindiğiniz ve geliştirdiğiniz politik fikirlerin ilk kaleme aldığınız
hikâyeleri epey etkilediği açık. Bence Sovyet edebiyatına dair okumalarınız ve
Marksistlerle temaslarınız çalışmalarında karşılık bulmuş.
Ben,
bu saydığınız etmenlerin ağır bastığını düşünmüyorum. Kanaatimce, yazılarımı
esas olarak gerçeklik etkiledi. Gördüklerim, dostlarımın, akrabalarımın,
kardeşlerimin, kız kardeşlerimin, öğrencilerimin tecrübeleri, yoksulluğun ve çaresizliğin
hüküm sürdüğü, o kaldığım kamplar… beni esas olarak bunlar etkiledi. Belki de Sovyet
edebiyatına düşkün olmamın sebebi, tam da benim bizzat, fiiliyatta tanık
olduğum şeyleri analiz ediyor, aktarıyor, tarifliyor, ele alıyor oluşuydu. Sovyet
edebiyatına hayranlığım bugün de devam ediyor elbette. Ama Sovyet edebiyatı
yazılarımı etkiledi mi etkilemedi mi, bilmiyorum. Bu etkinin boyutunun ne
olduğuna dair bir fikrim yok. Ben, daha çok ilk ve asıl etkileyici unsurun
gerçeklik olduğunu söylemeyi tercih ediyorum. Romanlarımdaki tüm karakterlerin
ilham kaynağı hayal gücüm değil, bana güç veren gerçeğin ta kendisi. O kahramanları
sanatsal (edebi) gerekçelerle tercih etmiş de değilim. Hepsi de kampta yaşayan
insanlardı, dışarıdan hiç kimseyi bulamazsınız. İlk hikâyelerimde sanatsal zeminde
inşa ettiğim karakterlerin tamamı kötü karakterlerdi. İş yerinde birlikte
çalıştığım insanlar üzerinden edindiğim tecrübeler etkili oldu. Bu anlamda,
yazılarımı en çok hayatın etkilediğini söyleyebilirim.
Siz,
orta sınıfa mensup bir ailenin ferdiydiniz, ama çocukken proletarya saflarına
katıldınız.
Evet
doğrudur, ailem orta sınıfla ilişkiliydi, zira babam, Suriye’ye göç etmeden
önce orta sınıfa mensup bir kişiydi. Ailem, orta sınıfla arasındaki tüm bağları
koparttı. Geçmişle gerçek arasındaki çelişkinin bedelini ödemek, biz çocuklara
düştü. Dolayısıyla, sınıfımın üyeleriyle ilişkilerim dostane değil, kavgacı bir
ilişkiydi.
Proletaryanın
saflarına katıldığımın bilincinde ve idrakinde değildim. Aslında gerçek bir
proleter sayılmazdım, proletaryanın sınırlarında yaşayan, üretim mekanizmasının
parçası olmayan, “lümpen proletarya” dediğimiz kesimin bir üyesiydim. Ama sonra
proletaryanın ideolojisini anlama imkânı buldum. Gene de o dönemde
proletaryanın parçası olduğumu söyleyemem.
Ama
siz, meselelere ve gerçekliğe ezilenlerin gözünden bakmaya başlamışsınız.
Evet,
öyle de denilebilir. Gene de bilimsel ve analitik bir bakış açısına sahip
değildim. Görüşlerimi daha çok duygu temelinde dile döküyordum.
Bu
noktada FHKC’nin doğduğu 1967 yılına geri dönelim. Örgüt, o dönem ne tür
görüşlere sahipti, yeni bir örgüt kurulmasının sebepleri nelerdi?
Aslında
FHKC, yeni bir örgüt değildi. O, aslında benim de üyesi olduğum Arap Milliyetçi
Hareketi’nin Filistin koluydu. İlk başta 1967 yılında hareketin üyelerince
teşkil edildi. Halk Cephesi, Arap dünyasının politik sahnenin merkezine
oturması sebebiyle kuruldu. Hareketin Filistin kolu epey büyüdü. Liderleri de
üyelerinin zihin yapıları da değişti. Süreç içerisinde ben de Halk Cephesi
üyesi oldum. Cepheye iştirak etmemin sebebi, onun bir parti olarak Filistin’de
çalışma yürüten diğer politik örgütlere kıyasla gelişkin bir aşamada olmasıydı.
Bu örgüt üzerinden geleceğe dair görüşlerimi somutlama imkânı bulabileceğimi
düşündüm. Halk Cephesi’ne bu sebeple katıldım.
Örgütün
Hedef isimli gazetesinin yayın yönetmeni olarak üstlendiğiniz rolü nasıl
değerlendiriyorsunuz, örgütün kitleleri harekete geçirme yöntemi konusunda
neler söylersiniz?
Neticede
ben, bu örgütün üyesiydim. Esasında söz konusu örgüt, kendi iç sistemi ve
politik stratejisi olan bir parti olarak kurulmuştu. Örgüt, aynı zamanda
demokratik ilkeleri temel alan bir örgütsel ve liderlik stratejisine sahipti.
Bu sebeple, liderlik bana bu özel görevi verdiğinde onu üstlenmek zorundaydım.
Ben,
Halk Cephesi Merkezi Enformasyon Komitesi’nin üyesiyim. Hedef, Cephe’nin
medya yapılanmasının bir parçası. Bizim anlayışımıza göre, medya salt
propagandayla sınırlı bir şey değil. Eğitim gibi faaliyet alanlarını da
kapsıyor. Hedef’in sorumlusu ben değilim. Bu görev, Merkezi Medya
Komitesi’nde. Ben, gazetede bu komiteyi temsil ediyorum.
Pratikte
ben, Hedef’in örgütsel yönüyle alakalıyım. Bir de Hedef’i okuyup
değerlendiren, makale kaleme alan, editör kaleminden çıkan yazıları tartışan
bir komitemiz var. Cephe, buna benzer on kadar kuruma ve departmana sahip.
Bizim kurumumuz muhtemelen en küçüğü. Ayrıca Halk Cephesi içerisinde
kamplardaki toplumsal ve politik faaliyetleri üstlenen gruplar var. Askeri
mücadele alanında çalışan, başka kamplarda faal olan ekiplere de sahibiz.
Hepimiz birbirimizi tamamlıyoruz. Örgütlenme sahasında, yani konferansların,
eğitim programlarının, toplantıların, kitleyle temasların örgütlendiği alanda
çalışanlar, gazetemizi Halk Cephesi’nin bakış açısını dile getirmek için
kullanıyorlar. Bu yoldaşlar, aynı zamanda kitleler konusunda bizimle istişare
ediyorlar. Halk Cephesi, bu ekipler ve gruplar arasındaki dinamik ilişkiler
neticesinde kitlesel seferberlik kampanyası yürütme imkânı buluyor.
Gazeteden
biraz bahsedebilir misiniz?
Gazetede
çalışmak çok stresli bir iş. Önümüzdeki hafta yayınlanacak sayıyı
bitiremediğimde epey stres yaşıyorum. Böyle bir gazetede çalışmak hem yorucu
hem de ürkütücü bir şey. Gazetenin son cümlesine noktayı koyduğunuz an bir
görüyorsunuz ki daha yirmi boş sayfa var. Ayrıca her bir satır, her bir başlık
ve her bir resim Cephe üyelerince tartışılıyor. En ufak bir hata tespit
ediliyor. Gazete, sonrasında eleştiri süzgecinden geçiriliyor. Bu tür bir
gazetede çalışmak, sıradan bir gazetede çalışmak gibi değil. Sıradan bir
gazetede sadece işinizi yaparsınız, bizim gazetemizde en ufak detaylar Cephe
içerisinde gazeteyi okuyup eleştirmekle görevli ekiplerce irdeleniyor.
Dolayısıyla, üyeleri Cephelilerden oluşan böylesine büyük bir mahkemenin
huzurunda, bu türden kapsamlı bir işi yapmak çok zor. İnsan, o yüzden daha çok
çalışma gereksinimi duyuyor.
Bir
de tabii gelişmekte olan bir ülkede yaşadığımız gerçeği var. Direniş
hareketinde, bizim gibi bir örgütte her departman, yetenek ve becerileri olan
“insanlar”ı örgütlemeye çalışıyor ki bu insan topluluğu ne kadar ufak olursa
olsun verilen işleri layıkıyla yerine getirebilsin. Bu insanların işi bitirmeyi
ve kendisine verilen görevleri yerine getirmeyi asli hasletler olarak görmeleri
gerekiyor.
Hedef’te
çalışan insan sayısı çok az. Cephe’den çalışacak daha fazla insan istediğimizde
şu cevabı alıyoruz: “Bize iki-üç çalışanınızı gönderin, onları taban
çalışmalarına dâhil edelim, taban çalışması gazete çalışmasından daha önemli.”
Biz de çalışanlarımızı almasınlar diye susuyoruz, bir talepte bulunmuyoruz. Hedef’i
yayına hazırlayan sayısının üç olduğunu söylesem kimse inanmaz mesela. Bu durum
üç yıldır devam ediyor. Bazen ekstra yardım için dördüncüyü buluyoruz, sonra bu
kişi bizden ayrılıyor, birini daha buluyoruz, bu hikâye bu şekilde tekrarlanıp
duruyor.
O
zaman gece gündüz çalışıyorsunuz.
Evet.
Hiçbir meslektaşımın günde 13-14 saatten fazla çalıştığını sanmıyorum ben. Ne
tatilimiz var, ne eleştiriler konusunda merhamet gösterenimiz. Örgütümüzdeki
insanlar, hükümet içerisinde çalışanlar, diğer gazetedekiler, bizi eleştirip
duruyorlar.
Hedef sizce
ilerici bir gazete midir, teorik-politik açıdan bakıldığında ilerici bir gazete
olarak görülebilir mi?
Evet
öyle. Ben, aynı zamanda bu özelliğinin soruna yol açtığını düşünüyorum.
Gazeteyi övmek değil derdim, ama kimse, böylesine derinlikli politik ve teorik
görüşleri bu kadar basit bir dille ifade edemez. Bu beceri çok az insanda var.
Halk Cephesi, derinlikli fikirlerini herkesin okuduğunda hemen anlamasını
sağlayacak basitlikte aktarabilen iki insana sahip. Bu insanlardan biri Corç
Habeş. Diğeri de bir askeri liderimiz. Kendisi, muhteşem yazılar kaleme alıyor.
Kişi, bu konuda gerekli pratiği yoksa fikirlerini yazı yoluyla kolay kolay
aktaramıyor. Tabandan bu konuda eleştiriler alıyoruz. “Gazetede çıkan yazıları
anlayamıyoruz” diyorlar. Bu sebeple, meseleleri daha basit ve kolay anlaşılır
bir dille aktarmamız gerekiyor.
Gazetenin
hazırlık süreci, tam da bu sebeple çok uzun sürüyor. Gazeteyi sürekli gözden
geçiriyoruz, yazım sonrası belirli ifadeleri basitleştiriyoruz. Bence Cephe iç
yayınlar çıkartırsa yükümüz epey hafifler, gazete faaliyetimiz devam eder. İç
yayın, meseleleri rahat anlaşılır bir dille aktarır, görüşleri basit ifadelerle
dile döker. Bizim gazete gibi bir merkezi yayının bu türden iç yayınları taklit
etmesi zor, çünkü bizim işimizi ciddiyetle yürütmemiz gerekiyor. Bunu yaparken
de karmaşık politik görüşleri aktaran makalelerin sayısını sınırlamak,
böylelikle bu tür makalelere daha az yer yermek, daha çok politik kampanyalara
odaklanmak zorunda kalıyoruz.
Gazetenizde
şiir gibi edebi çalışmalara yer veriyor musunuz?
Gazetemizde
edebiyat çalışmalarına, film eleştirisine, tiyatroya, resme, sanatsal
faaliyetlere ayrılmış iki sayfa var. Daha önce bahsini ettiğimiz gazeteciler
epey popülerler, çünkü Cephe’nin birçok üyesi bu iki sayfada çıkan çalışmalar
sayesinde sol çizgiyi idrak etme imkânı buluyor.
Hiç
kısa hikâyelerinizi yayımladınız mı?
Hedef’te
çalışmaya başladığımdan beri yazmaya hiç vakit bulamıyorum. Umm Saad ismini
taşıyan yaşlı kadınla ilgili iki hikâyemi yayımlayabildim sadece. Edebiyat
çalışmalarıma fazla vakit ayıramıyorum, bu da beni epey rahatsız ediyor.
Daha
fazla çalışma kaleme almak istiyorsunuz sanırım?
Genelde
ofisten çıkıp eve gittiğimde daktilonun başına geçip bir şeyler yazacak takati
kendimde bulamıyorum. Ben de oturup kitap okuyorum. Günde en az iki saat kitap
okumam lazım, kitapsız yapamam. Ama kitap okuyunca ya gidip yatıyorum ya da
oturup aptalca bir filmi izliyorum, onca işin ardından hiçbir şey yazamıyorum.
Son
dönemde Cephe içerisinde yaşanan gelişmeler, örgütün askeri faaliyetlerle
meşgul olan bir kolektiften çok tartışmalara boğulmuş bir kolektife dönüştüğü
gerçeğini mi ortaya koyuyor?
Hayır,
ben bu görüşünüze katılmıyorum. Cephe içerisinde biz, “Her politikacı savaşçı,
her savaşçı politikacıdır” mottosunu savunan bir stratejik hattı her daim,
ısrarla savunduk. Bugün sizin tanık olduğunuz olgu, sadece bizimle sınırlı bir
şey değil. Bu durumun oluşmasının sebebi, Filistin direniş hareketinin bugün
mevcut dönem içerisinde bizi yok etmeye çalışan nesnel koşullara bağlı olarak
çöküş sürecine girmiş olmasıdır. Biz, Eylül 1970’ten beri çöküş sürecindeyiz.
Bu hâl, bizim askeri faaliyetlerimizi yoğunlaştırmamıza, sayısal olarak
artırmamıza mani oluyor. Ama bu da demek değil ki askeri eylemlerimizi
durduracağız. Bu tespitim, genel anlamda direniş hareketi için de geçerli.
Biz
Halk Cephesi olarak, askeri operasyonlarımızı son iki yıl içerisinde Gazze’de,
Batı Şeria’da ve İsrail’de yoğunlaştırdık. Ama İsrail, bu operasyonları
gizlemeye çalışıyor. Oysa onca iddiaya rağmen faaliyetlerimiz sürüyor. Güney
Lübnan’da da üslerimiz var, Ürdün’deki gericilere karşı gizli bir halk savaşı
yürütme konusunda gerekli hazırlıkları yapıyoruz. Bunlara rağmen, içinde
yaşadığımız çöküş süreci ve genel baskı koşulları, Arap hükümetlerinin eseri.
Bu hükümetlerin yapıp ettikleri tüm kamuoyunu etkiliyor. Halk, bir şekilde
bizim askeri faaliyetleri durdurduğumuzu sanıyor. Oysa bu çıkarım tümüyle
yanlış.
Sizin
görüşünüze göre bu çöküş süreci, belirli bir politik hatta işaret etmeksizin,
ayrımsız tüm Filistinlileri nasıl etkiliyor?
Politik
hareketler insanlar gibidir. Bir kişi sağlıklıysa, ünlüyse ve zenginse
etrafında dostları olur, herkes onu destekler. Ama yaşlanıp hastalanır,
parasını da yitirirse dostları uzaklaşır.
Biz
de bir direniş hareketi olarak böylesi bir aşamadan, tabiri caizse cansızlık
aşamasından geçiyoruz. Filistinli bireyler, son birkaç yıldır hayallerinin suya
düştüğünü düşünüyorlar. Bu, insana acı veren bir his, ben de bilirim.
Kanaatimce birçok yoldaşım da benim şu görüşümü paylaşıyor: bu aşama geçici.
Filistinliler,
birkaç yıl içerisinde yenmemizin mümkün olmadığı, büyük bir düşmanla
savaştığımızı, savaşın uzun soluklu olduğunu, birkaç kez yenilgiyi tadacağımız
gerçeğini bir şekilde anlıyorlar. Bu açıdan, Filistinlilerin Filistin devrimine
bağlılıkları bugünkü gibi kırılgan ve duygu temelli olmamalı. Süreç içerisinde
bu durum illaki değişecektir.
İlk
zaferimizi elde ettiğimiz vakit kitleleri harekete geçireceğimize inanıyorum.
Bu zaferin elde edileceğine dair güvenim sonsuz. Bu düştüğümüz,
cansızlaştığımız dönem bizi korkutmuyor. Arap liderlerinin ve Arap medya
sözcülerinin kitlelere vaatlerde bulunduğu, kolaylıkla elde edilebilen
zaferleri göklere çıkarttıkları koşullarda bu gayet normal. Bugün birçok Arap,
bu vaatlerin kitleleri yanılttığını, yanlışa sevk ettiğini gördü. Dolayısıyla,
ben bu Filistinlilerdeki cansızlık hâlinin sürecin doğal bir bileşeni olduğuna
ve kendisini tekrar tekrar dışa vurduğuna inanıyorum. İçinde yaşadığımız bu
aşamayı gelecekte aşacağımızı, kitlelerin devrime olan bağlılıklarının öncesine
göre daha da güçleneceğini biliyorum.
Cephe
liderleri ve siz, 1967’de, 1968’de ve 1969’da fazla iyimser olduğunuzu
düşünüyor musunuz? Bu çatışmayı kolay bir mücadeleyi gerekli kılan bir çatışma
olarak mı gördünüz?
Hayır,
öyle görmedik. Esasında Halk Cephesi, ortadaki sorunun hiç de kolay olmadığını
söyleyen yazılı belgeleriyle kitleleri uzun zamandır uyarıyor. Cephe, aynı
zamanda birkaç kez yenilgiyle yüzleşileceği, kitlelerin kan deryalarıyla,
birçok acıyla ve kıyımla sınanacağı konusunda uyarıda bulunuyor. Birçok kez
dile getirdiğimiz üzre, Filistin devriminin liderleri bu zamana dek kitlelere
hep kolay zaferler vaat ettiler.
İyimserlik
meselesine gelince, biz fazlasıyla iyimseriz. Bilimsel açıdan bakıldığında,
ayrıca zarfa değil de mazrufa baktığımızda, bu açıdan, tarihsel hareketliliğin
ölçüsü olarak direniş hareketi denilen gerçek üzerinden değerlendirildiğinde,
bugünkü mevcut durumumuz, içinde olduğumuz bu zor mücadele en alt seviyede olsa
bile, 1967, 1968 ve 1969’daki durumumuzdan daha iyi.
0 Yorum:
Yorum Gönder