09 Nisan 2025

, ,

Gassân Kenefâni Söyleşisi

Palestinian Affairs

Temmuz 1974

 

Aşağıda, Gassân Kenefâni ile ölümünden birkaç hafta önce İsviçreli bir yazarın gerçekleştirdiği söyleşiye yer veriliyor. Söyleşinin tam hâli, Palestinian Affairs [Filistin’in Meseleleri”] dergisinin Temmuz 1974 tarihli nüshasında yayımlandı.

* * *

 

Gassân, lütfen biraz kendi hayatınızdan bahsedebilir misiniz bize?

Benim hikâyemin tüm Filistinlilerin hikâyesinden pek bir farkı yok. Aynı tecrübeyi paylaşıyoruz.

11 yaşındayken Filistin’den ayrıldım. Ailem, orta sınıfa mensup bir aileydi. Babam avukattı. Fransızlara ait misyoner okuluna gidiyordum. Birden her şey altüst oldu, hepimiz yollara düştük, mülteci olduk. Babam, sınıfsal kökeni sebebiyle çalışmayı bıraktı. Filistin’den ayrıldıktan sonra çalışmak ona anlamsız gelmişti. Mecburen ait olduğu toplumsal sınıfı terk etti, alt sınıfa geçiş yaptı.

Bu, hiç de kolay değildi. Çocukken çalışmaya başladık, gençlik yıllarımız boyunca ailemize destek olduk. Üniversite mezunu olmadan bir köy ilkokulunda öğretmenlik yapabiliyordunuz. Bu iş sayesinde ben bir yandan eğitimime devam edebildim. Bu mantıklı adım sayesinde okumayı sürdürdüm. Ortaokulu bitirdim. Sonra Şam Üniversitesi’ne girdim. Arap Edebiyatı bölümünde üç yıl eğitim aldım. Üçüncü yılın sonunda politik sebeplerle beni okuldan attılar. Ben de Kuveyt’e gittim. Burada altı yıl kaldım. Okuma-yazma faaliyeti bu ülkede başladı.

Politik hayatımın başladığı tarihse 1952. 14-15 yaşlarındaydım. Ya o yıl ya da 1953 yılıydı, şans eseri Şam’da Dr. Corç Habeş’le tanıştım. O dönemde bir matbaada düzeltme okuması yapıyordum. Arap Milliyetçi Hareketi’ne katıldım, böylelikle politik hayatım başlamış oldu.

Kuveyt’teyken bugün Kuveyt hükümetinde önemli bir azınlığın temsil ettiği Arap Milliyetçi Hareketi içerisinde aktif olarak çalıştım. 1960’ta benden parti gazetesinde çalışmam, bunun için Lübnan’a taşınmam istendi. 1967’de Arap Milliyetçi Hareketi’nin Filistin kolu olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile birlikte çalışma talimatı aldım. 1969’da örgütün Hedef ismini taşıyan gazetesinde çalışmaya başladım. Hâlen daha orada çalışıyorum.

Yazmaya Arap edebiyatı okurken mi başladınız?

Hayır. Sanırım Arap edebiyatına ilgim, bu bölümde okumadan önce başlamıştı. Hafızam beni yanıltmıyorsa, muhtemelen bu ilgi karmaşık bir dizi gelişmenin sonucuydu. Daha önce söylediğim gibi, Filistin’den ayrılmadan önce Fransız misyoner okuluna gidiyordum. Dolayısıyla, Arapçaya bir Arap gibi hâkim değildim. Bu eksiklik bende birçok soruna yol açtı. Arkadaşlarım Arapçam iyi değil diye benimle alay ederlerdi. Filistin’deyken, ait olduğum toplumsal sınıf sebebiyle kimse Arapçamdaki kusuru fark etmiyordu. Ama Filistin’den ayrıldıktan sonra farklı toplumsal sınıflara mensup arkadaşlarım oldu ve bunlar, Arapçamın zayıf olduğunu hemen anlıyorlardı. Konuşurken Arapçaya yabancı ifadeler kullanıyordum. Sonrasında bu sorunu halledeyim diye Arapçaya epey yoğunlaştım. Bu çalışma, muhtemelen 1954 yılında gerçekleşti. Bir kazada bacağımı kırmıştım. Altı ay yataktan çıkamadım. O dönemde büyük bir hevesle Arapça kitaplar okudum.

Burada dillerini “yitirmiş”, sonrasında onu yeniden kazanmak için uğraşmış birçok örnek verebiliriz. Sizce bu, kişiyi politik olarak geliştiren bir süreç midir?

Bilmiyorum. Olabilir. Ben, esasında farklı bir yoldan politikleştim. Erken yaşlarda politik mücadeleye dâhil oldum, çünkü bir kampta yaşıyordum. Filistinlilerle ve sorunlarıyla çocukken bizzat tecrübe ettiğim o hüzünlü ve duygusal atmosfer üzerinden, dolaysız bir biçimde temas kurdum. İçinde yaşadığım ortamın politik kökenlerini keşfetmek benim için hiç de zor olmadı.

Öğretmenlik yapmaya başladığımda kampta ders verdiğim çocuklarla kimi güçlükler yaşadım. Sınıfta uyuyan bir çocuk gördüğümde kızıyordum. Sonra sebebini anladım: bu çocuklar geceleri çalışıyorlardı. Sinemalarda ve sokaklarda sakız veya tatlı türü şeyler satıyorlardı. Dolayısıyla, sınıfa epey yorgun bir hâlde geliyorlardı. Sınıfta uyuklamalarının sebebinin eğitimi, okulu hor görmeleri veya onlardan nefret etmeleri olmadığını anladım. Meselenin benim öğretmen olarak sahip olduğum haysiyetle de alakası yoktu. Mesele, esasında sadece politik bir sorunun tezahürüydü.

O hâlde öğretmenlik pratiğinizin toplumsal ve politik bilincinizin gelişimine katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.

Evet. Özellikle yaşadığım bir günü tüm berraklığıyla anımsıyorum. Siz de bilirsiniz, ilkokul öğretmenleri, resim, aritmetik, İngilizce, Arapça vs. tüm derslere girer. Bir gün çocuklara Suriye hükümetinin onay verdiği müfredat uyarınca elma ve muz çizmesini öğretiyordum. Tahtaya elimden geldiğince en iyisini çizmeye çalıştım. Ama sonra yaptığım şeyin bana ve sınıfa yabancı olduğunu anladım. Çocuklar hayatlarında hiç elma veya muz görmemişlerdi. Dolayısıyla, çizimlerle meyveler arasındaki bağı kuramıyorlardı. Gerçek bir duyguya yol açmıyor, çizimler bir anlam ifade etmiyordu. Ömrüm boyunca yaşadığım olaylar içerisinde oldukça önemli bir dönüm noktasının eşiğine gelmiştim. O an tahtaya yönelip çizdiğim resimleri sildim, çocuklara kampın resmini yapmalarını söyledim. Birkaç gün sonra okula müfettiş geldi. Bana hükümetin belirlediği programdan saptığımı, bunun da benim başarısız bir öğretmen olduğumu kanıtladığını söyledi. Orada yaptığım savunma, beni Filistin davasına bağladı. Bu türden ufak adımlar, insanları tüm hayatlarına damga vuracak kararları almaya itiyorlar.

Bu anlattığınız hikâyeyi yorumlarsak, esasında siz sanatla sosyalist olarak ilişki kuruyorsunuz. Bu anlamda sanatı toplumsal, politik ve ekonomik alanlara bağlıyorsunuz. Bunu da o tahtaya bir elma ve muz çizerek yapıyorsunuz. Peki yazılarınızı nasıl değerlendirmeliyiz? Çalışmalarınız, sizin gerçekliğinizin, mevcut durumun ürünü mü, yoksa edebiyat alanındaki birikimin eseri mi?

İlk kısa hikâyem 1956 yılında yayımlandı. İsmi “Yeni Bir Güneş”ti. Hikâyenin merkezinde Gazzeli bir çocuk duruyor. Bugüne dek Filistin’le ilgili yazdığım hikâyeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimde, her bir hikâyenin doğrudan ya da dolaylı olarak, ince veya sağlam bir bağla, kişisel tecrübelerime bağlı olduğunu görüyorum.

Esasında benim yazım tarzım, tümüyle 1956-1960 arası dönemde, bilhassa 1962 yılında gelişti. İlk başta Filistin’i kendi içinde özel bir sorun olarak ele alıyordum. Çalışmalarımda Filistinli çocuklardan, insan olarak Filistinlilerden, Filistinlilerin umutlarından, bağımsız ve özgür dünyamızdan ayrı şeylermiş gibi bahsediyordum. Özünde sadece Filistin’e ait gerçeklere işaret ediyordum. Sonra Filistin’i insanlık ailesinin bütününe ait bir simge olduğunu anladım. Bugün Filistinli bir aileden bahsediyorsam, aslında bir insani tecrübeyi aktarıyorumdur. Filistin’in yaşadığı trajedi dünyadaki tüm hadiseleri içerir.

Filistinlilerin çilesini ve sefaletini aktarırken Filistinlileri tüm dünyadaki çilenin ve sefaletin simgesi olarak tasvir ediyorum. Hikâyelerimi okuduğumuzda, Filistin’in tüm dünyayı temsil ettiğini görürsünüz. Bugün edebiyat eleştirmenleri, hikâyelerimin sadece birey olarak Filistinliyle ve sorunlarıyla değil, ayrıca tüm o sorunların çilesini çeken insanın yaşam koşullarıyla ilgili olduğunu tespit ediyorlar. Belki de o sorunlar en yalın hâliyle Filistinlilerin hayatlarında somutlaşıyordur.

Yazınsal gelişiminizin politik gelişiminize eşlik ettiğini söyleyebilir miyiz?

Evet. Esasında hangisinin önce gerçekleştiğini ben de bilmiyorum. Evvelsi gün benim hikâyelerimden birinden uyarlanmış bir filmi izliyordum. Bu hikâyeyi 1961 yılında kaleme almıştım. Filmi yeni bir bakış açısıyla izlerken, kahramanlar arasındaki diyalogların, düşünme tarzlarının, ait oldukları toplumsal sınıfların, arzularının ve geldikleri kökenlerin benim o dönem geliştirdiğim politik düşünceme ait anlayışları yansıttığını fark ettim. Dolayısıyla, buradan bir romancı olarak benim kişiliğimin politik aktör olarak kişiliğimden daha fazla gelişmiş olduğunu söyleyebilirim. Bu gelişmişlik, toplum anlayışıma da toplum analizime de yansıyor.

Sizce yazılarınız toplumunuzun analizini mi dile döküyor? Duygularınızın analizlerinize renk çaldığından bahsedebilir miyiz?

Sanırım ilk başta hikâyelerim duygu temelliydi. Ama bir yandan da yazılarımın altmışların başlarında gerçekliği dile dökmeye başladığını söyleyebilirim. Gerçekliğe dair gözlemim ve yazılarım sayesinde anlamlı bir analiz yapma imkânı buldum. Hikâyelerimde eksik olan, analizdi. Ama bir yandan da kahramanların hareket etme tarzlarını, aldıkları kararları, o kararların ardındaki gerekçeleri, kararların somutlaşma imkânlarını aktarıyorlardı.

Romanlarımda gerçekliği anladığım gibi, analiz yapmadan aktarıyorum. Hikâyemi aktaran filmi, filmdeki karakterlerin gelişimini izlerken duyduğum şaşkınlık üzerinden şunu söyleyebilirim: Hikâyelerim politik görüşlerimden daha gelişkin. Sorunlarını anlatan karakterlerimin diyaloglarını dinlerken hayrete düşüyorum. Sonra o diyalogları aynı dönemde kaleme aldığım politik makalelerle kıyaslıyorum. Görüyorum ki hikâyenin kahramanları, politik makalelerimden daha derin ve daha doğru analizler yapıyorlar.

Sizin de dile getirdiğiniz biçimiyle, politik hayatın 1953’te Habeş’le tanıştığınız gün Arap Milliyetçi Hareketi’ne girmenizle başlıyor. Peki sosyalizmin ilkelerini ne vakit benimsediniz? Zira Arap Milliyetçi Hareketi başlarda sosyalist bir hareket değildi.

Evet değildi. Arap Milliyetçi Hareketi, sömürgeciliğe, emperyalizme ve gerici hareketlere karşı duran bir örgüttü. O dönemde belirli bir ideolojik hattı yoktu. Ancak zamanla bu hareket sosyalist hattı benimsedi. Emperyalizmle uzlaşmamışsanız, savaş meydanında dövüşmeye devam ediyorsanız, antiemperyalizm sizi illaki sosyalizme götürüyor. Arap Milliyetçi Hareketi de bu sebeple sosyalist bir harekete dönüşme imkânı buldu. Eğer antiemperyalist bir hareket mücadeleye devam ediyorsa, onun sosyalistleşmesi gayet tabii bir sonuç. Arap milliyetçileri, bu gerçeği ellilerin sonlarında anladılar. Emperyalizme karşı yürüttükleri savaşı sadece kendi onurları değil, kendi hayatları için de emperyalizmle mücadele eden toplumsal sınıflara sırtını yaslamadıkça kazanamazlar. Bu mücadele yolu örgütleri ve hareketleri doğrudan sosyalizme taşıyor.

Kendi toplumumuzda ve Arap Milliyetçi Hareketi olarak hareketimiz içerisinde hepimiz Marksist-Leninist ilkelere karşı epey hassastık. Sosyalizme düşman değildik, ama Arap dünyasında faal olan komünist partilerinin yaptıkları yanlışlardan rahatsızdık. Bu sebeple, Arap Milliyetçi Hareketi 1964 yılı öncesinde Marksizm-Leninizmi benimseme konusunda epey güçlük çekti. FHKC, 1967’de, Temmuz ayı içerisinde Marksizm-Leninizmi benimseme kararı aldı. FHKC, bu anlamda Arap Milliyetçi Hareketi içerisinde bu türden bir adımı atan ilk örgüttü. Süreç içerisinde Arap Milliyetçi Hareketi ismini Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirdi. Filistin koluna “Halk Cephesi” adı verildi.

Esasında süreç bu anlattığım kadar sorunsuz işlemedi. Hareket, kendi içerisinde sürekli kavgalara şahit oldu. Sağ ve sol kesim arasındaki mücadele uzun süre devam etti. Her seferinde kazanan sol oldu, çünkü sol, antiemperyalizmi ve gerici güçlere karşı tavrı ile sağa kıyasla daha olumlu ve daha iyi bir konum almıştı. Bu kavgaların neticesinde hareket, Marksizm-Leninizmi benimsedi.

Bana gelince, hareket içerisinde açığa çıkmış olan çatışmalarda sağda mı yoksa solda mı konum aldığım konusunda net bir şey söyleyemiyorum. O günleri arı duru şekilde anımsamıyorum. Zira o dönemde sağla sol arasındaki ayrım çizgisi, bugün gelişkin politik partilerde görüldüğü ölçüde net değildi.

Arap Milliyetçi Hareketi içerisinde yaşlıların komünist harekete dair hassasiyetlerini alaya alan gençler de bulunuyordu. O dönemde komünist değildik, komünizme sıcak bakmıyorduk. Komünist hareketle yaşlılar kadar ilgilenmiyorduk. Sonuçta yeni nesil, hareketin Marksist-Leninist bir harekete evrilmesinde öncü rol oynadı. Bunun sebebi, hareketin üyelerinin büyük bölümünün yoksul sınıflara mensup olmasıydı. Küçük burjuvaziye ve büyük burjuvaziye mensup üyelerin sayısı çok sınırlıydı. Bunların örgütlülükleri uzun ömürlü olmuyordu. Bir iki yıl içerisinde hareketten ayrılıyorlardı. Gelenler, kısa süre sonra geri gidiyorlardı. Yoksul sınıflardan gelenlerse yola devam ediyorlardı. Zamanla bu üyeler, hareket içerisinde önemli bir baskı gücü hâline geldi.

Marksizm-Leninizm okumalarına ne zaman başladınız? Anımsıyor musunuz?

Ben, herkesin yürüdüğü yoldan yürümedim. İlk temas noktam, Sovyet yazarlarıydı. Bugün olduğu gibi o günlerde de Sovyet yazarlarına hayrandım. Marksizmle aramdaki duvarı bu hayranlığım sayesinde yıkabildim. Marksizmle erken bir dönemde Sovyet yazarlarına duyduğum hayranlık üzerinden yaptığım okumalar aracılığıyla tanıştım.

İkinci temas noktamsa eniştemdi. Ablamın eşi, o dönemde komünist hareket içerisinde önde gelen isimlerden biriydi. 1952’de ablamla evlenen eniştem, gençlik yıllarımda beni epey etkiledi. Ayrıca Kuveyt’e gittiğimde altı gençle aynı evde kaldım. Birkaç hafta sonra bu evin bir komünist hücresi olduğunu anladım. Bu zeminde erken yaşlarda Marksizme dair kitaplar okumaya başladım. O günlerde okuduğum kitapların ne kadarını anlıyordum, bilmiyorum. Daha çok Arap Milliyetçi Hareketi’nin bende açığa çıkarttığı duyguların etkisi altındaydım. Okuduğum kitapları ne ölçüde idrak ettiğimi, ne ölçüde anladığımı bugünden tespit edebilmem mümkün değil. Ama gene de kitapların muhtevası bana hiç yabancı değildi.

O dönem edindiğiniz ve geliştirdiğiniz politik fikirlerin ilk kaleme aldığınız hikâyeleri epey etkilediği açık. Bence Sovyet edebiyatına dair okumalarınız ve Marksistlerle temaslarınız çalışmalarında karşılık bulmuş.

Ben, bu saydığınız etmenlerin ağır bastığını düşünmüyorum. Kanaatimce, yazılarımı esas olarak gerçeklik etkiledi. Gördüklerim, dostlarımın, akrabalarımın, kardeşlerimin, kız kardeşlerimin, öğrencilerimin tecrübeleri, yoksulluğun ve çaresizliğin hüküm sürdüğü, o kaldığım kamplar… beni esas olarak bunlar etkiledi. Belki de Sovyet edebiyatına düşkün olmamın sebebi, tam da benim bizzat, fiiliyatta tanık olduğum şeyleri analiz ediyor, aktarıyor, tarifliyor, ele alıyor oluşuydu. Sovyet edebiyatına hayranlığım bugün de devam ediyor elbette. Ama Sovyet edebiyatı yazılarımı etkiledi mi etkilemedi mi, bilmiyorum. Bu etkinin boyutunun ne olduğuna dair bir fikrim yok. Ben, daha çok ilk ve asıl etkileyici unsurun gerçeklik olduğunu söylemeyi tercih ediyorum. Romanlarımdaki tüm karakterlerin ilham kaynağı hayal gücüm değil, bana güç veren gerçeğin ta kendisi. O kahramanları sanatsal (edebi) gerekçelerle tercih etmiş de değilim. Hepsi de kampta yaşayan insanlardı, dışarıdan hiç kimseyi bulamazsınız. İlk hikâyelerimde sanatsal zeminde inşa ettiğim karakterlerin tamamı kötü karakterlerdi. İş yerinde birlikte çalıştığım insanlar üzerinden edindiğim tecrübeler etkili oldu. Bu anlamda, yazılarımı en çok hayatın etkilediğini söyleyebilirim.

Kaynak

0 Yorum: