Palestinian Affairs
Temmuz 1974
Aşağıda, Gassân Kenefâni ile ölümünden birkaç hafta önce İsviçreli bir yazarın gerçekleştirdiği söyleşiye yer veriliyor. Söyleşinin tam hâli, Palestinian Affairs [Filistin’in Meseleleri”] dergisinin Temmuz 1974 tarihli nüshasında yayımlandı.
* * *
Gassân, lütfen biraz kendi hayatınızdan bahsedebilir misiniz bize?
Benim hikâyemin tüm Filistinlilerin hikâyesinden pek bir farkı yok. Aynı
tecrübeyi paylaşıyoruz.
11
yaşındayken Filistin’den ayrıldım. Ailem, orta sınıfa mensup bir aileydi. Babam
avukattı. Fransızlara ait misyoner okuluna gidiyordum. Birden her şey altüst
oldu, hepimiz yollara düştük, mülteci olduk. Babam, sınıfsal kökeni sebebiyle
çalışmayı bıraktı. Filistin’den ayrıldıktan sonra çalışmak ona anlamsız
gelmişti. Mecburen ait olduğu toplumsal sınıfı terk etti, alt sınıfa geçiş
yaptı.
Bu,
hiç de kolay değildi. Çocukken çalışmaya başladık, gençlik yıllarımız boyunca
ailemize destek olduk. Üniversite mezunu olmadan bir köy ilkokulunda öğretmenlik
yapabiliyordunuz. Bu iş sayesinde ben bir yandan eğitimime devam edebildim. Bu
mantıklı adım sayesinde okumayı sürdürdüm. Ortaokulu bitirdim. Sonra Şam
Üniversitesi’ne girdim. Arap Edebiyatı bölümünde üç yıl eğitim aldım. Üçüncü yılın
sonunda politik sebeplerle beni okuldan attılar. Ben de Kuveyt’e gittim. Burada
altı yıl kaldım. Okuma-yazma faaliyeti bu ülkede başladı.
Politik
hayatımın başladığı tarihse 1952. 14-15 yaşlarındaydım. Ya o yıl ya da 1953
yılıydı, şans eseri Şam’da Dr. Corç Habeş’le tanıştım. O dönemde bir matbaada düzeltme
okuması yapıyordum. Arap Milliyetçi Hareketi’ne katıldım, böylelikle politik
hayatım başlamış oldu.
Kuveyt’teyken
bugün Kuveyt hükümetinde önemli bir azınlığın temsil ettiği Arap Milliyetçi
Hareketi içerisinde aktif olarak çalıştım. 1960’ta benden parti gazetesinde
çalışmam, bunun için Lübnan’a taşınmam istendi. 1967’de Arap Milliyetçi
Hareketi’nin Filistin kolu olan Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile birlikte
çalışma talimatı aldım. 1969’da örgütün Hedef ismini taşıyan gazetesinde
çalışmaya başladım. Hâlen daha orada çalışıyorum.
Yazmaya
Arap edebiyatı okurken mi başladınız?
Hayır.
Sanırım Arap edebiyatına ilgim, bu bölümde okumadan önce başlamıştı. Hafızam
beni yanıltmıyorsa, muhtemelen bu ilgi karmaşık bir dizi gelişmenin sonucuydu. Daha
önce söylediğim gibi, Filistin’den ayrılmadan önce Fransız misyoner okuluna
gidiyordum. Dolayısıyla, Arapçaya bir Arap gibi hâkim değildim. Bu eksiklik
bende birçok soruna yol açtı. Arkadaşlarım Arapçam iyi değil diye benimle alay
ederlerdi. Filistin’deyken, ait olduğum toplumsal sınıf sebebiyle kimse
Arapçamdaki kusuru fark etmiyordu. Ama Filistin’den ayrıldıktan sonra farklı
toplumsal sınıflara mensup arkadaşlarım oldu ve bunlar, Arapçamın zayıf
olduğunu hemen anlıyorlardı. Konuşurken Arapçaya yabancı ifadeler
kullanıyordum. Sonrasında bu sorunu halledeyim diye Arapçaya epey yoğunlaştım. Bu
çalışma, muhtemelen 1954 yılında gerçekleşti. Bir kazada bacağımı kırmıştım. Altı
ay yataktan çıkamadım. O dönemde büyük bir hevesle Arapça kitaplar okudum.
Burada
dillerini “yitirmiş”, sonrasında onu yeniden kazanmak için uğraşmış birçok örnek
verebiliriz. Sizce bu, kişiyi politik olarak geliştiren bir süreç midir?
Bilmiyorum.
Olabilir. Ben, esasında farklı bir yoldan politikleştim. Erken yaşlarda politik
mücadeleye dâhil oldum, çünkü bir kampta yaşıyordum. Filistinlilerle ve
sorunlarıyla çocukken bizzat tecrübe ettiğim o hüzünlü ve duygusal atmosfer
üzerinden, dolaysız bir biçimde temas kurdum. İçinde yaşadığım ortamın politik
kökenlerini keşfetmek benim için hiç de zor olmadı.
Öğretmenlik
yapmaya başladığımda kampta ders verdiğim çocuklarla kimi güçlükler yaşadım. Sınıfta
uyuyan bir çocuk gördüğümde kızıyordum. Sonra sebebini anladım: bu çocuklar geceleri
çalışıyorlardı. Sinemalarda ve sokaklarda sakız veya tatlı türü şeyler
satıyorlardı. Dolayısıyla, sınıfa epey yorgun bir hâlde geliyorlardı. Sınıfta uyuklamalarının
sebebinin eğitimi, okulu hor görmeleri veya onlardan nefret etmeleri olmadığını
anladım. Meselenin benim öğretmen olarak sahip olduğum haysiyetle de alakası
yoktu. Mesele, esasında sadece politik bir sorunun tezahürüydü.
O
hâlde öğretmenlik pratiğinizin toplumsal ve politik bilincinizin gelişimine
katkıda bulunduğunu söyleyebiliriz.
Evet.
Özellikle yaşadığım bir günü tüm berraklığıyla anımsıyorum. Siz de bilirsiniz,
ilkokul öğretmenleri, resim, aritmetik, İngilizce, Arapça vs. tüm derslere
girer. Bir gün çocuklara Suriye hükümetinin onay verdiği müfredat uyarınca elma
ve muz çizmesini öğretiyordum. Tahtaya elimden geldiğince en iyisini çizmeye
çalıştım. Ama sonra yaptığım şeyin bana ve sınıfa yabancı olduğunu anladım. Çocuklar
hayatlarında hiç elma veya muz görmemişlerdi. Dolayısıyla, çizimlerle meyveler
arasındaki bağı kuramıyorlardı. Gerçek bir duyguya yol açmıyor, çizimler bir
anlam ifade etmiyordu. Ömrüm boyunca yaşadığım olaylar içerisinde oldukça
önemli bir dönüm noktasının eşiğine gelmiştim. O an tahtaya yönelip çizdiğim
resimleri sildim, çocuklara kampın resmini yapmalarını söyledim. Birkaç gün
sonra okula müfettiş geldi. Bana hükümetin belirlediği programdan saptığımı,
bunun da benim başarısız bir öğretmen olduğumu kanıtladığını söyledi. Orada yaptığım
savunma, beni Filistin davasına bağladı. Bu türden ufak adımlar, insanları tüm
hayatlarına damga vuracak kararları almaya itiyorlar.
Bu
anlattığınız hikâyeyi yorumlarsak, esasında siz sanatla sosyalist olarak ilişki
kuruyorsunuz. Bu anlamda sanatı toplumsal, politik ve ekonomik alanlara
bağlıyorsunuz. Bunu da o tahtaya bir elma ve muz çizerek yapıyorsunuz. Peki
yazılarınızı nasıl değerlendirmeliyiz? Çalışmalarınız, sizin gerçekliğinizin,
mevcut durumun ürünü mü, yoksa edebiyat alanındaki birikimin eseri mi?
İlk
kısa hikâyem 1956 yılında yayımlandı. İsmi “Yeni Bir Güneş”ti. Hikâyenin
merkezinde Gazzeli bir çocuk duruyor. Bugüne dek Filistin’le ilgili yazdığım
hikâyeleri bir bütün olarak değerlendirdiğimde, her bir hikâyenin doğrudan ya
da dolaylı olarak, ince veya sağlam bir bağla, kişisel tecrübelerime bağlı
olduğunu görüyorum.
Esasında
benim yazım tarzım, tümüyle 1956-1960 arası dönemde, bilhassa 1962 yılında gelişti.
İlk başta Filistin’i kendi içinde özel bir sorun olarak ele alıyordum. Çalışmalarımda
Filistinli çocuklardan, insan olarak Filistinlilerden, Filistinlilerin
umutlarından, bağımsız ve özgür dünyamızdan ayrı şeylermiş gibi bahsediyordum. Özünde
sadece Filistin’e ait gerçeklere işaret ediyordum. Sonra Filistin’i insanlık
ailesinin bütününe ait bir simge olduğunu anladım. Bugün Filistinli bir aileden
bahsediyorsam, aslında bir insani tecrübeyi aktarıyorumdur. Filistin’in
yaşadığı trajedi dünyadaki tüm hadiseleri içerir.
Filistinlilerin
çilesini ve sefaletini aktarırken Filistinlileri tüm dünyadaki çilenin ve
sefaletin simgesi olarak tasvir ediyorum. Hikâyelerimi okuduğumuzda, Filistin’in
tüm dünyayı temsil ettiğini görürsünüz. Bugün edebiyat eleştirmenleri, hikâyelerimin
sadece birey olarak Filistinliyle ve sorunlarıyla değil, ayrıca tüm o
sorunların çilesini çeken insanın yaşam koşullarıyla ilgili olduğunu tespit
ediyorlar. Belki de o sorunlar en yalın hâliyle Filistinlilerin hayatlarında
somutlaşıyordur.
Yazınsal
gelişiminizin politik gelişiminize eşlik ettiğini söyleyebilir miyiz?
Evet.
Esasında hangisinin önce gerçekleştiğini ben de bilmiyorum. Evvelsi gün benim
hikâyelerimden birinden uyarlanmış bir filmi izliyordum. Bu hikâyeyi 1961
yılında kaleme almıştım. Filmi yeni bir bakış açısıyla izlerken, kahramanlar
arasındaki diyalogların, düşünme tarzlarının, ait oldukları toplumsal
sınıfların, arzularının ve geldikleri kökenlerin benim o dönem geliştirdiğim politik
düşünceme ait anlayışları yansıttığını fark ettim. Dolayısıyla, buradan bir
romancı olarak benim kişiliğimin politik aktör olarak kişiliğimden daha fazla
gelişmiş olduğunu söyleyebilirim. Bu gelişmişlik, toplum anlayışıma da toplum
analizime de yansıyor.
Sizce
yazılarınız toplumunuzun analizini mi dile döküyor? Duygularınızın analizlerinize
renk çaldığından bahsedebilir miyiz?
Sanırım
ilk başta hikâyelerim duygu temelliydi. Ama bir yandan da yazılarımın
altmışların başlarında gerçekliği dile dökmeye başladığını söyleyebilirim. Gerçekliğe
dair gözlemim ve yazılarım sayesinde anlamlı bir analiz yapma imkânı buldum. Hikâyelerimde
eksik olan, analizdi. Ama bir yandan da kahramanların hareket etme tarzlarını,
aldıkları kararları, o kararların ardındaki gerekçeleri, kararların somutlaşma
imkânlarını aktarıyorlardı.
Romanlarımda
gerçekliği anladığım gibi, analiz yapmadan aktarıyorum. Hikâyemi aktaran filmi,
filmdeki karakterlerin gelişimini izlerken duyduğum şaşkınlık üzerinden şunu
söyleyebilirim: Hikâyelerim politik görüşlerimden daha gelişkin. Sorunlarını anlatan
karakterlerimin diyaloglarını dinlerken hayrete düşüyorum. Sonra o diyalogları
aynı dönemde kaleme aldığım politik makalelerle kıyaslıyorum. Görüyorum ki
hikâyenin kahramanları, politik makalelerimden daha derin ve daha doğru
analizler yapıyorlar.
Sizin
de dile getirdiğiniz biçimiyle, politik hayatın 1953’te Habeş’le tanıştığınız
gün Arap Milliyetçi Hareketi’ne girmenizle başlıyor. Peki sosyalizmin
ilkelerini ne vakit benimsediniz? Zira Arap Milliyetçi Hareketi başlarda
sosyalist bir hareket değildi.
Evet
değildi. Arap Milliyetçi Hareketi, sömürgeciliğe, emperyalizme ve gerici
hareketlere karşı duran bir örgüttü. O dönemde belirli bir ideolojik hattı
yoktu. Ancak zamanla bu hareket sosyalist hattı benimsedi. Emperyalizmle uzlaşmamışsanız,
savaş meydanında dövüşmeye devam ediyorsanız, antiemperyalizm sizi illaki
sosyalizme götürüyor. Arap Milliyetçi Hareketi de bu sebeple sosyalist bir
harekete dönüşme imkânı buldu. Eğer antiemperyalist bir hareket mücadeleye
devam ediyorsa, onun sosyalistleşmesi gayet tabii bir sonuç. Arap
milliyetçileri, bu gerçeği ellilerin sonlarında anladılar. Emperyalizme karşı
yürüttükleri savaşı sadece kendi onurları değil, kendi hayatları için de
emperyalizmle mücadele eden toplumsal sınıflara sırtını yaslamadıkça kazanamazlar.
Bu mücadele yolu örgütleri ve hareketleri doğrudan sosyalizme taşıyor.
Kendi
toplumumuzda ve Arap Milliyetçi Hareketi olarak hareketimiz içerisinde hepimiz
Marksist-Leninist ilkelere karşı epey hassastık. Sosyalizme düşman değildik,
ama Arap dünyasında faal olan komünist partilerinin yaptıkları yanlışlardan
rahatsızdık. Bu sebeple, Arap Milliyetçi Hareketi 1964 yılı öncesinde
Marksizm-Leninizmi benimseme konusunda epey güçlük çekti. FHKC, 1967’de, Temmuz
ayı içerisinde Marksizm-Leninizmi benimseme kararı aldı. FHKC, bu anlamda Arap
Milliyetçi Hareketi içerisinde bu türden bir adımı atan ilk örgüttü. Süreç içerisinde
Arap Milliyetçi Hareketi ismini Sosyalist İşçi Partisi olarak değiştirdi.
Filistin koluna “Halk Cephesi” adı verildi.
Esasında
süreç bu anlattığım kadar sorunsuz işlemedi. Hareket, kendi içerisinde sürekli
kavgalara şahit oldu. Sağ ve sol kesim arasındaki mücadele uzun süre devam
etti. Her seferinde kazanan sol oldu, çünkü sol, antiemperyalizmi ve gerici
güçlere karşı tavrı ile sağa kıyasla daha olumlu ve daha iyi bir konum almıştı.
Bu kavgaların neticesinde hareket, Marksizm-Leninizmi benimsedi.
Bana
gelince, hareket içerisinde açığa çıkmış olan çatışmalarda sağda mı yoksa solda
mı konum aldığım konusunda net bir şey söyleyemiyorum. O günleri arı duru
şekilde anımsamıyorum. Zira o dönemde sağla sol arasındaki ayrım çizgisi, bugün
gelişkin politik partilerde görüldüğü ölçüde net değildi.
Arap
Milliyetçi Hareketi içerisinde yaşlıların komünist harekete dair
hassasiyetlerini alaya alan gençler de bulunuyordu. O dönemde komünist
değildik, komünizme sıcak bakmıyorduk. Komünist hareketle yaşlılar kadar ilgilenmiyorduk.
Sonuçta yeni nesil, hareketin Marksist-Leninist bir harekete evrilmesinde öncü
rol oynadı. Bunun sebebi, hareketin üyelerinin büyük bölümünün yoksul sınıflara
mensup olmasıydı. Küçük burjuvaziye ve büyük burjuvaziye mensup üyelerin sayısı
çok sınırlıydı. Bunların örgütlülükleri uzun ömürlü olmuyordu. Bir iki yıl
içerisinde hareketten ayrılıyorlardı. Gelenler, kısa süre sonra geri
gidiyorlardı. Yoksul sınıflardan gelenlerse yola devam ediyorlardı. Zamanla bu
üyeler, hareket içerisinde önemli bir baskı gücü hâline geldi.
Marksizm-Leninizm
okumalarına ne zaman başladınız? Anımsıyor musunuz?
Ben,
herkesin yürüdüğü yoldan yürümedim. İlk temas noktam, Sovyet yazarlarıydı. Bugün
olduğu gibi o günlerde de Sovyet yazarlarına hayrandım. Marksizmle aramdaki
duvarı bu hayranlığım sayesinde yıkabildim. Marksizmle erken bir dönemde Sovyet
yazarlarına duyduğum hayranlık üzerinden yaptığım okumalar aracılığıyla tanıştım.
İkinci
temas noktamsa eniştemdi. Ablamın eşi, o dönemde komünist hareket içerisinde
önde gelen isimlerden biriydi. 1952’de ablamla evlenen eniştem, gençlik
yıllarımda beni epey etkiledi. Ayrıca Kuveyt’e gittiğimde altı gençle aynı evde
kaldım. Birkaç hafta sonra bu evin bir komünist hücresi olduğunu anladım. Bu zeminde
erken yaşlarda Marksizme dair kitaplar okumaya başladım. O günlerde okuduğum
kitapların ne kadarını anlıyordum, bilmiyorum. Daha çok Arap Milliyetçi
Hareketi’nin bende açığa çıkarttığı duyguların etkisi altındaydım. Okuduğum kitapları
ne ölçüde idrak ettiğimi, ne ölçüde anladığımı bugünden tespit edebilmem mümkün
değil. Ama gene de kitapların muhtevası bana hiç yabancı değildi.
O
dönem edindiğiniz ve geliştirdiğiniz politik fikirlerin ilk kaleme aldığınız
hikâyeleri epey etkilediği açık. Bence Sovyet edebiyatına dair okumalarınız ve
Marksistlerle temaslarınız çalışmalarında karşılık bulmuş.
Ben,
bu saydığınız etmenlerin ağır bastığını düşünmüyorum. Kanaatimce, yazılarımı
esas olarak gerçeklik etkiledi. Gördüklerim, dostlarımın, akrabalarımın,
kardeşlerimin, kız kardeşlerimin, öğrencilerimin tecrübeleri, yoksulluğun ve çaresizliğin
hüküm sürdüğü, o kaldığım kamplar… beni esas olarak bunlar etkiledi. Belki de Sovyet
edebiyatına düşkün olmamın sebebi, tam da benim bizzat, fiiliyatta tanık
olduğum şeyleri analiz ediyor, aktarıyor, tarifliyor, ele alıyor oluşuydu. Sovyet
edebiyatına hayranlığım bugün de devam ediyor elbette. Ama Sovyet edebiyatı
yazılarımı etkiledi mi etkilemedi mi, bilmiyorum. Bu etkinin boyutunun ne
olduğuna dair bir fikrim yok. Ben, daha çok ilk ve asıl etkileyici unsurun
gerçeklik olduğunu söylemeyi tercih ediyorum. Romanlarımdaki tüm karakterlerin
ilham kaynağı hayal gücüm değil, bana güç veren gerçeğin ta kendisi. O kahramanları
sanatsal (edebi) gerekçelerle tercih etmiş de değilim. Hepsi de kampta yaşayan
insanlardı, dışarıdan hiç kimseyi bulamazsınız. İlk hikâyelerimde sanatsal zeminde
inşa ettiğim karakterlerin tamamı kötü karakterlerdi. İş yerinde birlikte
çalıştığım insanlar üzerinden edindiğim tecrübeler etkili oldu. Bu anlamda,
yazılarımı en çok hayatın etkilediğini söyleyebilirim.
0 Yorum:
Yorum Gönder