“Bütün yurtta seferberlik
var. Bakanlık bütçesinden enstitülere ayrılmış fazla para yok. Anlattım ya, dünya
büyük savaş içinde. Yaratıcı yöntemlerle, işler az parayla yürütülmeli.”
[Fakir Baykurt-Köy Enstitülü Delikanlı]
Köy
Enstitüleri üzerine yapılan incelemelerin sonucunda enstitülerin kurumsal
tarihi açısından, günümüze kadar geçen sürede yeni bir dönemleme yapmak
gerekmektedir. Böylelikle, Köy Enstitüleri'nin kolektif bilinçte ve toplum
hafızasındaki siyasi etkinliği saptanabilir.
1940-1946
yılları arasında görece türdeş kabul edilebilecek bir eğitim-öğretim programı
benimseyen enstitüler -çok partili hayata geçişle birlikte - Hasan Ali Yücel ve
İsmail Hakkı Tonguç’un görevlerinden ayrılmalarından sonra, 1946-1950 yılları
arasında faaliyetlerinde yavaşlatılacaktır. Böylelikle, 1950-1954 yılları
arasında değişmiş olan iktidar yapısı altında Enstitüler, bünyelerindeki karma
sistemin ortadan kalkmasına, ders programlarındaki kültür ve iş faaliyetlerine
yönelik özgünlüğün kaldırılmasına tanıklık etmişlerdir. Nitekim 1954 yılına
gelindiğinde Köy Enstitüleri, Köy Öğretmen Okulları sistemine
dönüştürülecektir.
1940-46
yılları arası dönemin “altın çağı”, 1946-1950 yılları arası dönemin “duraklama
çağı”, 1950-1954 yılları arası dönemin “gerileme ve çöküş çağı” olduğu, tüm Köy
Enstitüleri üzerine odaklanan çalışmalarının ortak vurgusudur.
Enstitülerin
“Uzun Yürüyüşü”
1950’li
ve 1980’li yıllar, Köy Enstitüleri tarihi açısından sindirme politikalarının
uygulandığı, dolayısıyla, bu kurumların varlığı ve kimliğinin berrak olmadığı
konjonktürlerdir. Özellikle 1950’li yıllar, enstitülerin ve kurumlarla bağı
olanların “boyalı kuş” damgasını yedikleri bir dönem olmuştur. Gerek Demokrat
Parti iktidarı gerekse 12 Mart Muhtırası ve 12 Eylül askeri darbesi Köy
Enstitüleri’nin adının geçmesi için elverişli yıllar olmamıştır. Bu dönemlerde
-istisna olarak- sadece Yaşar Nabi Nayır ile Varlık dergisinin
teşvikleri sayesinde Köy Enstitüleri, Türk edebiyatında az da olsa kendini
hissettirir.
1960’lı
ve 1970’li yıllar içinde baskılar ve dışlamalar devam etmekle birlikte, Köy
Enstitüleri mezunlarının hem çalışmalarıyla hem de siyasal katılımlarıyla Köy
Enstitüleri kimliğini ortaya koymaya başladıkları dönemler olmuştur. Özellikle
1960’lı yıllar, enstitülülerin Türk edebiyatında, başta Fakir Baykurt ve Mahmut
Makal gibi sembol isimler olmak üzere köy romanı üzerine yazdıkları eserlere ev
sahipliği yapmıştır. Aynı zamanda 1960’lı yıllarda kurulan TÖS ve 1970’lerde
kurulup faaliyet gösteren TÖB-DER, enstitülerin bir bölümü için dönemin
ideolojik polarizasyonu içinde söz almalarına olanak sağlamıştır. Fakat 1960’lı
yıllardaki edebiyat çalışmalarında ve 1970’li yıllardaki dernek faaliyetlerinde
Köy Enstitüleri’nin varlığı birincil olmasa bile ikincil planda kalmıştır.
Kamuoyu açısından Köy Enstitüsü kimliğinin ön plana çıkarılması için 1990
sonrasını beklemek gerekecektir.
Özgün
ya da Tartışmalı Bir Hafıza-Mekân
Köy
Enstitüleri; mezunları ve onların çocukları arasında kolektif hafıza olarak
farklı yer etmekte ve ayrı önem taşımaktadır. Enstitüler konusunda, mezunlar
nostaljik bir gerçekçilik yaşatırlarken; mezunların çocukları, nostaljik bir
idealizm oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bu yüzdendir ki Köy Enstitüleri, kuşaktan
kuşağa farklılıklarla birlikte yaşatılan, değiştirilen, kurgulanan ve belki de
tekrardan zihinlerde inşa edilen bir bellek olmuştur.
Köy
Enstitüleri, ortak bir hafıza olarak, toplumda savunanları ve eleştirenleri
olan bir tarihsel deneyimdir. Gerek milliyetçi muhafazakâr sağ, gerekse dindar
muhafazakâr çevrelerce eleştirilmekle kalmayan Köy Enstitüleri’ne, üst-yapı
kurumları oldukları gerekçesiyle sol-Marksist çevreler ile köy-şehir arasında
uçurumu açıyor ve/veya tam tersi yok ediyor diyerek farklı araştırmacı-yazar
veya siyasi çevreler de eleştiri oklarını yöneltmektedirler. Örneğin,
Sabahattin Eyüboğlu -Cervantes’ten esinlenerek- “Bana Köy Enstitüleri hakkında
ne düşündüğünü söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim,” yorumunu yapabilmektedir.
Türkiye
toplumu açısından tartışmalı bir “ortak hafıza” oluşturan Köy Enstitüleri; günümüzde
yaşayan ve yaşatılan bir “organik-tarih” hâline gelmiştir. İlerleyen zaman
algısının içinde bu tarihi-kurumsal fenomene iyice sinmiş olan romantik
milliyetçi söylemi ve “işlevselci seküler din anlayışı”nı özetleyebilmek için
Şevket Süreyya Aydemir’in Toprak Uyanırsa adlı romanındaki son sözlerini
hatırlatmak doğru olacaktır: “O toprak ki, şimdi bizim hem vatanımız, hem son
ümidimiz ve de son sığınağımızdır.”
Yusuf K.
20
Nisan 2025
0 Yorum:
Yorum Gönder