11 Nisan 2025

, ,

Leyla Halid Söyleşisi

Paula Schmitt

17 Mayıs 2014

 

FHKC adına uçak kaçırma eylemine iştirak etmiş olan Leyla Halid’le isminin ünlenmesini sağlayan eylemleri, direnişin mevcut hâlini, kadın hareketini ve Filistin toplumunda dini baskıyı konuşuyoruz. Ayrıca Leyla Halid, FHKC saflarında yaşanan ihanetleri, uzun süre halının altına süpürülmüş olan suikastları anlatıyor.

Leyla Halid, o iki uçağın kaçırıldığı, onlarca yolcunun rehin alındığı eylem gerçekleştirildiğinde 28 yaşındaydı. Resmi haber dergilerinin kapaklarına yansıdı, öğrenci yurtlarının duvarlarını süsledi. Popüler bir isim hâline gelen Halid, TV’de ve sinemada birçok karaktere ilham kaynağı oldu.

Kayınbiraderinin ölümünü takip eden günlerdi. Kuzenini toprağa vereli bir gün olmuştu. Yetmiş yaşındaki Leyla, yemek malzemelerini alıp bir kabın içine koydu. Dikkatle karıştırdıktan sonra hepsini sıcağa dayanıklı, plastik bir poşetin içine döktü, sosunu da ekledikten sonra yemeği 250 santigrat sıcaklığa ayarlanmış fırına koydu. Pişen tavuğun kokusu Amman’daki evinin her köşesini kapladı. Silahlı mücadele, terörizm ve politikayla ilgili söyleşimizi böylesi bir ortamda gerçekleştirdik.

Leyla Halid, Amman’daki evinde. Koltuğun üzerindeki Mlabbas’ın kendisi için özel hazırladığı tişört duruyor. Tişörtün üzerinde elinde Kalaşnikof tuttuğu o ünlü resim var. (Foto: Paula Schmitt)


Leyla, yaptığı tercihler konusunda zerre pişmanlık duymuyor. Yaptığı her şeyi haklı ve meşru buluyor. Ne yaptıysa görevini ifa etmek için yaptığını düşünüyor. Sık sık Che Guevara’nın sözlerini alıntılasa da onun eylemlerini rasyonalize etmek için bir gerillaya hiç ihtiyacı yok. Gandi, “Korkaklık ve şiddetten gayrı bir seçeneğimiz yoksa eğer, ben şiddeti seçmenizi tavsiye ederim” diyor. Leyla, mültecinin aşağılanan, küçük görülen bir varlık olduğunu söylüyor. Bir mülteci olarak, ekmek karnesini cebine koyup dağıtılan battaniyeden bir tane almakla Kalaşnikof’a sarılma seçenekleri ile yüzleştiğinde, ikinci seçeneği seçiyor.

Halid’e göre, “uçak kaçırma eylemleri taktiksel eylemlerdi. Kısa süreliğine dünyanın duyacağı o çanı çalmak ve insanların ‘bunu neden yapıyorlar?’ sorusunu sormalarını sağlamak içindi.” Görebildiğimiz kadarıyla eylemler işe yaramış. Leyla’nın kaçırdığı ilk uçağın hostesi kameraya şunu söylüyor: “Filistinlilerin bir ülkelerinin olmaması utanç verici.” FHKC, bugün bu uçak kaçırma eylemlerine karşı. 1976’da bu eylem türü yasaklanmış, hatta bu sebeple Vedii Haddad Cephe’den kovulmuş.

Otobiyografisinde Leyla, rehineler arasında bulunan yaşlı bir kadının korkudan altına kaçırdığını söylüyor. Lina Makbul’ün yönetmenliğini yaptığı, birçok ödül almış olan “Leyla Halid: Uçak Korsanı” isimli belgesel, Leyla’nın eylemlerinin kendi halkı için iyi mi kötü mü olduğunu sorguluyor. Leyla, yönetmenin kendisine “bu eylem mücadelenize leke sürmüş” dediğini aktarıyor. Bu söz karşısında rahatsız olmuyor ama şaşırıyor. Kitabında Leyla Suriyeli bir albayın şu sözünü de paylaşıyor: “Bu eylem fedailerin yapacağı türden bir eylem değil. Bu terörizm.”

Ama kendisi bana yaptıkları eylemin “terörizm olmadığını” söylüyor: “Ben zulüm gördüm, işgalin çilesini çekiyorum. Biz, bir halk olarak her türden araçla direnme hakkına sahibiz.” Bunu dedikten sonra bir kez daha eylemlerde kimsenin ölmediği gerçeğini anımsatıyor.

Peki ya o uçakta biri korkudan kalp krizi geçirip ölseydi?

“Bu duruma çok üzülür, ailesinden özür dilerdim. Eylem esnasında panik yaşandı ama ben insanları rahatlatmaya çalıştım. Sonuçta o insanlar gidip basınla görüştüler, hiçbiri de kalp krizi geçirmedi.”

Ama biri altına kaçırmış.

“Evet ama biz, kimseye özellikle yolculara zarar vermememiz konusunda talimat almıştık. Onlarla bir işimiz yoktu. Bizim amacımız tutsakları, özellikle kadınları İsrail hapishanelerinden kurtarmaktı. Hepsi de müebbet hapse çarptırılmışlardı. Bir amacımız da hapishanedeki kardeşlerimize ve yoldaşlarımıza yalnız olmadıklarını, arkalarında olduğumuzu, bizim özgürlük savaşçısı olduğumuzu göstermekti. 

Tutuklandıklarında bu eylem diğer özgürlük savaşçılarına daha fazla güç verecekti. Böylelikle savcılarının karşısına dikilecek, bir gün yoldaşlarının kendilerini özgürleştireceklerini bileceklerdi.”

Bu noktada kendisine mağdurun başkalarını mağdur eden birine dönüşüp dönüşmediğini soruyorum. Şu cevabı veriyor:

“Evet. Tıpkı İsrailliler gibi.”

Beytüllahim’deki kontrol noktasında şablonla hazırlanmış, Yanında Leyla Halid resmi eklenmiş yazılama. (Foto: Katsumi3/CC)


“Şiddet direnişte hâkim eğilimdir”

Leyla, 1944 yılında Hayfa’da doğmuş, 13 Nisan 1948 günü, henüz dört günlükken şehri terk etmek zorunda kalmış. 9 Nisan, Filistinlilerin Deyr Yasin Katliamı’nın yasını tuttuğu gün. Bu yüzden Leyla, doğum gününü hiç kutlamamış.

Leyla, Filistin için o eski toprağa ve ülkeye bağlılık duygusu adına dövüşmüyor. Anne-babası Filistinli bile değil, Lübnanlı. Onu harekete geçiren ana duygu, adalete duyduğu sevda. Tıpkı Gassân Kenefâni gibi Leyla Halid de çocukken belirli bir noktada içinde yaşadığı durumu idrak etmiş. Oğluna yazdığı o güzel mektubunda Kenefâni, içinde yaşadığı durumu, on yaşındayken ailesindeki erkeklerin mülteci olmak için silahlarından vazgeçmek zorunda kaldıkları an yaşadıkları, o kaçmanın verdiği utanç sonrası idrak ettiğini söylüyor.

Kenefâni, devamında şunları aktarıyor: “Erkeklerin büyüdüğüne kimse inanmasın. Hayır, erkek dediğin şey bir anda doğuyor. Bir söz bir anda yüreğine nüfuz edip onun çarpmasını sağlıyor. Tek bir sahne bile onu çocukluğunun ağaç evinden taşlı yollara savurabiliyor.”

“Halkım Yaşayacak” isimli biyografisinde Leyla da benzer bir deneyim yaşadığını aktarıyor. Lübnan’a vardıklarında evlerinin yakınlarındaki bir bahçeden portakal toplamaya gittiğinde onların kendi portakalı olduğunu düşünmüş.

Annesi “aşkım o meyveler bizim değil. Hayfa’da değiliz, başka bir ülkedeyiz” demiş. Gözyaşlarını silmek ve utancından gidip bir yerlere saklanmak için eve doğru koşmuş. O an annesi anne sertliğiyle şunu söylemiş: “Sana ait olmayan portakalları yemen yasak, bunu biliyorsun.” Leyla, annesinin sözünü dinleyen çocuk hâliyle başını sallamış. Annesinin sözü sonrasında kafasının içinde yankılanıp durmuş. Dediğine göre, ilk kez o an sürgünün kendilerine dayattığı zulmü ve adaletsizliği sorgulamaya başlamış.

Ayrıca Kenefâni de Leyla gibi silahları teslim etme fikrine karşı çıktı. Hiç tanışmadığı bir adamın öncülük ettiği başka bir uçak kaçırma eylemine yardım etti. Dediğine göre bu kişi FHKC üyesi bile değildi. Londra’da Ealing karakolunda tutulurken birinin kendisinin serbest bırakılmasını istediğini öğrendi. Leyla’nın aktardığına göre, bu Hristiyan Filistinli uçağı tek başına kaçırdığını söylemiş. Kendisine ismini sordum. “Mervan. Soyadını bilmiyorum. Uçağı o kaçırmıştı.”

“Silahı yoktu. Uçak mürettebatını kandırmıştı. Altına mayo giymiş, lastiğini çekip ‘bu patlayıcı yerleştirilmiş bir kemer’ demiş. O dönemde uçaklar kaçırıldığı için kimse itiraz etmemiş, adama şüpheyle yaklaşmamış. Mürettebata ‘Amman’daki Dawson Havalimanı’na gitmek istiyorum’ demiş. Uçağa FHKC’li birinin gelmesini istemiş. Gassân Kenefâni aranmış. Kenefâni, Amman’ı arayarak eylemi gerçekleştiren insanlar için başka bir uçağın ayarlanacağını söylemiş. İnsanlar ona inanmamış. Vedii Haddad, uçak kaçırma planının kendilerine ait olmadığını söylemiş. Londra Emniyet Müdürlüğü’nde üst düzey görevde bulunan Bay Frew, uçak kaçırıldığını söyleyince çok şaşırdım. İngilizler beni uçakları kaçırıldığı için bıraktılar.”

FHKC, bugün uçak kaçırma eylemlerini kabul edilemez bulsa da Leyla şiddetin meşru bir silah olduğunu düşünüyor: “Direniş, sadece şiddet yoluyla yürütülmez, ama direnişte hâkim eğilim şiddettir.”

Direnişin ana tarzının şiddet olduğunu düşünüyorsun yani?

“Şiddet, hâkim eğilimdir. Farklı tarzlardan söz edilebilir: politik direniş, halk direnişi, sokaklara çıkmak, eylem yapmak, gösteri düzenlemek. Kadınlarımızın elbiselerine işledikleri nakışlar bile direniştir.”

Leyla Halid Beyrut’ta, 18 Ocak 2009. (Foto: Sebastian Baryli)


BDS konusunda ne düşünüyorsun?

“BDS, uluslararası düzlemde epey etkili bir eylem biçimi. Ama BDS halkı da ülkeyi de özgürleştirmez. BDS, tüm dünyayı kuşatsa bile halk direnmediği sürece bir değişim yaşanmaz. BDS, bizim mücadeleyi sürdürme irademize, İsrail’i yalnızlaştırma çabamıza katkıda bulunur. Güçler dengesi değişir. Uluslararası düzlemde çok daha fazla insanın bizim için kampanyalar örgütlemesi önemlidir, zira bu kampanyalar, bizim hikâyemizin uluslararası düzlemde işitildiğini ortaya koyar. İnsanlar, ‘neden BDS kampanyası yürütülüyor?’ diye sorarlar. Ortada artık salt teorik olmayan bir deneyim var. Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı döneminde BDS eli silahlı insanlara katkıda bulunmuştu. Ama ellerinde silah olmasaydı, BDS politik olarak etkide bulunsa da halkı özgürleştiremezdi.”

Savaşın bu şekilde kazanılabileceğini mi düşünüyorsun?

“Vietnam’da Amerikalıları yoksul insanlar yendi.”

Ama o henüz dronların icat edilmediği, farklı bir dünyaydı.

“Neyse ne! Aslında denklem basit: işgal varsa direniş de vardır. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Bu, basit bir gerçektir. Güneşi değiştiremezsiniz, onun batıdan doğmasını sağlayamazsınız. Hakikat budur. Zulüm görüyorsanız ona direnirsiniz.”

Direnişi tercih etmeyen, ama şiddete karşı olan insanları nasıl değerlendiriyorsun?

“Mahmud Abbas’ı kastediyorsun sanırım. Abbas’ın elde ettiği hiçbir şey yok. Koşullarını sunuyor ama İsrail, bu koşulları dikkate bile almıyor. O koşulların birini bile kabul etmiyor. Arafat Oslo’ya gitti, anlaşmayı imzaladı. İsrail ne yaptı? Onu Mukata’da bir odaya hapsedip öldürdü.”

Bu aktardığın bilgi kesin mi?

“Şaron ve Bush, Vaşington’da bir araya gelmişti, hatırlıyor musun? Şaron, Bush’a Arafat’ı öldürmek istediğini söylüyordu. Bush da ‘o çok yaşlı, öldürmene gerek kalmayacak’ cevabını vermişti. Şaron da bunun üzerine, ‘belki de tanrının bizim yardımımıza ihtiyacı var’ demişti.”

Bu toplantı gerçekleşti. İçerik olarak buna benzer bir diyalog yaşandı. Şaron’un dostu İsrailli gazeteci Uri Dan, “Ariel Şaron: Samimi Bir Dostun Gözüyle” isimli kitabında bu toplantıyı aktarıyor:

“14 Nisan 2004’te Şaron, Mart 2001’de Amerikan başkanına istemeye istemeye verdiği, Arafat’a dokunmayacağına dair sözü çiğneme imkânına vaadi çiğneme imkânına kavuştu. Şaron, Beyaz Saray’da ağırlandı. Başkan Bush kendisine Filistin liderinin kaderini tanrının takdirine bırakmasını tavsiye edince Şaron, yarı şaka yarı ciddi şu cevabı verdi: ‘bazen kader bir yardım eline ihtiyaç duyar.’ Şaron’a Arafat’ı yok etmesi için gerekli yeşil ışığı yakmayan Bush kendisinden bu yönde bir söz de almadı.”

Tek Bir Demokratik Devlet İçin Mücadele

7 Eylül 1970 günü FHKC’nin basın açıklaması yaptığı sırada Ürdün’ün Dawson Havalimanı’nda duran, eylemcilerce kaçırılmış uçaklar.

 

Leyla’ya Hamas’ı soruyorum. İsrail’in düşman bellediği örgüt, dinin kanun hâlini aldığı bir çatışmada en uygun düşmanmış gibi görünüyor. Bu öyle bir savaş ki çözümsüz belirsizlikler belirleyici ve kurucu ilkesi, cahile has kibir.

“Hamas, Filistin’in Müslümanlara ait kutsal bir yer olduğuna inanıyor. Bu, FHKC olarak bizim görüşlerimizle çelişen bir görüş. Ama şimdi ideolojiyi tartışmanın vakti değil. Meselemiz kurtuluş. Bugün İsrail’le savaşan herkes siper yoldaşıdır ve bizdendir.”

Leyla, Hamas’la Fetih arasında yeni kurulan “stratejik ittifak” onay veriyor. Bunun “iyi bir adım olduğunu söylüyor. “İttifak, bize zarar veren mevcut ayrışmaya son verecek bir adım. Bu anlamda bizim her zaman istediğimiz bir şeydi” diyor. Ama gene de meseleye dikkatle yaklaşmak gerektiği uyarısını yapıyor: “Bu ilk değil. Daha önce de birçok görüşme yapıldı…” dedikten sonra cümleyi nasıl bitireceğini bilemeden sözünü kesiyor.

FHKC kurucusu Corç Habeş Lidda’daki evine geri dönme imkânı bulsa oradaki Yahudileri çıkartmayacağını, onlarla birlikte yaşamanın zeminini arayacağını söyler. Otobiyografisinde Leyla da bir Filistinlinin “ülkemizi Araplar, Yahudiler ve tüm özgürlük sevdalıları için bir cennete dönüştüreceğiz” sözünü aktarır.

Leyla, herkes için tek bir ülke inşa edilmesini istiyor: “Biz, halkın kendi kaderini tayin hakkının uygulanmasını, Filistin toprağında kendi bağımsız devletimizi kurmayı istiyoruz. Biz, ‘iki devletli çözüm’den söz etmiyoruz. Bu, yeni bir söylem. Ben, iki devletli çözümü kabul etmiyorum. Tarihsel hedefimiz, Filistin’de demokratik bir devlete sahip olmak.”

Bu devletin adı Filistin mi olacak?

“Evet. Belki isim değişebilir, bu sorun değil. Asıl sorun, bu ülkenin geleceğine orada yaşayan halkın karar vermesi.”

Leyla, otobiyografisinde Haşımi Krallığı’nı ve Kral Hüseyin’i, Ürdün’ün İsrail’le kurduğu samimi ilişkiyi sert bir dille eleştiriyor. “Hüseyin, ABD ve İsrail’in yaptıklarından gayrı bir şey yapamaz.” “Hüseyin, saldırılara kamplardaki su ve elektriği keserek cevap verdi. Eylül’de de aynı şeyi yaptı, yoksulların hayatını harap etti.” “Bu Haşimî ailesine mensup despot, Hüseyin denilen barbar, direnişe saldırdı.” “Aylar boyunca ABD büyükelçiliği, Hüseyin’in bu Filistinlilerin yol açtığı meseleleri çözmesini isteyip durdu.” “Hüseyin’in ve CIA’deki danışmanlarının arkasında duran yoz ve çürümüş unsurlar”, “Hüseyin, kendi halkına mensup insanların kaldığı kampları vahşice bombaladı. Bu saldırıda kendisine suikast düzenleneceği iddiasının arkasına saklandı.” “Hüseyin’in tahtı için binden fazla insan kurban edildi.”

Gelgelelim, bu otobiyografisinin yayımlanmasından otuz yıl sonra konuşurken Halid cümlelerini daha dikkatli seçiyor. Burada kendisini güvende hissedip hissetmediğini soruyorum, şu cevabı veriyor: “Belli ölçüde evet, çünkü Ürdün ile İsrail, Ürdün’ün başka insanların takibi için kullanılmaması konusunda anlaştı.”

Ürdün seni suikasta karşı koruyacak mı yani?

“Evet. Ama bir yandan da benim faaliyet yürütmeme izin vermiyorlar.

Kitabını yazalı uzun zaman oldu, belki de Ürdün’le ilgili fikrin zamanla değişmiştir. Dolayısıyla, konuyla ilgili bir şeyler söylemek istemiyorsan söyleme. Ama kitabını okuduğumuzda, senin Ürdün’ü İsrail gibi büyük bir düşman olarak değerlendirdiğini görüyoruz.

“Hayır. Meseleyi şöyle izah edeyim. Biz, örgüt metinlerimizde düşmanlarımızın İsrail, Siyonist hareket ve emperyalistler olduğunu söylüyoruz. Ta başından beri düşmanlarımızın kim olduğunu açık bir dille ortaya koyuyoruz ki insanlar, bugün düşmanımızken yarın dostumuz olduklarını düşünmesinler. […] Hayır, ben Ürdün’ün düşman olduğunu söylemiyorum.”

İçeride Yaşanan İhanet

Leyla Halid’e, FHKC’nin hak ettiğini düşündüğü kaç insanı öldürdüğünü soruyorum. Hatırlamaya çalışıyor. İlk aklına gelen isim, Rehavam Zevi oluyor. Bu kişi, Filistinlileri bit ve kanser olarak gören, nüfus transferini savunan, dönemin İsrail turizm bakanı, aynı zamanda meclisteki en sağcı partinin de lideriydi.

Hepsi bu kadar mı?

“Bir de Londra’da yaşayan bir Mossad ajanı vardı. İsmi Seif’ti. Eşiyle birlikte evdeyken öldürüldü. Bu eylemi hâlen daha doğru bulmam. Bir de Yunanistan’da öldürülen bir kadın Mossad ajanı vardı.”

Bu Seif ile ilgili söylediğini doğrulatmaya çalıştım, ama bunu başaramadım. Muhtemelen Leyla, 1973’te Çakal Carlos’un saldırısına uğrayan ama öldürülemeyen Joseph Sieff’ten bahsediyor.

Sonra Leyla’ya Mossad’ı kaç FHKC üyesini hedef aldığını soruyorum. Bu soru üzerine kız kardeşinin ölümüyle ilgili okuduğumuz her şeyi çöpe atan gerçeği dile getiriyor. Üç ayrı kitapta ve birçok dergi-gazetede Leyla’nın kız kardeşinin nişanlısıyla birlikte 1976 yılında Noel arifesinde evlerindeyken yanlışlıkla öldürüldüğü söyleniyor. Ama FHKC’li olan, ismi bende saklı bir kaynak, öldürenin Mossad değil, Ebu Ahmed Yunus isimli FHKC’li biri olduğunu söylemişti. Bu kaynağa göre Yunus, “evde olan bu kişi, silah ve paraları çalıyordu. Burada bir işbirliği söz konusu değildi. Adam ahlaksızın tekiydi.”

Bir toplantıda Leyla’nın kız kardeşi ve nişanlısı, Yunus’u ahlaksızlıklarını herkese anlatmakla tehdit etti. O büyük toplantı öncesi Yunus, adamlarını gönderip ikisini de öldürttü. Bunun üzerine, Ali Mustafa’nın öncülük ettiği bir soruşturma komitesi kuruldu. Adamın peşine düştüler, onu yakaladılar, konuşturdular, ardından hapse arttılar. Asmaya karar verdiler. Yasir Arafat, o dönem Ebu Ali Mustafa’ya bir ekip gönderdi ve kendisine “lütfen asmayın, asarsanız tüm Filistin devrimini mahkûm etmiş olursunuz” dedi. Sonra Ali Mustafa, Arafat’ın ekibine, “Arafat’a gidin, ona önce kendi evini temizlemesi gerektiğini söyleyin” mesajını iletti. Onlara “Bizi kimse kendi evimizi temizliyoruz diye suçlayamaz. Her evin kendi kiri vardır ve biz bu kiri temizlemek zorundayız” dedi.

Leyla’ya bu hikâyeyi anlattım. Anlatılanların doğru olduğunu söyledi ve şunu ekledi: “Ama evdeki üçüncü kişi o değildi.” Yunus, muhtemelen birkaç ay sonra idam edildi.

Araştırmalarımda bu hikâyenin doğruluğunu ortaya koyan herhangi bir ifadeye rastlamamıştım. Sadece Yunus’un evdeki varlığından söz eden bir kitapta onun Leyla’nın kız kardeşinin öldürülmesinden birkaç yıl sonra öldürüldüğü yazılıydı.

Leyla’nın dediğine göre, bu adam “etkili bir isimdi. Filistinlilerle Lübnanlıların birlikte teşkil ettikleri lider kadrosu içerisindeki temsilciydi.” Yunus, Leyla’nın kız kardeşinin kendisine ve davranışlarına yönelik eleştirilerinden haberdardı. Eşi de aynı eleştirileri dillendiriyordu. Leyla, hikâyeyi şu şekilde anlatıyor: Noel arifesindeydi. Kız kardeşim, nişanlısı ve ben, Noel kutlaması için annemin Tyre’de bulunan evine gidiyorduk. Yunus, benim sorumlumdu. Bana ve diğerlerine ‘bu gece kendi evlerinizde uyumayın’ dedi. Onları öldürmek için adamlarını gönderdi.”

Leyla, bu cinayetin yol açtığı acı ve kederle başa çıkamadığını söylüyor. Başını sallayarak, “neticede bir yoldaş bir yoldaşını öldürdü” diyor. “Gidip yoldaşlarımıza ‘onu idam edin, yoksa onu ben öldüreceğim’ dedim. Adam idam edildi, o ve cinayetleri işleyen kişi vurularak öldürüldü.”

Leyla, Mossad’ın filmlere konu olan suikastlardan birini gerçekleştirmediğini söylüyor. Anlatılan hikâyeye göre FHKC’nin eski lideri Vedii Haddad, 1978 yılında Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nde Mossad’ın kendisine gönderdiği zehirli Belçika çikolatasını yedikten sonra ölüyor. Leyla, bu hikâyenin doğru olmadığını söylüyor ve şunu ekliyor: “Onu çok yakından tanırdım, Vedii Haddad çikolata sevmezdi. Kanser hastasıydı.”

Esasında 2012 yılında Wikileaks’in sızdırdığı bir Stratfor epostası, Leyla’nın bu iddiasını doğruluyor. Epostada istihbarata iş yapan NorAm İstihbarat şirketinin başkanı David Dafinoiu ile Stratfor’un karşı istihbarat dairesi başkan yardımcısı Fred Burton arasında geçen bir diyaloga yer veriliyor:

Kimden: david@dafinoiu.com

Kime: burton@stratfor.com

Merhaba Fred,

[…]

Vedii Haddad’a dair: Aharon Klein ve Mossad subaylarını anlatan diğer yayınların dediğinin aksine, Haddad’ın Mossad tarafından zehirli çikolatayla öldürüldüğü iddiası, gayet iyi kurgulanmış bir hikâye. Ama tabii Haddad, gerçekten de Mossad’ın suikast listesindeydi. Kemal Advan, Hüseyin Abad Şir, Muhammed Budia, Ebu Davud gibi isimler gibi onun için de ölüm emri verilmişti.

Ancak Vedii Haddad, uzun zamandır çilesini çektiği lösemi sebebiyle öldü. Onu Mossad’ın öldürdüğünü söylediler. Bu hikâye, her iki tarafın da işine geldi. Vedii kahramanlaştırıldı, Mossad da kendisini teröristlerin korkması gereken suikastçılar örgütü olarak takdim etme imkânı buldu.”

“Ben kadınları değil Filistinlileri temsil ediyorum.”

İlk uçağını 1969 yılında, 26 yaşındayken kaçıran Leyla, bıçak altına yatıp yüzünü değiştirdi, ardından kimsenin kendisini tanımadığı ikinci eylemde bir uçak daha kaçırdı. Doktorlar, estetik ameliyatlarının amacının yüzü deforme etmek değil güzelleştirmek olduğunu söylüyorlar. Ama Leyla, geçirdiği ameliyatı davası için yaptığı ufak bir fedakârlık olarak görüyor. Jennifer Jajeh’ye verdiği mülâkatta şunu söylüyor: “Kadınlar yüzlerini, dudaklarını değiştiriyorlar, tüm estetik ameliyatları kadınların zihinlerini değil yüzlerini güzelleştirmek için yapılıyor. Ben işte bunu yaptım. Zihnimi güzelleştirdim.”

Bu hâliyle Leyla Halid, kendi aklıyla redde tabi tuttuğu feminizmin bir ikonuna dönüştü. Free Arab Voice sitesinden İbrahim Alluş’a verdiği mülâkatta itirazını şu şekilde özetliyor:

“Dünyanın bazı yerlerinde kadınlar, kadına yönelik cinsel baskılar üzerinden birleşebileceğimizi söylüyor. Hangi metne veya eylem programına baksanız, bu ‘cinsel’ kelimesine rastlıyorsunuz. Bir yerde cinsel tacizden bir başka yerde seks turizminden bahsediliyor. Esas mesele, kadınların meselesinin depolitize edilmesi. Kadınların sadece kadınlar olarak birleşebileceği üzerinde duruluyor.”

Leyla Halid, Guardian’a şunu söylüyor: “Ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun, cinsel taciz, esasında bireylere ait bir meseledir. Oysa işgal, tüm halkların meselesidir.”

Leyla, kendince bazı şeyleri öncelikli görüyor: “Kadınları değil, Filistinlileri temsil ediyorum” diyor. Ben de Hamas’ın yönettiği Gazze’de kadınların maratona katılmalarına izin verilmediğini söylüyorum.

“Bu, şimdi bizim meselemiz değil. Orada yüzleşilen, bizim bile yüzleştiğimiz bir mesele bu. Hamas, toplumu Müslümanlaştırmaya çalışıyor. Onun kontrolünde olan birçok kadın bugün tesettüre giriyor. Oysa eskiden böyle bir durum söz konusu değildi. Oraya gittim ve o kadınlara ‘kapanmayı neden kabul ettiniz?’ diye sordum.”

Leyla, cevabında kutsal ve tanımlanamaz bir güç olarak Allah’ın bile Filistinlilerin çektiği çileye sunulacak çözümden daha somut olduğunu söylüyor: “İnsanlar, yaralarının iyileşmesini sağlayacak bir çözüm yolu aradılar. Milliyetçileri denedi, Nasır rejimini denedi, Fetih’i ve FHKC’yi denedi, ama hiçbir sonuç alamadı.”

Leyla ve FHKC’nin dinle işi yok. FHKC’nin Amman’daki kolu olan Ürdün Halkının Demokratik Birlik Partisi’nin genel merkezini ziyaret ettiğinizde, karşınıza ayakları prangalı, ellerinde makineli tüfekler olan bir erkek ve kadın devrimciyi aktaran resim çıkıyor. Resimde asıl dikkat çeken şey, kadının tesettürsüz, hatta çıplak olduğu ve bu hâliyle bir erkeğin yanında duruyor oluşu. Şeriat mahkemesinin tesettürsüz olan kadınların şahitlik edemeyeceğine karar verdiği bir ülkede eczacılar birliğinin seçimine giren adayların yer aldığı broşüre rastlıyoruz. Broşürde adı geçen on adayın ikisi de tesettürsüz.

FHKC’nin Amman bürosunun duvarını süsleyen resimler (Foto: Paula Schmitt)

 

Leyla, kadınları temsil etmekle Filistinlileri temsil etmek arasında ayrım yapıyor. Bu anlamda, politik doğruculuk denilen hapishanenin tutsağı olmak yerine bu tuzağın bilincinde olduğunu ortaya koyuyor. Otobiyografisinde Ealing Hilton’daki emniyet müdürüyle yaptığı sohbete yer veriyor. Sorguda sorduğu sorulara cevap vermediği için öfkelenen Bay Frew, kendisine “saçlarıma ak düşürdün” diyor. Bunun üzerine Leyla, “ben değil, o dırdırcı karın düşürmüş” cevabını veriyor.

Leyla, bir yandan da Filistinli kadınların zulmün farklı bir türünün çilesini çektiğini söylemiş bir isim. Alluş’a şunları söylüyor:

“Bizim kadınlarımız, sadece sürecin biriktirdiği baskıyla değil, katman katman çoğalan bir baskıyla karşı karşıya. Sürgünde de işgal koşullarında da Filistinli olması hasebiyle, ulusal zulme maruz kalıyor. Ulusal zulüm, gördüğü baskıların ve toplam zulmün asli yüzü, en acımasız biçimi. İkinci yüzü ait olduğu toplumsal sınıfın üyesi olarak maruz kaldığı sosyo-ekonomik sömürü teşkil ediyor. Bir de tabii toplumlarımız cinsiyetçi olduğu için, bir kadın olarak zulüm görüyor.”

Otobiyografisinde Leyla, kimi yerlerde “Arap dünyasını esir eden batıl inanç ve gericilik denilen prangalar”ı acımasızca eleştiriyor. Aslında düşmanları konusunda gayet net olan Leyla, İsrail, Siyonist hareket ve emperyalistlerden oluşan listeye Arap gericiliğini de ekliyor.

Panarabizme hâlen daha inanıyor musun?

Sanki terimi ilk kez işitmiş gibi, “Panarabizm derken neyi kastediyorsun?” diyor.

Arap dünyasının birleşmesi gerektiğini söyleyen anlayışı kastediyorum.

“Biz Arap’ız. Tarihimiz de dilimiz de aynı. Bizi sömürgeciler böldü.”

Peki Hristiyanlar?

“Burada dinden bahsetmedim. Hristiyanlar da aynı tarihin parçası. Biz he birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrası sömürgeleştirildik.”

Ona bazı Lübnanlı Hristiyanların sıklıkla gündeme getirdikleri, on altıncı yüzyıldan itibaren Osmanı idaresinde yarı özerk yaşama imkânı bulmuş, Mutasarriffiyye isimli Lübnan Dağı’daki Hristiyan bölgesini soruyorum.

“Bu, dinin eseri değildi. Sömürgeciliğin eseriydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası Arap dünyası, Osmanlı’yı yenen sömürgeciler arasında taksim edildi. Daha önce de hilafet bizi sömürgeleştirmişti, bu da sömürgecilikti.”

Soruyu bugüne taşıyorum.

Tüm Arapların eşit olduğunu söyleyen ifadenin ırkçılık olup olmadığını sormak istiyorum ama soramıyorum. Sadece “tüm Arapları panarabizm bayrağı altında homojenleştirmek dayatma değil midir?” diye sormakla yetiniyorum.

“Brezilya’da farklı etnisiteler var ama hepsi tek bir ülkenin parçası. Şehirler bile kendi içinde farklılıklara sahip. Benim inandığım şey, rejimler değil halklar. ABD’ye gittiğinde her bir şehrin birbirinden farklı olduğunu görürsün. Arap birliğinde yer alan Arap ülkeleri, ortak pazara sahip olmaları konusunda anlaşıyorlar. Avrupa’da farklı halklar var ama hepsi birleşmiş.”

Sen, stratejik bir ittifak içerisinde birleşmekten bahsediyorsun değil mi? Ekonomi, askeri güç, doğal kaynaklar konusunda birleşmenin gerektiğini söylüyorsun?

“Evet tabii, tam da bunu söylüyorum.”

Otobiyografisinden “azgelişmiş insanların kadere bağlı olduklarını” söylediği bölümü aktarıyorum. Bir süre bu bölümdeki fikirleri üzerine sohbet ediyoruz. “Bu fikirler sadece kitapta kalsın, röportaja almayalım dersen anlayışla karşılarım” diyorum.

Bunun üzerine, “Din eleştirimi halkın gözü önünde yapmam. Ama dine de inanmam” cevabını veriyor.

Leyla eğer bir tanrıya iman ediyorsa bu, muhtemelen Marksizmdir. Kendisini “diyalektik materyalist” olarak tanımlayan Leyla, Küba ve Venezuela’nın dünyadaki en iyi hükümetlere sahip ülkeler olduğuna inanıyor. Kendisine Küba’nın baskıcı bir rejim olduğunu, Pan-Amerikan Oyunları’nda Küba’yı temsil eden bazı atletlerin Brezilya’da saklanıp politik sığınma talep ettiklerini söylüyorum. Ardından, adada neden birçok kitabın ve gazetenin yasak olduğu sorusuna cevap vermesini istiyorum. Leyla, bu sorular üzerine Küba’nın “kendi halkını Amerikan emperyalizmine karşı korumak için bu şekilde hareket etmek zorunda olduğunu söylüyor. “Peki iyi yönetime örnek olarak Norveç, Danimarka ve İsveç hükümetlerini verebilir misin?” diye sorunca “evet” cevabını veriyor.

Schopenhauer’in bahsini ettiği, insanın kendisine şüpheyle yaklaşması anlamında, kendi ahlak anlayışı üzerinden yaptığı herhangi bir şey konusunda pişmanlık duyup duymadığını soruyorum.

“Eğitimime devam etmediğim için pişmanım” cevabını veriyor ve şöyle devam ediyor: “Eğitimime devam etmek için uğraştım aslında. 1978’de Sovyetler Birliği’ne gittim. Tarih okumak istiyordum. Ama FKÖ, bursla gönderdiği tüm öğrencilerini geri çağırdı ve hepsinin Lübnan’daki devrimci faaliyetlere katılmalarını istedi. Lübnan’a gittim, ardından savaş patlak verdi.”

Dine ve dindarlık meselesine dair sohbet ediyoruz. Dinin ahlaki çürümeyi örtbas etmek için kullanıldığını söylüyoruz. Ona göre Nusret Cephesi gibi bugün Suriye’de savaşan örgütler, amaçları değil de eylemlerinin sonuçları itibarıyla İsrail için çalışıyorlar. Ardından şu düşüncesini aktarıyor: “Bence bu savaşçılar, paralarını Katar, Türkiye, Suudi Arabistan’dan alan paralı askerler, İslam’ı da büyük bir slogan olarak dillendiriyorlar.” Leyla, Suriye’deki savaşın büyük bir planın parçası olduğuna inanıyor:

“Amerikalıların ve İsrail’in tüm projesi, Ortadoğu haritasını yeniden çizme hedefi üzerine kurulu. Zaten uzun zamandır Büyük Ortadoğu’dan bahsedip duruyorlar. Bu konuda birçok şey okuyoruz. Şimon Peres bile bu konuyla ilgili bir kitap yazmış.”

Suudi rejimiyle ilgili düşüncelerini soruyorum:

“Suudi Arabistan’ı Amerikalılar yönetiyor. Baksana olan bitene. Son beş altı yıl Katar belirli bir role sahip olunca deliye döndü. Bugün ülkenin başındaki isimler değişti. Katar’dan, baştaki emirden istifa etmesi istendi. Bu emir, Taliban’la müzakere yürütüyordu. Körfez ülkeleri arasında anlaşmalar yapılmasını sağlamak için eğitimden geçirilmişti.”

Onun bir önceki isim kadar kötü olduğunu söylüyorsun yani?

“Evet ama bunun yüzünde gülümseme eksik olmuyor.”

Katar emirinin annesi Şeyha Moza’nın İsrail’de bağları olduğundan bahsediyorum. Leyla, kendisinin yazın Netanya’ya gittiğini söylüyor. “İsrail’in Lübnan’a saldırdığı 2006 yılında bu şehirdeydi” diyor.

Filistin ihanete uğradı mı, yalnız mı bırakıldı sence?

“Hayır, biz yalnız değiliz. Siz varsınız ya.”

Kaynak

0 Yorum: