İştirakî:
Uzunca bir süredir ülkenin siyasal gündemi, hukuki gelişmeler/dava süreçleri üzerinden
belirleniyor; Türkiye’de siyasal gelişmeler neden hukuk zemininde meydana geliyor?
Selçuk
Kozağaçlı: Bu soruyu cevaplayabilmek için siyasetle hukuk arasındaki
ilişki üzerine sağlıklı bir fikir oluşturmamız lazım. Siyasetin ve hukukun
birbirinin yerine geçme isteği, eğilimi vardır ve birisinin alanı daraldığında
diğerinin alanı genişler. Bunu, bir sarkacın salınımına benzetebiliriz. Bir
ülkede çok fazla hukuktan, yasadan, tüzükten, anayasalcılıktan söz ediliyorsa
siyasal alan daralmış demektir. Bunu isterseniz “siyasal alan parlamentoya,
yasamaya sıkışmıştır,” diye okuyun, isterseniz “oligarşik gruplar, birbirleri
ile olan hesaplarını mahkemeler aracılığıyla görüyor,” diye okuyun, isterseniz “temel
haklar ve özgürlükler perspektifi bir yasalcılığa bindirilmiş,” diye okuyun.
Eğer ülkede en çok konuşulan iş mahkemeler, yasalar, anayasalar ise siyasal
alan daralmış demektir.
Ben,
hukuk devleti ya da başka isimlerle önümüze konan kavrama inanmıyorum.
Bu, burjuva hukuk ideolojisi üretimidir. Hukuk devleti aracılığıyla ki bunun
yanına sosyal devlet, refah devleti, esirgeyici
devlet gibi kavramları da ekleyebilirsiniz, huzur, istikrar arayışı,
özellikle de oligarşik yönetimleri olan burjuva iktidarlar için çok değerlidir.
Oligarşik
iktidarlar her zaman, süreğen bir çatışma hâlindense, ister yasal düzenlenmeler
aracılığıyla ister mahkeme kararları aracılığıyla istikrarlı bir meşruiyet
yakalamaya çalışır. Zoru hiç ortadan kaldırmamakla birlikte ucuz ve yaygın
meşruiyetin yolu budur. Dolayısıyla, hukuksal alanın siyaset lehine
daraltılması gerektiğine inanıyorum. Bu da ancak, alanın yeniden
tanımlanmasıyla, yeniden kavranmasıyla mümkün olabilir. Biz, siyasal ve
toplumsal dava diye isimlendirdiğimiz alanda bunu yapmaya çalışıyoruz.
Bir
davanın siyasal dava olması, sadece Terörle Mücadele Kanunu veya Türk Ceza
Kanunu’nun bununla ilgili maddelerine dayanması anlamına gelmiyor. O davada
halkın, halkların, ezilenlerin, yoksulların bir temel çıkarının tartışma konusu
hâline getirildiği anlamına geliyor. Dolayısıyla polisin, hatta trafik
polisinin, sokakta vurduğu bir kişinin davasıyla, tütün taban fiyatıyla ilgili
bir dava arasında, bu açıdan bir fark yok. Veya koruma altındaki bir kadının
kocası tarafından katledilmesi davasıyla KCK davası arasında bu açıdan bir fark
yok. Yani bizim toplumsal ve siyasal davayı kodlama biçimimiz, hukuksal alanın
daraltılmasını, siyasal alanının genişletilmesini hedefliyor.
Hukuk
çok kanserojen bir ideolojidir. Eğer izin verilirse, bir burjuva ideolojisi
olarak hukuk her şeye el atar, elinizden her şeyi alır. Estetikte, özel
yaşamda, aile yaşamında, tabiatın ve dış dünyanın kavranmasında vs. sizin
yerinize geçebilir ve sahte özneler inşa edebilir. Buna izin vermemek devrimci
bir duyarlılıktır.
Biz,
devrimci avukatın temel rolünün, siyasal alanın hukuk tarafından temellük
edilmesine izin vermemek ve siyasal alanın kendisine akacak bir mecra bulması
için mücadele etmek olduğunu düşünüyoruz.
Devrimci
avukatlığı böyle kavrıyoruz. Dolayısıyla, sorudaki tespit doğrudur. Çok fazla hukuk
konuşulmaktadır. Neden böyledir? Kısa cevap, siyasal alan daraltılmıştır. Bu
yeni düzene isterseniz “yeni sömürge tipi faşizm” deyin, isterseniz “dikta”
deyin, isterseniz “baskı rejimi” deyin, isterseniz “siyasal alanda yozlaşma”
deyin. Ben, yeni sömürge tipi faşizm kavramını uygun buluyorum.
İştirakî:
Bir diğer deyişle, “Kendinden menkul bir hukuk tanımı, ironik bir şekilde, çok siyasaldır
ve bizim dostumuz değildir” diyebilir miyiz?
Selçuk
Kozağaçlı: Kesinlikle. Hukuka yapılan her türlü vurgunun arkasında bir düşmanlık
yattığını bilmeliyiz. Ünlü bir Latin sözü vardır: “Yasa düşman içindir!” Dostlar,
zaten birbirine adil davranır. Çıkarları aynı olan insanlar zaten birbirine adaletli
davranırlar. Eğer yasadan söz edilmeye başlanmışsa artık ortada düşmanlık var demektir.
Artık sınıflardan konuşmaya başlayacağımızı fark ederiz. Yasaya ve hukuka her
atıf yapıldığında temkinli olmalıyız.
İştirakî:
Ergenekon, Balyoz, Devrimci Karargâh, Oda TV, ÇHD, KCK vb. davalar epey yol
aldı, belli bir olgunluğa ulaştı, tahliyeler gerçekleşti, mahkemeler kapatıldı.
Şimdi Cemaat’e dönük soruşturmalar gündemde; bu davaların aktörleri, sizce bu
süreçlerden nasıl çıktı, davalar siyasal hedeflerine ulaştı mı? Sizce cemaat
içine girdiği kriminal süreçten nasıl çıkar? Ya da böyle bir süreç var mı?
Selçuk
Kozağaçlı: Bu süreci hukuk üzerinden okuma önerileri iki
türlü oldu. Bunlardan birisi, “İtalya başta olmak üzere İspanya, Portekiz,
belki Fransa, kısmen Yunanistan’da okunduğu şekliyle bir Temiz Eller Operasyonu
ile karşı karşıyayız,” diye düşünmemizi istedi. “Cesaretli savcılar ve
yargıçlar, yanlarına cesaretli polisleri de aldılar ve nihayet, ülkede bir rant
düzeni kurmuş oligarşinin suçlu bir kanadını tasfiye ediyorlar,” dendi. “Bu
ekip bunun için, İspanya’daki GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación)
ya da Fransa’nın Cezayir meselesinde kullandığı OAS (Organisation de l’armée
secrète) örneklerinde gibi, Türkiye’de de Gladyo eliyle kontrgerilla
faaliyetleri yürüttü; ama şimdi bu iyi savcılar ve yargıçlar eliyle
temizlik yapılıyor,” dendi.
Biz,
meseleyi böyle kavramayı reddettik. Eğer Türkiye’de kontrgerilla konuşulacaksa bütün
ekonomik ve siyasî bağlantılarıyla konuşulmalıdır. Kürdistan’da işlenmiş
suçlar; metropollerde sendikacılara, devrimcilere, halka karşı işlenmiş suçlar;
Kürt halkının maruz kaldığı büyük bir tasfiye (tehcir), yani binlerce köyün
boşaltılması... Bunlar kontrgerilla faaliyetidir. Ama yargılananlardan bunların
hesabı sorulmamıştır. Bütün bu kontrgerilla düzeninin dayandığı ihale ve rant
dayanışmasının; faili meçhul ve yargısız infazların, yolsuzlukların hesabı
sorulmamıştır. Demek ki bu, bir Temiz Eller Operasyonu değildir. Gerçi Temiz
Eller Operasyonu’nun kendisi de böyle değildir ama Avrupa kamuoyunda bu havayı
yaratmayı başarmıştı. Aynı havanın yaratılması denendi, başarılı olamadı.
Biz
ÇHD’de ana gövde davalar olarak adlandırdığımız Ergenekon davası bloğu, Ergenekon
davası ile birleştirilen dosyalar ve Balyoz davası gibi davalardan uzak durduk.
Ama bir yandan da, bu süreci izlememek mümkün değildi. Diğer taraftan,
muhaliflere yönelik, KCK operasyonları, ÇHD davası, Öcalan’ın avukatlarına
yönelik operasyonlar gibi büyük davalar başladı. Üstelik bu davaları yürütenler
de aynı savcılar ve aynı kolluk görevlileriydi. Bu nedenle, birinde geçerli
olan tariflerin, diğerinde de geçerli olduğu gibi bir kanaat oluştu. Muhalif
kesimlere gerçek dışı ve inşa edilmiş delillerle komplolar kuruluyorsa, hukuka
aykırılık yapılıyorsa, herhalde Ergenekon ve Balyoz davalarında da böyle
yapmıştır dendi.
Bir
de bu davalar arasında kısa devre denemeleri oldu. Devrimci Karargâh davası, Zirve
Katliamı davası böyle denemelerdir. Bu işi yürütenler açısından son derece işlevliydi
bu. Yani Kürt yurtseverlere, Türkiyeli devrimcilere ve “Birinci Cumhuriyet” olarak
adlandıkları egemen oligarşik bloğa karşı, iki veya üç ayrı gövdede dava yürütüyorsunuz.
Ne kadar çok kısa devre yaptırabilirseniz ve tek bir düşman hâline getirebilirseniz,
o kadar iyi olacaktı. Ama olmadı. Çünkü sanıklar, tutsaklar, bu saldırı karşısında,
kendi meşreplerine, kendi siyasî aidiyetlerine ve süreçten anladıklarına göre tutum
aldılar. Birkaç tane örneği tartışma dışında bırakırsak, davalar birbirinden
ayrı kaldı. Dolayısıyla, bir eşitleme başarılamadı. “Ergenekon aslında
PKK’dir”, “Ergenekon aslında DHKP-C’dir”, “DHKP-C aslında PKK’dir” gibi kısa
devre çalışmaları işe yaramadı.
Şimdi
bu furyayı tarihsel/dönemsel olarak atlattık. Sonuç hakkında kabaca şöyle
söyleyebiliriz: Çoklu bir iktidar yapısında güç dengesi, bir oligarşik kanattan
diğer oligarşik kanata geçti. Son on yıldır inşası yürütülen bir süreç sonunda
kanat değişikliği tamamlanmış görünüyor. Şimdi ise bu işi birlikte kotardığı
anlaşılan koalisyonun arasındaki problemlerle uğraşıyorlar. Cemaat’e hesap da
bu yüzden kesiliyor.
Tabii
ki burada bir masumiyet ilişkisi yok. 17 Aralık’ın hesabı soruluyor. “Acemi nalbant,
işi yoksul eşeğinde öğrenirmiş,” derler. Bunlar da komplo kurmayı bizim üzerimizde
yetkinleştiler. Basın örgütlenmesini, bilgi kirliliği yaratmayı, adliyeleri yozlaştırmayı,
süreci kontrol altında tutmayı öğrendiler. Şimdi de birbirlerine komplo kurmaya
başladılar.
Dolayısıyla,
ben bu davaları çok heyecan verici bulmuyorum. Cemaate yönelik dava da bir
uzlaşmayla sona erecektir. Aynı Balyoz’un bir uzlaşmayla sona erdiği; aynı Ergenekon’un
bir uzlaşmayla sona ermesini bekledikleri gibi... Çok uzun ve çok kalıcı hasarlar
yaratacak şekilde çatlak yaratmak oligarşinin tabiatına aykırı ve riskli.
Haziran Ayaklanması’nda olduğu gibi bir anda yönetemez hâle gelebilirsiniz. O
yüzden, bu gibi risklere de izin vermezler. Egemenler, belli ölçüler içinde,
ağırlık merkezini kaydırmakla birlikte, ellerindeki aparatı tamamen ortadan
kaldırmazlar. Her oligarşik yönetime ordu, adliye, banka finans sistemi,
uluslararası sermayeyle ilişki ağı lazımdır. Zaman zaman ağırlık dengeleri
kayabilir ama sonuçta bu yapıyı korumazlarsa yönetemezler.
Hizmet
mensuplarının haksız ve biraz ikiyüzlü sızlanmasına şöyle bir tevekkül önerilebilir:
Bu gibi durumlarda eziyetin ortalama 5 yıl sürdüğü anlaşılıyor. 5 yıl kadar tevekkülle
tesbih çeksinler içerde. Daha sonra, siyasal olarak anlaşma tamamlandığında, hukuksal
olarak (şartlı tahliye, genel af, erteleme, yasa değişikliği) sonuçlarını da görürler.
Eğer şeytana uyup da bu arada imanı karartmazlarsa yeniden meşgalelerine dönerler.
İştirakî:
Bu süreçte sizi yargılayan mahkemeler lağvedildi, yargıçlar başka yerlere sürüldü.
Ergenekon savcısının durumu ortada. Mahkemelerin içine düştüğü bu durumu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Selçuk
Kozağaçlı: Demokrat Yargı’dan Orhan Gazi Ertekin’in çok sık
söylediği bir söz var: “Türkiye’de bir yargı yok. Hiç olmadı.” Yani
Türkiye’nin, Adalet Bakanlığı’nın taşra teşkilatı türünden, binaları olan, iyi
kötü dosya-evrak işini yürüten bir adliyesi var. Ama yargı başka bir şey.
Türkiye’de kendi dinamikleriyle gelişmiş, kendi alt kültürünü yaratmış,
kendisine güvenen bir burjuva hukuk devleti kurumu cinsinden yargısı hiç oluşmamış
durumda.
Dört
yıl boyunca Şemdinli davasında avukatlık yaptım. Hukuk içerisinden
bakıldığında, Ferhat’ın [Savcı Ferhat Sarıkaya –ed.] durumu bize hep
sıra dışı gibi gelmişti. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı, sonradan Genelkurmay
Başkanlığı yapacak bir adam hakkında kontrgerilla çetesinin lideri iması hatta
iddiası bulunan bir iddianame hazırlamıştı. Ne kadar erken yaptığı anlaşıldı ve
biliyorsunuz meslekten atılma gibi çeşitli cezalar gördü.
12
Eylül hakkında dava açan savcının veya bütün bu işleri karıştıran Zekeriya Öz
ve ekibinin durumu ortada. Bunlar, siyasal dönüşümle ya da siyasal taleple,
yargının bazı bireylerinin iktidarlarla ilişkilenmesi ile ilgili. Yoksa
yargısal bir mekanizma Cemaatçilik ya da Ergenekonculuk yapmıyor. Çünkü böyle
bir mekanizma, böyle bir yargı yok. Yargı iktidar karşısında tamamen çaresiz,
hareketsiz ve dibe vurmuş.
Avukat-yargıç
ilişkisi, yargıç-savcı ilişkisi, bütün bunların, kolluk kuvvetleri ile ilişkisi
bize şunu gösteriyor: Türkiye’de bir yargı yok. İnşa edilebilir mi? Bu
koşullarda mümkün gözükmüyor.
İştirakî:
Sizce devrimci kurumlar ve özellikle ÇHD, bu süreçte üzerine düşen görevleri yerine
getirebildi mi?
Selçuk
Kozağaçlı: Elbette, hayır. “Üzerine düşen görevler” çok geniş bir
kavram. Üzerimize çok iş düşüyor. Elbette çok eksiği var ama ÇHD doğru bir
yönelime girdi. Devrimcilikle avukatlık arasında bir bağ kurulması gerekiyordu.
Yani statünün adamı, Molière’in o meşhur kavramıyla, kölesi ve efendisi
olmayan, loncadan baroya geçişte bir tür burjuva aydın figürü olarak ortaya
çıkmış olan avukatın pili bitmişti. Merhametli, iyi, adalet peşinde koşan bir
avukat! Bunların hepsinin yalan olduğunun herkes farkındaydı ama yerine ikame
edilecek bir şey yoktu. Bir diğer deyişle, politik avukatlık, siyasi ceza
davası avukatlığı yetmiyordu. Bu, Türkiye’de yaklaşık elli senedir sürdürülen
bir faaliyettir, içeriği “devrimci öznenin yanında, mümkün olduğu kadar onu
desteklemek, ona yardımcı olmak ve bunu hukuk ideolojisi içerisinden yapmaya
çalışmak” olarak şekillenmişti.
ÇHD,
kabuğunu kırıp devrimci avukatlık projesini inşa etti, oraya yöneldi. Burada avukat
artık sadece mahkemede değil, kentsel dönüşümde, barikatlarda, hapishanede, adli
tıpta, mezarlıkta, sokak eyleminde çalışan, dolayısıyla aslında siyasal
muhalefetin sadece avukatlığını sürdürmekle yetinmeyen, aynı zamanda onun bir
unsuru olarak, siyasal muhalefetle birlikte dövüşen bir avukat profili ortaya
çıktı. Bu avukatın yargı algısı daha gelişkin ve parlak. Çünkü adalet
kavramının siyasal bir kavram olduğunu farkında. Eğer ideolojik olarak,
adaletin hukuk ile ilişkisini kesmeyi başarabilirseniz, bu sizin elinizi
rahatlatır ve daha sağlıklı bir mücadele yürütmenize imkân tanır. 40 yıllık ÇHD
geleneğinin, 25 yıllık Halkın Hukuk Bürosu geleneğinin bize öğrettiği budur.
Îştirakî:
Devrimci avukatlık, hukuka kendinden menkul anlam yükleyen hâkimler ve savcılar
üzerinde nasıl etki yapıyor, orada dönüştürücü bir etki görüyor musunuz?
Selçuk
Kozağaçlı: Karşınızdakinin “gerçek” bir insan olduğunu ve okuduğunuz mavala
inanmadığını fark ettiğinizde “maval”ı okumak zorlaşır. Yani hukukun üstünlüğü,
temel hak ve özgürlükler vs... gibi masallar bir kişinin yüzüne okunduğunda ve
karşılığında o size, yoksulların katledildiği istatistiklerle, vaat edilen
özgürlüklerin verilmediği uygulama alanını işaret ettiğinde, haydi şöyle
söyleyelim, karşınızdaki kişinin yasanın sözüyle uyutulmamış, yasanın ya da
yasalcılığın vaadini yutmamış bir meslektaşınız olduğu fark ettiğinizde, siz de
pozisyonunuzu gözden geçirmek zorunda kalırsınız.
Ben
Türkiye’de, yargıç sendikaları, yargıç dernekleri, kurulabilmesine izin veren konjonktürün
aynı konjonktür olduğunu düşünüyorum. Biz siyasî dava avukatlığından, devrimci
avukatlığa geçiş yaparken yargıçlar da ilk defa örgütlenebilir miyiz acaba, kendimize
bir yargı alanı inşa edebilir miyiz duygusuna kapıldılar. Muhtemeldir ki bu
duyguya kapılmalarına neden olan etkenler bizi devrimci avukatlığa zorlayan dış
etkilerdir: siyasal alanın hukuk tarafından temellük edilmiş olması. Bu durumda
siyaset imkânsız, ayıp ya da sakat hâle geldiği için hukuka öyle bir bindirme
yapıldı ki hukukla ilgili bütün alanlar kısa devre oldu. Dolayısıyla ben,
yargıç ve savcıların da bundan sonraki geleceklerinde, iktidarla kapalı
ilişkiler geliştirmek yahut iktidar doğrultusunda, uzantısında kapalı işler
çevirmek değil, açık ve yatay örgütlenmeler olduğuna inanıyorum.
İtalya
örneğinde bu süreç benzer bir biçimde gerçekleştirdi. Bugün hakikaten bir baskı
grubu olarak koca bir yargıç-savcı örgütüne sahipler. Kanatlı, hizipli.
Dünyanın her yerinde böyledir bu Bizim yargıçlarımız da eğer açık ve yatay
örgütlenmeyi başarabilirlerse, bu faydalı olur mu? Dediğim gibi ben hukuk
devletine inanmıyorum, burjuva devletinin, demokrasi, parlamento, bağımsız
yargı vs. hiçbir vaadine inanmıyorum. Dolayısıyla, benim açımdan çok heyecan
verici değil ama yargıçlar açısından, kendilerine faaliyetlerini
sürdürebilecekleri bir alan inşa etmek heyecan verici bulunabilir.
İştirakî:
Yönetici kliklerin girdikleri iç çatışma döneminde, muhalif kesimlerin üzerindeki
adli süreçlerle ilintili baskı bir nebze azalmış görünüyor. Bu sürecin sonunda yeni
bir saldırı dalgası geleceği beklentisi yaygın; tam da bugünlerin içinden
geçerken muhalif kesimler, devrimci güçler nasıl bir öngörü ile davranmalı?
Selçuk
Kozağaçlı: Her zaman, ilk önce baskının azaldığı varsayımını iyimser bulalım.
Gerçekten birbirleriyle uğraşırken kitlesel tutuklama veya hapishane katliamı yapmadılar
bu 7-8 yıllık dönemde. Ama işkencede bir azalma olmadı. Devrimcilerin, sendikacıların
tutsak edilmesinde bir azalma olmadı... Bir yandan birbirleriyle dövüşürken,
bir yandan rutin işlerini ihmal etmediler. Ama doğrudur, o birikmiş güç
yoksulların örgütlü kanatlarının üzerine çok daha fazla binebilirdi;
birbirleriyle uğraşmaktan bunun dozu azaldı.
Daha
önce de telaffuz edildiği için söyleyeyim: “Bir yumuşama dönemi, bir ‘az baskı’
dönemi geçiriyoruz” önermelerini kabul etmiyorum. Hapishanede tutsak yüzlerce müvekkilim
var; hasta tutsaklar sorununda en ufak bir gelişme yok; telefon dinlemeleri, kurum
baskıları, fişlemeler, takipler konusunda hiçbir gelişme yok, sokak ortası öldürmeleri,
çevik kuvvet şiddeti hususunda değil ilerleme, gerileme var.
Buna
karşın, daha ağır vurabilecekleri bir güç toplamışken, bunu kullanamamış olmalarını
hesaba katarak şöyle söyleyebiliriz: Oligarşik bütünlük kısa sürede inşa edilir
ve çok daha ağır bir saldırıya hazır olmak gerekir.
Bugüne
kadarki saldırıların sistematik ve rutin olduğunu düşünelim. Çünkü halkın memnuniyetsizliği
AKP iktidarı boyunca bir ağır ekonomik bunalımla taçlanmadı. Dolayısıyla,
halkın memnuniyetsizliği sadece ileri kanatlarının lokal itirazları şeklinde devam
etti. Oysaki şunu biliyoruz: AKP hükümeti, düzeltilmesinin bedelini kendisinden
önceki hükümetlerin ödediği düzeltilmiş bir ekonomik zemin teslim almıştı ve
bunu inanılmaz bir sıcak para akışıyla ayakta tuttu. Bunun sonsuza kadar devam
etmeyeceğini herkes biliyor. Gerçekten büyük halk kitlelerinin
memnuniyetsizliklerini artıracak, hatta belki kitleleri sokağa sevk edecek bir
ekonomik bunalım geldiği anda, Türkiye’de açık faşizm koşullarının, ordunun
kente sokulması ya da polisin bugün bulunduğundan çok daha büyük bir gövdeye ve
ağır silaha kavuşturulması da dâhil olmak üzere, beklenmesi gerektiğini
söyleyebilirim.
Burjuva
hukuk devletinin, anayasal düzeyde yahut sözleşme düzeyinde, kazanım olarak
iddia ettiği temel haklar ve özgürlükler rejimine kimse güvenmemelidir. Bu
teminatlar hiçbir esaslı güvenceye dayanmamaktadır. O yüzden, bir kitlesel memnuniyetsizliği
yaratacak, savaş, iç savaş ya da ekonomik buhran hâlinde, bu mevcut oligarşik
dalgalanmayı bir anda unutur ve karşımızda, faşizmin bütün esasları ve kurallarıyla
yürütüldüğü monoblok bir faşizm görürüz.
İştirakî:
Hukukî süreçlerin bir diğer yüzü de devrimcilere yönelen açık devlet ve çete
terörü ve bunlarla ilintili davalar. Geçtiğimiz ay Hasan Ferit Gedik davasının yapılamamasına
tanık olduk. Bu dava sürecinde edindiğiniz kanaati bize aktarabilir misiniz?
Ulaştığınız bilgiler ışığında, çeteler devrimci mahallelerde nasıl bir eğilim içerisindeler?
Saldırıların temelinde ne yatıyor? Savcılıklar, mahkemeler sürece nasıl yaklaşıyor?
Selçuk
Kozağaçlı: Bir komplo teorisi kurmamak gerekir. Türkiye’de kesintisiz yıllardır
esrar içiliyor, kadın cinsel kimliği üzerinden ahlaksızlık, yozlaşmışlık, bunun
bir ticari meta olarak kullanılması ve fuhuş var. Fakat bunun toprak rantının
yüksek olduğu gecekondu mahallerinde ki görünümü bizim ilgimizi çekiyor. Bunun,
bir örgütlü müdahale olduğunu biliyoruz. Bu müdahalenin bazı aktörleri var.
Ama
eğer bir inşaat şirketi, o mahallenin kentsel dönüşümünü üstlenmeyi
planlamışsa, bunun için TOKİ ve Başbakanlıkla ilişkilenmiş, Başbakanlığın
havuzuna (ki bu havuzun bizzat başbakanın bizzat evinde olduğu anlaşılıyor)
büyük paralar yatırmışsa ve ileride burada binlerce gayrimenkulden oluşacak bir
rantı planlamışsa, iş artık alelade esrar içiciliği ya da gençlerin ahlakî
yozlaşması olmaktan çıkmıştır. Örgütlü bir biçimde buraya silahlı çeteler
yönlendiriyor, bunlar mahalle içerisinde kendilerine dayanaklar buluyorlar,
geleneksel yapılar, hemşehricilik, isyanlar, itirazlar bunların hepsi devreye giriyor
ve devlet, polisi ve istihbaratı aracılığıyla bu çeteleri yanlıyor, desteliyor,
görmezden geliyor, önlerini açıyor.
Okmeydanı
olsun, Gülsuyu olsun, yarın bir gün başarabilseler çok daha büyük rezerv alanları
için olsun, beklenti şudur: insanlar buraları yaşanamaz hâlde bulmalılar. Kızılay’ın
ortasındaki bu daire’nin (ofisi kastediliyor –ed.) tapusu bana ait olsa,
ben de “buralar çok yozlaştı” deyip, buradan çıkıp gitsem, dairenin benle olan
ilişkisi kaybolmaz.
Mülkiyet
böyle bir ilişkidir. Oysa bu andığımız yerlerde evinizi bırakıp geri
gittiyseniz, oraya bir daha geri dönemezsiniz. Çünkü bu evlerin değil tapusu,
tapu tahsis belgesi bile yok. Çünkü burası bir mahalle dokusu. Yıllarca,
yoksulların ve devrimcilerin emekle kurdukları bu mahalleler boşaltıldıkları
anda, bu saydığım blokların tasarrufuna açık hâle geliyor. Dolayısıyla, buranın
yozlaştırılmasının ve devrimciler olsun, mahallenin insanlarının kurdukları
dayanışma dernekleri olsun, buna karşı çıkan her unsura bu kadar ağır
saldırılıyor olmasının nedeni bu. Bu mahalleleri yaşanamaz hâle getirmek istiyorlar;
korkuyla, tedirginlikle anılmasını sağlamak istiyorlar. Bu mahallelerde yaşayan
insanların buraları terk etmesini istiyorlar. Bunu kamulaştırmayla
yapabilirsiniz, para ödeyerek yapabilirsiniz bu şekilde yapabilirsiniz. Her
yerde farklı hangi uygulama mümkünse öyle yapıyorsunuz. Bazen dozerle
geliyorsunuz, bazen uyuşturucu çetesiyle, bazen polisle, helikopterle.
Bu
iktidar, inşaatı lokomotif sektör olarak kullanarak sıcak parayla yürütülen bir
ekonomi ile çalışıyor. Bir başbakan, neden bir mahalleye dozerin girememesine
kafayı takmış olabilir diye düşünmeyeceksiniz. Çünkü gayet rasyonel biri olarak
şunu biliyor: eğer ben, özünde bir müteahhit konsorsiyumu olan TOKİ diye bir
gayrimenkul canavarı yaratmışsam, TOKİ’nin mahalleleri hızla yıkarak, inşa
etmesine en küçük bir fasılaya sebep olursam, inşaat kaynaklı sıcak para
ekonomisi çöker ve ben bunun altında kalırım. Bu yüzden mahalle mahalle
İstanbul’u tanıyor ve sırayla nereye girmek istediğini bizzat planlıyor.
Şimdi
“Başbakan, bu suç çetelerinin, uyuşturucu çetelerinin başındadır” dediğimde, bu
elbette çetenin şefleri ve tetikçileri akşam Başbakanlığa gidip “bunları
bunları yaptık, yarın ne yapalım?” diyorlar anlamında değildir. Ama ortada
görülebilir bir ağ var. Bu müteahhit konsorsiyumu doğrudan Başbakan’a bağlı.
AKP tarafından devşirilmiş büyük müteahhitler, bunların taşeron şirketler ile
ilişkileri, taşeronların suç örgütleriyle ilişkileri ve suç örgütlerinin
mahalleye yaptığı şeyler... Bu ağı görmeden ne Hasan Ferit’in katledilişini
anlamak mümkündür ne de bu mahallelerdeki devrimci direnişi doğru tanımlamak
mümkündür. Bunlar, sıradan mahalle direnişleri ya da suça karşı direnişler
değildir. Son derece sınıfsal, son derece iktidara yönelik büyük girişimlerdir.
Şimdilik
lokal, ada ada gözüküyor ama İstanbul’da aynı durumda olan 8 milyon insan var.
Bu 8 milyon insan, önümüzdeki 10 yıl içerisinde evlerini, iş yerlerini
kaybedecekler. Eğer doğru bir biçimde mücadele etmeyi öğrenirlerse, iktidara
talip olacak olan bir yoksul hareketliliğinin merkezi olabilirler. Kentsel
dönüşüme direniş, bu yüzden son derece kıymetlidir.
İştirakî:
Devrimci mahalleler son günlerde sol içi şiddetle gündeme geldi; çatışmalar üzerine
yürüyen tartışmalarda “siyaset yasakçılığı”, “provokatörlük”, “Kürt
milliyetçiliği” suçlamaları sık sık dillendirildi. Siz süreci nasıl
değerlendiriyorsunuz? Devrimci çevreler arasında bu süreçte ortaya çıkan
uyuşmazlıkların temelinde yatan nedir? Bu uyuşmazlıklar uzlaşmaz mıdır?
Selçuk
Kozağaçlı: Sol içi şiddet, sebebi her ne olursa olsun, kabul edilemez. Gerçekleştiği
anda durdurulmalı, mahkûm edilmeli, tekrar etmemesi için bütün önlemler alınmalıdır.
Bu konunun hem dünya solunda hem Türkiye’de çok acı deneyimleri var. Bu, bizim
bilmediğimiz, anlamadığımız bir konu değil; tanıyoruz ama asla kabul etmiyoruz.
Bu
yüzden derhal hepimizin şu bilinç seviyesine gelmesi lazım: bu konuda sebebin hiçbir
önemi yok çünkü bir kere bir sebebe ayrıcalık vermeye kalkığınızda, herkes birçok
“makul” sebep bulacaktır. Hiç bir sebep devrimcilerin, yurtseverlerin birbirine
silah çekmesini, molotof atmasını, kurumları bombalamasını, yakmasını,
birbirinin kalabalıklarına saldırmasını, açıklamaz. O yüzden bu sebep
teorisinden tamamen vazgeçilmeli. Herkes açık bir şekilde şunu deklare etmekle
yükümlüdür: sol içi şiddet kabul edilemez, kim yapıyor ise benden değildir, ben
onu savunmam, korumam.
Ben,
Türkiye’de birden fazla sol proje görüyorum ama kanaatimce bu kadar çeşitli devrimci
program olamaz. Reformizm, sol içinde bir programdır; radikal demokrasi bugünlerde
neredeyse sosyalizm içerisinde kabul ediliyor vs. Marksizm Leninizm’in Ortodoks
hâlinin revize edilmesi olarak çeşitli revizyonist projeler, kendilerini
sosyalist olarak tarif ediyor olabilirler. Devrimci mücadele de sonuçta bu
alanda yürüyor. Bu ise sürtüşmeleri mümkün ve gerekli kılacaktır. Bundan
kaçılamaz ve ideolojik mücadele devrimciler açısından zorunlu.
Sert
eleştiriler, hem Marksist Leninist geleneğin hem de sosyalist geleneğin
yabancısı olduğu işler değil. Kişiler veya partiler birbirine çok sert sözler
söyleyebilir, çok ağır eleştiriler ortaya koyabilir, hatta birbirlerinin
çalışmasına ket vurabilirler vs. Ama silah çekmek, bomba atmak, molotof atmak,
katletmek olacak iş değildir.
İdeolojik
mücadeleden kaçılamaz ve bu, gayet hararetli olabilir. Bunun için dergiler, bildiriler,
TV kanalları radyolar var. Bunun için eğitim yapılıyor, bunun için kitle
çalışması yapılıyor, yapılacak. Benim kabul edilemez bulduğum ise sol içi
şiddettir.
Önümüzdeki
dönemlerde bu bilinci yerleştirebilirsek, bunu hayatımızdan bir tehlike olarak
çıkartma imkânımızın bulunduğunu düşünüyorum. Eğer bu bilinç yerleşmezse bir
kaygı olarak da önümüzde duruyor. Bu siyaset tarzlarının birbiriyle çatışması, grupların,
kişilerin, partilerin birbiriyle çatışmasına dönüşürse bunun önünü alamayız ve
bu hem Türkiye devrimci hareketi için hem yurtsever hareket için hem de Türkiye
halkları için endişe verici bir hâl alır.
İştirakî:
Bu gerilim ÇHD’ye de yansıdı. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
Selçuk
Kozağaçlı: Bu, ÇHD’nin bir kusuru yüzünden oldu. Örgütsel yaşamı boyunca
siyasî ceza davası takip etmiş, hapishane izlemiş, toplumsal mücadele peşinde
koşmuş 40 yıllık bu örgüt içerisinde devrimciler, devrimci avukatlar,
sosyalistler var. Bu örgüt, sol içi çatışma rengini gördüğü anda müdahale
edebilmeliydi. Nerede çatışma yaşanıyorsa oraya gidebilmeliydi.
Ben,
bugüne kadar, müvekkillerimle devlet arasına, çevik kuvvet ile müvekkillerim arasına
çok girdim, hepimiz girdik. Müvekkillerimiz ile müvekkillerimiz arasına da girmeliydik,
girebilmeliydik. Eğer birisi ölecekse, arada durduğumuz için, biz ölmeliydik ve
bunu durduruncaya kadar da çabalamalıydık. Durmuyorsa eğer, alanda bulunup durmayanı
teşhir etmeliydik, uyarmalıydık. ÇHD’nin misyonu buydu, ÇHD, bu 40 yıllık enerjiyi
bunun için biriktirmişti, bunca yükü bunun için çekmişti. Bir daha belirteyim
ki kim durmuyorsa karşısındakine değil bize zarar vermesini sağlamalıydık ve
durmayanı, sözünü tutmayanı sol için şiddette ısrar edeni teşhir etmeliydik.
ÇHD,
İstanbul Şubemiz nezdinde, bunu öngöremedi yahut gücü yetmedi, buna hızla adapte
olamadı. Bundan sonraki tartışmanın benim açımdan bir anlamı yok. ÇHD İstanbul
Şubesi’nin Halk Cephesi’ne yer vermesiyle ilgili sürdürülen tartışma ilgimi çekmiyor.
ÇHD’nin kapasitesinin, gücünün, değerinin çok altında bir tartışma olur bu. Çok
iyi niyetli yürütüldüğünü de düşünmüyorum.
ÇHD’ye,
“neden 40 yıllık itibarınızı sol içi çatışmaya derhal son verilmesi sağlamak için
kullanamadınız” diye soran bütün ÇHD dostları ve üyeleri haklıdır. Uzun
zamandır ÇHD yöneticiliği yapıyorum, iki dönemdir de ÇHD Genel Başkanlığı yapan
biri olarak, bu eleştiride ben de sorumluluk üstlenirim. ÇHD’nin bir daha asla
böyle bir hata yapmaması gerekiyor. Türkiye’nin neresinde olursa olsun, sol içi
şiddet ortamını gördüğü anda, gerekirse kendi vücudunu siper ederek bunun
durdurulmasını ve eğer sürdürülüyorsa, bunun sorumlusunun teşhir ve mahkûm
edilmesini sağlamak gerekir.
Objektivist
yani tarafsızlık öneren fikirlere inanmıyorum. Objektivizm, bir küçük burjuva
sapmasıdır. Bir meselenin aslî unsuru olan, o meseleye dâhil olan, o meseleye derhal
müdahale eden, çözüm için daha iyisini arayan birinin objektivist bakması mümkün
ya da anlamlı değildir. Bizim açımızdan önemli olan, doğrunun ve iyinin hayata
geçirilmesidir. ÇHD’de böyle bir sorun oldu. ÇHD de dalgalanır ama durulur.
Bu
meseleyle ilgili toplantılar yapıyoruz. Eylül ayında sadece delegeleri değil,
bütün üyelerimizi çağırdığımız bir konferans toplayıp “sol içi şiddet”
meselesini ve bu meselede ÇHD’nin durduğu ve durması gereken yeri konuşacağız.
ÇHD, çok güçlü geleneği olan bir örgüt. Hatalar nedeniyle hasar alabilir ama
sonunda bu alanlarda söz söyleyecek başka bir örgüt yok. Türkiye’de, ülke
çapında mücadele yürüten bu boyutta çok siyasetli başka demokratik kitle örgütü
yok. Şu anda elimizde tek. Dolayısıyla, bunu kaybedecek lüksümüz de yok. Bu
nedenle hepimiz elimizden gelen özeni gösteriyoruz, göstermeliyiz.
İştirakî:
Sosyalist yapılara yöneltilen “Alevi mahallelerinde” sıkışıp kalındığı
eleştirisine ve tespitine Sünni/Türk bir çevre ve kültürde yetişmiş bir
devrimci olarak katılır mısınız? Katılıyorsanız, bu sıkışmışlık, pratik mi
yoksa teorik temelli bir sorundur?
Selçuk
Kozağaçlı: Bunun pratik temeli son derece açık. Mesela, Haziran
Ayaklanması bir Alevi ayaklanması değildir. Mezhebe özel hiçbir talebi yok. Ama
çok ilginç bir biçimde kalabalığa veya havaya ateş ettiniz ve ölenlerin tamamı
Alevi. Pratik sıkışma denilen şey budur.
“Gezi’yi
Aleviler, solcular ayaklandırdı” demek ne kadar saçmaysa, Türkiye devrimci hareketi
Alevilerin içinde sıkışmış demek de o kadar saçmadır. Ama bu şu gerçekliği değiştirmiyor:
yoksul mahallerde de devrimci ya da sınıfsal mücadele yürütülürken, en çok ve
sık temas ettiğiniz gruplardan birisi Aleviler oluyor.
Eğer
bu soru, “AKP seçmeni”, “AKP’yi ayakta tutan seçmen” diye adlandırılan Sünni
Müslüman yoksul kitle için, Türkiye devrimci hareketinin bir projesinin olup olmadığı
şeklinde soruluyorsa, etnik ya da dinsel temelli kimlik politikalarından hasar
gördüğümüze inanıyorum. Bunlar, bir dönemin ilgi çekici işleriydi ve Kürt
ulusal mücadelesi belirli bir düzeye yükseldiği için ciddi bir meşruiyet zemini
vardı. Kürt ulusal mücadelesi öyle bir noktaya geldi ki ulusal kimlik, bir
yandan silahlı mücadele eden bir yandan metropolleri dönüştüren güçlü bir
kimlik hâline geldi. Ve bu kimliğin gölgesinde başka kimliklerde seslerini
yükseltmeye başladılar; yüzlerce kimlikten ve kimlik ısrarından oluşan bir
panorama oluştu. Ama asıl meselenin, sınıfsal mücadele temelinin, Türkiyeli
devrimciler açısından muğlaklaşmaması gerekir.
Kürt
ulusal hareketinin önündeki program, on dokuzuncu yüzyıldan beri bütün ulusal hareketlerin
önünde olan program. Bunda bir hata, bir kusur görüyorsak, bunu onunla tartışacağız.
Ama biz mücadeleyi, bir kimlik ya da kimlik hakkı mücadelesini merkeze alarak
yürütmeyiz.
Sınıfın
yeni görünümünün kimlikler olduğu iddiası var. Artık bugün sınıfa, kimlikler dışında
başka bir yeren ulaşamayız diyen siyasal çevreler var. Ben sınıf gerçekliğinin,
madenlerde, organize sanayi bölgelerinde, mahallelerde, okullarda yaşadığına inanıyorum.
Sınıfla ilişkilenmek için muhakkak kimlik süzgecinden geçmek gerektiği ve bütün
politikalarımız ve örgütsel yapılarımızın da bu kimlik siyasetlerine göre ayarlanması
gerektiği tezini kabul etmiyorum.
Halk
içerisinde, sınıf siyasetine tipik gözükmeyen, hak mücadelesi denenebilir ve deneniyor.
Bunun sınıfsal bağı ve ilişkisi kurulabilir. Bu Çayancılıktır. Türkiye’de bunu yaparsınız,
oluyorsa olur, ama bunun ötesinde, “sınıfa kimlik olmadan ulaşmam” demek, bana
sorarsanız artık, bu işin aşılmasıdır. Bir halk mücadelesi, halk ayaklanması yerine,
içine kapanan post-Marksist bir anlayıştır. Buradan liberalizm, buradan radikal
demokrasiye kendisini kilitleyen bir program çıkar diye endişe ediyorum.
Dolayısıyla,
Sünni-Müslüman kimliği de temel alarak, İhsan Eliaçık’ın projesindeki gibi, bu
yeni ortaya çıkan projeler gibi veya yıllardır Mehmet Bekaroğlu’nun uğraştığı gibi
bir siyasal mücadele örülebilir mi? Bu, bana işlevsel gelmiyor. En azından
bugün ve bizlerin önündeki öncelik bu değil.
İştirakî:
Sizin yargılandığınız dava sürecine dönecek olursak duruşmada kendinizi tanımlarken
“ittihatçı, itilafçı değiliz, iştirakçiyiz” dediniz. İştirakçilik, sizin için
ne ifade ediyor biraz daha açabilir misiniz? İştirakçilik, bir devrimci
açısından ittihatçılık ve ihtilafçılıkla kendi arasına nasıl bir fark koyuyor?
İştirakçiliğin, ittihatçılığın, itilafçılığın bugüne yansımaları var mı?
Selçuk
Kozağaçlı: Aslında, ittihatçılık ile itilafçılıktan kurtulmamızı,
ayrıştırmamızı sağlaması bile çok büyük bir fayda bence. Başka bir faydaya
gerek yok. Çünkü bu ittihatçı ile itilafçı arasındaki salınım, bizi korkunç bir
oligarşik batağa, bir iktidar-muhalefet batağına itmiş durumda. Ülkenin yakın
siyasal tarihinin bununla ilişkisi olmadığının yüksek sesle söylemenin birkaç
yolu var. Belki de söylenmesi hoş oluğu için de ittihatçı, itilafçı ve
iştirakçi arasında bir fark tasarlamaya çalışıyoruz.
Cumhuriyetin
kurulmasını yahut çarlığın yıkılışını fark etmeyen sınıflar, halklar, tabakalar
olduğunu bilmeliyiz. Cumhuriyetin kurulduğu günü ya da Ankara parlamentosunun
açıldığı günü siz çok büyük ve merkezî hadiseler diye tasarlarken, İstanbul’da
ve İzmir’de grevlerin kesilmesine bile neden olmadığını hatırlamalıyız. Yani 23
Nisan’da grevde olan işçiler vardı ve ittihatçı siyasal program içinde çok
büyük bir tarihsel kesinti zannedilen meselenin farkında bile değillerdi.
Ankara’da bir binada açılış töreninin olması ilgilerini çekmiyordu.
Aynı
şekilde, bizim bugün Ekim Devrimi diye kodladığımız o hafta içerisinde,
Moskova’da neler olup bittiğini bilmeyen binlerce insan vardı, bazıları
grevdeydiler, bazıları çatışmadaydılar Ekim Devrimi’nden 20 sene sonra bile
Çar’ın iş başında olduğuna inanan binlerce taşralı köylü, işçi vardı.
Dolayısıyla, bu ittihatçı ve itilafçı tayfaların siyasi tarih adı altında kendi
oligarşik kapışmalarını ülke siyasetinin gündemine oturtmalarından ve hukuk
aracılığıyla, siyasî davalar aracılığı ile kendilerini siyasetin hukukun
merkezine yerleştirmiş olmalarından kurtuluşun yoludur iştirakçilik.
Elbette
sosyalizme, kolektivizme, devrimci mücadeleye atıf yapılsın diye iştirakçilik deniyor.
Bugün de liberalizmden bir İslam temelli yeni sömürge faşizmine kadar ilerleyecek
olan sağ bantla, işte yine liberal Kemalizm’den bir askerî diktaya kadar ilerleyecek
olan ve kendisini sözde solda sayan bant arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz.
Biz bu bandın, bu siyasal tarihin dışındayız. Bu siyasal tarihi tanımıyoruz.
Kendimize
ait bir siyasal tarihimiz var. Bu tarihte köylülerin ayaklanması, işçilerin ayaklanması,
barikatlar, grevler, mücadeleler var.
Bizim
açımızdan on tane gencin bir binada katledilmesi, onların çok büyük tarihsel dönüm
dedikleri işlerden daha önemli hâle gelebiliyor. Bir tek devrimci önderin işkencede
katledilmesi kendi üzerine bir siyaset inşa edebiliyor, bir grup insanın hapishanede
kendilerini yakması kocaman bir gerilla hareketine dönüştürüyor kendisini.
Dolayısıyla, tarihlerimizin dinamikleri de aynı işlemiyor. İşçi grevlerinin, köylü
ayaklanmalarının, öğrenci eylemlerinin, Haziran Ayaklanması türünde kent ayaklanmalarının
izini sürmeli, tarihine ışık tutmalıyız. Gelecekte de yönümüzü buraya çevirmeliyiz.
İştirakçilikten anladığım şey budur.
İştirakî:
ÇHD operasyonu siz Suriye’deyken oldu ve siz Suriye’de bulunduğunuz için bu
zamanda olduğu yorumları yapıldı. Bu Suriye meselesi kamuoyunda yeterince tartışılamadı.
Sizin Suriye’de bulunma sebebiniz neydi? Orada ne gördünüz?
Selçuk
Kozağaçlı: Suriye’ye, Üçüncü Cephe adında bir koalisyon
tarafından davet edilmiştim. Bu ismi almalarının sebebi, bir tarafında Esad ve
Baas Partisi’nin, diğer tarafında bunun karşısında oluşturulmaya çalışılan,
Türkiye’nin de desteklediği ama artık bugün ortada olmayan ÖSO ya da Suriye
muhalefetinin olduğu Suriye siyaseti haritasında, bu ikisine alternatif ve
bunlardan bağımsız bir hat açma çabası vardı. Bu koalisyon Kürt, Türk, Türkmen,
Arap Alevi ve Sünni Arap, Hıristiyan 35 farklı siyasal örgütten oluşuyordu ve o
zaman hükümetten iki bakanlık almıştı. Elbette Baas partisi, hem parlamentoda
hem hükümette çok güçlüydü. Ayrıca Meclis-i Şuab (Halk Meclisi) denilen
parlamentoları seçimle gelmiş bir parlamento değil bir savaş parlamentosuydu. Bu
meclis bölgesel atamayla oluşturulmuştu, çünkü genel seçim yapacak bir durum yoktu.
Gerçi belki de, bir küçük burjuva diktatörlüğü olan Suriye’de hiçbir seçime,
seçim denilemez.
Ben,
birisi Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi Bakanı olan Suriye Komünist Partisi eski
Genel Sekreteri, diğeri bir başka bakanlık tarafından oluşturulan bir ekibin davetlisiydim.
Oraya gittiğimde ise hemen herkesle görüştüm. Kürtlerle, Türkmenlerle, Baas
Partisi’yle, Parlamento Başkanı’yla ki aynı zamanda Baro eski Başkanı bir
avukattı, görüştüm. Hükümetten bazı bakanlarla görüştüm. Bazı talepleri oldu
bizden.
Genel
tabloyu –iki buçuk sene önceki tablodur ve çok değişmiştir– şöyle ifade edebilirim.
Biz gittiğimizde Türkiye bütün sınırlarını ÖSO’ya ve şimdiki IŞİD’in nüvelerine
e’n-Nusra ve e’l-Kaide’ye açmış durumdaydı. Bu kişiler Suriye’yi talan
ediyordu; Halep başta olmak üzere fabrikaları kamyonlara yükleyip Türkiye’ye
getiriyor ve Antep’te, Hatay’da, Mersin’de satıyorlardı; bakır telleri
çalıyorlar, müzeleri yağmalıyorlardı.
Türkiye
Devleti’nin, AKP hükümeti aracılığıyla çok etkili bir rolü vardı bunda. Onlarca
fotoğraf ve video seyrettim bu konuda. Tecavüz ve katletme gibi büyük
ahlaksızlıkları ve insanlık suçlarını saymıyorum bile. Burada saydıklarım
uluslararası hukuk açısından tartışma konusu yapılabilecek işler.
Bize
şunu sordular: “Sizin ülkenizle savaş halinde miyiz?” Ben de onlara şunu söyledim:
“Savaş hâlinde değilsiniz. Bize katledilmiş, mallarına el konulmuş, kentleri yakılmış,
yıkılmış insanların vekâletlerini verin. Türkiye’ye gideceğiz ve Türkiye yargısı
önünde, Türkiye halkları önünde, dünyadaki yargı önünde davalar açacağız, sizi
temsil edeceğiz. Madem sizin elinizden bu yetenek alınmış; ÇHD, Suriye
halklarının avukatlığını yapacak. Gerekirse buraya, Şam’a bir şube açacağız ve
vekâlet toplayacağız sizden. Gidip Türkiye mahkemelerinde, Avrupa
mahkemelerinde dava açacağız ama daha da önemlisi, Türkiye halklarının önüne
bütün bu gerçekleri götürüp anlatacağız. Biz sizlerin, Türkiye’yi bundan
ibaret, AKP hükümetinden ibaret saymasını kabul etmiyoruz. Sizin yanınızdayız,”
dedik onlara.
Bugün
hâlâ da bu projemiz geçerli. Eğer mümkün olabilseydi, bütün dünyanın huzurunda
Şam’da bir ÇHD şubesi açmak ve bütün o katledilen, yok edilen halkların avukatlığını
yapabilmek isterdik. Belki de bunu hayata geçiririz bir gün. Bu gerçekleşmedi çünkü
ben döner dönmez gözaltına alındım, sonra da birçok yeni gündem araya girdi.
Gazze
saldırıları ve Irak Kürdistanı savaşı başladı. Ama gerçekleştirmeyi umuyoruz. Suriye
işinin aslı budur. Bilgi kirliliği yarattıkları o dönemde ajanlıkla, yabancı devletlere
çalışmakla suçladılar bizi ama iddianamede böyle bir şey yer almadı.
Bugün
bu dengelerin belli oranda değiştiğini görüyoruz. Biz oradayken daha karamsarlardı.
Şimdi dengeler Suriye halklarının lehine dönüyor. Emperyalizme ve düşmanlarına
karşı dövüştüler ve bu mücadelelerinin karşılığını alacaklarını umuyorum.
İştirakî:
Bugün Suriye’de ve Irak’ta gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Yaşanan
toplu kıyım girişimlerini göz önüne aldığımızda, halklar açısından bir içe
çöküşe mi yoksa devrimci bir çıkışa mı yakınız? PYD’nin geliştirmeye çalıştığı
sistem Ortadoğu’da devrimci bir alternatif olarak görülebilir mi?
Selçuk
Kozağaçlı: Ben, onun kadar iyimser olmadığım ama iyimser bir cümle
telaffuz etmem gerektiği için Temel Demirer’in cümlesiyle söyleyeyim: “Bir
karar ve denge anındayız. Dolayısıyla, Rojava Devrimi diyemem çünkü bir devrim
olmadı orada; ama işler kötü gidiyor da diyemem, işler kötü gitmiyor; mücadele
etmek gerekir” diyor.
Ben,
bir parça daha karamsarım. Irak Kürdistanı uzun yıllardır özerk. Uzun yıllardır
bütün mekanizmalarıyla, yani parlamentosundan, parasına, sermaye akışından,
sınıfsal katmanlarına kadar, küçük bir devlet. Şimdi bu devletin Barzan
aşiretlerini temsilen güçlü bir siyasal merkez var orada ama bu merkezin, Kürt
halkı ve bölge hakları açısından kendisinden beklenen rolü oynamadığı
anlaşıldı. Petrol meselesi olduğunda son derece sert biçimde askerî yöntemler
kullanan; Peşmerge’yi Merkezî Irak Hükümeti’ne karşı sınıra dizen bu
otoritenin, mesela IŞİD adı verilen o saldırganlık karşısında dövüşmeyi istemediği
anlaşıldı. Ancak bu böyle sürmez.
Başlangıcı
itibariyle bir Kürt yüzyılı yaşıyoruz. Kürtlerin tarih sahnesine patlayarak çıktığı
bir andayız. Dolayısıyla HPG’nin, YPG’nin, Rojova Kürtlerinin, Güney
Kürtlerinin ve Kuzey Kürtlerinin, –İran’da ne olup bitiyor, hiç bilmiyorum– hem
siyasal hem ulusal bütünlüklerini sağlamak için, yani ulusal kurtuluş
mücadelelerini tekemmül ettirmek için, bir imkân yakaladıkları anlaşılıyor. Bu
büyük bir iş. Ayrıca Êzidîlerin, Süryanilerin, Türkmenlerin, Şii Türkmenlerin
vs. kendi halklarını koruması için yürüttükleri mücadele de son derece saygı
değer ve dikkat çekici.
Yakın
zamanda Şengal’e ve Maxmur’a gitmeyi planlıyorum. Yabancı bir avukat heyetini
oraya götürmek istiyoruz ve bu direnişin yanındayız. Ama şu cümle bana biraz hedefin
yükseltilmesi olarak geliyor. Rojova’da bir komünalite, Ortadoğu halklarına örnek
olacak ileri bir yaşam kuruluyor ve bu bir sosyalizm nüvesi denildiği zaman,
iki temel konuda uyanık olmak gerektiğini düşünüyorum.
1.
“Belediye sosyalizmi” diyebileceğimiz territoryal paylaşmacılık, klasik anlamda
sosyalizm değildir.
2.
Diyarbakır, Van gibi büyük sanayi ve iş merkezlerini yıllardır elinde tutan bir
siyasal hareketin, sıkışmış ve kuşatılmış küçük kasabalarda sosyalizm denemesi
bence gereksiz. Yıllardır Diyarbakır bütün halklarıyla beraber, Hakkâri bütün köyleriyle
beraber, Van bütün bölgesiyle birlikte bu hareketin etkisinde. Ve buralar büyük
sanayi şehirleri. Gerçekten sosyalizm gibi bir istek ya da heves varsa bunu
inşa etmek için Kobani’dense, Van ya da Diyarbakır daha uygun. Bu kadar
sıkışmış, soykırım tehdidi altında olan ve territoryal açıdan bir araya gelmiş
insanların komünalite denemelerine, amacını aşan anlamlar yüklememek gerekir.
Bu
söylediklerimin hem Kürt halkının çok büyük ve şanlı direnişini zayıflatıcı bir
rol oynamasını hem de IŞID tehlikesini hafife alıyormuş gibi görünmesini
istemem.
Ortadoğu’da
emperyalizmin müdahalesi kısa karar anlarında Filistinlilerin, Mısırlıların, Arapların,
Sünnilerin işine yarıyor gibi gözükebilir. Gerçekte bu hiç kimsenin işine yaramaz.
Bu tip kumarlarda her zaman kasa kazanır ve kasa emperyalizmdir. Krupiye odur.
Siz ne kadar çok el çevirirseniz çevirin, ne kadar kazanıyormuş gibi
gözükürseniz gözükün, bu tip kumarlarda oyun bitip de masadan kalktığınızda,
her zaman kasanın kazandığı görülür. Bu nedenle, emperyalizmin bölgedeki
planlarını daha çok karşımıza alan ve bu planların karşısında geniş
işbirlikleri organize eden bir modelden yanayım.
Kürt
siyasal hareketinin güneyde izlediği politika, bütün bileşenleri nezdinde
tamamen bu değildir ama umalım ki buna kapalı da olmasın. Emperyalizmle
doğrudan ve açıkça dövüşmeksizin bizim Ortadoğumuzu anlamak veya inşa etmek
mümkün görünmüyor.
İştirakî:
Çok teşekkür ederiz.
Selçuk
Kozağaçlı: Ben teşekkür ederim.
Ağustos 2014
0 Yorum:
Yorum Gönder