02 Eylül 2008

,

Devlet ve Demokrasi Arasında Sol


“Zaten bütün program (Gotha Programı), bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir uçtan bir uca Lassalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna bulaşmıştır, ya da, bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine inançla doludur; daha doğrusu, program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.”[1]

Marx’ın bu sözlerini takip eden yıllar boyunca durum pek değişmemiştir. Sol, “demokratik lafazanlık” ve “devlete kölece inanma” arasında salınıp durmuştur. İki mucizeye de eşit mesafede uzak olan sosyalizmse daima devrime ihtiyaç duymuştur.

Devrim, devlet ve demokrasinin tıkanma ve kırılma momentlerinde gerçekleşmiştir. Devrim bu anlamda devlet ve demokrasinin dönüşüme açıldığı durumlarda varlık alanı bulur. Bu açıdan, devlet ve demokrasinin değişim/dönüşüm sürecinin içindedir. O, devlet ve demokraside yaşanan değişim/dönüşüm süreçlerinin içinde fiilî olarak oluşur. (I. Enternasyonal’de Bakunin ile yapılan tartışmalarda bu merkezî bir konudur. Marksistler Enternasyonal’i devrim ocağı olarak örgütlemek niyetindedirler. Anarşistler ise faal birimleri geleceğin toplumunun arketipi olarak görmek, onları geleceğin örülmesinde kullanılan tuğlalar olarak anlamakta ısrarcıdırlar.)

Sol devrimi, genelde, değişim/dönüşüm sürecinin bitim noktası olarak görmektedir. Bu nedenle kendisini ya doğrudan bu sürecin kendisi ya da sürecin doğal sonucu olarak değerlendirmektedir. Devrim, sürece dışsal görülmektedir. Sürecin yönünü, niteliğini ve hızını değiştiren dışarıdan bir müdahale olarak anlaşılmaktadır. Bu da, tabiî ki, dışsal bir öznelliği talep eder. Devrimin dışsal bir olgu olduğunun düşünülmesi, her değişim/dönüşüm momentinde politize olan birey, grup ya da sınıfların kendilerini politize eden gerçeği de karşılarına almalarının bir sonucudur.

Devrime dönük fikriyat, süreç içinde giderek birey eksenine doğru kaymıştır. Bireysel algı ve anlayışın dinamizmine kurban edilen devrim, zamanla bu dinamizmin sınırlarına tâbi kılınmıştır. Yoksullukla mücadele eden bir kişi bu mücadeleyi, yoksulluğu doğrudan koşullayan nedenlere karşı mücadeleden soyutlamaya başlar. O kendi pratiğini sadece yoksullukla sınırlar ve iktisâdî meselelerin dönüşüm seyrini izler. Kendisini belirleyici bir kesit olarak alan birey-özne hasımlarını da buna göre sınıflandırıp kategorize eder. Kendisini yoksullaştıran unsurlar devrimci mücadelenin konusudur. Devrim onun için süreci sona erdirecektir. Apolitizm ve anti-politizme de kapı aralayan bu devrim’ci bakış, devrimin salt kopuş olduğunu düşünerek, bütünsel yıkıma yönelir. Acıyı ortadan kaldırmak isterken, tüm bedeni yok eder.

Bu bağlamda geçmiş devrimlerin bugüne aktarımında da belli bir kasıt mevcuttur. Devrimlerin fikrî düzeyde sürekliliği devrimlerin tarihsel oluşlarında edindikleri kopuşsal niteliklerini siler. 1789, 1871, 1917 vd., süreklilik bağlamında değerlendirildiği ölçüde, gerçekleştikleri tarihsel-toplumsal dönem dâhilinde edindikleri kopuşsal niteliklerini yitirir. Kan ve baruttan oluşan toz duman gitmiş, geriye belli ahlâkî, düşünsel ve teknik ana başlıklar kalmıştır.

Örneğin modern demokrasi fikrinin 1789’da canlandığı iddia edilir ama o devrimde mücadele eden devrimciler en fazla kendilerini “cumhuriyetçiler” olarak nitelemişlerdir. Bugünün demokrasicilerine ise, Eski Grek’ten bugüne, yüce bir ideal olarak sürüp gelen “demokrasi”yi kutsallaştırmak düşmüştür. Onlar, 1789’u yüce demokrasi ideali için istismâr etmişlerdir.

Premarksistler ise marksizmi bu geleneksel hatta dâhil etmekte bir beis görmemişlerdir. Marksizmin “proletarya diktatörlüğü” kavramını ya dar bularak yırtıp atmışlar ya da onu en geniş demokrasi tanımı olarak görüp kutsamışlardır. Onlara göre Bastille’e yürüyenlerle Paris belediyesine yürüyenler aynı kişilerdir. Hepsi de demokrasiyi somutlamak için savaşmışlardır.

Paris Komünü’nün Fransız Devrimi sürecini devrime uğrattığını görmeyenler marksist değildirler. Çünkü marksizm tam da bu devrim denilen kırılmada var olur. 1871, 1789’un inkârıdır.

Bu tür tarihsel momentleri anlamayanlar onları öznel-şahsî müdahaleler olarak görüp tarih dışına atmaktadırlar. Benzer bir sonuca, bu tür devrimleri tarih üstü bir değerselliğe taşıyanlar da ulaşırlar. Devrim momentlerini yerin dibine geçirenlerle onları göğe çıkartanlar aynı ananın çocuklarıdır.

Öyleyse devrimlere kendi tarihsel-toplumsal bağlamları dâhilinde anlam yüklemek gerekir. Ama bu noktada belli bir sürekliliği gözetmek zorunludur. Süreklilik kapitalizmin verili maddî gerçekliği ile ilişkilidir. Bu nedenle, devrimlerin sürekliliği zorunlu olarak kapitalizmin maddî varlığı ile sınırlı ve tanımlıdır. Kapitalizme yönelik devrimci teorik çalışmanın meşru zemini de burasıdır. Buradaki ölçü (ayraç), kapitalizmin devleti ve demokrasiyi daha iyi yönetmesini isteyenlerle, kapitalizmi kökünden kazıyıp atmak isteyenleri birbirinden ayırır.

Çektiği acıların nedenini kapitalizm olarak belirleyen bir kişi, kolaylıkla, kapitalizm öncesi üretim biçimlerine de yönelebilir. Komünizm, temelde, bu tür bir yönelimi ifade eder. Sosyalizm ise acıların toplumsal bütünlük dâhilinde çözümlenmesini öneren aydınlanmacı geleneğe dayanır.

Marksizm, her iki politik-ideolojik yönelimle ilişkide gelişmiştir. Onlarla ikame edilemez ama onların belli dönem ve durumlarda aldıkları biçimlerin içinde politik bir güç olarak yer almıştır. Bu anlamda, marksizmin tarihsel süreklilikte gelişen sosyalizm veya komünizmle tanımlanması sorunludur. Mücadelenin öznesinin birey eksenine kaydırılması sözkonusu ideo-politik yönelimleri de bireyin çoğulluğuna ikna eder. Sınıf da, halk da bireysel kurgulara dönüştürülür ve her kurgu meşruiyetini marksizmin bir parçasından alır.

Yabancılaşma ile ilgilenenler bireyi yüceltirler, emekle uğraşanlar üretimi kutsallaştırırlar, toplumsal insanı görenler kendi bireyliğine özgürlük alanı açan bir sosyalizm tasavvur ederler. Hepsi de bir tür antikapitalist hareketlilik içinde yoğrulurlar.

Marx, kapitalizmi ve onun iktidar alanlarını görmeyen sosyalizm ve komünizmleri eleştirerek ilerlemiştir. Kapitalizmden sınıfsız-sömürüsüz bir düzene doğru dönüşümün tarihsel yasalarını belirledikten sonra, öngörülerini fiilî politik alandaki kapitalizm karşıtı ideo-politik yaklaşımlarla isimlendirmiştir. Bu anlamda Marx, yukarıda bahsedilen ölçünün (ayracın) bizatihi kendisidir.

Kendi kişisel-öznel acısının sona erdiği ân olarak tasavvur ettiği devrim, sosyalizm fikrini de biçimlendirir. Birey eksenli politik yönelimler sınıfçı ya da halkçı dinamikleri de parçalayarak dönüştürür. Bunlar da sınıfın ya da halkın acılarına son verecek bir moment olarak devrimi idealize eder. Oysa devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün bir ürünüdür ve tarihin sonu (ya da başlangıcı) değildir. O sadece dönüşüm sürecine dâhil olan kitlelerin acılarını, gene o dönüşümün ürünü olan araçlarla ortadan kaldırma iradesidir.

Bu nedenle devlet ya da demokrasiden birinin tercih edilmesi ile mutlaklaştırılması (amaçlaştırılması) karşı-devrimciliktir. Bu kavramların önsel mutlak bir önemi yoktur. Önemli olan, sadece devrime doğru örgütlenen dönüşüm sürecidir. Ne devlet ne de demokrasi, tek başına, devrime tercih edilebilir. Devrim, devlet ve demokrasideki dönüşümün öznesinin sınıfsal niteliğindeki farklılaşmayı ifade eder. Tam, gerçek bir devletin demokrasiye hâkim olması ya da tersi bir durum devrim değildir. Bu nedenle, gerçek bir devlet ya da demokrasi tanımı ile hareket etmek devrimci olmayı garantilemek bir yana, onu engeller. Devrime öznel idealist anlamlar yüklemek, devlet ve demokrasiden birini yüceltmenin bir sonucudur. Bu da, sınıf gibi kolektif dinamiklerle değil de bireyci burjuva ideolojisiyle düşünmekten kaynaklanır.

* * *

Devlet ve demokrasi politikanın iki temel alanıdır. Buradaki değişim/dönüşüm süreci politik öznelerin aslî konusudur. Politik alanda duran bir özne sadece bu iki alanda yaşanan süreci anlamak ve dönüştürmekle yükümlüdür. Her politik özne, sürecin içinde olmakla değişim/dönüşümü birebir yaşar ve zamanla sürecin kendisi olma gayretinde olanlar devrimin fiilî ilerleyişindeki momentleri görmezler. Sürecin doğal sonucu olarak kendilerini biçimlendirenlerse hareketi kendi varlıklarına zarar vermeyecek bir hatta doğru çekmek isterler.

Bernstein “hareket her şeydir, nihaî sonuç hiçbir şeydir” derken kendi açısından haklıdır. O her türlü hareketliliğin verili statükoyu ve yapısal ilişkileri çözümleyeceğini düşünmektedir. Oysa her Âdemoğlu gibi o da hareketin zaman-mekânsal boyutunu birebir anlayamaz. Anladığı, gördüğü ve önemsediği şey, hareketin içindeki değişimler ve hareketin öznesi olan unsurların nitel/nicel dönüşümleridir.

Marx’ın Gotha Programı için sarf ettiği sözler bu yönüyle değerlendirilmelidir. Devleti ve demokrasiyi başat kabul eden ve onları teorik/politik mücadelelerinin merkezine yerleştirenler, hareketi kendi değişim/dönüşüm algılamalarına göre anlamakta ve ona uygun biçimde bölümlendirmektedirler.

Bir kesim, Marx’ın kapitalizme atfettiği “devrimci” niteliğe; bir başka kesim, sosyalizmin “ilericiliği”ne yaslanır. Oysa Marx, alıntıda aktarıldığı üzere, sosyalizmi devletçiliğin ve demokrasiciliğin uzağında tutar. Her iki olguyu da kapitalist süreçler dâhilinde anlar ve onların kapitalizmin ortadan kaldırılması yolunda yeniden örgütlenmesini öğütler. Ama bu yeniden örgütlenme meselesi, değişimin diyalektiğinden ve sınıf mücadelesinden azade değildir. Yeniden örgütlenmenin doğal sonucu olarak farklı devlet ve demokrasi anlayışları ortaya çıkacaktır ve bu iki kavram, teoride ve pratikte, eskisi gibi kalmayacaktır. Bu noktada kapitalizme dönük bakış önem arz eder.

Eğer kapitalizm devrimci ise onun neden olduğu dönüşümlerin sonucunda devrim tarif edilir. Kapitalizme göre sosyalizm ilerici ise devrim ilerlemenin ilk işaret fişeği olarak görülür. Bu noktada sosyalizmin ilericiliği, doğal olarak, kapitalizm dışı zannedilen ama aslında tümüyle burjuvazinin belirleniminde olan düşünsel pratik tarafından saptanır. Kapitalizmin devrimciliği salt geçmiş dönemi yıkmak üzerinden tarif edilirse tarihseldir. Çünkü geçmiş dönemi yıkmak geçmişten daha geri sonuçlar üretebilmiştir.

Tüm bu söylenenler politikanın gerçeğine aktarıldığında birbirinden farklı sonuçlara neden olmaktadır. Politikanın gerçeği devlet ve demokrasiden müteşekkildir. Bunlar üzerinden her iki kapitalizm eleştirisi devlet ve demokrasideki değişim/dönüşüm süreçlerine farklı açılardan yaklaşmaktadır. Sonuçta da Marx’ın vurguladığı sonuç ortaya çıkar: her iki olguya dönük inancın uzlaştırılması.

Lenin’le birlikte uzlaşma tarihsel/toplumsal anlam ve bağlamını yitirmiştir. Lenin ve Ekim Devrimi kendi gerçeklikleri ile sözkonusu uzlaşmayı sona erdirmiştir. Artık devlet ve demokrasiye ilişkin algılamalar ve hareketlilikler birbirinden ayrı kanallardan akmaya başlamıştır.

Kapitalizmin sürekliliği ile birlikte devlet ve demokrasi kavramları da soyutta ve somutta farklı anlamlara bürünmüştür. Eski Grek’ten günümüze gelen bu kavramlara giydirilen anlamlar kapitalizmin kendi iç dönüşüm süreci boyunca sürekli değişmiştir.

Tarihsel olarak sol bu dönüşümün kapitalizm içi gerçekliğinde varlık alanı bulmuştur. Devlet ve demokrasi arasında salınarak gelişmiş ve bu iki alanın her biriyle kendisini tanımlamıştır. Marksizm ise her iki kavramın temelindeki hareketliliği analiz ederek onları neden değil, sonuç olarak görüp bu salınıma son vermiştir. Bu anlamda marksizm, solun kendi içinde yaşadığı devrimin adıdır.

Devrimin kopuş/süreklilik ikilemi içinde tanımlanmaya çalışılması tümüyle diyalektik bir analize muhtaçtır. Bu açıdan marksizmin sol politikadaki devrim oluşu kopuşun sürekliliği ve sürekliliğin kopuşu olarak tanımlanmalıdır. Burada mutlak sabit bir nokta belirlemek güçtür. Solun devrimci dönüşümü olarak marksizmin teorik ve politik pratiği her aşamada solun bütününe yönelik bir mücadeleyi öngerektirir. Marksizm her iki alanda da solun dönüşmesini talep eden dinamikleri örgütlemelidir. Onların somut ifadesi olmalıdır. Ama diğer yandan da, solun devlet ve demokrasi ile ilişkili olarak yürüttüğü kolektif mücadelelerin sürekliliğini de sağlamalıdır.

* * *

“Devletin ortadan kalkmasının, demokrasinin de ortadan kalkması anlamına geldiği, devletin sönüp gitmesinin demokrasinin de sönüp gitmesi olduğu sürekli unutuluyor.”[2]

Lenin devletle demokrasi arasındaki organik ilişkiye vurgu yaparken şunları da söylüyor:

“Demokrasi azınlığın çoğunluğa tâbi olmasıyla özdeş değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa tâbi olmasını kabul eden bir devlettir, yani bir sınıfın diğerine karşı, nüfusun bir bölümünün diğerine karşı sistematik zor uygulaması için bir örgüttür.”[3]

Sınıf mücadelesinin kabul edilmesinin marksist olmaya yetmediğini, bunun proletarya diktatörlüğüne kadar genişletilmesi gerektiğini söyleyen Lenin, işçi sınıfının hâkim olduğu dönüşüm sürecinin nesnel olarak devlet ve demokrasinin aşılmasını beraberinde getireceğini söyler. Buradaki sorun, devlet ve demokrasinin devrim sonrası dönüşümünün araçsallaştırılarak kullanılmasıdır. Toptan red değil, her iki alanın kapitalizmden komünizme geçiş sürecinde, dönüşüm süreci dâhilinde, amaç olmaktan çıkartılması sözkonusudur.

Devrim ayracı budur: devrim öncesinde devleti ve demokrasiyi amaçlaştıranlara karşı mücadele edilir. Devrim sonrasında ise bunların ayrı ayrı amaçlaştırılması proletarya nezdinde somutlaştırılır ve sönümlenmelerine dek araç olarak değerlendirilir.

Örneğin devrim öncesinde parlamento onu amaçlaştıranlara karşı mücadele etmenin bir alanıdır. Devrim sonrasında ise önceki mücadele birikiminin somutladığı sonuçlar üzerinden dönüştürülür.

Demokrasi içine dönük devrimci müdahaleleri devlet de yapabilir. Devlete dönük devrimci müdahaleler demokrasi başlığı altında toparlanabilir. Devrimciler bu ikisine uzak durmalıdırlar. Onlar, ne devletin yıkılması için demokrasiye biât etmeli ne de demokrasinin kaosuna son vermek için devletleşmeyi tercih etmelidirler.

Ama her iki alandaki değişimleri de görebilmelidirler. Kapitalizmin her iki alanda neden olduğu sonuçları devletin ya da demokrasinin yaşaması için analiz etmemelidirler. Demokrasi yanlıları, günümüzde kapitalizmi bu bağlamda eleştirmekte, tekelciliğin demokratik açılımlara izin vermediğini iddia etmektedirler. Bir diğer kesim de kapitalist piyasanın neden olduğu kaosun devleti paramparça ettiğinden yakınmaktadır. Sol da bu iki hat arasındaki gerilimli alanda var olmaya çalışmaktadır.

Proletarya diktatörlüğü bu gerilime marksizmin sunduğu tek alternatiftir. Onda devlete ve demokrasiye dâir tüm tarihsel-toplumsal birikim hem vardır hem de yoktur. Kopuş üzerinden bakıldığında geçmişten eser kalmamıştır. Süreklilik dâhilinde bakıldığında ise hâlâ varlığını koruyan bir yığın unsur mevcuttur. Buradaki mesele kurumların ve ilişkilerin dönüşümüdür. Devrim de bu dönüşüm süreci dâhilinde aranmalıdır.

Kapitalizm eleştirisi mutlaklaştırıldığı ölçüde devlet ve demokrasi de mutlaklaştırılır. Bunun tersi de doğrudur. Üretim süreçlerinin önünde engel olarak görülen devletler ve demokrasiler kapitalizmin sonsuzluğuna işaret eder. Bu nedenle devlet, demokrasi ve kapitalizm birlikte değerlendirilmelidir. Biri diğerine tercih edilmemelidir.

Kapitalizmin gelişmesiyle demokrasinin gelişeceği ve bunun da eski devlet ilişkilerini dönüştüreceğine ilişkin düşünce yalandan ibarettir. Bu, belli bir zaman-mekânsal kesite âit ampirik sonucun teorisize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu durum, örneğin, Fransa’da yaşanmıştır ama böyle diye, her yerin Fransa gibi olduğunu zannetmek yanlıştır. (Bugün küresel kapitalizmin tekelci kurumlarına karşı mücadelede Avrupa’nın, özellikle Fransa’nın önemli bir nokta olduğunu düşünenler mevcuttur.)

Politik gerçeklikte kapitalizme dâir gelişmeler devlet ve demokrasi bağlamında görülebilir. Bir iktisâtçı sıcak para akışındaki değişimlere bakarak kapitalizmin yönelimlerini anlayabilir ama politik mücadele veren herkesin iktisâtçı olması gerekmez. Onun muhatabı, dolaylı ya da dolaysız olarak, devlet ve demokrasidir.

Mutlak bir demokrasi tarifi yaparak onu devlete karşı çıkartanlar yanılmaktadırlar. Çünkü kapitalizmin hâkim devlet biçimi, Lenin’in de dediği gibi, bir devlet olarak demokrasidir. Burjuvazinin 1789’daki halk iktidarı idealini sonuna kadar götürmek isteyenler demokrasiyi kutsallaştırmakta ve sınıflar mücadelesinden azade bir halk, hattâ sınıf tarifi üzerinde temellendirmektedirler. Demokrasi, sınıflar mücadelesinden azade değildir. Zaten belki Ortaçağ’da değil ama kapitalizm koşullarında sınıf mücadelesini gizlemenin bir aracıdır. Sınıf mücadelesini ortadan kaldırmak için demokrasinin kullanılması ise başka bir şeydir. Bu da sözkonusu kavramın dönüştürülmesini var sayar.

Toplumsal siyaset bağlamında devleti tanımlayanlar da demokrasiyi mutlaklaştırma eğilimindedirler. Bunlar mutlaklığı devletle anlamlandırmaktadırlar. Demokrasinin sonsuzluğunu devletle güvence altına almak istemektedirler. Bu konuda işçi sınıfı da istismâr edilebilir, burjuvazi de.

* * *

Devlet ve demokrasi geriliminde biçimlenen sol, marksizmin teorik ve politik mücadelesi ile dönüştürülmelidir. Demokrasinin güçlenmesi ile devletin zayıflatılacağını ya da dizginleneceğini düşünenler süreç dâhilinde demokrasi içinde güç kazanan dinamiklerin iktidarını desteklemek dışında bir şey yapmazlar. Örneğin kemalizm eleştirisine binaen demokrasi savunusu yapanlar, bugün itibarıyla anti-kemalist bir başka dinamiğin, İslâmcılığın iktidarına yol açmışlardır. Abdullah Öcalan, “biz savaştık, onlar iktidar oldu” demektedir.

ABD ya da AB’den esen demokrasi rüzgârını göğüslemek için demokrasi karşıtlığına meyledenler ise devletin bekâsından nemalanan güçlerin iktidar alanlarına oynamakta ve onların politika dışına atılmasını önlemektedirler. “Susurluk devleti” ideolojik olarak daha da güçlenmiş ve kamusallaşmıştır. (Bkz.: TV dizileri, romanlar, araştırma kitapları)

Marx ve özellikle Lenin’in yaşadığı dönemle bugün arasındaki önemli bir fark, o günlerde devletin (cumhuriyetin) demokrasinin bir koşulu olduğunun düşünülmesidir. Bugün ise küresel sermaye akışının belirlediği ortamda devlet, “küresel demokrasi” için engeldir.

Bugün iki ana eğilim mevcuttur: birincisi küresel tek devlet; diğeri küresel demokrasidir. Birincisinin arkasında ABD, ikincisinin arkasında AB vardır. Her iki güç odağının belirleniminde devlet ve demokrasi kavramları, teoride ve pratikte, dönüşmektedir. ABD, daha fazla, devlet; AB de demokrasi içi dönüşümlerde aktif durumdadır.

Türkiye Solu kendi içinde yaşadığı ayrımları giderek bu iki kanala göre biçimlendirmektedir. Anti-Amerikanizm AB’ciliğin demokrasiciliğinden; Anti-AB’cilik ABD’nin devletçiliğinden beslenmektedir. Bu konuda bölgesel ya da küresel işbirliklerine bakılabilir. Kimisi uç demokrasi tanımlarına, kimisi soyut bölgesel iktidar alanlarına bakmaktadır.

AB-ABD geriliminin birbirine değmeden ilerlemesinin nedeni, ilgilendikleri konuların sol nezdinde henüz kesişmemiş olmasıdır. Sol, devrimci anlamda her iki alanın dönüşüm sürecinde belli bir yer ve zamanda güç olduğu ânda, gerilim patlamalara yol açacaktır.

Mesele AB ve ABD’ye ayrı ayrı ya da bütün olarak karşı durmak değil, dönüşüm süreçlerindeki aktif konumlarını belli alanlarda ve zaman kesitinde ezmek için güç biriktirmektir. Her iki güç odağına karşı olmaktan nemalanmak devrimi getirmeyecektir. Devrim, bu güç odaklarının aktif olduğu dönüşüm süreçlerini birbiriyle ilişkilendirerek, güç odaklarının arasındaki gerilimin yoğunlaştırılması ve patlamaya açık hâle getirilmesi sayesinde gelecektir. Özellikle Ortadoğu bu konuda en verimli alandır.

Eren Balkır
2 Eylül 2008

Dipnotlar:
[1] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.

[2] Lenin, Devlet ve Devrim, İnter Yay., Çev.: S. Kaya, İ. Yarkın, 1995, s. 99.

[3] A.g.e., s. 99.

0 Yorum: