Dış dünya-iç dünya ayrımı iki dünyanın varlığını
anlatmaz. Aksine insanın dünya algısı, bilgisi ve simgeselliği de dünyevîdir.
İç de dış da kurgusal olarak var’dır ama teorik ve pratik olarak yok’tur.
“İnsan” ancak uzaylılar dünyayı işgal ettiği takdirde politik bir mevzuudur.
Kapitalizmin karşısına insanı çıkartanlar, kapitalizmin uzaydan gelen bir virüs
olduğunu herkese inandırmak zorundadırlar.
“Tüm iyilikler/kötülükler dışarıdan ya da içeriden
geliyor.” Bu türden tespitler kolaycıdır ve kolaycılık esasında fiilî
toplumsal-tarihsel gerilimlerden, çelişkilerden ve çatışmalardan kaçma
yöntemidir. Basit bir biçimsel tespit, öze ilişkin teoriyi ikame etmektedir.
Sıfat, tanımladığı nesnenin yerine geçmekle, cümleye ihanet eder.
Hepimizin bu fiilî durumlardan kaçıp kurtulmaya
meyilli bir “öz”ü var ve bu öz, sözkonusu kaçış becerisini sınıflar
mücadelesinden azade olmakta buluyor. Azade değilsen olmak için çalışırsın ya
da zaten azade olduğunu kendine inandırırsın. (Ne âlâ dünya!)
Öz, sınıfa, ülkeye ya da bedene yayılmış bir kurgu
olarak biçimlenebilir. Onun dışından gelen ya iyidir ya da kötü. Sınıf, ülke ve
beden bireyci-özcü bir yerden edinime tâbi tutuluyor. Bu ise onların politik ve
teorik anlamlarını siliyor.
İyilik hayatî, kötülük ölümcül. İyilik-kötülük
karşıtlığı hayat-ölüm karşıtlığının bir türevi. Oysa ölüm de hayat içre. Her
hayat bir yönüyle ölümle de çoğalır. Mesele, hayat denilen kolektifi ömür
denilen şahsî kesite kapatmamak. “Ömür eşittir hayat” formülü ölümü
dışsallaştırır. Doğal olarak ömür kilitlenmiş, hareketsizse dışarısı canlı ve
hayat dolu görünecek; ömür canlı ve dinamikse dışarısı ölüm kokacaktır. Eski ve
yeni ayrımı da burada biçimleniyor zaten.
-Bunalımdaki
bir arkadaşımıza “gel şöyle dışarı çıkalım, hava alırsın” demek ne kadar boş
oysaki. Adamın zaten üç kuruşluk takati var, onu da dışarıya çıkma iradesinde
tüketmesini istiyorsun.
Hukukî bir kurgunun ürünü olan hücreler ömrün, bu
ömür dâhilinde serbestçe gezinmenin adı olarak hürriyetin temsili de olabilir.
Ölüm orucu sürecinde Aydın Çubukçu’nun “ben en verimli çalışmalarımı
hapishanedeki hücremde yaptım” demesinde olduğu gibi. Özgül bir şahıs olarak
işaretlenme isteği, içinde olunan bok çukurunu bile güzelleştirebilir. Ancak
onun güzel görünmesini sağlayan başka ilişkiler var. Özgüllük ve özgürlük
hukukî ve hukuk her daim mülkiyet ilişkilerine tâbi.
-Kendi
özgül varlığını yüceleştirmeni isteyen başkaları, başkalarının sıradanlığı.
Benden kendini kaçırıyorsan, aradaki sınırları sürekli anımsatıp duruyorsan,
sen olmak için kıvranıyorsan, seni sen olarak çerçeveleyen sınırları anlamadan,
o sınırları kimin ya da neyin çizdiğini görmeden sen zaten sen olamazsın.
Hücre bazen iyidir. Her beden bir hücre gibi
örgütleniyor. Çocukça bir inatla demir parmaklıklı, beyaz badanalı hücreler
sokakları günbegün örgütlüyor. “Bana ne”, ne kadar sıradan bir laf artık!
Hücreler dışarısının keşmekeşini, kaosunu sadeleştiriyor. Kibrit kutusuna
hapsediyor, bir sinek gibi, hayatı. Huzur, kendiyle barışıklık ve mutluluk,
nemenem küçük burjuva beklentiler bunlar öyle! Ama hücreler onların ortak
dertlerine deva olmuş gibi görünüyor.
-Sana
“iç-dış” ayrımı yaptırana bakmak lâzım. İçte dıştan koruduğun şey nedir? Soru
bu… Kimin mülkiyeti, neyin rekabeti? Takip eden diğer sorular…
Birileri üretiyor, birileri de tüketiyor.
Üretenlerin bilinci ve eylemi, tüketenlerin bilinci ve eylemini eleştiriyor.
Birinin içi diğerinin dışı oluyor. Eklemlenmiş bir ilişki. Nesnenin oluşumu
öncesi özne olanla, nesnenin oluşumu sonrası özne olan hiç mi hiç bir olmuyor.
Bir ayakkabı ustasının hâlini, ayakkabısını yere sürterek yürüyen bir tüketici
asla anlamıyor.
Sol da kendini bu keskin ayrımda var ediyor,
aradaki çelişkiyi sıfırlama arzusuyla oranın yapıştırıcısı oluyor: bir kısmı burjuvazinin vicdanı, devletin aklı; diğer
bir kısmı devletin vicdanı, burjuvazinin aklı oluyor. Buna ilişkin
unsurları örgütlüyor. Örgüt varsa üretim ve tüketim de var. Kadrolar buna göre
biçimleniyor. Kendi şeflerinin üretim ideolojisine hizmet ettiğini görmeden
bilinçli tüketici ya da onların tüketim ideolojisine hizmet ettiğini anlamadan
eylemli üretici oluveriyor. Oysa ayakkabının safında olmak gerekiyor!
Öz savunusu, öncelik-sonralık ikilisini de sahneye
davet ediyor. Öz önceyse, önce olan her şeyle ortak bir payda bulunuyor. Devlet
kavramsal olarak burjuvaziden önce diye Platon okunuyor, devlet tarihine
iştirak ediliyor, tüm çalışma burjuvaziyi devletin akıl koltuğundan indirmeye
indirgeniyor. Önce olan burjuvazi, sonra olan kemalist cumhuriyetse, aynı
silsileye uygun olarak, ABD’den gerekli dersler alınıyor. Onların devleti adına
kendi devletine saldırıyor. Burjuvazinin akıl koltuğunda oturan devlet
indirilip yerine geçme hayalleri kuruluyor.
Bu hesaplar içinde marksizm de belli bir kıvama
getiriliyor. Dışarıdan gelmesi tespitiyle o sözkonusu “iç” hesaplaşmanın
seyrine göre biçimleniyor. Her yerlileşmede zenginleşmesi gereken marksizm bir
uzvunu olay mahallinde bırakıp kaçıyor. Ama ısrarla ondan kertenkele olup
kendiliğinden bu eksiğini gidermesi bekleniyor. Beceremediğini görüp ona düşman
düşünce akımlarının çeşitli uzuvlarına sarılanların sayısı son yıllarda öyle
arttı ki!
“Marksizm dışarıdan geldi” tespiti bir kısım
devrimciyi, sosyalisti ve komünisti de ikna ediyor. Onun “dışarıdan” gelişi,
verili ülke bütünlüğünü parçalayacağından korkulduğu için bu vurgu yapılıyor.
Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçış ustası küçük burjuva aydın
güruhu, marksizmi dışta tutmak için kendisine ait verili kurguyu koruma altına
alıyor. Yerlileşme teşebbüslerinde ise marksizmin her türlü kurguyu parçalayan
devrimci yanı törpüleniyor.
-Sen de
bana sınır çekerken, benim her söylediğimi dışsallaştırıp etkisizleştirirken
kimin çizdiği özü (kendi’yi) muhafaza ediyorsun? Mesele muhafaza ise, savaş
alanında olmayan bir varlığı kim koruyabilir?
12 Eylül günü devrime öncülük etmesi gereken TKP
MK’si kadroların muhafazasını politika olarak belirliyor. İçi (güya) sağlama
alıyor ve devletin kendi içlerinin güvenliği adına “goşist serseri
takımı"nı, yani dışarıyı temizlemesini alkışlıyor. O güne dek sendikalara
devrimcilerin girmesini engellemek dışında bir işlevi olmayan partili gençlerin
bir bölümü, parti içindeki sınıflar mücadelesinin somut bir tezahürü olarak
yaşanan yarılmaya uygun biçimde hapishanelere, diğer bölümü Avrupa’ya
gönderiliyor. Evet, iç-dış tartışmasının, bu ikiliğin merkeze alınmasının
sonucu bu. Tartışma anlamsız. “İçin mi dışın mı yanındasın?” sorusu gereksiz.
Mücadele ateşlenseydi, radyodan “Salkım Söğüt”
çalsaydı, mücadelenin bizzat kendisi o gençleri ve partiyi lâyıkıyla muhafaza
edecekti. Ama ortada kimse kalmadı ki korunacak? Geriye bir miktar devletlû
akıl ve biraz da burjuva vicdan.
Devletlû akıl ve onun zulmü kapitalist sömürüyü;
burjuva vicdan ve onun savunması devletçi zulmü gizlemek, muhafaza etmek için
örgütleniyor.
-Sen
devlet misin, burjuva mı? Ya da şöyle sorayım: hangisi olmak istiyorsun?
Hiçbiri mi? Öyleyse onlardan öğrendiklerini unutmaya ne dersin? “Zincirlerinden
başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”a bu iki düşman unsurdan öğrendiğin akılla
ve vicdanla ne verebilirsin, o zincirleri sevmek ve onların varlığını
aklîleştirmek dışında. “Evet, ben delişken bir adamım, bu zincirler bana iyi
geliyor, yoksa kendimi kaybederim”, laf bu, değil mi? “Kendin” kaybolsun zaten,
hükümsüz artık. Hükmü geçtiği yerler, kendi olmayı öğrendiğin odaklar: devletin
ve burjuvazinin cirit alanı…
Kimin içi, neyin dışı?
Hücreleri parçalamak, ama içteki hücreleri
dışarısının balyozuyla, dışarısının hücrelerini içerisinin çekiciyle parçalamak
isterken, o balyoz ve çekiç kimin, bakmak gerekmiyor mu?
Her kolaycılık sınıflar mücadelesinden kaçışı
ifade ediyor. Onun somut tezahürlerine karşı körleşip meseleyi bordrolu
işçilerle patronları arasındaki mücadeleye indirgemek de meseleden kaçışın bir
yolu. Proleter olan, ille de birilerinden maaş alıp fabrika içlerinde üretim
mekanizmasına hizmet edenler değil. O hâlâ Roma hukukunun dışarısı, barbar,
Fransızların külotsuzu ya da Ortadoğu’nun mazlum Müslüman’ı.
-Senin
ben olmadığını sürekli hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını koşullayan şeyin
sınıfsallığı ne? Birlikte türkü söylememizi engelleyen o duvarı kim ördü?
Hâlâ psikolojizm tuzağındayız. Kitleler içinde
pişmediğimiz, hamurumuz orada karılmadı diye belki de. Bu psikologların
dediğine inanırsak, şizofreni suçu kendinde, paranoya başkalarında bulmakla
ilişkili. İlki dışarıyı içe, ikincisi içeriyi dışa kapatıyor. O suçu tespit
eden yasa nizamı kimin peki? O sütten çıkmış ak kaşık mı? Aynı psikologlar,
annenin içeriyi, babanın ise dışarıyı temsil ettiğini söylüyorlar.
-Bana
sınır çekmen neyi gösteriyor? Kendi baba’nı mı koruyorsun, yoksa içteki annen
mi mahrem? Ben her değdiğim insanım. Nüfusum bir değil, çok. O çokluktan bir
derinlik, bir boyut olmak neden ezici ya da sömürücü olsun ki? Nedir seni
sömürüye karşı körleştirip zulme ya da zulme körleştirip sömürüye duyarlı
kılan? İşine geldiği gibi ayrım yapıp konum alıyorsun, iyi ama o işi sana kim
verdi?
Zulme hassas olanlar, işçinin üç kuruş için
verdiği mücadeleyle alay ediyorlar, sömürüye hassas olanlarsa Kürd’ün kültür ve
tarih için verdiği mücadeleyi “bir TV kanalı”na indirgeyip küçümsüyorlar.
Bilmiyorlar, zulmün sömürüsünü, sömürünün zulmünü.
-Ağzımdan
çıkan her kelime bir şeyleri bütünleyebilir ya da parçalayabilir. Bütün ve
parça ayrımını kendi öznelliğinde yapan sensin. Ya belli bir bütünün parçası ya
da bütünsel özgül bir parçasın. Ya bütünsün ya parça. Nerede devrimciliğin
parçalama ve bütünleme pratiği? Parça ve bütün olmayı kendinde dondurduğunda
böylesi bir pratiğe gerek kalır mı? Ağzımdan çıkan her kelime senin bütününü
parçalayabilir, yani sana zulmedebilir. Ya da bütün bir parça olarak seni bir
başka bütüne ait kılmaya zorlayabilir, yani sömürebilir. Bunların, sömürü ve
zulmün hangisinin önce olduğunun bu noktada önemi yok. Önce olanı önemsiyorsan,
sen “zaman tanrısı”na tapıyorsun! Yarışa, rekabete kutsal bir değer
yüklüyorsun. Verimlilik, zenginlik, çeşitlilik, bolluk ve genişleme için
“yaşasın rekabet” diyorsun. Sonra gelene bakıyorsan, sen “mekân tanrısı”na
inanıyorsun. Üretim mitosuna ve mülkiyete anlam yüklüyorsun. Tekleşme, bütünleşme,
eşitlenme ve derinleşme için “yaşasın mülkiyet” diyorsun.
Eşitlikçiler özgürlüğü; özgürlükçüler eşitliği
hayal görüyorlar, onları ütopyalaştırıyorlar ve maddîleşmelerini önlüyorlar.
Zamanla birinciler zulme; ikinciler sömürüye hizmet ediyorlar. Eşitliği ve
özgürlüğü kendinde donduranlar, sömürü ve zulme karşı ayrı mücadelelerinde bir
iç kavgasına tutuşuyorlar, sömürü ve zulme tâbi olan bizler onların bu
didişmesinde rol kapmaya çalışan figüranlarız yalnızca.
-Önce
ya da sonra… Ne önemi var? Çok mu yaşlıyım meselâ, evet binlerce yıl yaşlanmış
bir yanım var ama rahimden yeni çıkmış bir bebek gibiyim, ağlıyorum hâlâ… Sen
olmazsan kim büyütecek onu? Ya da Karadeniz’in suyunda yaşlanmış Mustafa
Suphi’leri kim büyütecek kavgasında? Sen ömrünü kutsallaştırma ve
biricikleştirme gayretindeyken, yeni olduğunu özgürlükçülere inandırmak için
çırpınırken, birileri zamanı örgütlüyor çet odalarında, küresel şebekeler (www)
kuruluyor her dakika, seni o biricikliğinin hücresinde boğmak adına.
Suphi’ler mi içeridendi, onları öldürenler mi?
Acaba “fazla” içeriden oldukları için mi öldürüldü, yoksa sonradan onların
mirasını sömürenlerin otuzlarda dedikleri gibi, fazla “maceracı”, fazla
dışarıdan oldukları için mi? Mirasyedi evlatlar gibi komünist pratiği burjuva
siyasasına kurban edenler Suphi’lerin Anadolu’da yeterli örgütlülüğünün olmadığını
söylüyorlar. O zaman neden öldürüldüler? Bir Nakşibendî şeyhine “komünizmle
İslâm kardeştir” dedirten, eski bir İttihatçı tetikçiye (Ethem’e) solcu bir
gerilla olmayı öğreten, askerlere rütbe söktüren, süvarileri ellerinde
orak-çekiçli bayraklarla Konya Ovası’ndan cepheye taşıyan bir hareket nasıl
köksüz olabilir ki?
Kimin içerisi, neyin dışarısı?
Denilir ki, yıllarca fahişelik yapıp o zulme
tahammül eden bir kadını ayakta tutan, rahminde temiz bir yerin kaldığına dair
inançmış. O inançla hamama gidip kırk Fatiha’lı su dökünüp arınıyor bu
kadınlar.
19 Aralık Operasyonu, aslolarak “dışarı”ya karşı
yapıldı. Herkesi hayatta kalma ideolojisine mahkûm etmekti niyetleri. Hayatî
hücreler kuruldu. 19 Aralık ve 17 Ağustos yan yana yaşandı. On yıl önce yolda
yürüyen üç arkadaşı yasadışı örgüt üyesi olarak görüp gözaltına almaya imkân
veren yasanın doğal uzantıları örgütlendi. Yan yana olmamak meşrulaştı. Herkese
kimseye güvenmemek öğretildi. Bir de üstüne 2001 krizi geldi. Herkes, kendi
bireyselliğinde, sahip olduğunu düşündüğü rekabet gücüne ve mülkî değere dönük
inancına sarıldı. Sanat öğrencisi bir genç, yılbaşına dek bir hafta bir
mağazanın vitrininde yaşamayı sanatsallık saydı, sanat o vitrin camını
kırmakken. Hücreler mağaza vitrinlerinde, TV odalarında, çeteleşmiş genç liseli
örgütlenmelerinde ve bel hizasında kalmış cinsellikte kendisini yeniden
örgütledi. Hapishanelerdeki hücreler devrimciliği, toplumdaki hücreler devrimi
boğmak içindi. Sömürü ve zulüm, efendiler, herkesi bir hücreye hapsetmek
istedi. Toplumu kendilerince yeniden örgütlenmeleri için bu şarttı.
Şimdi ise bu sarsıntının travmasını yaşayan
devrimci dostlar, mahallerini bu fahişelerden ve tüm kirden arındırmaya
çalışıyorlar.
Ama tam da bu noktada şu sorulmalı: bu çalışmanın,
burjuvazinin “kentsel dönüşüm projeleri” ile gecekondu mahallelerini içeri alma
iradesine denk düşmesi tesadüf mü? Kimin arka bahçesi, ne adına temizleniyor?
Ya da neyin içerisi, kimin dışarısı?
Rahminde sakladığı temiz yere güvenen fahişe kadın
nasıl devrimcileşir? Onu devrimcileştirmeden öldürmek hangi projenin uzantısı?
Magazin programlarından fışkıran etler ne kadar namuslu ya da? Mahalledeki
fahişe kimin dışarısı, o mahalle kimin içerisi artık? “Laila” dizileri
gecekondularda çekilip oraya izlettirilirken, ne kadar gereksiz sorular bunlar…
-Ben
eski Grek düsturundan, “kendini tanı”dan, bahsetmiyorum. Yunus gibi “bir ben
var bende benden içerü” de demiyorum. “Önce kendini bil, kendinde bir devrim
yap, sonra devrimci ol”. Hayır, bu da değil. Dediğim şu: “kendi” diye bir şey
yok. “Kendi” denilen şey belli bir savunma yöntemi. Ve senin savunma için
yaptığın, başkalarının saldırı yöntemi esasında. Kendi ya da öz, tarihsel ve
toplumsal sarsıntılara karşı varlığını muhafaza etmek zorunda kalmışların ortak
sığınağı. Ben “devrim ol, sömürü ve zulmün o ortak sığınaklarına, kalelerine
savaş aç” diyorum, hepsi bu. Her saldırı savunma, her savunma saldırı. Sen
kendini savunurken, belli bir savunma stratejisi geliştirirken, başkalarının
saldırı taktiğine ortak oluyorsun.
Her çelişki, gürültünün kulağımızda dengelenmesi
ve bizim ona alışmamız gibi, bir noktada dengeleniyor. Ben-özne noktası, denge
noktası oluveriyor. Oraya hemen korunaklı otağlar, hücreler kuruluyor.
Sığınıyoruz hemen, kendimizce kurguladığımız “dışarısı”nı hiç dinlemeden. Solun
tarihi olarak bu otağlar bazen aydın, bazen öğrenci, bazen de işçi arazisinde
kuruluyor. Burası öz, merkez oluveriyor. Her şeyi buradan ayrıştırıp
birleştirmeye gayret ediyoruz. Salt teoride yüzleştiğimiz amaç ile pratikte
karşılaştığımız araç yer değiştiriyor. Sapla samanı ayıramıyoruz. Teori ve
pratik arasındaki gerilim kendi şahsımızda siliniyor. Lego mantığı ile bu ikisi
örtüşüyor.
-Sen
nesin: öğrenci mi, aydın mı, işçi mi? Sular nerede karışıyor? Öğrenci olmanın
zorluğunu biraz işçi biraz aydın; işçi olmanın zorluğunu biraz öğrenci biraz
aydın; aydın olmanın zorluğunu biraz işçi biraz öğrenci olmakla aşıyor
olmayasın? Marksist olmak fiiliyatta bu kolaycılığın zemini, değil mi? Pratik
maddî ilişkilerde neysen osun aslında.
Bu konuda geçmişte üretilmiş en güzel mit, TİP.
Aydınlar, işçiler ve öğrenciler ne güzel el ele halay tutmuşlardı, değil mi?
Aralarda cereyan eden sınıflar mücadelesi okumaya ne oldu? Deniz, Mahir ve İbrahim’i
bir de buradan okumak daha anlamlı belki de. Onları, "öğrenci
lideri", "örgüt kuran aydınlar" ya da "devrim
hamalları" olarak okuyanlar görüldü. Sonuç ne? Birinci türden okuyanlar bu
okumayı bu isimlerin saldırdığı aydınları, ikinci okuma gençlik hareketini,
üçüncü koruma saf işçi hareketini korumak için yapıldı. Oysa her adanın tavşanı
kendi tazısıyla yakalanıyordu.
Hücreleri parçalamanın toplumsal ve tarihsel
ayakları olabilmeli. Her kopuş, dönüşüm momenti olarak geriye-ileriye,
sağa-sola, yukarıya-aşağıya doğru bir değişimi de tetiklemeli. Bunları avcı
gibi takip etmeli. “Ben kendimi sağlama aldım” denilmemeli.
-Beni
dışsallaştırmak neye yarar? Ya da başkalarını? Eleştiriye indirgenmiş bir
teorinin anlamı nedir? Kendine kapalı bir elektrik devresi gibi düşünüp bunu
korumak için beni dışarı atıyorsun. “Bugün hava ne güzel” demem bile kulağında
farklı çınlayacak. Bir süre sonra devrimcileri görüş gününde dinleyip bu
lafları şifre diye âmirine ileten gardiyan gibi olacaksın. “Kesin şifreli
konuşuyor bunlar”… Buluttan nem kapacaksın. Yağmur yağmadığı hâlde
ıslanacaksın. Şemsiyenin altına almayacaksın beni.
Dışsallaştırmak bir savunma, içselleştirmek bir
saldırı tarzı. Senin bu tavrında, senin şahsında kim bana saldırıyor, ardından
gelen saldırıda ne kendini savunuyor?
Komünistlerin, solun ya da örgütlerin birliği
savaş alanında olur. Ama o alanı idrak etmek mühim. Hücre, öz ya da denge
noktası ilâhî kudreti haiz bir güç odağı olarak örgütlenip zamanla tek, bir
bütün kılındıktan sonra bu türden birliklerin oluşacağını düşünmek hayallerin
zaten gerçek olduğuna inanmaktan kaynaklanıyor. Savaş alanına girmeden ya da bu
alanı kendimizin olduğu yerlere doğru genişletmeden birlik nasıl mümkün
olabilir?
“Birleşme
öncesinde ve birleşebilmek için, öncelikle sağlam ve kesin sınırlar çizmeliyiz.
Aksi takdirde birliğimiz bir hayalden öteye geçemez, var olan karmaşayı gizler
ve bu karmaşadan köklü bir biçimde kurtulmayı da engeller. Dolayısıyla,
yayınlarımızı değişik görüşlerin biriktiği bir depo hâline getirmemeye kararlı
olduğumuz anlaşılabilir. Aksine onu kesinlikle belirlenmiş bir eğilim ruhu
içinde yürüteceğiz. Bu eğilim marksizm sözcüğü ile ifade edilebilir ve Marx ve
Engels’in fikirlerinin sürekli gelişmesini savunduğumuz ve Eduard Bernstein, P.
Struve ve başkalarının moda hâline getirdiği bulanık, kandırıcı, oportünist
‘düzeltmeleri’ şiddetle reddettiğimizi eklemeye dahi gerek yoktur (…) biz,
farklılığı açık olan görüşler arasında polemiklerin yokluğunu, temel sorunlar
konusundaki ayrılıkları gizleme çabasını bugünkü hareketin zaaflarından biri
olarak görüyoruz.” [Lenin, “Iskra Yazı Kurulunun Bildirgesi”, Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma içinde]
-Sendeki
işçi, öğrenci ya da aydın merkezli marksizm, kendi mezhebi ve meşrebince
ayırıyor ve birleştiriyor. Ayrımların ve birleşimlerin gerçekleştiği yerlerde
somutlanmıyor. Herkese açık ve ortak marksizm sende şahsî bir edebiyata doğru
kapanıyor. Biraz aydın gevezeliği, biraz öğrenci serseriliği, biraz da işçi
nahifliği… Araya çekilen “sağlam ve kesin sınırlar” öze, kendi’ye ilişkin bir
savununun konusu olmamalı oysa. Beni senden ayıran hücre duvarlarını yıkmak
için gerekçenin önkoşulu olabilmeli onlar. Ayıran ve birleştiren sen, ben
değil, marksizm, Lenin bunu söylüyor.
Mustafa Suphi’ler, Moskova’da kurulan devrim otağının
dışına düştüğü için katledildiler bir yönüyle. “Biz onlar gibi ölmek değil,
yaşamak istiyoruz” diyen ve Suphi’lerin geleneğinin devamcısı olduğunu iddia
eden partinin (TKP’nin) başkanı, elinde tuzluk, her kurulu otağa koşuyor. Aynı
başkan, “Rusya’da demokrasi olsaydı, Lenin devrim yapmazdı” diyor, Şubat
Devrimi'ni, demokrasinin mevcudiyetini görmezden gelerek, üstelik devrimciliği
Lenin’e dışsallaştırarak.
Suphi’ler Moskova hattının dışında, elde kılıç
savaşmanın yollarını aradılar. Savaş alanının içine koşulsuz daldılar ve
Avrupacı, Türk millî solcusu, Müslüman’ı, eski İttihatçısı, Spartakist'i
bilcümle dinamiği önüne katıp geldiler Anadolu’ya. Onları öldürmek, bu
unsurların, kurucu burjuvaların ve onların askerlerinin karşısında birer tehdit
olmasını önlemek içindi. Kurucu irade kendi odağını muhafaza etmek adına
saldırdı, beş ayda tüm düşmanlarını tasfiye etti. Savunulan emperyalistlerin
yeni cumhuriyeti, saldıran gene Batılı güçlerdi. Savunulanın ne olduğunu
anlamayanlar (Kadrocular), korkudan, bu ekibin safına geçtiler.
-Seni
korkularınla yüzleşmeye davet etmekten başka bir şey yapamam. O korku ve
kaygıyla neler yapabileceğini biliyorum. Ezidîlerin başmelek Tavus’tan öğrenip
etrafına çizdiği çember de bu korkunun temsili değil mi? Ama tersten, bu çember
birisini öldürmek için de kullanılıyor. Ya seni ya da Nâzım’ın tabiriyle, sol
memenin altındaki cevahiri öldürmek adına çemberler çiziliyorsa? Bunun idrakine
dövüşerek varabilirsin. Siyaset safını belirlemek, taşın altına elini
koyabilmek cesareti. Bu korkuyla siyaset haram olur. Oysa o korkularının
kaynağıyla ancak siyasetle mücadele edebilirsin, gerisi teferruat. Cesaret,
doğal hakikatin parçası olunduğuna ilişkin bir hissiyat ve bilinçle anlamlı.
…ve ak kâğıda düşen bu
kelimeler, tüm ölüm orucu şehitlerinin açtığı yoldan, onların cesaretiyle içte,
dışta; toplumsallığımızda ve tarihselliğimizde kurulu olan bütün kâğıttan
hücreleri parçalamak ortak irademiz olsun diyedir.
Eren Balkır
30 Ağustos 2008
0 Yorum:
Yorum Gönder