29 Ağustos 2008

,

Ortadoğu’da Devrimci Politika

Ortadoğu’da genel siyaset, farklı bir zemine ve eksene sahip olmaya başlamıştır. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde, bu yeni dönemin zorlamasıyla, yeni ve farklı gelişmeler yaşanacaktır.

Çin ve Kuzey Afrika arasında çizilecek bir yay etrafında politikanın doğası değişmektedir. 

Geçmişin çatışma ve gerilim biçimleri, bu değişime paralel, tarihin sayfalarına kaydedilecek, politik alanda yerini yeni çatışma ve gerilim biçimlerine bırakacaktır. 

Tarihsel ve toplumsal dinamiklerin devlet ve demokrasi ile ilgili mücadeleleri, önümüzdeki dönemde iç niteliksel dönüşümünü (devrimini) yaşayacaktır. Yaşamaya mecburdur.

Yeni dönemin eskinin araç ve yöntemleri ile karşılanması mümkün değildir. 

Ortadoğu coğrafyasında ayağını bu toprağa basan devrimci politika, adımlarını gene bu toprak üzerinde, hareket hâlinde olan dinamiklerle birlikte atacaktır. Atmak zorundadır.

“Yeni dönem” ifadesi, tümüyle politik düzlemde anlamını bulur. Politikayı ancak bir nesne olarak içerebilecek olan teori, bu ifadeyi kendi iç disipliner yapısına göre anlar ve tespit eder. Onun için son tahlilde değişen bir şey yoktur. Eski hamama yeni tas sokulmaz. Yeni olgular ise kavramsal dünyaya eklenen yeni sözcüklerle karşılanırlar. Yeni sözcükler, kavramsallaştıkları oranda teorik çalışma tamamlanmış olur. Bu süreç, doğal olarak eski kavramlar dünyasının iç kuralları uyarınca biçimlenir. Yeni sözcükler, eski kavramların izin verdiği ölçüde anlam kazanırlar.

Teori, yaşanan olayları bir salgıyla kuşatır; iç işleyişine ait mekanizmalara sızar, oraya yerleşir, ilgili mekanizmanın hareket planına bağlı olarak düşünsel düzlemde rolünü oynamaya başlar. Ancak sözkonusu mekanizma, kontrolsüz güçlerin ve dinamiklerin hareketiyle parçalanıp dönüştürülünce teorik-kavramsal pratik askıda kalır. Bu değişim, daha genel ve üstten bir bakışı dayatır. Olgular ve olaylar, bir meteoroloji balonundan gözlenerek fotoğrafı çekilir; sonuçlar, yeni teorik çalışmanın hizmetine sunulur. Bilgilenme süreci sonsuza kadar uzadığına göre, bu kabaca tarif edilen işlem, kendini farklı biçimlerde, sürekli yineler. Oysa politikanın acelesi vardır. Çünkü, Lenin’in söylediği gibi, “Politika için 24 saat bile uzun bir zamandır.”

Latin Amerika’da ya da Avrupa’da yaşanan politik gelişmeleri heyecanla takip edip, buradan elde ettikleri kanaatleri Türkiye’de işletmeye çalışanları anlamak mümkün değildir. Bu kişiler, kafalarında çizdikleri bir Dünya profili ile bu bölgelere bakmaktadırlar. Orada mücadele eden gerçek kişilerin gerçek maceraları tümüyle politik maddî bir olgu iken, onların edebiyatını yapanların kanaatleri soyut, metafizik bir zeminde durmakta, bu soyut ve metafizik kurgular, burada teorik anlam kazanmaktadır. Marksizm, bir dünya ideolojisi gibi değerlendirilmekte; tüm sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bir örtü olarak görülmektedir.

Sosyal, tarihsel ve politik süreçleri kuşatan bu yaklaşımın devrimcilikle işi olamaz. Toplumu, tarihi ve politik düzlemi parçalamak gibi bir temel işlevi olan devrimcilik, böylesi bir teorik kuşatmanın içinden öncü kol çıkartamaz. Teorik olarak dünyayı daha iyi kavramak isteyenler, devrimci teorinin ve politikanın acil görevlerinden bihaberdirler. Teorideki “doğru”, yani iki nokta arasındaki en kısa mesafe, politikanın gerçekliğinde kırılmaya, zikzaklar çizmeye mahkûmdur.

Latin Amerika’ya ve Avrupa’ya belli bütünleştirici (kuşatıcı) teorik bir bakışla bakanlar, aynı bakışı Ortadoğu’ya da atmaktadırlar. Böylesi bir bakış, ilk iki kıtada sürekli olan dinamiklerin benzerlerini Ortadoğu’da arayıp bulmaya çalışır. Bu çaba, ya Latin Amerika’nın ya da Avrupa’nın ölçü olarak alınmasının bir sonucudur. Belirli bir mücadele tarihinin bilgisi kendisine kapalı ise bu kapalılık, henüz açık uçlu mücadele örnekleri sunan, hatta coğrafî olarak bile sınırları belirsiz Ortadoğu’nun politik doğasına dayatılmaktadır.

Latin Amerika’ya bakanların öne çıkarttıkları iki tepe noktası göze çarpar: Che ve Marcos.

Guevaristlerin öne çıkarttıkları temel mesele, bir tür cephesel birlik projesidir. Perulu komünist Mariategui’nin[1] Galiyev ile aynı zamanlarda İtalya’da bulunmuş olması, onun Gramsci ile bağdaştırılmasına neden olmuştur. Ancak Galiyev ile ilişkisinin olup olmadığı bilinmemektedir. Galiyev, benzeri bir proje ile Latin Amerika’ya döndüğü ise somut tarihsel bir gerçektir.

Galiyev’de olduğu gibi Mariategui’de de Avrupa’nın reddi düşüncesi hâkimdir. Latin Amerika’nın sui generis (nevi şahsına münhasır) özelliklere sahip olduğunu düşünmektedir.

Bir başka bağlantı kanalından da söz edilmelidir: Roy. Hintli bir devrimci olan Roy, Meksika Komünist Partisi’nin kuruluş çalışmalarında bulunmuştur. Bu bağlantı kanalları, Avrupa Solu’na yönelik “Sol Komünizm” uyarısını takiben, Doğu’da beliren politik hareketliliğin bir başka bağlamda, Latin Amerika’da üretildiğini göstermektedir. Bu kıtanın solcuları, perspektiflerini Avrupa’ya da taşınan tartışmaların genel çerçevesi üzerinden belirlemişlerdir.

Burada iki ana hat göze çarpar: Meksika KP’si içinde Roy kadar sürgün sonrası bu ülkeye gelen Troçki de vardır. Roy, “devrimci anti-emperyalist nasyonalizm ile komünizm arasındaki mesafe çok kısadır” demektedir. Troçki, klasik işçi sınıfı mücadelesini temel alır. Örneğin Latin Amerika coğrafyasında her ikisi için ülke sınırlarının önemi yoktur. Emperyalizme karşı mücadelede ülke sınırları birer engeldir. Bu bakış açısı, anti-emperyalist mücadelenin niteliğinin aynı ölçütler üzerinden değerlendirmesini getirir. Roy, dinî, millî yanları; Troçki, sınıfî özellikleri öne çıkartır. Roy için harekete geçen kolektif dinamikler önemlidir ve sınıfla eşdüzlemde yer alır. Troçki ise, işçilerin kendi kurtuluş mücadelesinin parçalanmasına izin vermek istemez ve yerel özellikleri bilerek gözardı eder.

Roy ve Galiyev’in kafasında mistifiye edilmiş Doğu, süreç içinde kendi içinden devrimci kolektif dinamikleri çıkartmıştır. Doğu, gerçek bir devrimci kimliğe kavuşmuştur. Bu, ancak Mao’da[2] somutluk kazanmıştır. Mao, Doğu’nun politik ilerleyişinde gelip dayandığı sona ve onun devrime dönük ihtiyacına denk düşer.

Benzer bir durum, Ekim Devrimi’nde de vardır. Avrupa, eskimiş Fransız Devrimi’ni dönüştürme ve onun içinden somut devrimci bir güç çıkartma ihtiyacını Rusya’da gidermiştir. Bu noktada Avrupa’da faal olan politik hareketlenmeler, Avrupa’nın bizatihi politik bir niteliğe kavuşmasıdır.

ABD de dâhil, periferide yaşanan sosyo-politik gelişmelerin koşulladığı gelişmeler, Avrupa’yı politik bir niteliğe kavuşturmuştur. “Politik Avrupa” dönüşüm “hâlindedir ve kendi iç dinamiklerine bu eksende hız ve yön verir. Taşların yerinden oynadığı kıtada faal olan milliyetçilik, dinî akımlar, dinsel anlamda ele alınan sosyalist yönelimler, kurtuluş mücadeleleri ve sınıfsal dinamiklerin monarşilere dönük demokrasi kavgası, aynı kazanda kaynamaktadır.

Tüm bunları koşullayan şey, Avrupa’nın dünya ölçeğinde politik bir niteliğe kavuşmuş olmasıdır. Avrupa, bu dinamiklere bağlı olarak politikleşmemiştir. İktisadî, sosyolojik ve tarihî süreçler kıtayı politikleştirmiştir. Her türlü bilim disiplinine politika sirayet etmiştir. Felsefe tartışmaları, kıtanın bu politik niteliğine bağlı gerilimlerin üzerinden gerçekleşir. “Politik Avrupa”, kendi iç niteliksel dönüşümünü somutlamak durumunda kalmıştır. Bu somutluk, ayrışmalar ve cepheleşmeler üzerinden yaşanmıştır. Politika dışında ele alınamayacak olan savaş olgusu (I. Dünya Savaşı), kıtanın somut politik gelişiminin bir sonucudur. Bu noktada yaşanan cepheleşme, sınıfî, sosyal, millî ve dinî tüm politikleşen yapıların üzerinden gerçekleşmiştir. Avrupa, kendi niteliksel dönüşümünü devrimle taçlandırmak zorunda kalmıştır.

Roy, Galiyev, Troçki vd.’lerinde yansıyan, Komintern’in dünyevî coşkusudur. On yıl süren bu coşku, dünyanın farklı noktalarında tedricen sönümlenmiştir. Devrim coşkusu Moskova’ya doğru daralmıştır. Avrupa’da devrim olmadığı için, devrim kendi gözesine geri dönmüştür.

Devrimin hep taşları yerinden oynatan, iradî-öznel yanı öne çıkartılır. Oysa tarihsel süreçte devrim, yeni bir inşa sürecinin başlangıç işaretidir. Yıkıcılık, devrime kadar daima öne çıkartılması gereken politik bir süreç üzerinden anlaşılmalıdır; bu anlamda devrimcilik, basit ve indirgemeci bir devrim savunusuna indirgenemez. Bu tarz bir savunu, inşa sürecinin başlangıç işareti olması nosyonunu öne çıkartmak durumunda kalır. Yaşanmış bir devrimin savunulması ve devrimciliğin buna indirgenmesi, verili politik kargaşada sürekli olarak yapıcı-statükocu bir yaklaşımı hâkim kılar.

Avrupa, kendi yıkım sürecini devrimle taçlandırmıştır: Ekim Devrimi. Bu devrime dönük iki ana yaklaşım tarzı hâkim olmuştur. Birincisi, Avrupa’nın politikleşmesinin son (devrimci) noktası olduğunu saptayarak, farklı coğrafyalardaki politikleşme süreci uyarınca ayrıksı bir devrimci politikanın üretilmesi gerektiğini söyleyen yönelim. İkincisi, Avrupa’da ortaya çıkan teorik-politik bütünlüğü genel hatlarıyla benimseyerek, onun farklı coğrafyalarda fiilîleşmesi için çalışmak gerektiğini iddia eden yönelim. Son yönelim, zaman ve mekân üstü bir mücadelenin savunusunu yaparak, antipolitik ve apolitik bir düzleme kayar. Bu antipolitizm ve apolitizm, ister istemez, Avrupa’nın ve Amerika’nın Ortadoğu’ya uzattığı mızrağa sarılmak zorunda kalır.

Politikleşen Doğu’nun devrim ihtiyacı Çin’de giderilmiştir. Bu devrim de Ekim Devrimi gibi başlangıç noktası değil, politikleşen coğrafyanın ulaştığı son noktadır.

Troçki, Ekim Devrimi’ni işaret fişeği olarak görür ve onu Avrupa’ya oradan da dünyaya doğru genişletmek ister. Bu yaklaşım, tarihsel-politik düzlemde zorlamadır. Böyle olduğu görülmüştür. Troçki’nin zihnindeki Avrupaî devrim, kendisini kısa sürede tüketmiştir.

ABD emperyalizminin arka bahçesi olmakla süreç içinde politikleşen Latin Amerika, Mariategui şahsında özgün devrimci mücadele kanalını bulmuştur. (Aydınlık Yol’un lideri Guzmann, hareketin Mao ile Mariategui arasında ilişki kurarak sıçradığını söyler. Kaba ezber Maoculuğu kendi özgün devrimci geleneği ile buluşturarak dönüştürmüştür.)

Politikleşen Latin Amerika’nın son noktası, Küba Devrimi’dir. Bazı Latin Amerikalı marksist devrimciler, bu önermeyi kabul etmezler ve kendi devrimlerinin tarihsel olarak hâlâ mümkün olduğunu iddia ederler.

Che, Troçki gibi Küba Devrimi’ni işaret fişeği gibi görür ve devrimi tüm kıtaya yaymak ister. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan süreçte maoizm ve troçkizm geriliminde gelişen tarihsel-politik yönelimler, kendi özgün dinamiklerini bu gerilim bağlamında ele almışlardır. Che’nin bu gerilimi devrimcileştiren özgün bir yanı vardır. Ancak Ekim Devrimi’nin Avrupa devrimi için bir ölçü olamaması gibi Küba Devrimi de Latin Amerika devrimi için ölçü olmayı başaramamıştır.

İndirgemeci yaklaşımlar, Avrupa devrim mitosunun parçalanmasını ve devrimci bir hattın çıkmasını önlemiştir. Benzer bir durum, Latin Amerika’da da yaşanmıştır. Bugün için devrimci halk hareketlerinin öne çıktığı bölgelerin somut gerçek zeminini verdiği parçalanma üzerinde durmak ve kıtayı bu hatta doğru çekmek gerekmektedir. (Bu hat Kolombiya, Bolivya, Peru’dan oluşur. Dağınık hâlde duran devrimci güçlerin bu hat üzerinden örgütlenmesiyle bu kervana Arjantin ve Şili de eklenebilir.)

Maoizmin ve troçkizmin özgün biçimleri arasında geçişmeler yaşanmaktadır. Bu geçişmeler, sınıf analizleri, politika anlayışları ve mücadele biçimlerinde göze çarpmaktadır. Bu durum, yeni devrimin bugündeki işaretini verir.

Yukarıda bahsedilen devrimci hattın somutlandığı coğrafya politikleştiği ölçüde geçişmeler, farklı ve özgün bir marksist devrimcilik tarzının ortaya çıkmasını sağlayacaktır. Tüm bu teorik ve pratik yönelim ise Avrupa ölçüsünde duran teorinin ve pratiğin tüm birikiminden kopuşmak suretiyle imkân bulacaktır. Bu tür bir kopuşma yaşanmazsa, Avrupa-ABD arasında yaşanan gerilim içinde figüran olmak zorunda kalınacak, en fazla bu iki gücün piyonu ve figüranı olunacaktır.

Mao ve Troçki üzerinden politik gelişmelere bakanların yeni döneme ait gördükleri şey, artık belli coğrafyaların değil, tüm dünyanın politikleştiğidir. Dünya, 1991’de Washington’da çerçevesi çizilen küreselleşme atağı ile tarihsel-politik hareketlerin sahip oldukları yönelimin genel ölçeğini de verir. Onlar, küreselleşme meselesine devrimci politik bir açıdan değil, ideolojik, giderek felsefî karşı duruş üzerinden bakarlar. Bu hümanizan perspektif, politikleşen dinamikleri ve coğrafyaları gözardı etme eğilimindedir.

Troçkistler, coğrafyaları daha fazla mikro alanlara bölerek etkisizleştirme derdindedirler. Maoistler ise soyut halk ve ezilenler kurgusu ile politikleşmeyi sağlayacaklarını düşünmektedirler.

İçten içe süren maoizm-troçkizm gerilimi, küreselleşme karşıtlığını politika dışı bir konuma doğru zorlamaktadır. Her iki yönelim de kapitalizmi dünya ve insanlık dışı bir düşman olarak görmektedir. Bu yaklaşım, dünyanın uzaylılar tarafından işgal edildiği sanrısının doğmasına neden olur. Dünya, ancak bu sayede politikleşebilir. Politikleşen dünyanın devrim ihtiyacının belli bir noktada gidereceğine dönük beklenti, her politik yapıyı belirler.

Kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu coğrafyalarda kapitalizm, kitabî anlamda, saf olarak bulunmaz. Farklı görünümler, özellikler ve politik durumlar dâhilinde kendisini ele verir.

Kolektif dinamiklerin politik alana girmesi ise sözkonusu görünümlerin, özelliklerin ve durumların genel politika alanında faal hâle gelmesiyle mümkündür. Bu kolektif dinamikler, kendilerini sınıf, millet, kabile, etnisite, mezhep, dinî yönelimler içinde yeniden örgütlerler. Örgütlenmenin kendisi, ilgili politik saldırıya karşı politik bir cevap niteliğindedir. Tüm bu örgütlenme biçimlerinin temelde kapitalizm ve onun politikleşen yönleri bağlamında ele alınması gerekir. Köylülüğün, kabilenin, etnisitenin geçmiş üretim ilişkileri üzerinden ele alınması, kapitalizmin politikleşen yönlerini gözardı eder.

Bugün Afganistan’dan Kuzey Afrika’ya kadar çizilecek bir yay, dünyanın yeni politik zeminini verir: Ortadoğu. Bu coğrafyada faal olan politik örgütler, yukarıda özetlenen yönelimlerin etkisi altındadırlar. Avrupa’da bir dönem ilgilenilen Doğu’ya kalkınmacılık ve demokratizm düşmüştür. Avrupa belirlenimli sol politika, Doğu’da kalkınma ve demokrasi eksenli siyaset yürütmüştür. Bugün altmışların başında “barış içinde bir arada yaşama” politikasının ürünü olan “kapitalist olmayan yol” tezinin somut ve soyut mevzileri tarumar olmaktadır. Çünkü zaten barış içerisinde bir arada yaşanıp yürünecek bir kapitalist yol yoktur.

Türkiye’de 60’lı yıllardan itibaren gelişen sol siyaset, bu yaklaşım üzerinden yükselir. Mısır, Sudan, Libya, Suriye ve Irak’tan oluşan kervana eklenmeye çalışır. Bölgenin farklı bağlamda politikleşen doğasında yaşanan bu dönüşümlerin devrimle taçlandırılması ihtiyacı gündeme gelmiş, Türkiye Solu bu ihtiyacı karşılayamamıştır. İçinde bulunduğumuz dönemin politik niteliğini o günle karıştıranlar ise benzer ihtiyacın hâlâ gündemde olduğunu düşünmektedirler.

Bugün Avrasya coğrafyasını öne çıkartan çevreler, maoizm ve troçkizm geriliminde dururlar. Ancak bu gerilimi aşacak devrimci teorik ve pratik bir çalışma yapmazlar. Eski ezberler iş başındadır. Asya’nın Avrupalılaştığı kesişim noktası olan Türkiye’de bu gerilim, en somut biçimine kavuşur. Türkiye’de solculuk, onu Avrupalı görmek suretiyle ifa edilebilir. Kimse, Ortadoğulu Türkiye’de solculuk nasıl yapılır sorusunu sormaz. Buna ihtiyaç dahi duymaz.

Gerilimin somut zeminini AB ve ABD arasındaki politik mücadele belirler. Avrupa’dan kopamayanlar, buradan elde ettikleri dayanaklar üzerinden ABD işgaline karşı felsefî-ideolojik bir hat örmeye çalışmaktadırlar. Bu hattın diğer tarafındaki uçurum ise kaba bir doğuculuktur. Bu doğuculuk, NATO’nun ve Batı’nın ilerleyişiyle tanımlı ve uyumludur.

Bu tanımı ve uyumu bozacak, Marksizm ve devrim bağlamında tanımlı her türlü çalışma yasaklanmak zorundadır. Verili ve fiilî olana mevcut hâliyle biat edilip, ondan sosyalizm devşirilmeye çalışılır. İslâm’ın ne kadar materyalist, ilerici ve politik bir din olduğu iddia edilir. Türkçülüğün faşizan olmayan biçimleri keşfedilmeye çalışılır. İlgili temaslar, İslam’ın ve millîliğin muhtemel devrimci imkânlarını bugünde körleştirir.

Benzer sosyalizan vurgular, bugün özellikle II. Enternasyonal sosyalizmi ile kesişmektedir. Bu sosyalistlerin “Avrupa Birleşik Devletleri” projesi, Mussolini ve Hitler’de somutluk kazanmıştır. Proje içinde Türkiye’ye yer açmaya çalışanlar, liberal söylemlerle, bugün Hitler’in tanklarının yerini alan Kopenhag Kriterleri ve uyum yasalarının peşine düşmektedirler.

Marksist devrimcilik, Avrupa’dan kopmuştur. Bu kopuş, Marx’ın ve Lenin’in “Avrupa”sından kopmayı da gerektirir. Marx’ın ve Lenin’in teorik ve politik pratiği, farklı coğrafyalarda yeniden üretilmelidir.

AB ve ABD gerilimine paralel gelişen maoizm-troçkizm geriliminden kurtulmak gerekir. Bu gerilim, marksist devrimciliğin faaliyet alanını daraltmakta, onu ehven-i şeri seçmeye zorlamaktadır. Bu seçim, Ortadoğu coğrafyasının politikleşen doğasından uzak sonuçlar üretir; ya AB ya da ABD çizgisinde bir hatta oturtur.

AB’nin dayattığı demokrasi; ABD’nin zorladığı devlet modeli, reddedilmelidir. Bu ret, AB’nin önerdiği devleti desteklemeyi; ABD’nin sunduğu özgürlük ve demokrasiyi kabul etmek anlamına gelmez.

Buradaki kilit nokta, devlet ve demokrasiye karşı devrimi savunmaktır. Devrimi by-pass eden, onu ezen ve gizleyen tüm öneri ve yaklaşımlar, reddedilmelidir. Marksizmin somut varlık alanı burasıdır. Başka bir yerde biçimlendirilen marksizm, sadece figürandır.

(Perinçek’in son dönemde Fransa ve Almanya’yı da eklediği) Avrasya projesi, parçalanmalı, Ortadoğu’ya doğru daraltılmalıdır. Bu projenin kitleleri dışlayan, devlete odağa yerleştiren, Çin ve Şanghay Beşlisi’ne yaslanan yönleri törpülenmelidir. En genel planda Çin’le Rusya’nın, Avrupa’nın ve ABD’nin bir farkı yoktur. Teori bunu söyler, ama politikada Batı emperyalizmine karşı oluşturulan mevziler önemlidir. Mesele, “Ortadoğu Devrimi” değil, Ortadoğu’da devrimdir. Bu coğrafyada devrimin fiilî hattı oluşmaya başlamıştır. O hat boşlukta değil, önemli ölçüde o mevzilerde oluşur.

Politikleşen Ortadoğu, kendi devrim ihtiyacına ait işareti vermiştir. Bu hat, Filistin, Suriye, Irak ve İran’ı keser. Türkiye devrimcileri, kendi devriminin imkânlarını, bu hatla kurduğu teorik ve pratik ilişkinin üzerinden görebilirler.

Sol, elbette çeşitli ayak oyunları ve taktiklerle iktidara gelebilir. Ancak bu sola gereken cevap, Castro’nun Şili’de hükümet olan Allende’ye sorduğu soruda aranabilir: “Sen iktidar olduğunu mu zannediyorsun?”

Eren Balkır
2004

Dipnotlar:
[1] Derviş Okan, “José Carlos Mariátegui”, 17 Mayıs 2005, İştirakî.

[2] Nick Knight, “Marksizm ve Asya”, 2007, İştirakî.

0 Yorum: