Sempozyum, “birlikte içmek” anlamına gelen sympinein sözcüğünden türer. Eski
Grek’te aristokratların düzenlediği ziyafetlerde felsefe, politika ya da şiirle
ilgili belli bir konu hakkında yapılan tartışma toplantılarına verilen addır.
Elde şarap kadehleri, ilgili meseleler tartışılır bu sempozyumlarda.
2-3 Şubat’ta düzenlenen Manifesto’nun 160. yılında Marksizmin Güncelliği başlıklı
etkinliğin “sempozyum” olarak nitelendirilmesi bu yönüyle de yerindedir.
Sempozyum sürecince marksizmin kanı ve teri orta sınıf solcular tarafından
içilmiş, dinleyiciler kırmızı ya da beyaz şarabı tercih edenler olarak ikiye
ayrılmaya zorlanmıştır.
Kırmızı şarapçılar (kan) EZLN’ciler, M. Kayaoğlu (Teori
ve Politika), beyaz şarapçılar (ter) ise diğer isimlerle birlikte M.
Çulhaoğlu ve tüm işçicilerdir.
Marksizmin yüz elli yıldır döktüğü kan ve ter, bir kez daha, yeni bir orta
sınıf işretinde şarap muadili tüketilmiştir.
Eski bir inançtır: kan ruhun taşıyıcısıdır. Emeğin
kutsallığının belirlendiği günden beri bu taşıyıcılığın ter aracılığıyla
olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Orta sınıf solculuğu, sempozyumda oynadığı
yeni ortaoyununda sahneyi kendince bölmüş, bir taraf kanı, diğer taraf teri
savunur görünmüş, marksizmi bu maksatla iki yana çekiştirip durmuştur.
Tartışma, marksizmin ruhunun kanla mı, terle mi akıp bugüne geldiği ile
ilgilidir ve hiçbir zaman kan ve ter dökmemiş olanların bu vicdanî ve bilişsel
zaaflarına ortak arama çabalarının bir ürünüdür.
Orta sınıf siyasetinin genel derdi, meramı budur:
belli bir çelişkiye dışarıdan, tepeden bakmak, ihtiyaca göre çelişkinin bir
tarafını tercih etmek ve onun yanında olarak söz konusu çelişkinin kendisini
kesmesini, kendisine zarar vermesini önlemektir. Bu zararı en aza indirme
yönündeki pratik çabada doğal olarak işçiler ve mazlumlar da bu işe ortak
edilmek zorundadır.
Mesele, emek-sermaye ya da işçi sınıfı-burjuvazi
ise orta sınıf siyaseti aynı güzergâhtan dönemsel, sınıfsal ihtiyaçlarına göre
belli bir tercihte bulunacak, bir süre emek yanlısı görünecek, ama bir yandan
da sermayenin ideolojisini, aklını emek cephesinde işletmeyi sürdürecek, ona
akıl verecek, emeğin vicdanı olurken sermayenin aklını hâkim kılmaya çalışacak,
kendi terini işçinin terine katmayacaktır.
İşçicilik, en fazla, işçi sınıfının özünde bir
sömürme güdüsünün var olduğuna ve bunun açığa çıkartılması gerektiğine, bu
sömürünün de gene bir devlet formu kazanmasına bakar. Bu devlet formu, tabiî ki
işçi olmak istemeyenlerin fiilî iktidarı olacaktır. Sömürü, işçici siyaset
aracılığıyla işçi sınıfına mâl edilir. Yani pratikte, işçicilik maskesi
arkasında hareket eden sömürü ve gene burjuva ilişkilerdir.
İşçicinin aradığı, “başka” bir “burjuva”dır
(meselâ devlet). İşçici nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de bu
“başka”dır. Pratikte işçici, en fazla, sömürmek, patron gibi olmak isteyenleri,
en genel anlamıyla sorunlarını işçi olmakta bulup işçi olmak istemeyenleri
örgütler.
Mesele ezen-ezilen ise orta sınıf siyaseti, benzer
şekilde sınırlarına ilişkin dönemsel gelişmeler uyarınca belli bir tercih
yapacak, kendi sınırlarını aşması için ezilen yanlısı görünecek, kendisini
kurtarması için ezilenlerin faaliyetine destek verecek, ama hiçbir zaman onun
kanına kendi kanını katmayacaktır. Burada aşılması gereken sınır sınıfsal ise
sınıfların yok olması isteği de buna göre dillendirilecek, sınıflar sömürü
değil, zulüm üzerinden var kabul edilecek, bir süre sonra sınıf kavramının
teorik ve politik sınırlar çektiği görüldüğünde “sınıf mınıf yok!” denilerek bu
sınır da aşılacak, zulmün sömürüyle tarihsel ve toplumsal bağları kesilecek ve
ezilenlere dışarıdan akıl verilecektir. Burada işleyen de ezenlerin aklı,
ezilenlerin vicdanıdır.
Ezilencilik, son tahlilde, eni sonu ezilenin
doğallığında bir zulmetme güdüsü olduğuna herkesi inandırmaya gayret edecek ve
onu demokrasi oyununa ikna edecektir. Burada da içten içe faal olan zulüm ve
devletlû ilişkilerdir. Ezilencinin aradığı, “başka” bir “devlet”tir (meselâ
burjuva demokrasisi). Ezilenci nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de
bu “başka”dır. Ezilenci, en fazla, zulmetmek, ezen (örn.: devlet) gibi olmak
isteyenleri, en genel anlamıyla sorunlarını ezilen olmakta bulup ezilen (dinî,
ırkî, cinsî, millî ve sınıfî) yanlarından kurtulmaya niyetlenenleri örgütler.
Teoride işçi ile mazlumun, sömürü ile zulmün
ayrıştırılması, pratikte de bunların karşı karşıya getirilmesi sonucunda ne
burjuvazide ne de devlette yaşanan gelişmeler anlaşılabilir. Bunun sonucunda
işçilerin kendilerine zulmeden devleti, mazlumların kendilerini sömüren
burjuvayı tanıması imkânsız hâle gelir. Orta sınıf solculuğunun güdümündeki
siyasetin ayrı kompartımanlara yerleştirdiği iki dinamik, ihtiyaca göre,
tarihsel ya da toplumsal bağlarından kopartılır. İçteki gizli devletçilik ve
burjuvacılık, yaşanan maddî dönüşüm momentlerinden kaçırılır ve bu
dönüşümlerden münezzeh bir yere taşınır. Bu da işçilerin ve mazlumların
birlikte ve ayrı ayrı olarak somut sonuçlar üretmesine izin vermez. Devlet ve
burjuvazi, işçiciler ve ezilenciler sayesinde ortalıkta cirit atacak alanlar
bulmayı sürdürür. Sol, orta sınıfçılıkta karşılığını bulan bu iç gerilimi ile
uğraşırken, devlete ve burjuvaziye karşı verilen mücadele de kesintiye uğrar.
Bu ayrıştırma işlemi, ezilencilik üzerinden sınıfsal hareketin içinde “parti”
olarak ortaya çıkacak hiyerarşinin oluşmasına, aynı şekilde, işçicilik
üzerinden sınıfın diğer mazlumlarla ortaklaşmasına, yan yana gelmesine izin
vermez. Örneğin işçiciler, bir sendikada sınıfı ezen ilişkilerin başat hâle gelmesine
ses çıkarmazlar, bir ezilenci de örneğin Kürt meselesinde oluşan sınıfsal
ayrışmayı ve bu bağlamda biçimlenen politik hiyerarşiyi tanımaz.
İşçi sınıfı, marksizm açısından ezilenler
başlığının bir alt unsuru değildir. Aynı şekilde mazlumlar da tek başına
doğrudan sömürünün, sınıfın alt bileşeni olarak görülemez. “Toplumsal-tarihsel
seyir içinde ezilenler hiyerarşize olmuş, dikine bir kol çıkarmış ve bunun adı
da işçi sınıfı olmuş” denemez. Marksizm açısından sömürü zulme, zulüm sömürüye
bire bir indirgenemez. Öncelikler, önce-sonra olan arasında yapılan tercihler
burada belirleyici olamaz. “Sömürü önce, zulüm sonra” deyip her şeyi sömürüye
indirgemek ne kadar hatalıysa, “zulüm önce sömürü sonra” deyip her şeyi zulme
göre tanımlamak da hatalıdır. Bu hata, orta sınıfların zorunlu tercihleriyle
alâkalıdır. Zulümden kurtulmak isteyen, sömürmek istiyor olabilir, aynı şekilde
sömürüden kurtulmak isteyenler zâlimler olabilir. Mesele, eşitlenerek
özgürleşmek isteyenlerle, özgürleşerek eşitlenmek isteyenler arasında tercih
yapmak değildir. Tercih, bedeniyle kendisini yerde oluşturanlarla, kafasıyla
kendisini gökte oluşturanlar arasındadır. Asıl mesele, yerle gök arasında
devrim yapmak, sosyalizmi kurmak ve komünizme kapı aralamaktır.
Marksizm, Fransız Devrimciliğinin eşitlik-özgürlük
kurgusunu bozan değil, onun bozulduğu dönemin teorik ve pratik devrimciliğidir.
O, materyalist teorik yaklaşımıyla sömürü ve zulmün maddî, nesnel dinamiklerini
ve sebeplerini çözümler. Hem devlete hem demokrasiye eşit mesafede olmayı
öğütleyen Marx’ın siyaseti ortada olmak, orta yolculuk yapmak, orta sınıflara
seslenmek gibi sonuçlar vermişse de bu, Marx’ın marksizminin ihtiyaca göre
saklanılacak bir sığınak ya da sırtını yaslayacak bir duvar olarak
görülmesinden kaynaklanır. Bu anlamda Marx, kendi ifadesiyle de, marksist
değildir.
Sömürü ve zulüm, tek başına mutlak başlangıç
noktaları olarak ele alınamaz. Teorik açıdan böylesi bir başlangıç noktası
belirlemenin anlamı yoktur. İkisinin birleştikleri ve ayrıştıkları yerler
belirlenebilir sadece. Örneğin Manifesto,
işçi sınıfını bu bileşkenin en temel unsuru olarak selâmlar, ama bu dâima 1848
gerçeğinin bir biçimde süreceği anlamına gelmez. Yani işçi sınıfı, mazlumlar
ordusunun her dâim generali olmaz, aynı şekilde mazlumların her yerde sömürüyü
muhatap alması beklenemez.
“[…]
Ancak bugün söz konusu (sınıflar) mücadele(si)nin, sömürülen ve zulmedilen
sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda tüm toplumu sömürü, zulüm ve sınıf
mücadelelerinden sonsuza dek kurtarmadan kendisini sömüren ve kendisine
zulmeden sınıftan (burjuvaziden) kurtulamayacağı bir aşamaya gelmiş olduğu
fikri -bu temel fikir özellikle ve sadece Marx’a âittir.” [Komünist Manifesto, 1883 Almanca Baskıya Önsöz, s.88]
Engels’in bahsini ettiği işçi sınıfı özelinde
sömürü ve zulme karşı mücadelenin kesişmesi mutlak değildir. Ama genelde
idealize edilen budur. Tartışma da bu yöndedir. “Ben, her zaman özgürlük adına
eşitliğe karşı mücadele ettim.” diyen Karl Popper’dan feyz alan Kayaoğlu ile
başörtüsü mevzuu ile ilgili olarak “komünistler her özgürlüğü desteklemez.”
diyen partinin teorisyeni olan Çulhaoğlu, tartışmanın orta sınıf solculuğundaki
karşılıklarıdır.
Marx’ın 1860 tarihli Karl Vogt’a yazdığı
mektubunda Manifesto’nun yazım
sürecine ilişkin şu değerlendirmesi, sempozyumda toplumsal devrim-politik devrim ayrımında ikincisini tercih eden ve
ona gökte kurduğu teorisine tâbi olmayı emreden M. Kayaoğlu’nun metafizik âleme
fırlatıp attığı politik devrim’ciliğine ithaftır:
“Görevimizin
herhangi bir ütopyacı bir sistemi gerçekleştirmek olmayıp, gözlerimizin önünde
yer almakta olan toplumsal devrimin tarihsel sürecine bilinçli olarak katılmak
olduğunu, herkes tarafından anlaşılabilecek bir biçimde açıkladık.”
[Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol
Yay., Kasım 1993, s. 182.]
Politik iktidarı için mazlumları bir araç olarak
gören ezilenciler ile toplumsal hâkimiyeti için işçi sınıfını araç olarak gören
işçicilerin kapışması basit bir alan mücadelesidir esasında. Toplumsal devrim-politik devrim ayrımını
kendi öznel şahsında sonsuza uzatanlar, politik iktidarın toplumsal devrimin
tarihsel süreci içinde bilinçli olarak oluşmasına engel (ezilencilik); politik
devrimin toplumsal değişime tâbi kılınmasına (işçicilik) neden olurlar.
Buradaki kapışma, eşitlikle özgürlüğün, sömürü ile zulmün, tarih ile toplumun,
devletle demokrasinin kapışmasıdır.
Bir diğer ithaf da Manifesto’daki “devlet zoru” ifadesinin yanlış çevrildiği tespiti
üzerinden işçi sınıfının bugünkü devleti savunması için gerekli teorik
rasyonaliteyi üretmeye çalışan, bunu yaparken toplumsal devrimi idealize etmek
adına politik devrimi mas eden Metin Çulhaoğlu’ya:
“Bununla
birlikte, ona [Manifesto’ya]
Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli
ütopyacı sistemlerin yandaşları: her ikisi de şimdiden salt mezhep durumuna
düşmüş, giderek ölmekte olan İngiltere’de ovıncılar, Fransa’da furiyeciler; öte
yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiçbir tehlikeye sokmaksızın,
her türlü toplumsal bozukluğu düzeltmeyi taslayan çok çeşitli toplumsal
şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için
daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının
hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir
toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölümü o sıra kendisine
komünist diyordu.” [Komünist Manifesto,
s. 92.]
Zulüm sınırlarla, sömürü sınıflarla ilişkilidir.
Mazlumların derdi sınırlar, sömürülenin derdi sınıflardır. Her ikisinin yekpare
birer bütün olarak mücadeleye dâhil olması mümkün değildir. Sınırlara yüklenen
sınırsız-ortak mazlumlar sınıfsallaşarak sınırlarını; sınıflara yüklenen
sınıfsız-ortak sömürülenler mazlumlaşarak sınıfsallıklarını görürler.
Ezilenciler zâlimin sınırlarını tanırlar, ancak bu
sınırlarda örtük olan sınıflar mücadelesini ve zâlimlerin sahip olduğu sınıfsal
niteliği ciddîye almazlar. İşçiciler, burjuvazinin sınıfsallığını görürler,
ancak sınıflar içinde işleyen zâlim-mazlum çatışmasını ve burjuvazinin
zâlimliğini ciddîye almazlar. İşçinin mazlum (maoizm), mazlumun işçi (troçkizm)
statüsünde değerlendirilmesi, orta sınıfların marksizminin iç gerilimidir.
* * *
İşçicilik > Ezilencilik
Ter > Kan
Sömürü > Zulüm
Eşitlik > Özgürlük
Ahlâk > Hukuk
İç Hukuk > Dış Ahlâk
Sınıf(sızlık) >
Sınır(sızlık)
Yer > Gök
Tarihsel > Toplumsal
Toplum > Tarih
Emek > Sermaye
Üretim > Tüketim
Mülkiyet > Rekâbet
Avrupa > ABD
Devlet > Demokrasi
Meta > Para
[Bu tablo, ezilencilik ile işçiciliğin önem
verdiği, ideolojik, pratik sözcülüğünü yaptığı, teorik olarak ağırlık vermek
zorunda kaldığı ve marksizmi kendi meşrebi ve mezhebi ölçüsünde böldüğü
kavramların listesini vermektedir.]
Marksizmin bilimsel teorik faaliyeti,
zorunlulukları tespit etmekle ilgilidir. Zorunluluklar tümüyle maddîdirler ve
bu anlamda bilincin, aklın dışındadırlar. Bu zorunluluklar, o aklın ve bilincin
sınırları dâhilinde insanî, öznel bir dile tercüme edilir ve ihtiyaç hâlini
alırlar. Zorunluluklardır ihtiyaçları belirleyen. Bu ihtiyaçlar bir
yanılsamayla birlikte gelirler. Öznenin özgürce seçim yapma imkânlarını içinde
barındırdığı varsayılır. Bu tercümede zorunluluğun zorunluluk olarak bilince
çıkamamasının sebebi, öznenin fiilî, maddî direncidir. Özne, kendi muhafazası
adına yedek boş bir oda açar zorunluluğun yanında ve oraya sığınır. Robin
Hood’un zorunlu olarak sığındığı Sherwood Ormanı bir ihtiyaç olarak görünür ki
Robin kendi öznel faaliyetine alan açabilsin. Zorunluluk, halk tâbiriyle
“kader”, her şeyi örtmüşse kıpırdayacak yer de yoktur. İhtiyaç olarak
belirlendikten sonra Robin, tercihen bir gün ormanda, bir gün şehirde
olabileceği yanılsamasına kolaylıkla sarılacaktır. Oysa bilimsel olarak
zorunluluklar işler hayatta. Orta sınıfın ihtiyaç ve tercih olarak kendi diline
tercüme ettiği zorunluluk bir süre hükmedilmiş, kontrol altında bir oyun
unsuruymuş gibi görünür, ta ki kendi hakîkîliğini akla dayatana dek.
Orta sınıflar, kendilerine âit dinamik, kimi zaman
bir o kadar durağan sınıf bilinciyle hareket ederler. Çelişkiyi masaya yatırıp
ona üstten bakmalarının, kendi ihtiyaçlarına göre belli bir tercihte
bulunmalarının gerekçesi budur. Maddî, sınıfsal zorunluluklarla orta sınıflar,
aşağı ve yukarı doğru sürekli salınırlar. Bu salınımdan kurtulmanın en kolay
yolu, bu hareketi belli bir noktaya sabitlemek ya da hareketin kendisini
rutinleştirmektir. Her iki yöntem de fiilî gerilimleri, çelişkileri ve
çatışmaları asgarî düzeyde etkisiz kılmak (zulüm) ya da onları istismâr etmek (sömürü)
amaçlıdır. Bir marksistin ise tüm gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara
yönelik yaklaşımı teorik açıdan nesnel olmalıdır.
Orta sınıf solculuğu, işçi yanlısı ya da mazlum
yanlısı olabilir. Ama sadece yanındadırlar bu dinamiklerin. İçlerine girmezler,
orada yanmazlar, onları kimi zaman istismâr (sömürü) ederler, kimi zaman da
bastırırlar (zulüm). Sobayı ya da maşayı sevmek gibidir bu. Ateşin içine
girmektense yanmamak için sobayı sevmek, ondan yana olmak daha hayırlıdır her
zaman.
Çelişkinin bir tarafı olmakla orta sınıf solculuğu
çelişkiden münezzeh ve azade kılar kendisini. Böylelikle kaçacak odalar açar.
Düelloda ortada durarak ayakta kalanın kucağına koşacak ânı kollar dâima.
Çelişkinin tek taraflı olarak kilitlenmesi, yani
salt emek ya da mazlum yanlısı olmakla çelişkinin kendisini kesmemesini sağlar.
Emek-sermaye ya da ezen-ezilen çelişkisinde orta sınıf solculuğunun tarafgir
yaklaşımı hiçbir meseleyi hâlletmez. Çelişkinin taraflarını çelişkinin bizzat
maddî gerçekliğinden kaçırarak tarafların bu çelişkiden öğrenmesini, onun
seyrine göre mevzîlenmesini ve politik bir hat çekmesini engeller. Esasta
çelişkinin her iki tarafına basan bu tip solculuk, birisinin vicdanı, birisinin
aklı olmak dışında bir şey yapmaz. Bir ayağı vicdana, diğer ayağı akla basar ve
bu sayede ikisi arasındaki gerilimden de kendince kurtulmuş olur.
Bu kaçışın politik sonucu şudur: ezilenci ve
işçici politika, devlet ve burjuvazi arasındaki durumsal sürtüşmelerde bir
taraf olur, meta-para, buna bağlı olarak mülkiyet-rekâbet meselesinde bir
tarafa koşulsuz hizmet eder. Kendi varlığını nereden bulduğunu hiç sorgulamayan
bu iki anlayış, ya burjuvazinin sağı ya da devletin solu olur ve burjuvazinin
soluyla devletin sağına küfür etmekle ömrünü geçirir.
Mazlumlar ve işçiler, ilgili çelişkilerden azade
ve münezzeh değildirler. Onlar da yaralanırlar, terbiye edilirler, disipline
olurlar, dağılırlar, toplaşırlar, hiyerarşize olurlar, eşitlenirler ya da
bağımsızlaşırlar. Ama orta sınıf solculuğu, bu dinamizmi kendi sınıfsal
ihtiyaçlarına göre asgarîye indirir, kendisine sabitler ve ihtiyacına göre
etkisizleştirerek kendi bekâsı adına sözkonusu dinamizmden kaçar.
Sempozyumda beyaz ya da kırmızı şarap tercihlerini
teorize etmek için çabalayanlar, ortak bir kaderi paylaşırlar. EZLN’ciler
karpuz misali, “kan akmazsa para yok”, işçiciler “ter olmazsa meta yok”
biçiminde özetlenebilecek yaklaşımlarını kendi reyonlarında takdim etmişlerdir.
Tartışma daha çok dükkâncılar ile market sahipleri arasındaki mahalle kavgası
biçiminde yaşanmıştır.
Ezen-ezilen arasındaki çatışmada ezilen
ezilencinin gözünde yekpare, bütünsel ve sınır’sızdır. Yanılsama şuradadır: saf
tuttuğunuz, yanında olduğunuz ezilen su sızdırmaz birey-özne gibidir. Buradaki
birey-özne, orta sınıf solculuğunun ideolojik tasarımıdır. Son tahlilde
ezilenci, kendi bütünlüğünü ezilenlerde bulur. Kendisine âit tam bireylik orada
vücudlanır. Ezilenler, ezilenciler için aklın tüm yaralarının merhemidir. Kendi
sınır’sızlığı, özgürlüğü için ezilenler sınırsız olmalıdır. Sınıf, sınır
oluşturacağından silinmeli ya da ezilenlerin sıradan bir bileşeni olmaya
indirgenmelidir. Kayaoğlu’nun eski bir yazısında belirttiği üzere, “proletarya
diktatörlüğü de 1871 devriminin marksizme kattığı önemsiz bir hatadır”
esasında.
İşçi sınıfı-burjuvazi arasındaki kavga için de
benzer bir sorun vardır. İşçici için yanında olduğu güç olarak işçi sınıfı
yekpare, bütünsel ve sınıf’sızdır. Kendi bireyliğinin ideolojik tasarımı bir
işçi’de resmedilir. Bu, işçi olmayan bir işçidir. Sınıf’sızdır. Burjuvanın
felsefî “birey” kurgusu orta sınıf solculuğunda işçi’de ete kemiğe bürünür.
Zaten Çulhaoğlu’nun iki sene önce dillendirdiği üzere, “üretim süreci içindeki
ayrıksı konumu bir yana, işçi sınıfı şu anda ideolojik ve kültürel açıdan büyük
ölçüde orta sınıflaşmıştır.” İşçici için “işçi”, sadece eksik ruhunun
tamamlanmış hâli ve tüm vicdanî yaralarının merhemidir.
Özde her ezilenci
sömürüyü, her işçici zulmü gizler ve onlara hizmet eder. Her iki anlayışa karşı
verilecek mücadele, sömürü ve zulme karşı mücadeleye içseldir. Sınırsız ve
sınıfsız bir dünya için bu mücadele zorunludur.
Eren Balkır
3 Eylül 2008
0 Yorum:
Yorum Gönder