03 Eylül 2008

,

Marksizmin Kanı ve Teri


Bir Kavuklu-Pişekâr Atışmasının Eleştirisi
Sempozyum, “birlikte içmek” anlamına gelen sympinein sözcüğünden türer. Eski Grek’te aristokratların düzenlediği ziyafetlerde felsefe, politika ya da şiirle ilgili belli bir konu hakkında yapılan tartışma toplantılarına verilen addır. Elde şarap kadehleri, ilgili meseleler tartışılır bu sempozyumlarda.
2-3 Şubat’ta düzenlenen Manifesto’nun 160. yılında Marksizmin Güncelliği başlıklı etkinliğin “sempozyum” olarak nitelendirilmesi bu yönüyle de yerindedir. Sempozyum sürecince marksizmin kanı ve teri orta sınıf solcular tarafından içilmiş, dinleyiciler kırmızı ya da beyaz şarabı tercih edenler olarak ikiye ayrılmaya zorlanmıştır.
Kırmızı şarapçılar (kan) EZLN’ciler, M. Kayaoğlu (Teori ve Politika), beyaz şarapçılar (ter) ise diğer isimlerle birlikte M. Çulhaoğlu ve tüm işçicilerdir. Marksizmin yüz elli yıldır döktüğü kan ve ter, bir kez daha, yeni bir orta sınıf işretinde şarap muadili tüketilmiştir.
Eski bir inançtır: kan ruhun taşıyıcısıdır. Emeğin kutsallığının belirlendiği günden beri bu taşıyıcılığın ter aracılığıyla olduğuna inanılmaya başlanmıştır. Orta sınıf solculuğu, sempozyumda oynadığı yeni ortaoyununda sahneyi kendince bölmüş, bir taraf kanı, diğer taraf teri savunur görünmüş, marksizmi bu maksatla iki yana çekiştirip durmuştur. Tartışma, marksizmin ruhunun kanla mı, terle mi akıp bugüne geldiği ile ilgilidir ve hiçbir zaman kan ve ter dökmemiş olanların bu vicdanî ve bilişsel zaaflarına ortak arama çabalarının bir ürünüdür.
Orta sınıf siyasetinin genel derdi, meramı budur: belli bir çelişkiye dışarıdan, tepeden bakmak, ihtiyaca göre çelişkinin bir tarafını tercih etmek ve onun yanında olarak söz konusu çelişkinin kendisini kesmesini, kendisine zarar vermesini önlemektir. Bu zararı en aza indirme yönündeki pratik çabada doğal olarak işçiler ve mazlumlar da bu işe ortak edilmek zorundadır.
Mesele, emek-sermaye ya da işçi sınıfı-burjuvazi ise orta sınıf siyaseti aynı güzergâhtan dönemsel, sınıfsal ihtiyaçlarına göre belli bir tercihte bulunacak, bir süre emek yanlısı görünecek, ama bir yandan da sermayenin ideolojisini, aklını emek cephesinde işletmeyi sürdürecek, ona akıl verecek, emeğin vicdanı olurken sermayenin aklını hâkim kılmaya çalışacak, kendi terini işçinin terine katmayacaktır.
İşçicilik, en fazla, işçi sınıfının özünde bir sömürme güdüsünün var olduğuna ve bunun açığa çıkartılması gerektiğine, bu sömürünün de gene bir devlet formu kazanmasına bakar. Bu devlet formu, tabiî ki işçi olmak istemeyenlerin fiilî iktidarı olacaktır. Sömürü, işçici siyaset aracılığıyla işçi sınıfına mâl edilir. Yani pratikte, işçicilik maskesi arkasında hareket eden sömürü ve gene burjuva ilişkilerdir.
İşçicinin aradığı, “başka” bir “burjuva”dır (meselâ devlet). İşçici nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de bu “başka”dır. Pratikte işçici, en fazla, sömürmek, patron gibi olmak isteyenleri, en genel anlamıyla sorunlarını işçi olmakta bulup işçi olmak istemeyenleri örgütler.
Mesele ezen-ezilen ise orta sınıf siyaseti, benzer şekilde sınırlarına ilişkin dönemsel gelişmeler uyarınca belli bir tercih yapacak, kendi sınırlarını aşması için ezilen yanlısı görünecek, kendisini kurtarması için ezilenlerin faaliyetine destek verecek, ama hiçbir zaman onun kanına kendi kanını katmayacaktır. Burada aşılması gereken sınır sınıfsal ise sınıfların yok olması isteği de buna göre dillendirilecek, sınıflar sömürü değil, zulüm üzerinden var kabul edilecek, bir süre sonra sınıf kavramının teorik ve politik sınırlar çektiği görüldüğünde “sınıf mınıf yok!” denilerek bu sınır da aşılacak, zulmün sömürüyle tarihsel ve toplumsal bağları kesilecek ve ezilenlere dışarıdan akıl verilecektir. Burada işleyen de ezenlerin aklı, ezilenlerin vicdanıdır.
Ezilencilik, son tahlilde, eni sonu ezilenin doğallığında bir zulmetme güdüsü olduğuna herkesi inandırmaya gayret edecek ve onu demokrasi oyununa ikna edecektir. Burada da içten içe faal olan zulüm ve devletlû ilişkilerdir. Ezilencinin aradığı, “başka” bir “devlet”tir (meselâ burjuva demokrasisi). Ezilenci nezdinde, onun temsiliyetinde mücadele eden de bu “başka”dır. Ezilenci, en fazla, zulmetmek, ezen (örn.: devlet) gibi olmak isteyenleri, en genel anlamıyla sorunlarını ezilen olmakta bulup ezilen (dinî, ırkî, cinsî, millî ve sınıfî) yanlarından kurtulmaya niyetlenenleri örgütler.
Teoride işçi ile mazlumun, sömürü ile zulmün ayrıştırılması, pratikte de bunların karşı karşıya getirilmesi sonucunda ne burjuvazide ne de devlette yaşanan gelişmeler anlaşılabilir. Bunun sonucunda işçilerin kendilerine zulmeden devleti, mazlumların kendilerini sömüren burjuvayı tanıması imkânsız hâle gelir. Orta sınıf solculuğunun güdümündeki siyasetin ayrı kompartımanlara yerleştirdiği iki dinamik, ihtiyaca göre, tarihsel ya da toplumsal bağlarından kopartılır. İçteki gizli devletçilik ve burjuvacılık, yaşanan maddî dönüşüm momentlerinden kaçırılır ve bu dönüşümlerden münezzeh bir yere taşınır. Bu da işçilerin ve mazlumların birlikte ve ayrı ayrı olarak somut sonuçlar üretmesine izin vermez. Devlet ve burjuvazi, işçiciler ve ezilenciler sayesinde ortalıkta cirit atacak alanlar bulmayı sürdürür. Sol, orta sınıfçılıkta karşılığını bulan bu iç gerilimi ile uğraşırken, devlete ve burjuvaziye karşı verilen mücadele de kesintiye uğrar. Bu ayrıştırma işlemi, ezilencilik üzerinden sınıfsal hareketin içinde “parti” olarak ortaya çıkacak hiyerarşinin oluşmasına, aynı şekilde, işçicilik üzerinden sınıfın diğer mazlumlarla ortaklaşmasına, yan yana gelmesine izin vermez. Örneğin işçiciler, bir sendikada sınıfı ezen ilişkilerin başat hâle gelmesine ses çıkarmazlar, bir ezilenci de örneğin Kürt meselesinde oluşan sınıfsal ayrışmayı ve bu bağlamda biçimlenen politik hiyerarşiyi tanımaz.
İşçi sınıfı, marksizm açısından ezilenler başlığının bir alt unsuru değildir. Aynı şekilde mazlumlar da tek başına doğrudan sömürünün, sınıfın alt bileşeni olarak görülemez. “Toplumsal-tarihsel seyir içinde ezilenler hiyerarşize olmuş, dikine bir kol çıkarmış ve bunun adı da işçi sınıfı olmuş” denemez. Marksizm açısından sömürü zulme, zulüm sömürüye bire bir indirgenemez. Öncelikler, önce-sonra olan arasında yapılan tercihler burada belirleyici olamaz. “Sömürü önce, zulüm sonra” deyip her şeyi sömürüye indirgemek ne kadar hatalıysa, “zulüm önce sömürü sonra” deyip her şeyi zulme göre tanımlamak da hatalıdır. Bu hata, orta sınıfların zorunlu tercihleriyle alâkalıdır. Zulümden kurtulmak isteyen, sömürmek istiyor olabilir, aynı şekilde sömürüden kurtulmak isteyenler zâlimler olabilir. Mesele, eşitlenerek özgürleşmek isteyenlerle, özgürleşerek eşitlenmek isteyenler arasında tercih yapmak değildir. Tercih, bedeniyle kendisini yerde oluşturanlarla, kafasıyla kendisini gökte oluşturanlar arasındadır. Asıl mesele, yerle gök arasında devrim yapmak, sosyalizmi kurmak ve komünizme kapı aralamaktır.
Marksizm, Fransız Devrimciliğinin eşitlik-özgürlük kurgusunu bozan değil, onun bozulduğu dönemin teorik ve pratik devrimciliğidir. O, materyalist teorik yaklaşımıyla sömürü ve zulmün maddî, nesnel dinamiklerini ve sebeplerini çözümler. Hem devlete hem demokrasiye eşit mesafede olmayı öğütleyen Marx’ın siyaseti ortada olmak, orta yolculuk yapmak, orta sınıflara seslenmek gibi sonuçlar vermişse de bu, Marx’ın marksizminin ihtiyaca göre saklanılacak bir sığınak ya da sırtını yaslayacak bir duvar olarak görülmesinden kaynaklanır. Bu anlamda Marx, kendi ifadesiyle de, marksist değildir.
Sömürü ve zulüm, tek başına mutlak başlangıç noktaları olarak ele alınamaz. Teorik açıdan böylesi bir başlangıç noktası belirlemenin anlamı yoktur. İkisinin birleştikleri ve ayrıştıkları yerler belirlenebilir sadece. Örneğin Manifesto, işçi sınıfını bu bileşkenin en temel unsuru olarak selâmlar, ama bu dâima 1848 gerçeğinin bir biçimde süreceği anlamına gelmez. Yani işçi sınıfı, mazlumlar ordusunun her dâim generali olmaz, aynı şekilde mazlumların her yerde sömürüyü muhatap alması beklenemez.
“[…] Ancak bugün söz konusu (sınıflar) mücadele(si)nin, sömürülen ve zulmedilen sınıfın (proletaryanın), aynı zamanda tüm toplumu sömürü, zulüm ve sınıf mücadelelerinden sonsuza dek kurtarmadan kendisini sömüren ve kendisine zulmeden sınıftan (burjuvaziden) kurtulamayacağı bir aşamaya gelmiş olduğu fikri -bu temel fikir özellikle ve sadece Marx’a âittir.” [Komünist Manifesto, 1883 Almanca Baskıya Önsöz, s.88]
Engels’in bahsini ettiği işçi sınıfı özelinde sömürü ve zulme karşı mücadelenin kesişmesi mutlak değildir. Ama genelde idealize edilen budur. Tartışma da bu yöndedir. “Ben, her zaman özgürlük adına eşitliğe karşı mücadele ettim.” diyen Karl Popper’dan feyz alan Kayaoğlu ile başörtüsü mevzuu ile ilgili olarak “komünistler her özgürlüğü desteklemez.” diyen partinin teorisyeni olan Çulhaoğlu, tartışmanın orta sınıf solculuğundaki karşılıklarıdır.
Marx’ın 1860 tarihli Karl Vogt’a yazdığı mektubunda Manifesto’nun yazım sürecine ilişkin şu değerlendirmesi, sempozyumda toplumsal devrim-politik devrim ayrımında ikincisini tercih eden ve ona gökte kurduğu teorisine tâbi olmayı emreden M. Kayaoğlu’nun metafizik âleme fırlatıp attığı politik devrim’ciliğine ithaftır:
“Görevimizin herhangi bir ütopyacı bir sistemi gerçekleştirmek olmayıp, gözlerimizin önünde yer almakta olan toplumsal devrimin tarihsel sürecine bilinçli olarak katılmak olduğunu, herkes tarafından anlaşılabilecek bir biçimde açıkladık.” [Marx-Engels, Komünist Manifesto, Sol Yay., Kasım 1993, s. 182.]
Politik iktidarı için mazlumları bir araç olarak gören ezilenciler ile toplumsal hâkimiyeti için işçi sınıfını araç olarak gören işçicilerin kapışması basit bir alan mücadelesidir esasında. Toplumsal devrim-politik devrim ayrımını kendi öznel şahsında sonsuza uzatanlar, politik iktidarın toplumsal devrimin tarihsel süreci içinde bilinçli olarak oluşmasına engel (ezilencilik); politik devrimin toplumsal değişime tâbi kılınmasına (işçicilik) neden olurlar. Buradaki kapışma, eşitlikle özgürlüğün, sömürü ile zulmün, tarih ile toplumun, devletle demokrasinin kapışmasıdır.
Bir diğer ithaf da Manifesto’daki “devlet zoru” ifadesinin yanlış çevrildiği tespiti üzerinden işçi sınıfının bugünkü devleti savunması için gerekli teorik rasyonaliteyi üretmeye çalışan, bunu yaparken toplumsal devrimi idealize etmek adına politik devrimi mas eden Metin Çulhaoğlu’ya:
“Bununla birlikte, ona [Manifesto’ya] Sosyalist Manifesto diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları: her ikisi de şimdiden salt mezhep durumuna düşmüş, giderek ölmekte olan İngiltere’de ovıncılar, Fransa’da furiyeciler; öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiçbir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzeltmeyi taslayan çok çeşitli toplumsal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölümü o sıra kendisine komünist diyordu.” [Komünist Manifesto, s. 92.]
Zulüm sınırlarla, sömürü sınıflarla ilişkilidir. Mazlumların derdi sınırlar, sömürülenin derdi sınıflardır. Her ikisinin yekpare birer bütün olarak mücadeleye dâhil olması mümkün değildir. Sınırlara yüklenen sınırsız-ortak mazlumlar sınıfsallaşarak sınırlarını; sınıflara yüklenen sınıfsız-ortak sömürülenler mazlumlaşarak sınıfsallıklarını görürler.
Ezilenciler zâlimin sınırlarını tanırlar, ancak bu sınırlarda örtük olan sınıflar mücadelesini ve zâlimlerin sahip olduğu sınıfsal niteliği ciddîye almazlar. İşçiciler, burjuvazinin sınıfsallığını görürler, ancak sınıflar içinde işleyen zâlim-mazlum çatışmasını ve burjuvazinin zâlimliğini ciddîye almazlar. İşçinin mazlum (maoizm), mazlumun işçi (troçkizm) statüsünde değerlendirilmesi, orta sınıfların marksizminin iç gerilimidir.
* * *
İşçicilik > Ezilencilik
Ter > Kan
Sömürü > Zulüm
Eşitlik > Özgürlük
Ahlâk > Hukuk
İç Hukuk > Dış Ahlâk
Sınıf(sızlık) > Sınır(sızlık)
Yer > Gök
Tarihsel > Toplumsal
Toplum > Tarih
Emek > Sermaye
Üretim > Tüketim
Mülkiyet > Rekâbet
Avrupa > ABD
Devlet > Demokrasi
Meta > Para
[Bu tablo, ezilencilik ile işçiciliğin önem verdiği, ideolojik, pratik sözcülüğünü yaptığı, teorik olarak ağırlık vermek zorunda kaldığı ve marksizmi kendi meşrebi ve mezhebi ölçüsünde böldüğü kavramların listesini vermektedir.]
Marksizmin bilimsel teorik faaliyeti, zorunlulukları tespit etmekle ilgilidir. Zorunluluklar tümüyle maddîdirler ve bu anlamda bilincin, aklın dışındadırlar. Bu zorunluluklar, o aklın ve bilincin sınırları dâhilinde insanî, öznel bir dile tercüme edilir ve ihtiyaç hâlini alırlar. Zorunluluklardır ihtiyaçları belirleyen. Bu ihtiyaçlar bir yanılsamayla birlikte gelirler. Öznenin özgürce seçim yapma imkânlarını içinde barındırdığı varsayılır. Bu tercümede zorunluluğun zorunluluk olarak bilince çıkamamasının sebebi, öznenin fiilî, maddî direncidir. Özne, kendi muhafazası adına yedek boş bir oda açar zorunluluğun yanında ve oraya sığınır. Robin Hood’un zorunlu olarak sığındığı Sherwood Ormanı bir ihtiyaç olarak görünür ki Robin kendi öznel faaliyetine alan açabilsin. Zorunluluk, halk tâbiriyle “kader”, her şeyi örtmüşse kıpırdayacak yer de yoktur. İhtiyaç olarak belirlendikten sonra Robin, tercihen bir gün ormanda, bir gün şehirde olabileceği yanılsamasına kolaylıkla sarılacaktır. Oysa bilimsel olarak zorunluluklar işler hayatta. Orta sınıfın ihtiyaç ve tercih olarak kendi diline tercüme ettiği zorunluluk bir süre hükmedilmiş, kontrol altında bir oyun unsuruymuş gibi görünür, ta ki kendi hakîkîliğini akla dayatana dek.
Orta sınıflar, kendilerine âit dinamik, kimi zaman bir o kadar durağan sınıf bilinciyle hareket ederler. Çelişkiyi masaya yatırıp ona üstten bakmalarının, kendi ihtiyaçlarına göre belli bir tercihte bulunmalarının gerekçesi budur. Maddî, sınıfsal zorunluluklarla orta sınıflar, aşağı ve yukarı doğru sürekli salınırlar. Bu salınımdan kurtulmanın en kolay yolu, bu hareketi belli bir noktaya sabitlemek ya da hareketin kendisini rutinleştirmektir. Her iki yöntem de fiilî gerilimleri, çelişkileri ve çatışmaları asgarî düzeyde etkisiz kılmak (zulüm) ya da onları istismâr etmek (sömürü) amaçlıdır. Bir marksistin ise tüm gerilimlere, çelişkilere ve çatışmalara yönelik yaklaşımı teorik açıdan nesnel olmalıdır.
Orta sınıf solculuğu, işçi yanlısı ya da mazlum yanlısı olabilir. Ama sadece yanındadırlar bu dinamiklerin. İçlerine girmezler, orada yanmazlar, onları kimi zaman istismâr (sömürü) ederler, kimi zaman da bastırırlar (zulüm). Sobayı ya da maşayı sevmek gibidir bu. Ateşin içine girmektense yanmamak için sobayı sevmek, ondan yana olmak daha hayırlıdır her zaman.
Çelişkinin bir tarafı olmakla orta sınıf solculuğu çelişkiden münezzeh ve azade kılar kendisini. Böylelikle kaçacak odalar açar. Düelloda ortada durarak ayakta kalanın kucağına koşacak ânı kollar dâima.
Çelişkinin tek taraflı olarak kilitlenmesi, yani salt emek ya da mazlum yanlısı olmakla çelişkinin kendisini kesmemesini sağlar. Emek-sermaye ya da ezen-ezilen çelişkisinde orta sınıf solculuğunun tarafgir yaklaşımı hiçbir meseleyi hâlletmez. Çelişkinin taraflarını çelişkinin bizzat maddî gerçekliğinden kaçırarak tarafların bu çelişkiden öğrenmesini, onun seyrine göre mevzîlenmesini ve politik bir hat çekmesini engeller. Esasta çelişkinin her iki tarafına basan bu tip solculuk, birisinin vicdanı, birisinin aklı olmak dışında bir şey yapmaz. Bir ayağı vicdana, diğer ayağı akla basar ve bu sayede ikisi arasındaki gerilimden de kendince kurtulmuş olur.
Bu kaçışın politik sonucu şudur: ezilenci ve işçici politika, devlet ve burjuvazi arasındaki durumsal sürtüşmelerde bir taraf olur, meta-para, buna bağlı olarak mülkiyet-rekâbet meselesinde bir tarafa koşulsuz hizmet eder. Kendi varlığını nereden bulduğunu hiç sorgulamayan bu iki anlayış, ya burjuvazinin sağı ya da devletin solu olur ve burjuvazinin soluyla devletin sağına küfür etmekle ömrünü geçirir.
Mazlumlar ve işçiler, ilgili çelişkilerden azade ve münezzeh değildirler. Onlar da yaralanırlar, terbiye edilirler, disipline olurlar, dağılırlar, toplaşırlar, hiyerarşize olurlar, eşitlenirler ya da bağımsızlaşırlar. Ama orta sınıf solculuğu, bu dinamizmi kendi sınıfsal ihtiyaçlarına göre asgarîye indirir, kendisine sabitler ve ihtiyacına göre etkisizleştirerek kendi bekâsı adına sözkonusu dinamizmden kaçar.
Sempozyumda beyaz ya da kırmızı şarap tercihlerini teorize etmek için çabalayanlar, ortak bir kaderi paylaşırlar. EZLN’ciler karpuz misali, “kan akmazsa para yok”, işçiciler “ter olmazsa meta yok” biçiminde özetlenebilecek yaklaşımlarını kendi reyonlarında takdim etmişlerdir. Tartışma daha çok dükkâncılar ile market sahipleri arasındaki mahalle kavgası biçiminde yaşanmıştır.
Ezen-ezilen arasındaki çatışmada ezilen ezilencinin gözünde yekpare, bütünsel ve sınır’sızdır. Yanılsama şuradadır: saf tuttuğunuz, yanında olduğunuz ezilen su sızdırmaz birey-özne gibidir. Buradaki birey-özne, orta sınıf solculuğunun ideolojik tasarımıdır. Son tahlilde ezilenci, kendi bütünlüğünü ezilenlerde bulur. Kendisine âit tam bireylik orada vücudlanır. Ezilenler, ezilenciler için aklın tüm yaralarının merhemidir. Kendi sınır’sızlığı, özgürlüğü için ezilenler sınırsız olmalıdır. Sınıf, sınır oluşturacağından silinmeli ya da ezilenlerin sıradan bir bileşeni olmaya indirgenmelidir. Kayaoğlu’nun eski bir yazısında belirttiği üzere, “proletarya diktatörlüğü de 1871 devriminin marksizme kattığı önemsiz bir hatadır” esasında.
İşçi sınıfı-burjuvazi arasındaki kavga için de benzer bir sorun vardır. İşçici için yanında olduğu güç olarak işçi sınıfı yekpare, bütünsel ve sınıf’sızdır. Kendi bireyliğinin ideolojik tasarımı bir işçi’de resmedilir. Bu, işçi olmayan bir işçidir. Sınıf’sızdır. Burjuvanın felsefî “birey” kurgusu orta sınıf solculuğunda işçi’de ete kemiğe bürünür. Zaten Çulhaoğlu’nun iki sene önce dillendirdiği üzere, “üretim süreci içindeki ayrıksı konumu bir yana, işçi sınıfı şu anda ideolojik ve kültürel açıdan büyük ölçüde orta sınıflaşmıştır.” İşçici için “işçi”, sadece eksik ruhunun tamamlanmış hâli ve tüm vicdanî yaralarının merhemidir.
Özde her ezilenci sömürüyü, her işçici zulmü gizler ve onlara hizmet eder. Her iki anlayışa karşı verilecek mücadele, sömürü ve zulme karşı mücadeleye içseldir. Sınırsız ve sınıfsız bir dünya için bu mücadele zorunludur.
Eren Balkır
3 Eylül 2008

0 Yorum: