01 Ekim 2008

,

15–16 Haziran'a Doğru İşçi Sınıfı ve Marksizm

Lenin, Mart 1919’da “Yahudi Karşıtı Pogromlar” isimli bir makale kaleme alır. Burada Yahudi düşmanlığının sınıfı böleceğinden söz eder. Benzer bir tavrı Yahudi Bund’unun partiden ayrıldığı dönemde de gösterir. Onları partiye geri çağırır ve işçileri Yahudi düşmanlığına karşı uyarır. Lenin’e göre, karşı devrimci güçler işçi sınıfını bu noktada bölmek istemektedirler.
Aradan doksan sene geçti ve Yahudi karşıtlığı farklı çevrelerde ses vermeyi sürdürüyor. Ama bugün Lenin’in gördüğü manada birleşik bir işçi sınıfımız ya da birleşik devrimci işçilerin iktidarı da yok. Bu noktada anti-semitizm eleştirileri ne anlama gelir? Ya da Siyonizm ve onun emperyalizmle organik ilişkilerine karşı olmakla anti-semitizmi bir tutmak ne demektir? Bu karşıtlığın, tarihin belli bir kesitinde anlamlı, devrimci ya da politik olmuş bu tavrın, bugünde yinelenmesi mücadele için ne ifade eder?
Yaklaşık doksan sene evvel Anadolu’da M. Kemal yanlıları yükselen işçi hareketini yabancı düşmanlığı ile bölüp ulusal harekete çekiyorlar ve bu işleme paralel, Rum ve Ermeni işçi önderleri tasfiye ediliyorlar. İşçilere, Türk işadamlarının mülkiyetindeki işyerlerinde grev yapmamaları telkin ediliyor.
ABD’nin yüzyılın başlarında formüle ettiği bir sendikal mücadele anlayışı var ve tümüyle Avrupa karşıtlığı ile malûl. Avrupa emperyalizminin sömürgesi olan ülkelerde bu sendikal anlayış yerleşiyor ve sınıfı bağımsızlıkçı, yerelci bir hatta çekiyor. Bu anlayıştan bizim Türk-İş doğuyor.
İsrail Komünist Partisi üyesi Lübnan işgali esnasında Komünist gazetesine mülâkat veriyor ve “üyelerimizin büyük bölümü Filistinli Arap.” diyor. Bizim solcu işçilerin ve örgütlü emekçilerin önemli bölümünün Alevî ve Kürt olması gibi.
Bütün bunlar bir şeyi gösteriyor: işçilerin politik gücü birilerince daha fazla değer görüyor. Ama işçiler bu politikleşme meselesine düşmanları kadar değer vermiyorlar.
Öncelikle bu nokta üzerinde durmak gerekiyor. Politikanın sulandırılması, iktidar meselesinin içinin boşalması, sınıfın politize oluşunu da etkiliyor. Apolitize olan işçiler ne hareket edebiliyorlar, ne de mücadele verebiliyorlar.
İşçi devriminin öncüsü olarak Lenin, Yahudi karşıtlığını doğru tespit ediyor ve ona karşı uyarısını yapıyor. Ama bir ülke ya da bölgede, Yahudi işadamlarına karşı ortak refleks geliştirmek üzerinden kendi politik hattını belirleyen bir işçi sınıfı var olursa ne yapılacak? Lenincilik, her daim “aman Yahudileri sınıf düşmanı bellemeyin.” demek midir? Ya da gayrimeşru, korsan bir devletin varlığını tanıyan İsrail KP’si gibi, Filistin direnişini çorak topraklarda boğmak için onun enerjisini farklı kanallara akıtmak mıdır? Ya da salt ulusal bağımsızlık için ABD sendikacılığına “evet” demek midir? Ya da kemalist politik hattın karşı devrimciliğini bir ânlığına görmezden gelerek, bağımsızlık adına, patronları milliyete göre ayırmak ve ona göre politika belirlemek midir? Özetle, politika teorinin sınırlarına tâbi mi olmalıdır?
Esasında bu sorularda dillendirilen örneklerin hepsinin ortak bir özelliği var: tümünde de ortak bir hegemonyaya biat etme söz konusu. İşçilerin birliği de, sınıf hareketinin politizasyonu da, bu hegemonyayla uyum içinde gelişiyor. Yani, işçilerin birliği ve hareketi belli bir ufku ve söylem/eylem alanını aşmıyor. İşçilere, kapitalizmin birebir yol açtığı çatışma, gerilim ve mücadele dönemlerinde sunulan politika, kuşatıcı ve bütünleyici bir nitelik arz ediyor.
İşçilerin salt ekmek yokluğu, işten çıkartma ya da ücret azlığı nedeniyle birleşeceği bir ütopyadan ibaret. İşçilerin bu tip olgular üzerinden birleşmesi bile politik-ideolojik bir zemini varsayar. Bu zemin olmadan dillendirilen birlik anlamsız. Gelişen politik zemin işçileri böldüğü ölçüde, birliğin gerçekleşmesine izin verir. Birlik bölünmeden gerçekleşmez; işçi sınıfı, sınıf ve politik olmayı burjuvaziden öğrendiği yönlerini parçalayıp kendi devrimci hattını açmalı, bu hat diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerin devrimciliği ile kolektivize olabilmelidir. İşçiler, basit bir meslek örgütlenmesi ve bu örgütün siyasîleşmesine âit sınırları çizenlerin sınıfsallığı ile hesaplaşabilmelidir. Bu bile tek başına sınıfın öne doğru devrimci bir kol çıkartmasının zorunlu olduğunu gösterir.
İşçilerin doğuştan, kendinden menkul, özsel anlamda politik, hattâ devrimci olduğu koca bir yalandır. Bu yalan, solculuğu meslekleriyle malûl, mesleklerini ideolojik bir güç olarak gören, işçiliği kendi meslekleriyle zımnen eş düzlemde granit, kendinden menkul, kendinden mesul, su sızdırmaz soyut bir özne olarak anlayan orta sınıf solcularının ortak zırhıdır. Bu zırh delinmeden, sınıfın, birilerinin kafasına sıkışmış, olmuş bitmiş, başı sonu belli soyut bir özne olmaktan çıkıp, hakikî manada devrimcileşmesi mümkün değildir.
Söz konusu zırhın günümüzde “kadın”, “etnik kimlik”, “ezilen”, “gençlik” gibi olguları kapsayacak biçimde genişletilip kalınlaştırıldığı görülmektedir. “Kendi kaderini tayin hakkı”na oturtulmuş küçük burjuva solculuğu kaderin tek yazıcısı (Allah’ı), aralarındaki sınırların, hukukun oluşturulması hususunda yegâne mercii olduğunu zannetmekte, ama takdir-i ilâhi başka yönde işlemektedir.
Marx, anarşistlerle tartışmasında, her ekonomi temelli hareketin aynı zamanda politik nitelikte olduğunu söyler. Bunu tersten anlayanlar ise, “hareket” olgusunu sıyırıp atarlar ve işçilerin politika dışı, sermaye ile kurdukları birebir ilişkilere dayalı eylemselliklerini kutsarlar. Oysa Marx hareketin politik olduğunu söyler, ama işçilerin verili, önsel, kendinden menkul politik olduğunu iddia etmez. Aksi yönde iddia, işçi sınıfını metafizik yöntemle ele almak ve onu idealize etmektir. Sınıf, tarihî ilerlemenin sırrını bağrında taşıyan, günü geldiğinde bu sırrı bir ışık misali dünyaya yayacak olan ilâhi-mesihî bir güç değildir.
Ekonomik gelişmelerin incelenmesinde marksistlerin düştüğü hata budur. Eski solcuların bugün TV köşelerinde borsa hareketlenmelerini inceleyerek varlık alanı bulmaları şaşırtıcı değildir. Onlara yönelik eleştiriler de aynı anlayış üzerinde durmaktadır. Rekabet, yarış, ekonomizmi daha iyi kimin yapacağı ile ilgilidir.
Emek yanlısı bir konum alan kişi, emeğe göre gelişmeleri değerlendirir. Sermaye yanlısı bir kişi de süreci kendi mantığına göre anlar. Oysa burada dikine, devrimci bir hattın takipçisi olmak gerekmektedir. Kimsenin, kendini aşan kolektif dinamiğin aşkın sözcüsü ya da kurtarıcısı olma hakkı yoktur. Emeğin kutsallaştırılması marksizm dışıdır. Bu kutsallık, tanrının şeytana muhtaç olması gibi, diyalektikçi bir üslupla emeği sermaye ile uzlaştırmanın yollarını ister istemez arayacaktır.
Emeği de sermayeyi de liberal mantıkla değerlendirmek mümkündür. Devrimci sınıf hareketi olarak formüle edilebilecek bir ayracı olamayanlar, liberalizmin engin ufkunda geniş bir serbestiyet imkânı bulurlar. Her iki tarafın soldan seslenen isimleri vardır. Ama bu isimlerin eleştirisini yapanların, onların varlık alanlarını sorgulama ve imha etme yoluna gitmediği görülür. Zira karşılıklı, simbiyotik bir ilişki söz konusudur aralarında.
Sınıftan kaçanlar, sınıfın birleşemeyecek kadar, ideolojik-politik-iktisadî anlamda atomize olduğu fikrine yaslanırlar ve daha bütünsel ideolojik-kültürel formlar içinde hareket eden mikro unsurlara kayarlar. Kafadaki ideolojik-teorik kurgu genleştikçe, pratikteki politik anlamda muhatap alınan nesne de en küçük parçalarına ayrıştırılır.
İşçilerin birliği meselesi doğrudan örgütçülüğe indirgenmektedir. Zaten birliğin kendi örgütlüğünü ve ona âit alt hiyerarşik örgütlenme alanlarını yaratacağını kimse görmez. İşçilere bir tür hiyerarşi formu dayatılır ve onların bu hiyerarşik eksen/model etrafında bir araya gelmesi vazedilir. Sonuçta işçi de, örgütü de ekonominin belirlenimi altındadır, ekonomi bilgininin bilgisinin ya da onun soyutta kurduğu kulenin değil.
Sınıftan kaçanlar da sınıfçılar da, sınıfa dayatmacı yaklaşırlar. Aradaki fark, yönteme ilişkindir. Birisi kaçar, diğeri onun içine saklanır. Meselenin, örneğin kapitalizmin başını ve sonunu bilmek, her şeyin başı ve sonunu kendisinin tayin ettiği inancıyla ilişki içindedir. Sınıftan kaçan, farklı dinamiklerin çoğulluğunda, sınıfa kaçan, sınıfın ideolojik belirsizliğinde kaybolur. İlki antipolitizmin, ikincisi apolitizmin sığınağıdır.
Sınıfçılar, işçi sınıfının ideolojik belirsizliğinden beslenirler. Her söze “işçi” diye başlamak her şeyi halleder görünür, ama bu politik mücadelede sadece zaman kaybına neden olur. İdeolojik belirsizliği gidermek, ana siyaset hattı hâline gelir. Bu plan dâhilinde, sonuçta elde edilecek “sınıf” bağımsız, özgül, tekil, akmaz kokmaz, kendinden menkul bir bütünlüktür. Zamanla bu bütünlük için politika rahatsız edici bir hâl alır ve genel siyasî seyre biat eder. Hiçbir güne salt iktisadî bir özne olarak uyanmayan somut işçi soyut bir kurguya kapatılır, diğer meslek sahibi öznelerin yanına iliştirilir ve demokrasi sahnesinde rolünü bekler.
Bu “işçi” ile burjuvazinin felsefî “birey”i arasında niteliksel anlamda fark yoktur. Birey, işçi donunda kendisini farklı düzlemde tekrar örgütlemiştir. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçmanın adı hâline gelen birey, sınıf, halk ve ezilenler donunda, yeniden siyaset, ideoloji ve teori alanında arz-ı endam eder. Bu anlamda soyut “insanlık”ı somut 1848’e yürüyen somut işçi sınıfı ile bölmek Marx ise soyut “işçi sınıfı”nı 1917’ye yürüyen somut devrimci işçilerle bölmek Lenin’dir.
Bu yönüyle, bir tür bölme ve parçalama işlemine sadık kalması gereken marksistlerin önemli bölümü, teorik ve politik mücadelenin aslî zeminini kaçırmıştır: devrimcilik. Devrimciliği, geçmişte yaşanmış bir ya da birkaç devrimin sıkı savunusuna indirgeyenler, esasta reformisttirler. Zira devrim, fikir olarak devrim sonrası yazın aracılığıyla bütünlenmiş, kendisine kapatılmıştır. Genelde hâkim olan, 1915’teki bir konferansta “bu salonda bulunanlar asla devrimi göremez.” ümitsizliği içinde olan Lenin’in ümitsizliği ümide dönüştürme iradesine sahip Lenin değil, 1920’inin muzaffer devrimcisi Lenin’in söylemsel bir siluetidir.
Devrimi de sınıf gibi kendinden menkul bir bütünlüğe kapatıp ipotek altına alan reformistler, işçi sınıfının ideolojik-politik hattı namına kıllarını kıpırdatmazlar.
Sınıfın akademide iktisadî ya da sosyolojik bir özne değil, savaş alanında salt politik bir mevzi oluşturması önemliyken, bir dizi “üretim güçleri-üretim ilişkileri”ne dayalı teori üretirler. Herkes özde şunu söyler: “elbet bizim de günümüz gelecek!” Bu söz bir yalandır ve söylenen binlerce yalanı gizlemek gibi bir işleve sahiptir. Ama gerçekler yalanlarla örtülmez. Gerçek dönüşümler yalanları paramparça eder.
“Gerçek, bireyin kendince ürettiği bir tasarımdır.” Bugünün solcuları büyük ölçüde bu sözün esrik dünyasına kaçmakta, bu sayede gerçek hareketlerden ve mücadelelerden uzak durma imkânı bulmaktadırlar.
Kapitalizm, tüm kolektif hareketliliği ile birlikte farklı paylaşım, hiyerarşi ve işbölümü formları üretmektedir. “Anti-kapitalist” olmak adına, bu formların bütününü görmek doğal bir tepki biçimi olarak gelişmektedir. Oysa iktidar ilişkileri ve politik hareketlilik bağlamında oluşan bu formlar farklı dönüşümler yaşarlar ve karşılıklı ilişki içinde politik düzlemi değiştirirler. Kapitalizmi cepheden, tam boy mücadele ile aşmayı düşünenler, belli özgüllüklerde oluşan devrim imkânlarını görmezler. Sistem eleştirisi yapanların devrimcileştiğine tesadüf edilmemektedir. Maddî bir güç, teorik-düşünsel olan güç tasarımı ile yıkılamaz. Pusulasını kapitalizmin üzerine yerleştirenlerin devrimcileştiğine tesadüf edilmemiştir.
İşçi sınıfı Marx ve marksizm nezdinde sistemi, sistem içinde olmakla, parçalama potansiyeline sahip olduğu için önemlidir. Burada sınıf yalnız değildir, nesnel olarak yaşanan sınıf mücadeleleri kapitalist sistemi belli bir mecraya zorlar ve ona temel bir form kazandırır. Sistemin parçalanmasının bizzat kendisi de önemli değişimlere yol açar. Bu süreçte sınıf da değişir, parçalanır, kendisini belli formlara doğru zorlar. Nesnel bir bakış açısıyla, sistem analizi yapanlar, sınıfsal hareketin devrimciliğini anlamazlar. İşçi sınıfı yanlısı-öznel bir bakış açısından bakanlar da, sistemin fiilî parçalanmasındaki devrimci imkânları gözardı ederler. Örneğin Türkiye iktisadının meyli konusunda yapılan analizlere göre kendi politik konumunu belirleyenler ya sendika liderliği peşinde koşarlar ya da kendisinin bulunduğu sendika veya işçi örgütüne gün doğmasını beklerler.
Analojiler bazen işe yarar, ama çoğunlukla tehlikelidirler ve gerçeğin üzerini örterler. Örneğin “silâh” ve “savaş” gibi kavramlar bu türdendir. Sınıf mücadelesini Clausewitz ya da Machiavelli’den alınan bilgiler ışığında, bir savaş gibi anlamak böylesi bir yanılgıdır.
Sınıfın, sendikaların ya da işçi hücrelerinin bir silâh olduğunu düşünmek de analoji istismarına örnektir. Sınıf mücadelesinin bir savaş durumuna benzetilmesi noktasında ciddî kafa karışıklıkları yaşanmıştır ve hâlâ yaşanmaktadır. Sınıfın kendinden menkul bir bütünlük olduğu fikri ve hissiyatı kısa devre yaparak silâha sarılacak ve politikayı savaş kuramlarının ışığında anlayacaktır.
Kapitalist sistemin belli bir hiyerarşiye ve işbölümüne doğru daraldığı momentlerde sınıfın öznel ve nesnel konumunu ayrı ayrı ve bütün olarak incelemek gerekir. Sınıfın hareketliliğinin (ki hareketsizlik bile bir hareket biçimidir) bu daralma sürecindeki etkileri anlaşılmalıdır. Bu süreçte oluşan politik-ideolojik konumlanmaları ve billurlaşmaları nesnel veri olarak kabul etmek zorunludur.
Bir bölgede Yahudi sermayesi işbölümü ve hiyerarşi oluşumunda öne çıkıyorsa, sınıfın Yahudi karşıtlığı meşrudur. Ki sonuçta sınıf içindeki Yahudi olanlar ya da Yahudi maddî imkân, kültür, inanç ve anlayışından beslenenler varsa, sınıf mücadelesi zemininde bunlar zaten düşman safa geçecektir. “Safları sıklaştıralım” derken saflaşma unutulmamalıdır. Sınıf hareketinin her politik dinamik gibi belli bir ölçüye ve ölçeğe ihtiyacı vardır. Ölçü uyarınca sınıfın Yahudi karşıtlığı temelinde hareketlendirilmesi mümkünse, bu yola girilebilmelidir. Siyaset, gökten inip çizmelerin çamura bulanmasını gerektirir. Küçük burjuva apolitizmi ve antipolitizmi, bu çamuru kendi kriminal laboratuvarında tahlil etmeyi kendince iş sayacaktır.
Sınıf kinini en üstte tutmak zorunludur. Bu kinin belirmesini önleyecek soyut saflaşmalara ve cepheleşmelere izin verilmemelidir.
Bugün sendikal dayanışma teraneleri ışığında sınıfın kini kapalı kapılar arkasında köreltilmektedir.
Sınıf, basit demokrasi içi dönüşümlere kul ve âlet edilmektedir.
Küçük burjuvalar, ideolojik rasyonalizasyonlara ihtiyaç doğarlar. İşçilerin ise böylesi rasyonaliteleri yoktur. Herhangi bir fabrikada çalışan tekil bir işçiyi ele alırsanız, onun rasyonalitesi işten atılmamak ve ücret artışı ile sınırlıdır. Ama sınıf hareketi, zaten bu tip basit ideolojik rasyonel kalıpları kırabildiği ölçüde hareket olabilmiştir. O adsız, adressiz ve sözsüzdür.
Harekete tarihdışı ya da tarihötesi anlamlar giydirmek, küçük burjuvalara özgüdür. Marksistler, hareketin fiilî, verili, somut maddî gerçekliği ile ilgilenirler. Onun toplumsal-tarihsel ilişkilerde yol açtığı dönüşüm imkânlarının sıkı takipçiliğini yaparlar.
Sınıfın nesnel, kendiliğinden mücadelesi içinde de sınıf mücadelesi fiilî olarak işler. Bu sınıf mücadelesi, soyut metafizik, idealist terennümler ışığında işlemez. Sınıf, kendi iktidarının ipuçlarını, işaretlerini kendi fiilî, maddî mücadelesinde gösterir; aydın sohbetlerinde, masa başlarında, bürolarda ya da sendikaların kapalı kapıları arkasında değil. Buralardan bakıp, sınıfın ne tür bir devrim yapacağı, devrim sonrasını nasıl biçimlendireceği anlaşılamaz.
Burada geçmiş devrimlerin tarihsel bilgisi gerekli katkıyı sunmayacaktır. Bu bilgi belli bir mücadele dizgesinden damıtılmıştır ve büyük ölçüde, doğal olarak, sürecin kanı ve barutundan (post festum) arındırılmıştır. Bu bilgi işin sadece bir boyutunu verir. İşçi ya da geniş emekçi katmanların yapacağı devrimin tarihsel düzlemde homojen, düz doğrusal ve bütünsel bir yol izleyeceği yanılsamadan ibarettir. Sınıf hareketinin tarihsel boyutu, bu varsayılan yol metaforunu bile parçalar, devrime uğratır.
Fransız Devrimi’nden Komün’e oradan da Ekim’e düz bir çizgi çizen aklı evveller bu nedenle Lenin’i ve Sovyetler’i anlamazlar. Başlangıç noktasını 1789’a çekmek, iktidara gelir gelmez emekçi halk hareketini ve işçi sınıfını ezen burjuvaziye devrimciliği hibe etmek demektir.
Proleter devrimcilik, tarihin her momentinde zuhur etmiş her türlü kalkışmayla işçi disiplini ve örgütlülüğü ile kolektif bir ilişki kurabilmektir.
M. Kemal işçi-emekçi kitlelerin önderi olsaydı, bağımsızlık mücadelesi dönemecinde salt yabancılara âit fabrikalarda grev çağrısı yapmak politik açıdan haklı olabilirdi; savaş durumu yaşanıyordu ve öncelikler konusunda hiçbir belirsizliğe izin verilemezdi. Ama Anadolu’nun fiilî devrimciliği, işçi sınıfı ve emekçi halkın mücadelesinde somutlanmadığından M. Kemal’in politikası sınıfı bölmek ve böldüğü kısmı Anadolu’nun eşraf ve komprador burjuvazisine peşkeş çekmekle sonuçlandı.
Sınıfı bölmek politik meseledir ve bu, politik mücadelenin öznesi olana dek sürdürülmelidir. Bu özne oluş süreci işçilerin sınıf oluşundan beslenmelidir. “Ben oldum” diyen yalan söyler ve bu yalan uyarınca sınıfı da “olmuş” kabul ederek, onun politikleşme ve devrimcileşme dönemeçlerini es geçer.
Sınıfı politika alanının bütünü olarak görmek yanıltıcıdır. Diğer taraftan, sınıfın belli bir bölmesini işgal ettiği politik mücadele alanında, sınıf dışından gelen ideolojik ve politik hareketlenmelerin ölçü ve ölçeklerini sınıfa dayatmak da büyük bir hatadır. Bugün İşçi Partisi, geçmişte TİP ve MDD bunu yapmıştır. Asıl parçalanması gereken mutlak, bütün kabul edilmiş, bütünlenmesi gereken yer parçalanmıştır. (Örneklerde bahsedilen unsurlar parlamento (demokrasi) ve devlettir.)
Sınıfı bölerken birleştirmek fikri, sınıfın kapitalizme karşı saf, masum ve homojen olmadığı düşüncesine yaslanır. Sınıf devrimcileşmek ve süreci devrimcileştirmek için kendi özgünlüğü ve özgüllüğünden devrimci bir işçi sınıfı hareketi çıkartabilmelidir. Marksistler, sınıf hareketi dâhilinde, işte bu devrimci işçi dinamiğinin oluşma imkânları ile kendi politik hareketliliğini tanımlamalı, bu hareketin sınıfsal-politik gücünü diğer toplumsal-tarihsel dinamiklerle bütünlemelidir.
* * *
1970’te Gebze’den İstanbul’un Avrupa yakasına kadar geniş bir alanda yüz elli bin işçi bu ülkenin sınıf hareketinin en devrimci eyleminin altına imzasını attı.
Peki, sonra ne oldu?
Devrimcilerin bir bölümü eylemin sonuçsuzluğunu görerek farklı dinamiklere yüzünü çevirdiler. Bir diğer bölümü, “şehirlerde işçiler hazır, artık köylülüğü hazırlama vakti” diyerek kırlara yöneldi. Birinci kısımdakiler işçilerin bu eylemle ileriye sıçradığını görmediler, geriye dönüşsüz olarak onlardan umudunu kestiler. İkinci kesimdekiler, giderek kırda oluşturdukları alanların cazibesine kapıldılar ve fabrikaları unutmaya yüz tuttular. Sol ekonomizm sağ ekonomizmin yerini aldı.
Türkiye’de sol devrimcilik, teorik faaliyeti pratiğe koştuğundan kitaplarda edindiği şablonları dönüştürmeden, bu dönüşüme ihtiyaç dahi duymadan bu şablonları uygulamaya kalkmıştır. Genç önderlerin doğal, hakikî çıkışlarını da kitaba vurma ihtiyacı duymuştur. Bu ihtiyaç belli tercihleri getirmiştir. Söz konusu ihtiyacın arkasında belirleyici olan zorunluluğun sınıfsallığı anlaşılamamıştır. Sınıf dışı, doğal olarak tarih ve toplum dışı bir yere sıkışılmış, halktan ve sınıftan devşirilen kadrolar da köklerinden kurtarılıp bu mekâna örgütlenmiştir. Sol, bu noktada, kafasındaki ezberlerin takipçisi olmanın sonuç verici olacağını düşünmüştür. Oysa devrimcilik, her şeyle birlikte içtekini dönüştürme meselesidir.
İşçileri devrimin yedeğine mi yoksa merkezine mi koyacağını tartışan sol, zamanla işçilerin politizasyon sürecinin dışına düşmüştür. 15/16 Haziran ayaklanması, solun tarihindeki bir kırılmanın hem nedeni hem de sonucu olmuştur. Bu açıdan tarihsel öneme sahiptir. Salt işçi hareketini alırsak ve 31 Aralık 1961 Saraçhane Mitingi’ni başlangıç noktası olarak belirlersek, sınıf sınıfsal niteliğini bu tarihte bulmuştur. Ancak devrimci bir parti önderliğinin mevcut olmaması nedeniyle de eline geçen bu tarihî fırsatı heder etmiştir. Sol, Avrupa pratiğine bakmak suretiyle işçilere güvenilmeyeceğine inanmış, süreç içinde politik açıdan işçilerden uzaklaşmıştır. Fabrika duvarlarını aşan marksist siyasetin olumlu örnekleri Avrupa dolayımı ile ülkeye giriş yapmıştır. Solun belli bir bölümü Haziran’ın düşmesi sonucu yüzünü bu akımlara çevirmiş, önderlerin düşmesi sonrasında ise Avrupa patentli siyasetler kurumsallaşmıştır.
Tarihsel olarak bakıldığında, sol devrimci odaklar, kendi düşünce karargâhlarında işçileri nereye yerleştireceklerinin hesabını yapmış, ama net bir sonuca ulaşamamışlardır. Haziran’ı basit bir sendika meselesine indirgemiş, işçi hareketini öznel ve dar kapsamlı kabul etmişlerdir. Yani işçilerin bu sınıf merkezci, dar bakışlarıyla ülke siyasetine müdahale edemeyeceği düşünülmüştür. Mademki ülkede tarım ve köylülük hâkim, o hâlde artık devrimciler köy yollarını aşındırmaya başlamalıdır. Düşünce karargâhlarında oluşturulan strateji ve taktikler bu minvaldedir. Yönetsel siyaset açısından alınan devrimci politika zamanla kendine kapanmış ve kendi iç argümanlarını üretmiştir. Orduda üç-beş devrimci subaya güvenilmiş, CHP’nin solcu yönelimleri abartılmış, ne işçiler ne de köylüler politik bir özne olarak örgütlenmiş, bu sınıflar yönetsel siyasî aranışlarda figüran düzeyine indirgenmiştir.
Ülkede tarımın ekonomideki yerini önemseyenler, basit bir ekonomizmle tarım alanlarına devrimcilik aşılamaya çalışmışlardır. Bu da, kendine kapalı üç beş bölgede sınırlı kalmıştır. Teorik “köylülük” ayracı, somut maddî Haziran ayracını silmiştir.
Devrimciler TİP’li yöneticilere “köylere gidelim” teklifi getirdiğinde “bizi dövdürtecek misiniz?” cevabı alınmıştır. Ama devrimciler oralarda kendilerince olumlu sonuçlar üretmeyi bilmişlerdir. Ancak gene de solun “köylülük”ü kendi Haziran’ını var edememiştir.
Kendinden emin olmayan, hazırlıksız yakalanma korkusuyla her şeye cevap bulmaya çalışan sol, Haziran olaylarına da aynı ortak psikolojiyle yaklaşmıştır. Türk-İş’in işçi düşmanı, Amerikancı-devletçi sendikacılığına doğal bir tepki olarak gelişen DİSK’in savunulması için ayaklanan işçiler, sadece devleti/burjuvaziyi değil, bazı sol içi unsurları da korkutmuş, tedirgin etmiştir. Tedirginlik daha çok, solun modernist-aydınlanmacı bir kafayla düşünmesinden kaynaklanmıştır. Bu tedirginlik, yaşanan kalkışmanın düşünsel, teorik dizgede uygun yeri bulamamış olmasının sonucudur. Örneğin TİP’liler, en fazla, işin hukukî boyutuyla ilgilenmiş, TKP’liler rüşt ispatı peşinde koşmuşlardır.
Sanılanın aksine Dev-Genç’in olaylardaki konumu talidir. Onlar büyük bir yüreklilikle reformist ağabey ve ablalarının aksine, yanan ateşin içine girmişlerdir.
O günün tanıkları, Valilik binasının önüne gelindiğinde bir grup işçinin binayı işgal etmek istediğini söylemektedirler. Yaşanan pratiği Paris Komünü ile benzeştirenler de vardır. Demek ki bu ayaklanma, işçi sınıfı tarihindeki bu önemli kırılma, devrimci sonuçlara gebedir. Ancak o hâlde neden sol devrimcilik atıl kalmıştır?
Yaşanan süreçte önemli bir dönüşümden ve sıçramadan bahsedebilseydik, bugün gelinen noktada, hatayı o günün faillerinin beceriksizliğine bağlayabilirdik. Ancak bugün gelinen nokta itibarıyla solun işçi sınıfı ile ilişkilerine bakıldığında, o gün yapılan hatanın kurumsallaşmış olduğu söylenebilir.
Tarım toplumunda köylere gitmek doğaldır. Ama İstanbul gibi bir metropolde ayaklanan işçiler varsa, pratikte yazılan kitabı okumak yeğ tutulmalıdır. Pratikte işçiler üretimdeki güçlerini örgütleyebilmiş, onu gerekli hedeflere teksif edebilmişlerdir.
Yapılan hata, bir yönüyle, parti bürokrasilerine ve dergi bürolarına hapsolan çevrelerin işçileri tanımamalarından kaynaklanmıştır. Birileri topluma sosyalizm anlatıp ezberletirken, işçiler sosyalizmi fiiliyata dökmüşlerdir. Birileri kır-kent tartışması yaparken, kırdan gelip işçi olan, geldiği yeri dönüştüren insanlar, öfkelerini dosta düşmana göstermişlerdir. Burada yapılacak işler, işçiler kadar basit ve net iken, birileri kendilerini merkeze koydukları ölçü ve ölçek tartışmalarını güncelleştirmekle meşguldürler.
Bu tip kolektif çıkışlarda kolektif olanın ölçü ve ölçeğine tâbi olmak zorunludur. Haziran olaylarını hâlâ 12 aydan birinin adıyla anılması ve Gebze-İstanbul hattına sıkıştırılması, solun ufkunun dar olduğunun bir göstergesidir.
Unutulmamalıdır ki, Türk-İş gibi bir yapı toplantısını Erzurum’a kaçırma ihtiyacı duymuştur. O gün devlet içi yazışmalara bakıldığında olayların tüm ülkeye sıçramasından korkulduğu görülür. Ama bu korkuyu ve korkunun somut sonuçlarını göremeyen, kendisini salt entelektüel-bilişsel bir özne olarak var etmeye çabalayan bir sol vardır ortada. Yaşanan olayları birileri aydınlar cephesine, birileri gençlik, birileri köylülük, birileri Sovyet ya da Çin siyaseti, birileri Avrupa işçi hareketine bağlamaya çalışmıştır. Bu durum, hem neden, hem de sonuçtur. Yani, olaylar ve öncesindeki gelişmeler küçümsenmiş, ona daha anlamlı ve daha geniş bir değer bulunmaya çalışılmıştır. Avrupacılık, Sovyetizm ve Çin meselenin bulanmasını getirmiştir. Kimileri de Haziran olaylarını aydın ve gençlik cephesiyle birleştirmek istemiştir. Oysa masummuş gibi görünen bu çaba, aydın ya da gençlik sosyalitesinin mutlak, ezelî-ebedî, temel ölçü olduğunun düşünülmesinden kaynaklanmıştır. Bu anlayışa göre, işçiler söz konusu odaklara tâbi olmalı ya da her daim, onlarla eş özne ilişkisinde, mesafesinde kalmalıdır. O günün “daha özne”si işçiler, eşitlikçi bir üslupla aşağıya çekilmiştir.
Bu noktada gerekli kılıfı, okunan marksist klasikler sunmuştur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi yaftalar hazırdır. Oysa yaşanan tüm basitliği ve yalınlığı içinde ilerler; onu bu düzlemde değerlendirmek esastır. Sol, iyi niyetli olarak, yaşanan olaylardan duyduğu tedirginliği kendi içinde yaşadığı hareketlenmeyle aşmaya çalışmıştır.
Nesnel olarak bakıldığında Haziran Ayaklanması, solun kendi içinde değişime-dönüşüme dayalı bir hareketlenmeye girmesine neden olmuştur. Olayları bütün olarak, tüm cepheleriyle karşılayamayan sol, hareketin dinamizmini kendi içinde eritmeye çalışmıştır. Bu da belli birimlerin atılmasına, bazılarının dönüşmesine, bazılarının ölmesine neden olmuştur. Yaşanan bu kolektif çıkışı kendi bileşenleri ölçüsünde genişletemeyen ve onu zaman-mekânsal açıdan süreklileştiremeyen sol, hesabı kendisine ödetmiştir. Kendisini parçalayıp bölmüş ve farklı mecralara akmıştır. Sol, denize ulaşmak isteyen, ama karşısına sert bir toprak katmanı çıktığında deltalanan nehir misali, ayrışmıştır. Ve tabiî ki sıra her bir kolun kendisini tarihsel-toplumsal düzlemde rasyonalize edilmesine gelmiştir. Tüm kolları içeriden besleyen damarlarda artık Haziran’ın kanı yoktur. O, bugün üç-beş işçi emeklisinin hatırasındadır sadece.
Her bir kolun geriye dönük olarak yaptığı Haziran okumasına bakıldığında ayrışma gerekçeleri görülebilir. Sonuçta hepsi de, biraz da çocukça bir yaklaşımla, olaylar esnasında kendisi gibi bir yapının bulunmamasının başarısızlığı ve sonuçsuzluğu getirdiğini söylemiştir/söylemektedir. Başarıcılığa kilitlenmiş meslekî solculuk, sol meslek ideologları, yani orta sınıf solculuğu, Haziran’ın başarısızlığına bakıp onu teorik ve pratik açıdan istismar etmiştir.
15/16 Haziran’dan öğrenmek…
Temel mesele budur. Paris Komünü, 1905 Devrimi gibi örneklere nazaran daha çok bakmamız gereken tarihsel dönüm noktası burasıdır.
Bu dönüm noktası, bugüne dek gelen sol devrimciliğin işçi sınıfı ile kurduğu ilişki biçimini belirlemiştir. Solda o güne ilişkin mistik bir bakış açısı hâkimdir. Sol bu bakış açısından kurtulmak zorundadır. İşçilerin kendilerinden “sosyalizm ya da devrim” öğreneceğini zannetmekten kurtulmalıdır. O tip somut maddî durumlarda yaşanan “sosyalizm ya da devrim”den sol, kendisi bir şeyler öğrenmeyi bilmelidir.
Sol bildiklerini gören, gördüklerini bilen ilâhi özne pozlarından sıyrılıp somut, maddî fiiliyatta ilerleyen devrime ve sosyalizme kendisini örgütlemelidir. Bir tür anofel sinek gibi, şeflerin dediklerini sağa sola enjekte ederek zaman geçireceğine, salt adam örgütlemeye teksif edilmiş bir pratiğe kendisini kapatacağına ya da burjuva anlamda bir tür “ikna siyaseti” güdeceğine, örgütleyenin örgütlendiğini de görmeli, o örgütlenme pratiğinde öğrenmelidir. “Biz örgütlenmeyi işçi sınıfından öğrendik” diyen Lenin’e kulak vermeli, onu ve sınıfı kendi rekabetçi ve mülkiyetçi ideolojik reflekslerine kurban etmemelidir.
En gelişkin işçi bilinci, parti, örgüt, teori, program, sendika bir hayâlden ibarettir. Hakikat en gelişkin olandır ve ona bakmak zorunludur. Bu noktada sürekli bir devrimci bakışın, dönüştürücülüğün devrede olması gerekir.
15/16 Haziran Ayaklanması, kolektif hafızamızdaki yerini korumalı, ama onun yeniden harekete geçip kafamızdaki işçi ve siyaset ilişkilerini dönüştürmesine izin verilmelidir. O günün solcuları olayların kendilerini dönüştürmesine direnmiş, bize de bu direnişin hatırası kalmıştır. Bu hatıradan kurtulmak için Haziran yaşatılmalıdır. Aksi takdirde işçiler politikleşme ihtiyaçlarını kendi düşmanlarında gidereceklerdir.
Sendikalar, tabiî ki, büyük ölçüde sistemin kendine örgütlediği kurumlar hâline gelmiştir. Ama gene de devrimci işçi politikasını sürdüren sendikalar varsa, gözümüz kulağımız orada olmalıdır. Hattâ kimi dönemeçlerde gözümüz kulağımız onlar olabilmelidir.
Evet, işçiler işlerini kaybetme korkusuyla eylemselliği lüks kabul etmektedirler. Böyle diye, onların siyasî arenadaki nitel ve nicel konumları berhava olmaz. Siyasî alanın dönüşümünde devrimciliğin en önemli mevzii hâlâ ve ısrarla işçi sınıfıdır. Çünkü kapitalizm hâlâ faal ve hâkimdir; “başka” değil, bu dünyada söz konusu faaliyetten ve hâkimiyetten bağımsız bir siyaset alanı yoktur. Mücadele edilmeden elde edilen bağımsızlık ise esasen esarettir.
Devrim, sosyalizm ve komünizm noktasında her şeyin bilindiği ve bu başlıklarla ilgili olarak her şeye vakıf olunduğu hissi yaygındır. Soldaki yaygın bu kanı, marksizmi salt bu üç kavramı öğrenmek noktasında bir başvuru kaynağına indirgemektedir. Oysa marksizm bir anlamda kavga demektir. Marx gibi, devrim’ci, sosyalist ve komünist öğeleri her fiilî durum ve dönemde ilişkilendirmeyi ya da temel ayrımları ortaya koyabilmeyi gerektirir. O bir başvuru rehberi değildir. Bu anlamda marksizm, her durum ve dönemde kavgada hazır ve nazır olabilmelidir.
Devrimci, sosyalist ve komünist fikirler, ancak marksizm aracılığıyla kavga alanına çekilebilir. Bu yönüyle, marksizmin sınıfla ilişkisinde devrimi merkeze almaktansa marksizmin devrimle ilişkisi üzerinde durmak doğrudur. Ve bu noktada her iki olgu arasındaki ilişkinin sınıf ve sınıfsallık dolayımıyla kurulması zorunludur. Bu sayede, sınıfın her sabah yeniden oluşan dinamizmi etkinleşecek ve marksizm ile devrim mutlak, sabit birer teorik-düşünsel değer olmaktan kurtulacaktır.
Bu ilişki hem teorik hem de pratik marksizm için geçerlidir. Sınıfa çeşitli idealist anlamlar yüklemeden, ona onu aşan tarihsel sorumluluklar giydirmeden ilerlenmelidir. Söz konusu dolayım tümüyle teoriktir ve bunun birebir politik karşılıkları olacağının somut garantisi yoktur. İşçicilik hastalığının temel dayanağı, tüm zamanı ve zemini kucaklayan “işçi” denilen bir özün var olduğuna ilişkin inançtır. Bu inanç katıdır, sabittir ve mutlaktır. Burada politika imkânsızdır. “İşçi” miti öylesine her yeri kaplar ki düşman dâhil, kendisini sınırlandıran hiçbir şey kalmaz. Bu da mücadeleyi, politikayı siler. Her yerde olan yoktur. Bu anlamda feminizm kadının intiharı ise, işçicilik de işçinin intiharıdır.
15/16 Haziran, solun yeniden devrimci anlamda kolektivize olabilmesi noktasında bir yığın ipucuyla yüklüdür. Sendika, öğrenci derneği, platformlar ve diğer ortak alanlara tedirginlik ve tereddütle yaklaşanlar, bu tip yapıları kendileri ölçüsünde kurumsallaştırarak onların toplumsal-tarihsel seyir dâhilinde edindikleri devrimci niteliklerini kendi içlerinde boğmak niyetindedirler. Bu her zaman da böyle olmuştur. DİSK’i sonradan CHP’nin kucağına iten TKP, yönetsel siyaset arzu ve talepleri uyarınca devrimci politik açılımları ya görmezden gelmiş ya da onların aktive olmasını engellemeye çalışmıştır. Mücadele döneminde mücadele etmeyen bir sendikanın önemi yoktur. Benzer bir durum savaş döneminde de geçerlidir. Devrimciler harekete bakarlar, ama baktığı ve gördüğü yer hareketin devrimcileştiği momentler ve dönemeçlerdir. Toz duman geçtikten sonra kasaba meydanında sadece mezarcılar dolaşır. Onların işi, yaşanan durumdan nemalanmaktır.
Bugün hâlihazırda, bir biçimde yaşayıp işçilerle ilgili laflar edenler 15/16 Haziran’a uzak oldukları ölçüde mezarcıdırlar ve sınıf hareketini odalara, bürolara, pankart arkalarına hapsetmeye çalışmaktadırlar. Mücadelenin iki ucu da keskin olmalıdır: düşmanı keserken, bu tip sınıf içi düşman unsurları da kesebilmelidir. Haziran’dan öğreneceğimiz bir olgu budur.
Diğeri de sınıfın devrimci kolektif öncü bir partiye muhtaç olduğudur.
Eren Balkır
1 Ekim 2008

0 Yorum: