30 Ağustos 2008

,

Hücreleri Parçalamak


Doğal, nesnel, maddî ilişkilerin seyri, insanları iç ve dış ayrımı yapmaya mecbur eder. Belli bir bütün’e ait olma, içeride oluş, düşman olarak tasavvur edilen neyse onun sınırlarına tâbidir. İnsanların verili, bütünlüklü ilişkilerinin parçalanmaya karşı direnişi tümüyle doğaldır. Evrim sürecinin yasaları da bu doğallığa uygundur. İnsan denilen canlı türü canlı doğanın iç hiyerarşisine tâbidir. Akıl, ruh, idea ya da enerji gibi önkabuller, dışarısına karşı bir isyanmış gibi görünse de, bu isyan esasında dışarı ile hemhâl, bir, olunması amacına dönüktür. İnsan bir canlı türü olarak bu bir’in yanında iki değil, bir’in içindeki hiyerarşinin bir basamağı olma derdindedir. İç’in dışsal mücadelesi, dış’ın içsel mücadelesidir.
Dış dünya-iç dünya ayrımı iki dünyanın varlığını anlatmaz. Aksine insanın dünya algısı, bilgisi ve simgeselliği de dünyevîdir. İç de dış da kurgusal olarak var’dır ama teorik ve pratik olarak yok’tur. “İnsan” ancak uzaylılar dünyayı işgal ettiği takdirde politik bir mevzuudur. Kapitalizmin karşısına insanı çıkartanlar, kapitalizmin uzaydan gelen bir virüs olduğunu herkese inandırmak zorundadırlar.
“Tüm iyilikler/kötülükler dışarıdan ya da içeriden geliyor.” Bu türden tespitler kolaycıdır ve kolaycılık esasında fiilî toplumsal-tarihsel gerilimlerden, çelişkilerden ve çatışmalardan kaçma yöntemidir. Basit bir biçimsel tespit, öze ilişkin teoriyi ikame etmektedir. Sıfat, tanımladığı nesnenin yerine geçmekle, cümleye ihanet eder.
Hepimizin bu fiilî durumlardan kaçıp kurtulmaya meyilli bir “öz”ü var ve bu öz, sözkonusu kaçış becerisini sınıflar mücadelesinden azade olmakta buluyor. Azade değilsen olmak için çalışırsın ya da zaten azade olduğunu kendine inandırırsın. (Ne âlâ dünya!)
Öz, sınıfa, ülkeye ya da bedene yayılmış bir kurgu olarak biçimlenebilir. Onun dışından gelen ya iyidir ya da kötü. Sınıf, ülke ve beden bireyci-özcü bir yerden edinime tâbi tutuluyor. Bu ise onların politik ve teorik anlamlarını siliyor.
İyilik hayatî, kötülük ölümcül. İyilik-kötülük karşıtlığı hayat-ölüm karşıtlığının bir türevi. Oysa ölüm de hayat içre. Her hayat bir yönüyle ölümle de çoğalır. Mesele, hayat denilen kolektifi ömür denilen şahsî kesite kapatmamak. “Ömür eşittir hayat” formülü ölümü dışsallaştırır. Doğal olarak ömür kilitlenmiş, hareketsizse dışarısı canlı ve hayat dolu görünecek; ömür canlı ve dinamikse dışarısı ölüm kokacaktır. Eski ve yeni ayrımı da burada biçimleniyor zaten.
-Bunalımdaki bir arkadaşımıza “gel şöyle dışarı çıkalım, hava alırsın” demek ne kadar boş oysaki. Adamın zaten üç kuruşluk takati var, onu da dışarıya çıkma iradesinde tüketmesini istiyorsun.
Hukukî bir kurgunun ürünü olan hücreler ömrün, bu ömür dâhilinde serbestçe gezinmenin adı olarak hürriyetin temsili de olabilir. Ölüm orucu sürecinde Aydın Çubukçu’nun “ben en verimli çalışmalarımı hapishanedeki hücremde yaptım” demesinde olduğu gibi. Özgül bir şahıs olarak işaretlenme isteği, içinde olunan bok çukurunu bile güzelleştirebilir. Ancak onun güzel görünmesini sağlayan başka ilişkiler var. Özgüllük ve özgürlük hukukî ve hukuk her daim mülkiyet ilişkilerine tâbi.
-Kendi özgül varlığını yüceleştirmeni isteyen başkaları, başkalarının sıradanlığı. Benden kendini kaçırıyorsan, aradaki sınırları sürekli anımsatıp duruyorsan, sen olmak için kıvranıyorsan, seni sen olarak çerçeveleyen sınırları anlamadan, o sınırları kimin ya da neyin çizdiğini görmeden sen zaten sen olamazsın.
Hücre bazen iyidir. Her beden bir hücre gibi örgütleniyor. Çocukça bir inatla demir parmaklıklı, beyaz badanalı hücreler sokakları günbegün örgütlüyor. “Bana ne”, ne kadar sıradan bir laf artık! Hücreler dışarısının keşmekeşini, kaosunu sadeleştiriyor. Kibrit kutusuna hapsediyor, bir sinek gibi, hayatı. Huzur, kendiyle barışıklık ve mutluluk, nemenem küçük burjuva beklentiler bunlar öyle! Ama hücreler onların ortak dertlerine deva olmuş gibi görünüyor.
-Sana “iç-dış” ayrımı yaptırana bakmak lâzım. İçte dıştan koruduğun şey nedir? Soru bu… Kimin mülkiyeti, neyin rekabeti? Takip eden diğer sorular…
Birileri üretiyor, birileri de tüketiyor. Üretenlerin bilinci ve eylemi, tüketenlerin bilinci ve eylemini eleştiriyor. Birinin içi diğerinin dışı oluyor. Eklemlenmiş bir ilişki. Nesnenin oluşumu öncesi özne olanla, nesnenin oluşumu sonrası özne olan hiç mi hiç bir olmuyor. Bir ayakkabı ustasının hâlini, ayakkabısını yere sürterek yürüyen bir tüketici asla anlamıyor.
Sol da kendini bu keskin ayrımda var ediyor, aradaki çelişkiyi sıfırlama arzusuyla oranın yapıştırıcısı oluyor: bir kısmı burjuvazinin vicdanı, devletin aklı; diğer bir kısmı devletin vicdanı, burjuvazinin aklı oluyor. Buna ilişkin unsurları örgütlüyor. Örgüt varsa üretim ve tüketim de var. Kadrolar buna göre biçimleniyor. Kendi şeflerinin üretim ideolojisine hizmet ettiğini görmeden bilinçli tüketici ya da onların tüketim ideolojisine hizmet ettiğini anlamadan eylemli üretici oluveriyor. Oysa ayakkabının safında olmak gerekiyor!
Öz savunusu, öncelik-sonralık ikilisini de sahneye davet ediyor. Öz önceyse, önce olan her şeyle ortak bir payda bulunuyor. Devlet kavramsal olarak burjuvaziden önce diye Platon okunuyor, devlet tarihine iştirak ediliyor, tüm çalışma burjuvaziyi devletin akıl koltuğundan indirmeye indirgeniyor. Önce olan burjuvazi, sonra olan kemalist cumhuriyetse, aynı silsileye uygun olarak, ABD’den gerekli dersler alınıyor. Onların devleti adına kendi devletine saldırıyor. Burjuvazinin akıl koltuğunda oturan devlet indirilip yerine geçme hayalleri kuruluyor.
Bu hesaplar içinde marksizm de belli bir kıvama getiriliyor. Dışarıdan gelmesi tespitiyle o sözkonusu “iç” hesaplaşmanın seyrine göre biçimleniyor. Her yerlileşmede zenginleşmesi gereken marksizm bir uzvunu olay mahallinde bırakıp kaçıyor. Ama ısrarla ondan kertenkele olup kendiliğinden bu eksiğini gidermesi bekleniyor. Beceremediğini görüp ona düşman düşünce akımlarının çeşitli uzuvlarına sarılanların sayısı son yıllarda öyle arttı ki!
“Marksizm dışarıdan geldi” tespiti bir kısım devrimciyi, sosyalisti ve komünisti de ikna ediyor. Onun “dışarıdan” gelişi, verili ülke bütünlüğünü parçalayacağından korkulduğu için bu vurgu yapılıyor. Her türlü gerilim, çelişki ve çatışmadan kaçış ustası küçük burjuva aydın güruhu, marksizmi dışta tutmak için kendisine ait verili kurguyu koruma altına alıyor. Yerlileşme teşebbüslerinde ise marksizmin her türlü kurguyu parçalayan devrimci yanı törpüleniyor.
-Sen de bana sınır çekerken, benim her söylediğimi dışsallaştırıp etkisizleştirirken kimin çizdiği özü (kendi’yi) muhafaza ediyorsun? Mesele muhafaza ise, savaş alanında olmayan bir varlığı kim koruyabilir?
12 Eylül günü devrime öncülük etmesi gereken TKP MK’si kadroların muhafazasını politika olarak belirliyor. İçi (güya) sağlama alıyor ve devletin kendi içlerinin güvenliği adına “goşist serseri takımı"nı, yani dışarıyı temizlemesini alkışlıyor. O güne dek sendikalara devrimcilerin girmesini engellemek dışında bir işlevi olmayan partili gençlerin bir bölümü, parti içindeki sınıflar mücadelesinin somut bir tezahürü olarak yaşanan yarılmaya uygun biçimde hapishanelere, diğer bölümü Avrupa’ya gönderiliyor. Evet, iç-dış tartışmasının, bu ikiliğin merkeze alınmasının sonucu bu. Tartışma anlamsız. “İçin mi dışın mı yanındasın?” sorusu gereksiz.
Mücadele ateşlenseydi, radyodan “Salkım Söğüt” çalsaydı, mücadelenin bizzat kendisi o gençleri ve partiyi lâyıkıyla muhafaza edecekti. Ama ortada kimse kalmadı ki korunacak? Geriye bir miktar devletlû akıl ve biraz da burjuva vicdan.
Devletlû akıl ve onun zulmü kapitalist sömürüyü; burjuva vicdan ve onun savunması devletçi zulmü gizlemek, muhafaza etmek için örgütleniyor.
-Sen devlet misin, burjuva mı? Ya da şöyle sorayım: hangisi olmak istiyorsun? Hiçbiri mi? Öyleyse onlardan öğrendiklerini unutmaya ne dersin? “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar”a bu iki düşman unsurdan öğrendiğin akılla ve vicdanla ne verebilirsin, o zincirleri sevmek ve onların varlığını aklîleştirmek dışında. “Evet, ben delişken bir adamım, bu zincirler bana iyi geliyor, yoksa kendimi kaybederim”, laf bu, değil mi? “Kendin” kaybolsun zaten, hükümsüz artık. Hükmü geçtiği yerler, kendi olmayı öğrendiğin odaklar: devletin ve burjuvazinin cirit alanı…
Kimin içi, neyin dışı?
Hücreleri parçalamak, ama içteki hücreleri dışarısının balyozuyla, dışarısının hücrelerini içerisinin çekiciyle parçalamak isterken, o balyoz ve çekiç kimin, bakmak gerekmiyor mu?
Her kolaycılık sınıflar mücadelesinden kaçışı ifade ediyor. Onun somut tezahürlerine karşı körleşip meseleyi bordrolu işçilerle patronları arasındaki mücadeleye indirgemek de meseleden kaçışın bir yolu. Proleter olan, ille de birilerinden maaş alıp fabrika içlerinde üretim mekanizmasına hizmet edenler değil. O hâlâ Roma hukukunun dışarısı, barbar, Fransızların külotsuzu ya da Ortadoğu’nun mazlum Müslüman’ı.
-Senin ben olmadığını sürekli hatırlama ve hatırlatma ihtiyacını koşullayan şeyin sınıfsallığı ne? Birlikte türkü söylememizi engelleyen o duvarı kim ördü?
Hâlâ psikolojizm tuzağındayız. Kitleler içinde pişmediğimiz, hamurumuz orada karılmadı diye belki de. Bu psikologların dediğine inanırsak, şizofreni suçu kendinde, paranoya başkalarında bulmakla ilişkili. İlki dışarıyı içe, ikincisi içeriyi dışa kapatıyor. O suçu tespit eden yasa nizamı kimin peki? O sütten çıkmış ak kaşık mı? Aynı psikologlar, annenin içeriyi, babanın ise dışarıyı temsil ettiğini söylüyorlar.
-Bana sınır çekmen neyi gösteriyor? Kendi baba’nı mı koruyorsun, yoksa içteki annen mi mahrem? Ben her değdiğim insanım. Nüfusum bir değil, çok. O çokluktan bir derinlik, bir boyut olmak neden ezici ya da sömürücü olsun ki? Nedir seni sömürüye karşı körleştirip zulme ya da zulme körleştirip sömürüye duyarlı kılan? İşine geldiği gibi ayrım yapıp konum alıyorsun, iyi ama o işi sana kim verdi?
Zulme hassas olanlar, işçinin üç kuruş için verdiği mücadeleyle alay ediyorlar, sömürüye hassas olanlarsa Kürd’ün kültür ve tarih için verdiği mücadeleyi “bir TV kanalı”na indirgeyip küçümsüyorlar. Bilmiyorlar, zulmün sömürüsünü, sömürünün zulmünü.
-Ağzımdan çıkan her kelime bir şeyleri bütünleyebilir ya da parçalayabilir. Bütün ve parça ayrımını kendi öznelliğinde yapan sensin. Ya belli bir bütünün parçası ya da bütünsel özgül bir parçasın. Ya bütünsün ya parça. Nerede devrimciliğin parçalama ve bütünleme pratiği? Parça ve bütün olmayı kendinde dondurduğunda böylesi bir pratiğe gerek kalır mı? Ağzımdan çıkan her kelime senin bütününü parçalayabilir, yani sana zulmedebilir. Ya da bütün bir parça olarak seni bir başka bütüne ait kılmaya zorlayabilir, yani sömürebilir. Bunların, sömürü ve zulmün hangisinin önce olduğunun bu noktada önemi yok. Önce olanı önemsiyorsan, sen “zaman tanrısı”na tapıyorsun! Yarışa, rekabete kutsal bir değer yüklüyorsun. Verimlilik, zenginlik, çeşitlilik, bolluk ve genişleme için “yaşasın rekabet” diyorsun. Sonra gelene bakıyorsan, sen “mekân tanrısı”na inanıyorsun. Üretim mitosuna ve mülkiyete anlam yüklüyorsun. Tekleşme, bütünleşme, eşitlenme ve derinleşme için “yaşasın mülkiyet” diyorsun.
Eşitlikçiler özgürlüğü; özgürlükçüler eşitliği hayal görüyorlar, onları ütopyalaştırıyorlar ve maddîleşmelerini önlüyorlar. Zamanla birinciler zulme; ikinciler sömürüye hizmet ediyorlar. Eşitliği ve özgürlüğü kendinde donduranlar, sömürü ve zulme karşı ayrı mücadelelerinde bir iç kavgasına tutuşuyorlar, sömürü ve zulme tâbi olan bizler onların bu didişmesinde rol kapmaya çalışan figüranlarız yalnızca.
-Önce ya da sonra… Ne önemi var? Çok mu yaşlıyım meselâ, evet binlerce yıl yaşlanmış bir yanım var ama rahimden yeni çıkmış bir bebek gibiyim, ağlıyorum hâlâ… Sen olmazsan kim büyütecek onu? Ya da Karadeniz’in suyunda yaşlanmış Mustafa Suphi’leri kim büyütecek kavgasında? Sen ömrünü kutsallaştırma ve biricikleştirme gayretindeyken, yeni olduğunu özgürlükçülere inandırmak için çırpınırken, birileri zamanı örgütlüyor çet odalarında, küresel şebekeler (www) kuruluyor her dakika, seni o biricikliğinin hücresinde boğmak adına.
Suphi’ler mi içeridendi, onları öldürenler mi? Acaba “fazla” içeriden oldukları için mi öldürüldü, yoksa sonradan onların mirasını sömürenlerin otuzlarda dedikleri gibi, fazla “maceracı”, fazla dışarıdan oldukları için mi? Mirasyedi evlatlar gibi komünist pratiği burjuva siyasasına kurban edenler Suphi’lerin Anadolu’da yeterli örgütlülüğünün olmadığını söylüyorlar. O zaman neden öldürüldüler? Bir Nakşibendî şeyhine “komünizmle İslâm kardeştir” dedirten, eski bir İttihatçı tetikçiye (Ethem’e) solcu bir gerilla olmayı öğreten, askerlere rütbe söktüren, süvarileri ellerinde orak-çekiçli bayraklarla Konya Ovası’ndan cepheye taşıyan bir hareket nasıl köksüz olabilir ki?
Kimin içerisi, neyin dışarısı?
Denilir ki, yıllarca fahişelik yapıp o zulme tahammül eden bir kadını ayakta tutan, rahminde temiz bir yerin kaldığına dair inançmış. O inançla hamama gidip kırk Fatiha’lı su dökünüp arınıyor bu kadınlar.
19 Aralık Operasyonu, aslolarak “dışarı”ya karşı yapıldı. Herkesi hayatta kalma ideolojisine mahkûm etmekti niyetleri. Hayatî hücreler kuruldu. 19 Aralık ve 17 Ağustos yan yana yaşandı. On yıl önce yolda yürüyen üç arkadaşı yasadışı örgüt üyesi olarak görüp gözaltına almaya imkân veren yasanın doğal uzantıları örgütlendi. Yan yana olmamak meşrulaştı. Herkese kimseye güvenmemek öğretildi. Bir de üstüne 2001 krizi geldi. Herkes, kendi bireyselliğinde, sahip olduğunu düşündüğü rekabet gücüne ve mülkî değere dönük inancına sarıldı. Sanat öğrencisi bir genç, yılbaşına dek bir hafta bir mağazanın vitrininde yaşamayı sanatsallık saydı, sanat o vitrin camını kırmakken. Hücreler mağaza vitrinlerinde, TV odalarında, çeteleşmiş genç liseli örgütlenmelerinde ve bel hizasında kalmış cinsellikte kendisini yeniden örgütledi. Hapishanelerdeki hücreler devrimciliği, toplumdaki hücreler devrimi boğmak içindi. Sömürü ve zulüm, efendiler, herkesi bir hücreye hapsetmek istedi. Toplumu kendilerince yeniden örgütlenmeleri için bu şarttı.
Şimdi ise bu sarsıntının travmasını yaşayan devrimci dostlar, mahallerini bu fahişelerden ve tüm kirden arındırmaya çalışıyorlar.
Ama tam da bu noktada şu sorulmalı: bu çalışmanın, burjuvazinin “kentsel dönüşüm projeleri” ile gecekondu mahallelerini içeri alma iradesine denk düşmesi tesadüf mü? Kimin arka bahçesi, ne adına temizleniyor?
Ya da neyin içerisi, kimin dışarısı?
Rahminde sakladığı temiz yere güvenen fahişe kadın nasıl devrimcileşir? Onu devrimcileştirmeden öldürmek hangi projenin uzantısı? Magazin programlarından fışkıran etler ne kadar namuslu ya da? Mahalledeki fahişe kimin dışarısı, o mahalle kimin içerisi artık? “Laila” dizileri gecekondularda çekilip oraya izlettirilirken, ne kadar gereksiz sorular bunlar…
-Ben eski Grek düsturundan, “kendini tanı”dan, bahsetmiyorum. Yunus gibi “bir ben var bende benden içerü” de demiyorum. “Önce kendini bil, kendinde bir devrim yap, sonra devrimci ol”. Hayır, bu da değil. Dediğim şu: “kendi” diye bir şey yok. “Kendi” denilen şey belli bir savunma yöntemi. Ve senin savunma için yaptığın, başkalarının saldırı yöntemi esasında. Kendi ya da öz, tarihsel ve toplumsal sarsıntılara karşı varlığını muhafaza etmek zorunda kalmışların ortak sığınağı. Ben “devrim ol, sömürü ve zulmün o ortak sığınaklarına, kalelerine savaş aç” diyorum, hepsi bu. Her saldırı savunma, her savunma saldırı. Sen kendini savunurken, belli bir savunma stratejisi geliştirirken, başkalarının saldırı taktiğine ortak oluyorsun.
Her çelişki, gürültünün kulağımızda dengelenmesi ve bizim ona alışmamız gibi, bir noktada dengeleniyor. Ben-özne noktası, denge noktası oluveriyor. Oraya hemen korunaklı otağlar, hücreler kuruluyor. Sığınıyoruz hemen, kendimizce kurguladığımız “dışarısı”nı hiç dinlemeden. Solun tarihi olarak bu otağlar bazen aydın, bazen öğrenci, bazen de işçi arazisinde kuruluyor. Burası öz, merkez oluveriyor. Her şeyi buradan ayrıştırıp birleştirmeye gayret ediyoruz. Salt teoride yüzleştiğimiz amaç ile pratikte karşılaştığımız araç yer değiştiriyor. Sapla samanı ayıramıyoruz. Teori ve pratik arasındaki gerilim kendi şahsımızda siliniyor. Lego mantığı ile bu ikisi örtüşüyor.
-Sen nesin: öğrenci mi, aydın mı, işçi mi? Sular nerede karışıyor? Öğrenci olmanın zorluğunu biraz işçi biraz aydın; işçi olmanın zorluğunu biraz öğrenci biraz aydın; aydın olmanın zorluğunu biraz işçi biraz öğrenci olmakla aşıyor olmayasın? Marksist olmak fiiliyatta bu kolaycılığın zemini, değil mi? Pratik maddî ilişkilerde neysen osun aslında.
Bu konuda geçmişte üretilmiş en güzel mit, TİP. Aydınlar, işçiler ve öğrenciler ne güzel el ele halay tutmuşlardı, değil mi? Aralarda cereyan eden sınıflar mücadelesi okumaya ne oldu? Deniz, Mahir ve İbrahim’i bir de buradan okumak daha anlamlı belki de. Onları, "öğrenci lideri", "örgüt kuran aydınlar" ya da "devrim hamalları" olarak okuyanlar görüldü. Sonuç ne? Birinci türden okuyanlar bu okumayı bu isimlerin saldırdığı aydınları, ikinci okuma gençlik hareketini, üçüncü koruma saf işçi hareketini korumak için yapıldı. Oysa her adanın tavşanı kendi tazısıyla yakalanıyordu.
Hücreleri parçalamanın toplumsal ve tarihsel ayakları olabilmeli. Her kopuş, dönüşüm momenti olarak geriye-ileriye, sağa-sola, yukarıya-aşağıya doğru bir değişimi de tetiklemeli. Bunları avcı gibi takip etmeli. “Ben kendimi sağlama aldım” denilmemeli.
-Beni dışsallaştırmak neye yarar? Ya da başkalarını? Eleştiriye indirgenmiş bir teorinin anlamı nedir? Kendine kapalı bir elektrik devresi gibi düşünüp bunu korumak için beni dışarı atıyorsun. “Bugün hava ne güzel” demem bile kulağında farklı çınlayacak. Bir süre sonra devrimcileri görüş gününde dinleyip bu lafları şifre diye âmirine ileten gardiyan gibi olacaksın. “Kesin şifreli konuşuyor bunlar”… Buluttan nem kapacaksın. Yağmur yağmadığı hâlde ıslanacaksın. Şemsiyenin altına almayacaksın beni.
Dışsallaştırmak bir savunma, içselleştirmek bir saldırı tarzı. Senin bu tavrında, senin şahsında kim bana saldırıyor, ardından gelen saldırıda ne kendini savunuyor?
Komünistlerin, solun ya da örgütlerin birliği savaş alanında olur. Ama o alanı idrak etmek mühim. Hücre, öz ya da denge noktası ilâhî kudreti haiz bir güç odağı olarak örgütlenip zamanla tek, bir bütün kılındıktan sonra bu türden birliklerin oluşacağını düşünmek hayallerin zaten gerçek olduğuna inanmaktan kaynaklanıyor. Savaş alanına girmeden ya da bu alanı kendimizin olduğu yerlere doğru genişletmeden birlik nasıl mümkün olabilir?
“Birleşme öncesinde ve birleşebilmek için, öncelikle sağlam ve kesin sınırlar çizmeliyiz. Aksi takdirde birliğimiz bir hayalden öteye geçemez, var olan karmaşayı gizler ve bu karmaşadan köklü bir biçimde kurtulmayı da engeller. Dolayısıyla, yayınlarımızı değişik görüşlerin biriktiği bir depo hâline getirmemeye kararlı olduğumuz anlaşılabilir. Aksine onu kesinlikle belirlenmiş bir eğilim ruhu içinde yürüteceğiz. Bu eğilim marksizm sözcüğü ile ifade edilebilir ve Marx ve Engels’in fikirlerinin sürekli gelişmesini savunduğumuz ve Eduard Bernstein, P. Struve ve başkalarının moda hâline getirdiği bulanık, kandırıcı, oportünist ‘düzeltmeleri’ şiddetle reddettiğimizi eklemeye dahi gerek yoktur (…) biz, farklılığı açık olan görüşler arasında polemiklerin yokluğunu, temel sorunlar konusundaki ayrılıkları gizleme çabasını bugünkü hareketin zaaflarından biri olarak görüyoruz.” [Lenin, “Iskra Yazı Kurulunun Bildirgesi”, Ekonomizm Taraftarlarıyla Bir Konuşma içinde]
-Sendeki işçi, öğrenci ya da aydın merkezli marksizm, kendi mezhebi ve meşrebince ayırıyor ve birleştiriyor. Ayrımların ve birleşimlerin gerçekleştiği yerlerde somutlanmıyor. Herkese açık ve ortak marksizm sende şahsî bir edebiyata doğru kapanıyor. Biraz aydın gevezeliği, biraz öğrenci serseriliği, biraz da işçi nahifliği… Araya çekilen “sağlam ve kesin sınırlar” öze, kendi’ye ilişkin bir savununun konusu olmamalı oysa. Beni senden ayıran hücre duvarlarını yıkmak için gerekçenin önkoşulu olabilmeli onlar. Ayıran ve birleştiren sen, ben değil, marksizm, Lenin bunu söylüyor.
Mustafa Suphi’ler, Moskova’da kurulan devrim otağının dışına düştüğü için katledildiler bir yönüyle. “Biz onlar gibi ölmek değil, yaşamak istiyoruz” diyen ve Suphi’lerin geleneğinin devamcısı olduğunu iddia eden partinin (TKP’nin) başkanı, elinde tuzluk, her kurulu otağa koşuyor. Aynı başkan, “Rusya’da demokrasi olsaydı, Lenin devrim yapmazdı” diyor, Şubat Devrimi'ni, demokrasinin mevcudiyetini görmezden gelerek, üstelik devrimciliği Lenin’e dışsallaştırarak.
Suphi’ler Moskova hattının dışında, elde kılıç savaşmanın yollarını aradılar. Savaş alanının içine koşulsuz daldılar ve Avrupacı, Türk millî solcusu, Müslüman’ı, eski İttihatçısı, Spartakist'i bilcümle dinamiği önüne katıp geldiler Anadolu’ya. Onları öldürmek, bu unsurların, kurucu burjuvaların ve onların askerlerinin karşısında birer tehdit olmasını önlemek içindi. Kurucu irade kendi odağını muhafaza etmek adına saldırdı, beş ayda tüm düşmanlarını tasfiye etti. Savunulan emperyalistlerin yeni cumhuriyeti, saldıran gene Batılı güçlerdi. Savunulanın ne olduğunu anlamayanlar (Kadrocular), korkudan, bu ekibin safına geçtiler.
-Seni korkularınla yüzleşmeye davet etmekten başka bir şey yapamam. O korku ve kaygıyla neler yapabileceğini biliyorum. Ezidîlerin başmelek Tavus’tan öğrenip etrafına çizdiği çember de bu korkunun temsili değil mi? Ama tersten, bu çember birisini öldürmek için de kullanılıyor. Ya seni ya da Nâzım’ın tabiriyle, sol memenin altındaki cevahiri öldürmek adına çemberler çiziliyorsa? Bunun idrakine dövüşerek varabilirsin. Siyaset safını belirlemek, taşın altına elini koyabilmek cesareti. Bu korkuyla siyaset haram olur. Oysa o korkularının kaynağıyla ancak siyasetle mücadele edebilirsin, gerisi teferruat. Cesaret, doğal hakikatin parçası olunduğuna ilişkin bir hissiyat ve bilinçle anlamlı.
…ve ak kâğıda düşen bu kelimeler, tüm ölüm orucu şehitlerinin açtığı yoldan, onların cesaretiyle içte, dışta; toplumsallığımızda ve tarihselliğimizde kurulu olan bütün kâğıttan hücreleri parçalamak ortak irademiz olsun diyedir.
Eren Balkır
30 Ağustos 2008

0 Yorum: