Agamben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Agamben etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2025

Ekonomik Durum ve Devrim




Şu gerçek üzerine bıkıp usanmadan tefekkür etmek gerekiyor:

Politik sözlükçemizin en önemli terimlerinden olan “Devrim”, astronomiden alınmış olan bir kelime ve bu kelime, kendi yörüngesinde yol alan bir gezegenin hareketini ifade ediyor.

Bir de “Konjonktür” terimi var.

Politik kategorilerin yerini ekonomik kategorilerin aldığı genel eğilimin hüküm sürdüğü günümüz koşullarında “Devrim”in yerini alan bu terim de astronomi kaynaklı. Bu terimin kökenine dikkatlerimizi ilkin Kıyaslamalı Edebiyat Profesörü Davide Stimilli çekmişti.

“Ekonomik faaliyetin kısa süre devam eden belirli bir dönem boyunca devam ettiği ekonomik döngünün belirli bir aşaması”nı ifade eden “Konjonktür” terimi, aslında belirli bir momentte birkaç yıldızın konumlarının çakışmasını ifade eden “Kavuşum” [conjunction] teriminin değişmiş hâli.

Davide Stimilli çalışmasında, Aby Warburg’un La divinazione antica pagana in testi e immagini dell’età di Lutero [“Luther Çağına Ait Metin ve Resimlerde Antik Pagan Falcılığı”] başlıklı makalesinden alıntı yapıyor. Bu çalışmada kavuşum ve devrim birlikte ele alınıyor:

“Bu türden kavuşumlar, ancak devrim denilen geniş zaman çakışımlarında gerçekleşebilir. Dikkatle planlanmış bir sistemde büyük ve azami kavuşumlar ayrışır. Satürn, Jüpiter ve Mars gibi büyük gezegenlerin buluşmasına bağlı olarak bu tür kavuşumlar, en tehlikeli olan kavuşumlardır.”

Kavuşumlar ne kadar çok gerçekleşirse o kadar çok ürkütücü olgular meydana çıkar. En elverişli özelliklere sahip gezegen en kötüsüne yol açsa bile bu sonuç değişmez.

Asıl önemli olan husus şudur: Auguste Blanqui gibi tüm beklentileri konusunda hayal kırıklığına uğramış bir devrimci, hayatının sonunda insanlık tarihinin yıldızların hareketi gibi kendisini ebediyen tekrarladığını, aynı temsillerde ilanihaye dil bulduğunu idrak etmiştir.

Bugün tam da bu türden bir gerçeklik meydana gelmektedir: nitelik itibarıyla tesadüfi ve keyfi olan bir ekonomik konjonktür, o korkunç hâkimiyetini tüm toplumsal hayat üzerinde kurmaya çalışmaktadır.

Demek ki bugün hayırlı olan, politika ile yıldızlar arasındaki bağı kayıtsız şartsız kopartmak, astronomik kaderle devrimi, zorunlulukla ekonomik konjonktürü, doğa bilimleriyle politikayı birbirine bağladığı iddiasında olan bağı her yüzde kesip atmaktır.

Politika, ekonominin yasalarında veya gök kubbede kayıtlı bir şey değildir: Politika, zayıf ellerimize bağlı olan bir pratiktir. Dolayısıyla, bize lazım gelen, o zayıf elleri konjonktürde ve devrimde mahpus eden her türden kurguyu redde tabi tutacak fikri bir berraklıktır.

Giorgio Agamben
15 Ocak 2025
Kaynak

29 Ekim 2024

,

Yahudiliğin Sonu



Siyonizm, Yahudiliğin tarihsel gerçekliğine yönelik bir inkâr ve reddiyedir. Bu gerçeği idrak edemeyen, bugün İsrail’de olan bitenin anlamını kavrayamaz.

Siyonizm, Hristiyanlardaki ulus-devlet mefhumunu Yahudiliğe taşımakla kalmadı, aynı zamanda, on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Yahudi kimliğini kademe kademe ortadan kaldıran Siyonizm, esasen asimilasyon sürecinin zirvesi olarak somutlaştı.

Önemli çalışmasında Amnon Raz-Krakotzkin’in de ortaya koyduğu biçimiyle Siyonist bilincin temelinde bir de Yahudi sürgünü olgusuna yönelik reddiye ve inkâr var. Oysa bu sürgün, bildiğimiz kadarıyla, Yahudiliğin tüm tarihsel anlatılarının ana ortak hikâyesi.

Bu sürgünle ilgili anlayışın öncülleri, İkinci Tapınak’ın yıkılması öncesinde de mevcut. Aynı zamanda kutsal kitapla alakalı tüm literatürde de karşımıza çıkıyor. Sürgün, Yahudilerin yeryüzündeki varlık biçimi. Mişna’dan Talmud’a, sinagogun mimarisinden kutsal kitapta geçen olaylara dair hatıraya kadar tüm Yahudi geleneği, sürgün açısından algılanır ve tecrübe edilir.

Kitaba bağlı, ortodoks bir Yahudi’ye göre İsrail devletinde yaşayan Yahudiler de sürgünde. Mesih’in gelişiyle kurulacak olan ve Tevrat’ta ifade edilen devletin bugünkü ulus-devletle bir alakası yok. Öyle ki bu anlayışın temelinde Tapınağın yeniden inşa edilmesi ve kurbanların geri dirilmesi fikri var. İsrail devleti, bu tür fikirleri işitmek bile istemiyor.

Ayrıca, Yahudiliğe göre sürgünün Yahudilerin sadece varlık koşulu olmadığını, bir bütün olarak dünyanın eksikliğiyle alakalı olduğunu unutmamak gerek. İzak Lürya dâhil tüm Kabalacılara göre sürgün kutsallıkla ilgili bir mesele. İnsan, kendisini kendisinden sürgün ederek bir dünya inşa ediyor ve bu sürgün ilk düzenin yeniden inşasına (Tikkun’a, dünyanın iyileşmesine) dek sürüyor.

Yahudi, bu sürgün fikrini koşulsuz kabul etmek zorunda. Sürgün fikrini kabul etmekse mevcuttaki tüm devlet biçimlerini reddetmek anlamına geliyor. Bu anlamda, Yahudiler, devletle uzlaşmış olan tüm dinlere ve halklara karşı üstünlüğünü bu fikir sayesinde elde ediyorlar. Romanlar gibi Yahudiler de devlet fikrine ve biçimine karşı çıktılar, savaşmadılar, ellerine başka halkların kanı değmedi.

Ulus devlet fikri adına sürgün ve diaspora fikrini kökten inkâr ve reddeden Siyonizm tam da bu sebeple, Yahudiliğin özüne ihanet etti. Yahudilerin sürgünü kitaptan silindi, yerini Filistinlilerin sürgünü aldı. Bu da İsrail devletinin kendisini modern ulus-devletin en uç ve en acımasız biçimleriyle tanımlamasına neden oldu.

Siyonistler, Yahudilerin Diaspora fikrinin dışında kalmasını istiyorlar. Bu açıdan tarihle ilgili, ısrarla dile getirilen iddia aynı sonuca işaret ediyor. Ama bu, Auschwitz’de ölmemeyi bilmiş olan Yahudiliğin belki de bugün sonuna geldiği anlamına geliyor olabilir.

Giorgio Agamben
30 Eylül 2024
Kaynak

06 Eylül 2022

Melekler ve Şeytanlar


Günümüzde tarihin sonu, insan-sonrası ve tarih-sonrası bir çağın başlangıcı hakkında sıklıkla yinelenen vaazların tümü, insanın her zaman insan olma sürecinde olduğu ve dolayısıyla insan olmaktan vazgeçtiği ve âdeta insan olarak öldüğü gibi basit bir gerçeği unutuyor.

Hayvanlık mertebesine erişme ya da İnsanın insanlığı gerçekleştirme iddiaları, insanın doğasında var olan eksikliği açıklayamaz. Benzer düşünceler Tanrı’nın ölümüyle ilgili söylemler için de geçerlidir. Nasıl ki İnsan her daim insan olma ya da insan olmaktan vazgeçme sürecindeyse, aynı şekilde Tanrı’nın ilâhi hâle gelmesi de her zaman ilerleme hâlindedir ve asla kat’i bir biçimde tamamlanamaz. Pascal’ın, kıyamet gününe dek ıstırap içindeki Mesih’le ilgili ifadesi de bu bağlamda anlaşılmalıdır. Her zaman sanki ölüyormuşçasına ıstırap içindeydi –yani, kökene dönecek olursak, kendi tanrısallığıyla mücadele ve çatışma içindeydi– ancak tam da bu sebeple asla ölmedi. İnsanlık tarihinin safi anlamı bu bitmeyen ıstıraptadır ve tarihin sonu hakkındaki vaazlar, tarihin her zaman sona erme ediminde olduğu gerçeğini –yeni apaçık bir biçimde– görmezden geliyor gibi görünüyor.

Rahmetli Hölderlin’in yarı tanrılar ve neredeyse tanrısal ya da insandan daha fazlası olan figürler üzerindeki ısrarı bundandır. Tarih, hâlihazırda ilâhi olan ile henüz o mertebeye erişmeyen, insan olan ve henüz insan olmayan varlıklardan oluşur: yani nasıl yarı tanrılar ve yarı insanlar mevcutsa, bir “yarı tarih” mevcudiyeti de söz konusudur. Bu yüzdendir ki tarihi, tanrılardan daha azı ile insanlardan daha fazla veya daha azı arasındaki amansız bir mücadele olarak yorumlamanın tek yolu –Babalar ve Pavlus’un bu dünyanın kuvvelerini ve hükümetlerini “melekler” (veya “şeytanlar”) olarak adlandırdığında bizzat yaptığı gibi– tarihi gözlerimizin önüne seren melekbilim ve şeytanbilimdir. Ve mevcut durumumuz hakkında söyleyebileceğimiz bir şey varsa, o da, geçtiğimiz iki yıl boyunca iblislerin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir açıklık ve şiddetle işbaşında oldukları ve henüz iblis olmayanların, –tarihteki sonsuz düşüşlerinden önce kendileri de bir zamanlar iblis mertebesinde olan– melekleri bir daha geri dönemeyecekleri bir biçimde kovmak için boş bir girişimle iblisleri körü körüne takip ettikleri gerçeğidir.

Giorgio Agamben
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Kaynak

10 Mayıs 2022

,

Toplum İçre Cemaat


Batılı egemen güçlerin stratejilerini önceden en uç biçimiyle detaylandırıp geliştirdikleri bir ülke olarak İtalya, bugün vicdanını yitirmiş, sadece kendi kararlarını tanıyan bir zorbalığın, sahte bir dinin uyguladığı terörün boyunduruğu altında inim inim inleyen bir kitleyle ittifak hâlinde olduğu ve sadece anayasal hak ve özgürlükleri değil, insanî ilişkilerdeki tüm sıcaklığı dahi feda etmeye hazır olduğu bir yer.

Yeşil pasaportun eskinin olağan günlerine, normalliğe geri dönüşü ifade ettiğine inanmak, tam anlamıyla çocukça bir yaklaşımdır. Hükümet ve kullandığı yetkiler faydalı gördüğü sürece, üçüncü aşının dayatıldığı koşullarda yeni aşılar da vurulacak, yeni acil durumlar ve yeni kırmızı bölgeler illâki ilân edilecektir. Tabii ki bu sürecin bedelini, tüm emirlere akılsızca itaat edenler ödeyeceklerdir.

Bu koşullarda, direnişe dair her türden aracı elden bırakmamalı, muhalifler, toplum içinde bir toplum inşa etmeyi, düşmanlık ve mesafe üzerine kurulu toplum bünyesinde dostlardan ve komşulardan oluşan bir cemaat meydana getirmeyi düşünmelidirler.

Bu türden bir gizlilik, doğalında mevcut kurumlardan olabildiğince özerk olmayı gerekli kılan kimi biçimler alacak, zaman zaman tefekkürün konusu olacak ve pratikte sınanıp denemelere konu olacaktır. Kendisini az çok bilinçli bir biçimde özyıkıma mahkûm etmiş olan bir dünyada, insanın hayatta kalmasını ancak bu türden gizlilik biçimleri güvence altına alabilecektir.

Giorgio Agamben
17 Eylül 2021
Kaynak

09 Mayıs 2022

,

İki İsim


Şu iki ismi aklınıza kazıyın: Alessandro La Fortezza ve Andrea Camperio Ciani. Bu iki profesör, sosyal ayrımcılık için kullanılacak bir tür araç olarak yeşil pasaporta karşı çıktıkları için görevlerinden istifa ettiler.

Aşağıda kaleme aldıkları sözlerden bir bölüme yer veriliyor. İlki, Alessandro La Fortezza’nın öğrencilerine yazdığı açık mektuptan. İkinci alıntı ise Andrea Camperio Ciani’nin ders verdiği üniversitesinin rektörüne sunduğu istifa mektubundan.

“Arkadaşlar, Temmuz ayı içerisinde size ‘hoşça kalın’ demiştim, bugünse belki Eylül ayı içerisinde okulda bir daha görüşemeyeceğimizi söylemek zorunda kalıyorum… Doğru olduğuna kanaat getirirsem, doğru olduğuna inandığımda aşı olacağım. O aşıyı restorana veya konsere vs. gidebilmek için olmayacağım. İşimi kaybetmemek için de olmayacağım. Matta İncili’nin dördüncü babının dördüncü ayetinde dendiği gibi “insan, sadece ekmekle yaşamaz.”… Yarın aşı olmaya karar versem bile, burnuma o test çubuğunun girmesine izin versem bile, o yeşil pasaporta sahip olmayacağım. Dolayısıyla, bireysel tercihlerim ne olursa olsun, onlar, farklı tercihlerde bulunanlara ayrımcılık uygulamanın gerekçesi hâline gelemezler.”

“Sayın Rektör, aşağıda imzası bulunan ben Andrea Camperio Ciani, Padua Üniversitesi profesörü olarak, yeşil pasaportun derslere girmek için zaruri olduğunu öğrendim. Buradan, yeşil pasaportumu size geri verme onuruna ve şerefine sahip olduğumu size, rektör yardımcısı Maria Cristina Messa ile sağlık bakanı Roberto Speranza’ya bildiririm.”

Başka hocaların da çoğalttığı bu iki örnek, yeşil pasaporta karşı çıkanları ikinci sınıf yurttaşlar olarak görüp, onlara ayrımcılık yapan hükümet kararnamesini, bunun yanında, aşıların yol açtığı ölüm ve yaralanma durumlarında hükümeti her türlü sorumluluktan muaf tutan, artık kanun hâline gelmiş olan 44/2021 sayılı özel kararnameyi değersiz kılıyor.

Artık en temel özgürlüklerimizin iptal edildiği iki yıllık istisna hâlinin ardından, hocaların ve öğrencilerin liselerde ve üniversitelerde silinip gitmiş olan politik bilince yeniden kavuşmalarının vaktidir.

Giorgio Agamben
28 Ağustos 2021
Kaynak

08 Mayıs 2022

,

İnsanlar ve Yaban Sıçanları


Yaban sıçanı, Kuzey Avrupa ve Asya’nın tundralarında yaşayan, yaklaşık on beş santim uzunluğunda, ufak tefek bir kemirgendir. Yaban sıçanları, herhangi bir sebebi olmaksızın hep birlikte aniden göç ediyorlar. Bu göç, genelde deniz sularında toplu intiharla neticeleniyor. Bu türden bir davranışı neden sergiledikleri bilinmiyor. Zoologların sunduğu açıklamalar yetersiz kalıyor, önerilen açıklamalar bir süre sonra hükmünü yitiriyor.

Yirminci yüzyılın en aydınlık zihinlerinden biri olan Primo Levi, bu olguyu sorgulamış ve konuya kendince ikna edici bir yorum getirmiş.

Hepimiz, tüm canlıların yaşamaya devam etme arzusu içerisinde olduğu fikrini kanıksamışız. Yaban sıçanlarında ise bu arzu, bir sebepten ortadan kalkıyor. Yaşama içgüdüsü, bir biçimde ölüm içgüdüsüne evriliyor.

Ben, bugün başka canlı türlerinin, bilhassa insan denilen canlı türünün de başına benzer bir şey geldiğine inanıyorum.

Yaşananın adı, kolektif intihardır.

Dili içgüdüyle ve beden içi itkileri tetikleyen dışsal bir dizi cihazla ikame eden insan, suni ve epey karmaşık bir yoldan yaban sıçanlarının kaderini paylaşıyor.

İnsanlar, yaşamları için belirli gerekçeler ve sebepler sunamazlarsa yaşayamazlar. Her çağda bu gerekçeler ve sebepler, din, efsane, politik inanç, felsefe ve ideal biçimini alırlar. Söz konusu gerekçeler, bugün, insanlık tarihinin en zengin ve en teknolojileşmiş kesitinde hükmünü yitirmiş, insanlar kendilerini belki de ilk kez sadece biyolojik planda hayatta kalma pratiğine doğru kapattılar. Görebildiğimiz kadarıyla insanlar, bu kapanışı bir türlü kabullenemiyorlar.

Hastalık ve ölüm üzerinden her an her türden ideal gerekçenin tehdit altında olduğu sağlık terörünün uygulamaya konulmasını ancak buradan izah edebiliriz. Üreticilerinin ürettikleri aşıların uzun vadede yol açacağı etkilerinin bugünden öngörülemeyeceğini söylediği, genotoksisite (hücrelerdeki genotoksinlerin yol açtığı hasarın ölçümü) ve karsinojenite (kanser üretkenliği) testleri ve gerekli prosedürler bakımından bu aşıların şartlara uymadığı, testlerle ilgili son tarihin Ekim 2022 olarak belirlendiği koşullarda milyonlarca insanın kitlesel aşılama kampanyalarına maruz kalışını ancak buradan izah edebiliriz.

İnsanların birkaç yıl içerisinde yaban sıçanlarına benzer bir davranış sergileme, insan türünün kendi soyunun tükendiği bir gerçeğe doğru ilerliyor olma ihtimali, kesinlikle mevcuttur.

Giorgio Agamben
28 Temmuz 2021
Kaynak

03 Mayıs 2022

,

İkinci Sınıf Yurttaşlar


Ne vakit oluşan bir acil durum dâhilinde bir despotik rejim kurulup anayasadan kaynaklanan güvenceler askıya alınsa, Faşizm döneminde Yahudilerin başına gelenlerden de görebildiğimiz kadarıyla, insan kategorisi bağlamında belirli bir ayrımcılığa gidilir, bir kesim, bir anda doğal seyri içerisinde ikinci sınıf yurttaşlar hâline gelir.

Bugün gündeme gelen yeşil pasaport denilen uygulamanın icat edilmesindeki amaç da budur. Bu pasaportun amacı, nesnel bilimsel kesinlik yerine kişisel inançlar uyarınca insanlar arasında ayrımcılık yapmaktır. Oysa bilim sahasında aşıların güvenliği ve verimliliği konusunda sürmekte olan tartışma, henüz sona ermiş değildir. Bu konuda kimi doktorların ve bilim insanlarının dillendirdikleri, ilgili aşıların alelacele ve yeterince teste tabi tutulmadan üretildiğine dair görüşleri, asla göz ardı edilemez.

Gelgelelim, aşı olmaya karşı çıkan ve bu noktada kendi hür fikri ve sağlam temellere dayanan kanaati üzerinden aşı olmayan insanlar, alınan kararla toplumsal hayattan dışlanacaklar. Bu anlamda aşı, yurttaşlar arasında ayrımcılığa yol açacak bir tür politik-dinî simgeye dönüştürülüyor. Bu ayrımcı tutumsa en iyi ifadesini “yeşil pasaportla toplumu aşı olmayanlardan arındıracağız” diyen, bu açıdan faşist bir lafzı diline dolayan bir siyasetçide buluyor. Sorumsuzca edilmiş bu lafta adı geçen “yeşil pasaport”, esasında bu pasaporta sahip olmayanların koluna takılan, (geçmişte Nazilerin Yahudilere taktığı) sarı yıldızlı bandı ifade ediyor.

Bu, sahip olduğu politik ağırlığı küçümsenemeyecek bir olgudur. Asıl mesele, ayrımcılığa tabi tutulan bir kesimin oluşturulduğu ülkenin nereye doğru evrildiği, o ülkede insanların ikinci sınıf yurttaşlarla birlikte nasıl yaşayacağıdır.

Ayrıştırma ihtiyacı, toplum kadar eski bir ihtiyaçtır, ayrıca demokratik olduğu iddia edilen toplumlarımızda bile belirli ayrımcılık biçimlerine tanık oluruz, ama bu fiili ayrımcılık biçimleri, kanun üzerinden yaptırımlarla karşılanırlar ve kabul edemeyeceğimiz bir tür barbarlık olarak görülürler.

Giorgio Agamben
16 Temmuz 2021
Kaynak

* * *

 

Bir önceki metinde, yeşil pasaport denilen uygulamanın yürürlüğe girmesi sonrası olağan toplumsal hayat pratiğinden dışlanan yurttaşların nasıl hukuka aykırı bir biçimde ayrımcılığa maruz kaldığını ortaya koymuştuk.

Bu ayrımcılık zaruridir ve yapılan işlemin neticesinde öngörülmüş ve hesaplanmış bir sonuçtur. Buna karşın, tüm toplumun sahip olacağı düşünülen bu yeşil pasaportun yürürlüğe sokulmasındaki asıl gayenin yurttaşları dışlamak olmadığı iddia edilmektedir.

Oysa hükümetlerin bu tür yöntemlere başvurmasındaki ana gaye, yurttaşların her türden hareketi üzerinde anlık ve sınırsız kontrol tesis etmektir.

Yeşil pasaport, Sovyet rejiminin kendi sınırları dâhilinde yürürlüğe koyduğu, herkesin bir şehirden diğerine geçişini düzene sokmaya çalışan pasaportu andırmaktadır. Bugünkü örnekte kontrol daha da kapsamlıdır. Zira burada asıl mesele, konsere, sinemaya, veya restorana giderken bile pasaportunu göstermek zorunda olan yurttaşların her türden hareketi ve eylemi ile alakalıdır.

Çelişkili bir yaklaşım dâhilinde sisteme kaydolmamış, pasaportu bulunmayan yurttaş, yeşil pasaportu olana kıyasla daha özgür olacaktır. En totaliter rejimlerde bile emsali bulunmayan bu uygulama dâhilinde gösterilere katılacak, isyan edecek herkes, bu uygulama üzerinden soruşturulacak, izlenecek ve kontrol edilecektir.

Çin’in pandemi sona erdikten sonra bile izleme ve kontrol sistemlerini kullanmaya devam edeceğini açıklaması önemlidir.

Şurası açık ki yeşil pasaportta mesele sağlık değil, nüfusun kontrol altına alınmasıdır. Sisteme kayıtlı olanlar bile er ya da geç bu gerçeği bizatihi idrak etme imkânı bulacaklardır.

Giorgio Agamben
19 Temmuz 2021
Kaynak

28 Nisan 2021

,

Çıplak Hayat ve Aşı

Önceki müdahalelerimde birçok kez “çıplak hayat” kavramından bahsetmiştim. Bana kalırsa salgın şu gerçeği, hiçbir şüpheye mahal vermeyecek bir biçimde ortaya koymuştur: Bugün artık insanlık, ne pahasına olursa olsun korunması gereken çıplak varoluş dışında hiçbir şeye inanmamaktadır.

Sevgiye ve merhamete dair çalışmaları, şehadete işaret eden imanı ve koşulsuz dayanışma üzerine kurulu politik ideolojisi, hatta çalışmanın ve paranın kendisine olan bağlılığı ile Hristiyanlık dini, çıplak hayatın tehdit edildiği süreçte, ikinci plana atılmıştır. Oysa buradaki tehdit, istikrarsız ve kasten kararsız kılınmış istatistikî verilerin işaret ettiği bir riskten ibarettir.

“Çıplak hayat” kavramının anlamını ve kökenini netliğe kavuşturmanın vakti gelmiştir. Bu noktada insanın tek kalemde, kati ifadelerle tanımlanabilecek bir şey olmadığı hususunu hatırda tutmak gerekmektedir. Bilâkis insan, tarihsel bir kararın aralıksız bir biçimde güncellendiği mekândır. Her seferinde insanı hayvandan ayıran sınır sabitlenir. İnsandaki insanî olan, insanın içindeki ve dışındaki insanî olmayandan ayrıştırılır.

İsveçli biyolog Carl Linnaeus [1707-1778] insanı primatlardan ayıran özellikleri belirlemeye çalışmış, kendisinin böylesi bir özelliği bilmediğini bir biçimde itiraf etmiş, nihayetinde de o eski felsefi özdeyişi, “kendini bil” [nosce te ipsum] sözünü “homo” kelimesiyle birlikte anma ihtiyacı duymuştur.

Linnaeus, “sapiens” terimini Doğanın Sistemi isimli çalışmasına, ancak kitabın onuncu baskısında ekleyebilmiştir. Bu yeni terimin anlamına göre insan, kendisini insan olarak tanımlamak zorunda olan, dolayısıyla insanı insan olmayandan ayırmak, insanî olmayana karar vermek zorunda olan hayvandır.

Bu noktada alınacak bu kararın, insanı insanî olmayandan neyin ayırdığına ilişkin kararın tarihsel planda uygulamaya sokulmasını mümkün kılacak cihaz olarak akla, antropoloji gelecektir. Antropoloji denilen mekanizma, hayvan hayatını insandan ayırır, insanı bu dışlayıcı tutum üzerinden üretir. Gelgelelim bu mekanizmanın işleyebilmesi için dışlama pratiğine kapsama pratiği de eşlik etmeli, hayvan ve insan denilen iki kutup eklemlenmeli, bu ikisini ayıran ve birleştiren bir eşik belirlenmelidir.

İşte çıplak hayat, bu mafsalın ta kendisidir. Bu hayat, ne tam anlamıyla hayvanî ne de gerçek anlamıyla insanîdir. Her seferinde insanî olanla insanî olmayan arasındaki ayrıma orada karar verilir.

İnsanı kesen, onun içinden geçen, insanın içerisinde toplumsal olanı biyolojik olandan ayıran bu eşik, bir tür soyutlamadır ve öze dairdir. Söz konusu soyutlama, her seferinde politikanın belirlenimde olan, “köle, barbar, çıplak insan” gibi, tarihsel ve somut kavramlar şahsında tecessüm ederek gerçek bir olgu hâlini alır. Antik çağda köle, barbar ve çıplak insan olarak görülenler öldürüldüğünde suç işlenmiş sayılmazdı. Bu anlamda on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ile Aydınlanma ve maymun ile insan arasındaki kayıp halkayı, Vahşi Çocuk, kurt adam ve Maymunsu İnsan teşkil etmektedir.

İstisna hâlinde yaşayan yurttaş, toplama kamplarındaki Yahudiler, yirminci yüzyılda organ ticareti için saklanan bedenin ta kendisi, resüsitasyon (canlandırma) odasında komadaki hasta, çıplak insanın karşılığıdır.

Peki bugün çıplak hayat kavramı, pandemi yönetiminde karşımıza nasıl çıkıyor? Tıp tarihinde izole ve tedavi edilen hasta insan, çıplak hayatı ifade etmez. O, aslında çelişkili bir formül dâhilinde asemptomatik hasta olarak tarif edilen kişide karşılık bulur. Çünkü asemptomatik hasta, hasta olduğunu bile bilmeyen insandır.

Burada mesele sağlık değil, hayatın ne sağlıklı ne hasta olması, insanın hastalık yayma ihtimaline bağlı olarak, özgürlüklerinden sürekli mahrum olması, her türden yasağa ve kontrol mekanizmasına tabi hâle gelmesidir.

Bu anlamda tüm insanlar, teorik planda asemptomatik hastalardır. Hastalık ve sağlık arasında salınan bu hayat, ancak ve sadece aşılamanın konusu olabilir. Bu yeni dinde yurttaşlar aşıyla vaftiz edilmelidirler.

Vaftiz ise artık kalıcı değil, geçici ve yenilenebilir bir şeydir, çünkü yeni yurttaş, her daim belgesini göstermek zorunda kalacak, devredilemez ve ilga edilemez haklarından mahrum kalacak, sadece aralıksız bir biçimde başkalarınca kararlaştırılıp güncellenen yükümlülüklere sahip olabilecektir.

Giorgio Agamben
16 Nisan 2021
Kaynak

11 Mart 2021

,

Salgın



Salgın

Yağcıya! Hadi ver gitsin şunu yağcıya!
[Alessandro Manzoni, Nişanlılar]

 

17. yüzyılda vebanın birileri tarafından her yere sürülen bir yağla yayıldığına inanılıyordu. Bugün de İtalya’da her türden araç kullanılarak yayılan panik, gayri insani bir dizi sonuca yol açıyor. Bu noktada koronavirüsün hayli öldürücü bir bulaşıcı hastalık olduğundan sözediliyor. Bu panik üzerinden devlet, istisnai acil durum tedbirleri alıyor.

Hipokrat tıbbının yabancı olduğu bu fikrin ilk örneklerini 1500 ilâ 1600 yılları arasında bazı İtalya şehirlerini harabeye döndüren veba salgını esnasında görüyoruz. Manzoni’nin hem Nişancılar romanında hem de Meşum Sütunun Hikâyesi isimli makalesinde ölümsüzleştirdiği yağcı figürü bugüne dair bir şeyler söylüyor. Milano’da 1576 yılında veba konusunda atılan çığlıklarda yağcılar, şu şekilde tarif ediyorlar ve yurttaşlar şu tür cümlelerle onları mahkûm etmeye çağrılıyorlar:

“Bugün vali biliyor ki birilerine şevkle yardım edebilecek kadar parası olan kimi insanlar halkı, Milanoluları dehşete sürüklemek ve korkutmak, onları ayaklandırmak için, evlerin kapılarına, kapıların menteşelerine, sokak köşelerine, ülkenin başka yerlerine hastalık yayan, bulaştıran bir yağ sürüyorlar. Bunlar derdi, vebayı hem halka hem zengine bulaştırmak. Ama bu, çok kötü sonuçlara yol açıyor. Bu tür şeylere inanan insanların hayatlarında pek bir şey değişmiyor. Niteliği, statüsü, sınıfı ve koşulu ne olursa olsun bu tür bir küstahlığa yandaş olan, yardım eden, yapanları bilen herkesin, birilerine beş yüz sikke verildiği vakit açığa çıkacağı kesin.”

Hükümetin son dönemde imzaladığı kararnamelerdeki hükümlerin kanunlar üzerinden onaylanmaması gerekiyor. Çünkü bu kararlar, bugün her bireyi potansiyel bulaştırıcı hasta olarak görüyor, tıpkı terörizmle ilgili kararların her yurttaşı potansiyel terörist olarak görmesinde olduğu gibi.

Buradaki benzerlik çok açık, öyle ki potansiyel bulaştırıcı hasta eğer mevzuata uyum göstermiyorsa ceza alıyor, hatta hapse atılabiliyor. Asıl rahatsız edici olansa kendisini koruma imkânı bulamayan çok sayıda bireye virüsü bulaştıran sağlıklı veya hastalığın erken aşamasındaki taşıyıcılara ilişkin verilen rakamlar.

Kanaatimce belirlenen hükümlerde özgürlükler konusunda örtük olarak getirilen kısıtlamalardan daha üzücü olansa insanların kendi aralarında üretme imkânı buldukları ilişkilerin yozlaşacak olması. Diğer kişi sevdiğiniz biri olsa bile ona yaklaşamayacak, ona dokunamayacak, aranıza yaklaşık bir metrelik bir mesafe koymak durumunda kalacaksınız. Hatta bazı uzmanlar, bu mesafenin dört buçuk metre olması önerisinde bulunuyorlar (o elli santim niye var, o da ilginç doğrusu!).

Bu süreçte komşuluk diye bir şey kalmayacak. Yöneticilerimizdeki ahlakın her türlü tutarsızlıkla malul olduğunu düşünürsek, alınan bu kararlar, bizatihi korktukları kesimlere korku salmak için dayatılıyorlar. Onların bizi yönetmek için yarattıkları bu durumun ne tür bir amaca ulaşmak için oluşturulduğunu görmek zor değil: Üniversiteler ve okullar kapatılacak, dersler internetten verilecek, politik veya kültürel konularla ilgili konuşma imkânları ortadan kalkacak, bir araya gelme ihtimali kalmayacak, her şey sadece dijital mesajlarla iletilecek, makineler, insanlararası temasın her türlü biçiminin, duyguların ve fikirlerin sirayet ettiği durumların yerini alacak.

11 Mart 2020

* * *

 

Açıklama

Bir İtalyan gazeteci, insanların artık ölülere bile saygı duymadığı bu ülkede salgın konusunda yaşanan ahlakî keşmekeşe dair düşüncelerimi tahrif edip çarpıtmak amacıyla mesleğini gayet hayırlı bir amaç doğrultusunda kullanmaya karar vermiş.

Adını vermeye de dillendirdiği çarpıtmaları düzeltmeye de değmez. Salgın başlıklı yazımı dileyen herkes Quodlibet’in sitesinden okuyabilir. Burada ben, net bir dille aktarmama rağmen illaki tahrif edilecek başka görüşlerime yer vereceğim.

Korku, kötü bir rehberdir. Ama bir yandan da korku, görmek istemediğiniz şeylerin görünmesini sağlar. Ülkeyi felç eden ilk panik dalgasının açığa çıkarttığı ilk şey, toplumumuzun artık çıplak hayattan gayrı hiçbir şeye inanmadığı gerçeğidir. Şurası gayet açık ki bugün İtalyanlar, pratikte her şeyi, olağan yaşam koşullarını, toplumsal ilişkilerini, işlerini hatta dostluklarını, duygularını, dinî ve politik görüşlerini hasta olma tehlikesi karşısında feda etmeye fena hâlde isteklidirler.

Çıplak hayat ve onu yitirme korkusu, insanları birleştiren değil, onları körleştirip ayrıştıran bir şeydir. Manzoni’nin romanında bahsini ettiği veba salgını döneminde olduğu gibi diğer tüm insanlar bugün, hastalığı yayma ihtimali bulunan yağcılar gibi görünmeye başlamışlardır. Bu insanlardan ne pahasına olursa olsun uzak durulmalı, onlarla aramızda en az bir metre mesafe olmalıdır.

Bugün ölülerimizin bir törenle gömülme hakkı bile bulunmamaktadır. Sevdiklerimizin naaşlarının başına ne geldiğini bile bilmiyoruz. Komşularımız el ayak çektiler, kiliselerin neden sessiz olduğunu merak eden yok. Bir ülkede ne kadar süreceğini kimsenin bilmediği böylesi bir hayata insanlar alışırsa ne olur? Hayatta kalmaktan başka bir değeri olmayan toplum, nasıl bir toplumdur?

Salgının açığa çıkarttığı, ilki kadar rahatsız olan diğer bir husus da hükümetlerin bugün alışkanlık hâline getirdikleri istisna hâlinin gerçekte olağanlaşmasıdır.

Geçmişte de birçok ciddi salgınla karşılaşıldı, ama hiçbir hükümet, bizim hareket etmemize bile mani olan bu türden bir olağanüstü hâl ilân etmeyi aklına getirmedi. İnsanlar kalıcı kriz ve kalıcı olağa üstü hâl koşullarında yaşamaya öyle alıştılar ki görebildiğimiz kadarıyla onlar, hayatlarının saf biyolojik oluşa indirgendiğini, artık toplumsal, politik, insanî ve duygusal tüm boyutlardan mahrum kaldıklarını anlayamayacak durumdalar.

Kalıcı bir olağanüstü hâl içerisinde yaşayan bir toplumun özgür bir toplum olabilmesi mümkün değildir. Bugün biz, fiilî gerçeklikte özgürlükleri “güvenlik gerekçeleri” denilen şeye feda etmiş, dolayısıyla kendisini kalıcı bir korku ve güvensizlik hâlinde yaşamaya mahkûm etmiş bir toplumda yaşıyoruz.

Virüsten dem vuranların bir yandan da savaştan bahsediyor olmalarına şaşmamak lazım. Olağanüstü hâl tedbirleri, pratikte bizi sokağa çıkma şartlarında yaşamaya mecbur ediyor. Oysa diğer tüm insanlarda saklı olan, gözle görünmeyen bir düşmana karşı sürdürülen savaş, herhâlde savaşların en saçmasıdır. Aslında gerçekte yaşanan şey, bir iç savaştan başka bir şey değildir. Düşman dışımızda değil, içimizdedir.

Asıl endişe verici olansa, bugün değil, sonrasıdır. Tıpkı barış dönemine dikenli tellerden nükleer santrallere dek bir dizi zararlı teknolojiyi miras bırakan gerçek savaşlarda olduğu gibi bugün ortaya konulan çabalar, bu sağlıkla alakalı olağanüstü hâlin sonrasında bile devam edecek, hükümetlerin önceden ortaya koyamadığı tecrübeler bir biçimde yaşanmaya devam edecektir: Bu anlamda liseler ve üniversiteler kapanacak, dersler sadece internetten verilecek, insanlar her şeyi dijital mesajlarla birbirlerine iletecek, mümkün olduğu noktada makineler, insanlararası temasın her türlü biçiminin, duyguların ve fikirlerin sirayet ettiği durumların yerini alacak.

Giorgio Agamben
17 Mart 2020
Kaynak

01 Mart 2021

,

Savaş ve Barış

“İyi ve Kötü Hükümet Alegorisi”nden bir kesit [Ambrogio Lorenzetti, 1338-1339]


Bugün hükümetlerin defaatle tekrarladıkları, tüm insanlığın ve her milletin şu an bir savaş durumunda olduğuna ilişkin tezi, ciddiye almak gerekiyor. Bu tarz bir tezin, başka türlü meşrulaştırılamayacak olan, hareket özgürlüğü ile ilgili ağır sınırlamalar ve “sokağa çıkma yasağı” gibi saçma ifadelerin eşlik ettiği istisna hâline kılıf örmekten başka bir şeye yaramadığını görmek gerek. Öte yandan hükümet güçleriyle savaş arasında nispeten daha sıkı ve daha güçlü bir bağ var. Gerçek şu ki savaş olmasa bu güçler yaptıkları şeyi böyle kesintisiz bir biçimde yapamazlardı.

Savaş ve Barış romanında Tolstoy insanların, kendilerine tek gerçekmiş gibi gelen arzularının, duygularının ve düşüncelerinin şu veya bu şekilde özgürce peşinden gittikleri barışı, her şeyi acımasız bir zorunlulukla bir yerlere sürükleyen savaşın karşısına çıkartır.

Siena şehrindeki sarayın içine yerleştirdiği, ön kısmında birkaç kızın el ele tutuşup dans ettikleri duvar resminde Ambrogio Lorenzetti, bize sakinlerinin meşguliyetlerine ve zevklerine göre özgürce hareket ettikleri bir barış hâlini sunar. Her ne kadar müşterek hayata ait küçük gündelik olaylarla ve herkesin arzularına ait betimlemelerle örülü olan bu duvar resmi eskiden “İyi Hükümet” olarak adlandırılmışsa da aslında böylesine iyi olan bir iktidarın uzun süre yönetilmesi, pek mümkün değildir.

Her türden sınırlamaya ve kontrol mekanizmasına tabi olsa da bu tarz bir yönetim, doğası gereği hesaplamaların, planların ve kuralların dünyasından kaçma eğilimi içinde olacaktır ki zaten bu, her iktidarın gizli korkusudur. Bu, başka türlü de ifade edilebilir: nihayetinde iktidar tarihsiz olamaz, tarih yoksa iktidarı akla getirmek bile mümkün değildir, dolayısıyla tarih savaşın mütemmim cüzüdür, ama barışın hüküm sürdüğü bir hayat, doğası gereği tarihsizdir.

Yirminci yüzyılın önemli olaylarına damgasını vuran savaşlar ve felâkete sebep olan olaylar karşısında bazı insanların başına gelenlerin anlatıldığı La Storia [“Hikâye”] isimli romanında Elsa Morante’nin aklında böylesi bir şey vardır.

Tam da bu sebeple, dünyayı yönetmek isteyen her güç er ya da geç savaşa başvurur, bu noktada bunun gerçek bir savaş mı yoksa titizlikle gerçeğe benzetilmiş taklit bir savaş mı olduğunun bir önemi yoktur. Barış durumunda insanların hayatı tarihe ait tüm boyutların dışına çıktığından, bugün hükümetlerin bıkıp usanmadan sürekli, bu virüsle mücadelenin, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcını ifade ettiğini söylemelerine şaşmamak gerekmektedir.

İçine düştükleri bu özgürlüksüzlük durumunu görmemek için gözlerini inatla kapatanlar, aslında bu gerçeği açık ve net bir biçimde kabul etmektedirler, çünkü onlar da afra tafra yapmadan, barış içinde geçen yaklaşık yetmiş yıllık bir hayatın, yani tarihsizliğin ardından yeni bir döneme girildiğine ikna olmuşlardır.

Artık şurası apaçık ortadadır: bu yeni gelen dönem, köleliğin ve fedakârlıkların hüküm sürdüğü bir dönem olacaktır. Yaşamaya değer olan her şey kısıtlamalara maruz kalacak, budanacaktır. Herkes bu koşullara bile isteye teslim olacaktır. Çünkü insanlar, aptalca bir yaklaşımla, bu teslimiyet sayesinde, barış döneminde fark etmeden yitirdikleri anlamı hayatlarına bahşedeceklerine inanmaktadırlar.

Hükümetlerin gerçek bir savaşa nazaran her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre ayarlayıp ve yönetmesine imkân veren ideal bir cihaz olarak virüsle mücadele, tüm savaşlar gibi, illaki çığırından çıkacaktır. Belki de o noktada, tabii eğer çok geç değilse, insanlar, düşüncesizlik edip terk ettikleri o yönetilemeyen barışın peşine bir kez daha düşeceklerdir.

Giorgio Agamben
23 Şubat 2021
Kaynak

23 Şubat 2021

,

Keyfilik ve Zaruret



“Bugün hükümetler pandemiyi, ellerindeki yetkileri tüm sınırları zorlayacak şekilde kullanmalarına imkân veren istisna hâlini deklare etme için, bilinçli olarak mı istismar ediyorlar, yoksa onların olağanüstü hâli uygulamaya koymaktan başka bir seçenekleri yok muydu?” sorusu, isabetsiz bir sorudur.

Her ikisi tespit, tarihte görülen ve süreci tayin etme vasfına sahip her türden krizde olduğu gibi, bugün yaşanan kriz konusunda da geçerlidir: devletler, istisna hâlini bir strateji olarak kullanmaktadırlar, öte yandan aynı devletler, böylesi bir krize denk gelmeselerdi, yönetme imkânından mahrum kalacaklardı.

Tümüyle keyfi hareket eden devlet, aynı zamanda, en nihayetinde kendi niteliğini tanımlayan istisnayla ilgili o ağır kararı almak zorunda kalmaktadır.

İçinde yaşadığımız dönemde dünyayı yöneten güçlerin gayri meşruluğu, herkesin gördüğü bir gerçekliktir: zira bu güçler, kendilerini kabul gören bir sembolik düzen içerisinde yapılandırma şansını yitirmiş, hukuku ve onu tanımlayan anayasal ilkeleri askıya almak zorunda kalmışlardır.

Bu anlamda istisna hâli normalleşmektedir, artık bu şekilde yönetenlerin başka türlü yönetme şansı ortadan kalkmıştır.

Şeklen bu istisna hâlinin yürürlükten kalkması mümkünse de bugün ülke genelinde oluşmakta olan ve tüm muhalefeti yürürlükten kaldıran güvenlikçi hükümette istisna hâli, kusursuz bir biçimde daimi ve kalıcı kılınmaktadır.

Burjuva demokrasileri çağının kapandığına dair teşhisimiz, doğrulanmıştır. Geriye sadece, siyasetin ne kadar süre askıya alınacağını ve yönetim paradigmasının, bugüne dek temel aldığı sıhhi terörden farklı bir biçim almadan ne kadar süre daha olağanüstü hâli yürürlükte tutacağını görmek kalmıştır.

Giorgio Agamben
12 Şubat 2021
Kaynak

29 Ocak 2021

,

Temasın Felsefesi

İki beden birbirlerine dokunduklarında temas kurarlar. Peki ama dokunmak ne demektir? Nedir temas?

Giorgio Colli, temasın net bir tarifini sunuyor ve iki noktanın ancak bir temsil boşluğu ile ayrıldıkları vakit temas kurduklarını söylüyor. Temas, her türden kesintisiz nicelik bölünemediği için kendi başına varolamayan bir irtibat noktası değildir. İki varlığın temas kurduğunu, aralarında belirli bir ortam oluşmamışsa, bu iki varlık birbirlerine yakın olduklarında söyleyebiliriz.

Eğer iki şey arasında (örneğin özne-nesne, karı-koca, efendi-köle veya uzaklık-yakınlık arasında) belirli bir temsil ilişkisi varsa demek ki bunlar arasında temas yoktur. Ama eğer temsiliyet ilişkisi yoksa da bu sefer aralarındaki bağ kopar. Aralarında hiçbir şey yoksa ancak o vakit temastan söz edilebilir.

Başka bir ifadeyle temas, temsil edilemeyendir. İlişkiyi başka şeyle ifade etmek mümkün değildir. Bu anlamda Colli’nin de dediği gibi, “temas, temsil edilebilen hiçliğe, metafizik yarığa dair bir göstergedir.”

Bu tanım esasında kusurludur, zira “hiçlik” veya “temsil edilemeyen” gibi ifadelere başvurmakta, mistisizm tuzağına düşme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Colli’ye göre temastaki dolaysızlık sınırlıdır, çünkü temsil asla bütünüyle ortadan kaldırılamaz. Soyut kalma ihtimalinin yol açtığı her türden riske karşı o vakit şu söylenmelidir: asıl faydalı olan, çıkış noktasına geri dönüp bir kez daha “dokunma”nın anlamını, yani en basit ve en dünyevi his olarak dokunmanın kendisini sorgulamak gereklidir.

Aristo, dokunmanın özel niteliği üzerine kafa yormuş bir isimdir. Ona göre dokunmak, diğer hislerden farklıdır. Her hissin bir ortamı (ara düzlemi –metaksisi) vardır ve bu ortam belirleyici bir görevi yerine getirir: görmede ortamın kendisi şeffaftır, gözleri etkiler ve renklerle aydınlığa kavuşur. Duymada ortam havadır, hareket ses kütlesiyle sağlanır ve ses kulaklara çarpar.

Dokunma diğer hislerden ayrıdır, zira dokunmada somut olanı “ortam bize bir eylemle etkide bulunduğu için algılamayız, onu ortamla birlikte algılarız.” Bize dışsal değil aksine içimizde olan ortam, etin (bedenin -sarx) ta kendisidir. Yani dışarıdaki nesneye dokunmakla kalmayız, ayrıca dokunma eti harekete geçirir, başka bir ifadeyle temas hâlindeyken biz kendi duyarlığımıza dokunur, bizdeki algılama becerimizden etkileniriz.

Görme hâlinde gözlerimizi göremeyiz, duyma hâlinde duyma becerimizi algılayamayız, ama dokunma hâlinde dokunma ve dokunulma becerimizle temas kurarız.

Bu anlamda başka bir bedenle temas kurmak, her şeyden önce kendimizle temas kurmaktır. Dolayısıyla diğer hisler karşısında ikincilmiş gibi görünen dokunma hissi, aslında birincildir ve ilk sırada gelir, çünkü özne orada üretilir. Oysa görmede ve diğer hislerde özne, önceden bir şekilde varsayılır.

Kendimizi ilk kez başka bir bedene dokunduğumuz vakit, ortak bedenle temas kurduğumuzda tecrübe ederiz.

Eğer bugün inatla yapmaya çalıştığımız gibi, tüm teması ortadan kaldırırsak, her şeyi ve herkesi birbirlerinden uzak tutmaya devam edersek, o vakit sadece başka bedenleri tecrübe etme imkânını değil, ayrıca, her şeyin ötesinde, kendimizi dolaysız bir biçimde tecrübe etmeyle ilgili tüm imkânları da kaybedeceğiz, yani tüm o saflığı ve basitliği ile etimizi, bedenimizi yitireceğiz.

Giorgio Agamben
5 Ocak 2021
Kaynak

10 Aralık 2020

,

Gelmekte Olana Dair



Bugün tüm gezegen ölçüsünde yaşananlar, bize şunu söylemektedir: Dünyanın sonu gelmiştir.

Ama bu, dünyayı kendi çıkarları uyarınca yönetmeye çalışanlar için geçerli olan bir son değil. Kurulacak dünya da insanî birliğin yeni ihtiyaçlarına uyum gösteren bir dünya olmayacak.

Burjuva demokrasileri çağı bitti, tüm o haklarıyla, anayasalarıyla ve meclisleriyle bitti. Hukukiymiş gibi görünen zarfının gerisinde, sahip olduğu önemle birlikte, sanayi devrimi ile başlayıp iki ya da üç dünya savaşı, demokratik veya zorba totalitarizmlerin eşlik ettiği dünya, artık sona erdi.

Dünyayı yöneten güçler, kendilerini biyolojik güvenlik ve sıhhi terör gibi her yerde herhangi bir şerh düşmeksizin devreye soktukları, bugün kontrolden çıkma tehdidi savurup duran aşırı bir dizi tedbire ve aygıta başvurmak zorunda hissetmişlerse bunun sebebi, o güçlerin ellerinde hayatta kalmak için başka bir seçeneğin kalmadığına dair yeterince delil olması ve bu deliller üzerinden epey korkmuş olmalarıdır.

Eğer insanlar, kendilerine herhangi bir güvence dahi verilmeksizin teslim oldukları despotik tedbirleri ve eşi benzeri görülmemiş kısıtlamaları kabul etmişlerse, bunun yegâne sebebi, pandemi değildir. İnsanlar, muhtemelen bir de, bugüne dek üzerinde yaşadıkları dünyayı az çok bilinçsiz bir biçimde bildikleri, onun adaletsiz ve insanlık dışı bir yer olduğunu gördükleri için, o tedbirlere ve kısıtlamalara teslim olmuşlardır.

Üstelik bugün hükümetler, insanlıktan daha da uzak, daha da adaletsiz bir dünya için hazırlıklar yürütmektedirler. Her hâlükârda dünyayı yöneten güçler de insanlar da bugün adlandırıldığı biçimiyle “eski dünya”nın mevcut hâliyle devam edemeyeceğini önceden görmüşlerdir.

Her türden önsezide olduğu gibi burada da dinî bir unsur mevcuttur. Sonuçta dinî selametin, felahın yerini sağlık, ebedi hayatın ve kilisenin yerini biyolojik hayat almıştır. Uzun zamandır dünyevî ihtiyaçlar karşısında tavizlerde bulunmaya alışmış olan Kilise, kendisinin yerini sağlığın alışına sessizce rıza göstermiştir.

Dahası, bu sonu gelmiş olan dünya konusunda içimizde pişmanlığın kırıntısı bile yok.

Biz, ne yeni tanrı, ne de yeni insan beklentisi içerisindeyiz. Bilâkis, biz şimdi burada, bizi kuşatan yıkıntıların arasında, mütevazı ve basit bir hayat biçimi arayışı içindeyiz. Bu hayat, bir serap değil, çünkü bizde onun hatırası var. Biz, düşmanın her seferinde nisyana gömmek istediği o hayatı kâh içimizde kâh dışımızda, zaten tecrübe etmişiz.

Giorgio Agamben
23 Kasım 2020
Kaynak

07 Aralık 2020

,

Yüz ve Maske


Yüz denilen şey, insandan gayrı hiçbir hayvanda bulunamaz ve karakteri ifade eder.
[Çiçero]

 

Tüm canlılar açıktadır, kendilerini birbirlerine gösterirler ve birbirleriyle iletişim kurarlar, fakat sadece insanın bir yüzü vardır, sadece insan, başka insanlara gösterdiği hâlini ve onlarla kurduğu iletişimi önemli bir şey olarak tecrübe eder, sadece insan, yüzünü kendi hakikatinin mekânı hâline getirir.

Yüzün ifşa ettiği, ortaya çıkarttığı şey, kelimelerle dile dökülebilecek, herhangi bir önerme dâhilinde formüle edilebilecek bir şey değildir. İnsan, kendisini yüzüyle devreye sokar, kelimelerden önce kendisini yüzde ifade eder, orada açığa vurur. Yüzün ifade ettiği şeyse sadece bir bireyin ruh hâli değildir, her şeyin ötesinde o hâlin başka insanlara açılması, ortaya çıkması ve onlarla kurduğu iletişimdir.

Tam da bu sebeple yüz, siyasetin mekânıdır. Hayvanların bir siyaseti yoksa bunun sebebi, onların her daim açıkta olması, ortada olma hâlini sorun etmemesidir, hayvanlar o sorunun içerisinde, onu hiç umursamadan yaşarlar. Bu nedenle hayvanlar, aynalarla ve imajlarla hiç ilgilenmezler. Öte yandan insansa kendini tanımak ve başkalarınca tanınmak, kabul görmek, kendi imajını mülk edinmek, kendi hakikatini o imaj dâhilinde aramak ister. Bu sayede insan, açık olanı, kesintisiz bir politik diyalektik sahası olarak dünya kılar.

Eğer insanlar, her daim sadece bilgi aktarmak, herhangi bir şeyi iletmek zorunda olsaydı, siyaset diye bir şey olmaz, yalnızca mesaj alışverişi olurdu. Ama insanlar her şeyden önce o açıklığa, yani saf bir iletişim kurma becerisine, birbirleriyle iletişim kurmak için sahiptir, dolayısıyla yüz, insanların söyledikleri, değiş tokuş ettikleri her şeyin temeli olan siyasetin asli koşuludur. Bu anlamda yüz, insanların gerçek şehri, tek politik unsurdur. İnsanlar, birbirlerini yüze bakarak tanırlar, yüz sayesinde birbirleriyle tutkulu ilişkiler kurarlar, benzerlikleri ve farklılıkları yüz üzerinden algılarlar, mesafeyi ve yakınlığı yüzle belirlerler.

Kendi yüzünden vazgeçmeye, yurttaşlarının yüzlerini her yerde maskelerle örtmeye karar vermiş olan bir ülke o hâlde, ülkede siyasetin sahip olduğu tüm boyutları silip atmış demektir. Bu boş mekânda her an sınırsız bir kontrole tabi olan bireyler, birbirlerinden kopartılmış, yalnızlaştırılmış, ait oldukları toplumların anlık ve hassas temelini yitirmişlerdir. Bu ülkede bireyler, ancak yüzü olmayan bir isme mesaj iletebilmekte, ancak o kişiden mesaj alabilmektedir. Artık hiçbir ismin bir yüzü yoktur.

Giorgio Agamben
8 Ekim 2020
Kaynak

20 Kasım 2020

,

İki Rezil Kelime


Sağlık konusunda oluşan son acil durum koşullarında yaşanan tartışmalar dâhilinde iki rezil kelime dillendirilir oldu. “İnkârcı” ve “komplocu”, düşünce dünyasına hâkim oldu ve korkunun felç ettiği zihinler elinde başkalarını itibarsızlaştırma aracına dönüştü.

“İnkârcı” ifadesiyle, fazla söze ihtiyaç duymayan kişiler, Yahudi soykırımı ile salgını aynı kefeye koyuyorlar ve bilerek ya da bilmeyerek kültür dünyamızın sağından soluna zaten yaygın olan antisemitizme katkı sunuyorlar. Bu durum karşısında öfkelenen Yahudi dostlarımız gayet haklılar, dolayısıyla bu beş para etmez terminolojik istismar konusunda yorum yapmak da onlara düşer.

Asıl üzerinde durulması gereken kelime, “Komplocu”. Bu terim, tarih konusundaki cehalete tanıklık ediyor. Tarihçilerin yaptıkları araştırmalara aşina olanlar da gayet iyi bilirler ki tarihçiler olayları yeniden kurgularlar, doğalında her türden araçla amaçlarının peşinden koşan bireylerin, grupların ve hiziplerin uyumlu kıldıkları planların ve eylemlerin sonuçlarından bahsederler.

Bu konuda üç örnek vermek mümkün. Bu örneklerin hepsi de belirli bir dönemin sonuna ve yeni bir tarihsel dönemin başlangıcına işaret ediyor.

Milattan öne 415 yılında Alkibiyades, tüm itibarını, servetini ve imkânlarını kullanarak Atinalıları Sicilya’ya sefer düzenlemeye ikna etmeye çalışır. Sonrasında felâketle sonuçlanacak olan bu seferle birlikte Atina tüm gücünü yitirir.

Alkibiyades’in muhalifleri, sefere çıkılmadan birkaç gün önce Hermes heykellerinin tahrip edilmesinden yararlanırlar, yalancı tanıklar bulurlar ve Alkibiyades’e karşı, onun dinsizlikle suçlanıp idam edilmesi için komplo kurarlar.

Cumhuriyet anayasasına sadakatini bildirmiş olan Napolyon Bonapart, 18 Brumaire’de (9 Kasım 1799’da) darbe yapar, tüm yetkileri haiz ilk konsülün kurulduğunu ilân eder ve Devrim’e son verir. Bu olayı önceleyen birkaç günlük dönem içerisinde Napolyon, beş kişilik konseyin muhalefetinin üstesinden gelmelerini sağlayacak stratejilerini daha da derinleştirip geliştirmek için Sieyès, Fouché ve Luciano Bonapart bir araya gelmiştir.

28 Ekim 1922’de yirmi beş bin kadar faşist, Roma’ya yürüyüş düzenler. Bu yürüyüşten aylar önce, ileride iktidarda kendisine eşlik edecek üç isimle, De Vecchi, De Bono ve Bianchi ile gerekli hazırlıkları yapan Mussolini, Başbakan Facta, D'Annunzio ve iş dünyasının önde gelenleriyle bir araya gelir (hatta kimilerine göre Mussolini kral ile de gizlice buluşmuştur), bu toplantıların amacı ise muhtemel ittifakları ve tepkileri önceden test etmektir. 2 Ağustos’taki prova dâhilinde faşistler, Ankona kentini silâhlarıyla işgal ederler.

Bu üç olayda gruplar veya partiler hâlinde bir araya gelmiş olan bireyler, belirledikleri amaçlara ulaşmak için kimi adımlar atmış, az çok öngörülür olan koşullar karşısında kendi boylarını ölçmüş, stratejilerini o koşullara uyarlamaya çalışmışlardır.

Elbette her türden insanî amelin parçası olarak şans ve tesadüf, belirli bir yere sahiptir ama insanlık tarihini şansla, tesadüfle açıklamanın bir anlamı yoktur, zaten hiçbir ciddi tarihçi de bunu yapmaz.

Bu noktada “komplo”dan söz etmeye gerek yok. Ama şurası kesin ki komplo teorisyenlerini, olay örgülerini ayrıntılı olarak yeniden kurgulayan ve ortaya koyan tarihçiler olarak tarif edenler, aptal değilse bile cahildirler.

Üstelik bu komploculuk suçlamaları, yakın tarihi entrikalarla, gizli cemaatlerle, her türden manevralarla ve komplolarla yüklü olan İtalya gibi bir yerde dillendiriliyor. Bugün tarihçiler, hâlen daha son elli yılın, Piazza Fontana’da patlayan bombalardan tutun da Moro cinayetine kadar birçok önemli olayını tüm yönleriyle açıklayamıyorlar. Bu ülkede 1985-1992 arası dönemde cumhurbaşkanlığı yapmış olan Francesco Cossiga, Gladyo denilen gizli bir yapının parçası olduğunu açıktan beyan etmişti.

Pandemi konusunda kaleme alınmış güvenilir araştırmalar, onun beklenen bir gelişme olduğunu ortaya koyuyor.

Patrick Zylberman’ın Tempêtes microbiennes [Mikrobiyal Fırtınalar -Gallimard, 2013] isimli kitabı, ta 2005 yılında Dünya Sağlık Örgütü’nün kuş gribi ile ilgili olarak bir senaryo hazırladığını, bu senaryoyu yurttaşlara koşulsuz desteklerin sunulması için gerekli bir yol olarak hükümetlere önerdiğini ortaya koyuyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nü finanse eden en önemli isimlerden biri de Bill Gates. Gates, pandemiyle ilgili riskler konusundaki görüşlerini farklı ortamlarda dile getirmiş, olası bir pandeminin milyonlarca insanın ölümüne sebep olabileceğini, böylesi bir gelişmeye karşı hazırlık yapmanın şart olduğunu söylemiş bir isim.

2019’da Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın fon sağladığı araştırma kuruluşu Amerikan Johns-Hopkins Merkezi, “Olay 201” adında koronavirüs pandemisi ile ilgili bir simülasyon çalışmasını organize ediyor. Uzmanları ve epidemiyologları bir araya getiren bu çalışma, yeni bir virüsün ortaya çıkması durumunda koordineli bir cevap için gerekli hazırlıkları ele alıyor.

Tarihte de görüldüğü üzere bu vakada da kimi insanlar ve örgütler, kendilerince meşru gördükleri veya kanuna aykırı olarak belirledikleri hedeflere ulaşabilmek için her türlü yolu deniyorlar. Dolayısıyla bugün olan biteni anlamak isteyenler, bu kişileri ve örgütleri dikkate almalı. Bu anlamda günümüzde komplodan söz etmenin olguların gerçekliğine zerre bir şey katmadığını görmek gerekiyor. Ama komplo teorisyenlerini tarihsel olayları olduğu gibi bilmeye çalışan kişiler olarak gören yaklaşım da rezil bir yaklaşımdır.

Giorgio Agamben
10 Temmuz 2020
Kaynak