Lenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Lenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

05 Mart 2025

, ,

Rus Komünist Partisi’nin Örgütçüsü ve Lideri Olarak Lenin

İki grup Marksist var. Her ikisi de Marksizm bayrağı altında çalışıyor ve kendisini “hakiki” Marksist kabul ediyor. Fakat bunların birbirine benzemediğini söylemek lazım. Hatta aralarında gerçek bir uçurum var, çalışma yöntemleri de birbirlerine tamamıyla karşıt.

İlk grup, genelde Marksizmi görünüşte benimsiyor ve Marksist olduğunu davul zurna ile duyuruyor, bunu geçit törenleri ile ilân ediyor. Marksizmin özünü kavrayamayan veya bu yönde bir isteği bulunmayan, onu pratiğe dökemeyen veya böylesi bir isteği bulunmayan söz konusu grup, Marksizmin canlı, devrimci ilkelerini cansız ve mânâsız formüllere dönüştürüyor. 

Bu grup, faaliyetlerini tecrübeye, pratik çalışmanın öğrettiklerine değil, Marx’tan yapılan alıntılara dayandırıyor. Talimatlarını ve doğrultularını canlı gerçekliğin analizinden değil, analojilerden ve tarihsel açıdan paralellik arz eden hususlardan devşiriyor. Bu grubun en önemli hastalığı, sözle eylem arasındaki uyuşmazlık. Bu nedenle, kader karşısında hayal kırıklığına uğruyor, sürekli ona kin besliyor, oysa o kader, tekrar tekrar onun yüzünü kara çıkartıyor ve onu ahmak yerine koyuyor. Bu grubun adı Rusya’da Menşevizm, Avrupa’da oportünizmdir. Londra Kongresi’nde Tyszka (Jogiches) Yoldaş, bu grubu doğru bir biçimde tarif etmiş, onun Marksist bakış açısına sadık olmadığını, onu sürekli savsakladığını söylemiştir.[1]

İkinci grupsa, aslolarak Marksizmin dış görünümüne değil, onun gerçekleşmesine, pratiğe uygulanmasına önem veriyor. Bu grup, temelde dikkatini Marksizmi gerçekleştirmek için gerekli yol ve araçların tespitine yöneltiyor, Marksizmin mevcut duruma en iyi cevabı vereceğini, durum değiştikçe bu yol ve araçların değiştirilmesi gerektiğini iddia ediyor. Grup, talimatlarını ve doğrultularını tarihsel analojilerden ve paralel hususlardan değil, koşullara dair çalışmadan çıkartıyor. Faaliyetlerini alıntılar ve özlü sözler değil, pratik tecrübe, her bir adımın tecrübeyle sınanması, kendi yanlışlarından öğrenip başkalarına yeni bir hayatın nasıl inşa edileceğini öğretme üzerine kuruyor. Bu grupta sözle eylem arasında hiçbir uyumsuzluğun neden olmadığının, Marx’ın öğretilerinin canlı ve devrimci gücünü neden eksiksiz bir biçimde muhafaza ettiğinin izahını burada aramak gerek. Bu gruba göre, Marx’ın sözleri eksiksiz olarak ancak dünyayı yorumlamayla yetinmeden, daha da ileri gidip onu dönüştürerek tatbik edilebilir.[2] Bu yeni grubun adı Bolşevizmdir, komünizmdir.

Bu grubun örgütçüsü ve lideri, V. I. Lenin’dir.

I
Rus Komünist Partisi’nin Örgütçüsü Olarak Lenin

 

Rusya’da proletarya partisi, o dönem Batı’da işçi partilerinin oluştuğu koşullardan farklı, bir dizi özel koşul dâhilinde kuruldu. Fransa ve Almanya’da işçi partileri, sendikaların ve partilerin yasal olduğu, burjuva devriminin hâlihazırda gerçekleştiği, burjuva meclislerin mevcut olduğu, iktidara gelen burjuvazinin proletaryayı karşısında bulduğu koşullarda, sendikalar içerisinden çıkarken, Rusya’da proletarya partisi, en azılı despotizm koşullarında, burjuva demokratik devrim beklentisinin güçlü olduğu bir ortamda kuruldu. Böylesi bir dönemde parti teşkilâtlarına işçi sınıfından burjuva devrimi adına istifade etmek için yanıp tutuşan burjuva “legal Marksistler” akın ediyor, Çar’ın jandarmalarının parti saflarındaki en ileri işçileri koparttığı gerçeklikte, bir yandan da kendiliğinden ilerleyen devrimci hareket, onu despotik iktidarı yıkma konusunda mahir kılacak sadık, ilişkileri sıkı, gizliliğini yeterince muhafaza edebilen, savaşçı bir devrimciler çekirdeğinin oluşmasını talep ediyordu.

O günün asli görevi, sapla samanı ayırmak, yabancı unsurlardan arınmak, yerelliklerde deneyimli devrimci kadroları örgütlemek, onlara net bir program ve sağlam taktikler sunmak, son olarak da bu kadroları jandarmaların saldırılarına tahammül edebilmek amacıyla yeterli düzeyde gizli kalabilen, militan bir profesyonel devrimciler teşkilâtı içerisinde toplamak, ama aynı zamanda gerekli anda kitleleri cenge sokabilmek için onlarla gerekli bağları kurmaktı.

Marksizmin bakış açısını “savsaklayan” Menşevikler, ortadaki soruya çok basit bir cevap sunuyorlardı: Batı’da işçi partisi, madem parti dışında olup işçi sınıfının ekonomik koşullarının gelişimi için mücadele eden sendikaların içinden çıktı, demek ki Rusya’da da aynı şey yaşanmalıydı. Yani bunlara göre, “yerelliklerde işverenlere ve hükümete karşı işçilerin verdiği ekonomik mücadele” mevcut dönem için yeterliydi, dolayısıyla, tüm Rusya’yı kuşatan militan bir örgütün kurulmasına gerek yoktu. Sonrasında sendikalar ortaya çıkmamışsa, parti dışı işçi kongresi toplanmalı ve bu kongre parti ilân edilmeliydi.

Rusya koşullarında ütopik bir nitelik arz eden bu “Marksist” planlarıyla Menşevikler, parti ilkesi fikrini itibarsızlaştırmak, parti kadrolarını ortadan kaldırmak, proletaryayı partisiz bırakmak için kapsamlı bir ajitasyon çalışması yürüttüler, neticede işçi sınıfını liberallerin, Menşeviklerin, hatta şüphe etmekte güçlük çekeceğimiz birçok iyi Bolşeviğin insafına terk ettiler.

Lenin, Menşeviklerin “plan”ının henüz oluşum aşamasında olduğu, planı yazanların bile planın çerçevesini idrak konusunda zorlandığı koşullarda, onların örgütlenme planlarının tehlikeli yönlerini ortaya koydu, planı ifşa etti ve Menşeviklerin örgütlemeyle ilgili konularda geliştirdikleri savsaklayıcı tutuma yönelik yoğun bir saldırı gerçekleştirdikten sonra, parti mensubu pratik işçilerin dikkatini örgütlenme meselesine vermelerini sağlayarak, partiye ve Rus proletaryasına muazzam bir hizmette bulundu. Zira Lenin’e göre asıl tehlikede olan, partinin varlığıydı. Parti için örgütlenme, hayat-memat meselesiydi.

Lenin’in kaleme aldığı ve belirli bir üne kavuşan Ne Yapmalı?[3] ve Bir Adım İleri İki Adım Geri[4] isimli kitaplarında geliştirdiği plan şuydu:

* Tüm Rusya’ya hitap edecek, parti güçlerinin toplanacağı bir tür merkez olarak iş görecek politik bir gazetenin kurulması;

* Yerelliklerde Parti’nin “düzenli birlikler”i olarak çalışacak, sağlam parti kadrolarının örgütlenmesi;

* Bu kadroların gazete faaliyeti üzerinden tek bir yapıda bir araya getirilmesi;

* Kadroların net bir programa, sağlam taktiklere ve tek-ortak iradeye sahip, sınırları açık biçimde tanımlanmış, tüm Rusya’yı gören, militan bir parti içerisinde kaynaştırılması.

Bu plan, kıymetini Rus gerçekliğine tümüyle uyumlu oluşuna borçluydu. Plan, pratik işçiler içerisindeki en iyi unsurların örgütsel deneyimi üzerinden, ustalıkla uygulamaya konuldu. Bu plan için verilen mücadelede Rusya’daki pratik işçilerin ekseriyeti Lenin’in arkasından, kararlılıkla yürüdü. Hiçbir ayrışma, onları bu yürüyüşten vazgeçiremedi. Planın elde ettiği zafer, dünyada eşi benzeri bulunmayan, sıkı bir örgütsel yapıya sahip, kavganın içerisinde çelikleşmiş komünist parti için gerekli zemini teşkil etti.

Sadece Menşevikler değil, bizim yoldaşlarımız da Lenin’i uzlaşmacılara karşı verdiği mücadelede acımasız olmakla, ihtilaflara ve ayrışmalara fazla eğilim göstermekle suçladılar. Belirli dönemlerde bu eleştirilerin haklı olduğuna hiç şüphe yok. Ama partimiz, kendi içindeki zayıf yanlardan ve dağınıklıktan ancak bu şekilde kurtulabilirdi. Parti, proleter olmayan, oportünist unsurlar kovulmadan ihtiyaç duyduğu zindeliğe ve güce kavuşamazdı. Burjuvazinin iktidarda olduğu bir dönemde proletarya partisi, işçi sınıfı içerisindeki ve kendi bünyesindeki karşı-devrimci, oportünist ve parti karşıtı unsurlarla mücadele ettiği ölçüde büyüyebilir, ancak bu sayede güçlenebilirdi. Lassalle şunu söylerken haklıydı: “Parti kendi kendisini arındırarak güçlenir.”[5]

Lenin’i suçlayanlar, genelde o dönem “birleşen” Almanya’daki partiye atıfta bulunuyorlardı. Oysa her birlik güçlü olunduğuna işaret etmez, ayrıca Almanya’daki partinin son aşamasına, partinin üç yapıya bölündüğü gerçekliğe bakılmalı[6], Scheidemann ve Noske’nin Liebknecht ve Luxemburg ile gerçekleştirdiği birliğin sahte ve kurgusal olduğu görülmelidir. Ayrıca, o dönemde Alman partisindeki devrimci unsurlar karşı-devrimci unsurlardan kopsaydı, bu adımın Alman proletaryası için daha hayırlı olacağı görülürdü.

Lenin, partiyi parti karşıtı ve karşı-devrimci unsurlara karşı uzlaşmaz mücadele yoluna sokarken bin kez haklıydı. Zira partimiz, ancak bu tür bir örgütlenme anlayışıyla kendi içinde birliği tesis edebildi, kadrolar arasında herkesi şaşkınlığa uğratan kaynaşmayı ancak bu sayede gerçekleştirebildi. Söz konusu kaynaşma sayesinde parti, Kerenski rejimi koşullarında yaşanan Temmuz krizinden yara almadan çıktı, Brest barışının yol açtığı krizden hiç sarsılmadan kurtuldu, İtilaf Kuvvetleri’ne karşı bu sayede zafer elde etti, son olarak, kendi içerisinde ayrışmaya sebebiyet vermeden, her türden önemli göreve yüz binlerce üyesinin yoğunlaşmasını sağladı, saflarını reforma tabi tutma imkânı sunan, o eşi benzeri görülmemiş esnekliğe bu sayede ulaşabildi.

II
Rus Komünist Partisi’nin Lideri Olarak Lenin

 

Rus Komünist Partisi’nin örgütlenme sahasında sahip olduğu değer, meselenin sadece bir yönünü ifade ediyor. Parti, yürüttüğü çalışmanın, programının ve taktiklerinin politik içeriği Rusya gerçeklerine uyum göstermeseydi, sloganları işçi kitlelerini harekete geçirmeseydi, devrimci hareketi ileri itmeseydi, bu kadar hızlı ve çabuk büyüyemez, güçlenemezdi. Şimdi bir de meselenin bu yönüne bakalım.

Rusya’da burjuva demokratik devrim (1905) Almanya ve Fransa gibi Batı ülkelerinde devrimci kalkışmaların gerçekleştiği koşullardan farklı koşullarda yaşandı. Batı’daki devrim, sınıf mücadelesinin gelişmediği, kapitalizmin imalat aşamasında olduğu koşullarda gerçekleşti. Bu dönemde proletarya güçsüzdü, sayıca azdı, kendi taleplerini formüle edecek partisinden mahrumdu, burjuvazi ise işçi ve köylülerin güvenini kazanmaya, aristokrasi karşı mücadeleye öncülük etmeye yetecek devrimci iradeye sahipti. Rusya’da ise devrim (1095) sınıf mücadelesinin gelişkin olduğu, kapitalizmin makineleşmiş sanayi döneminde bulunduğu, Rus proletaryasının nispeten çok olduğu, kapitalizmden ayrışmadığı, burjuvaziyle bir dizi cenge girdiği, burjuva partisine kıyasla daha birlik olan kendi partisine sahip olduğu, kendi sınıfsal taleplerini dillendirdiği, devletle yaptığı anlaşmalarla geçinen Rus burjuvazisinin proletaryanın devrimci coşkusundan korktuğu, bu sebeple, işçi ve köylülere karşı hükümetle ve toprak sahipleriyle ittifak yolları aradığı bir aşamada gerçekleşti. Gerçek şu ki Mançurya’daki savaş alanlarında alınan askeri yenilgilerin neticesinde patlak veren Rus devrimi, gidişatta köklü bir değişikliğe yol açmadı, sadece olayların seyrini hızlandırdı.

Fiili durum, proletaryanın devrimin öncüsü olmasını, devrimci köylüleri etrafında toplamasını, çarlık rejimine ve burjuvaziye karşı kararlı mücadeleyi eşzamanlı olarak, ülkede tam demokrasiyi inşa etme ve kendi sınıfsal çıkarlarını güvence altına alma anlayışı ile yürütmesini talep ediyordu.

Buna karşılık, Marksizmin bakış açısını “savsaklayan” Menşevikler, mevcut soruyu kendi tarzlarında cevapladılar: Rus devrimi burjuva devrimi olduğuna, Alman ve Fransız devrimlerinin tarihinden de görüleceği üzere, burjuva devrimlerine burjuvazinin temsilcileri öncülük ettiğine göre, proletarya Rus devriminde hegemonya sahibi olamaz. Liderlik, devrime ihanet etmiş olan Rus burjuvazisine terk edilmelidir; köylülük de burjuvazinin himayesine teslim edilmeli, proletarya sol muhalefetin aşırı biçimlerini sergilemekle yetinmelidir.

Sefil liberallerin yavan türkülerini dillerine dolamaktan başka bir şey yapmayan Menşevikler, kendilerini “hakiki” Marksizmin nihai sözü olarak pazarladılar!

Lenin, Rus devrimine sunduğu o muazzam hizmet dâhilinde Menşeviklerin tarihsel örneklerindeki beyhudeliği ve Menşeviklerin işçileri burjuvazinin insafına terk eden “devrim programı”nın yol açabileceği tehlikeleri açığa çıkarttı.

Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği[7] ile Kadetlerin Zaferi ve İşçi Partisinin Görevleri[8] isimli ünlü broşürlerinde geliştirdiği taktiksel plan şu hususları içeriyordu:

* Burjuva diktatörlüğü yerine proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü;

* Meclise girmek ve orada gerçek bir çalışma yürütmek yerine içişleri bakanı Aleksandır Buligin’in başını çektiği meclisin[9] boykot edilmesi;

* Meclis toplandığında Sol Blok fikri üzerinden hareket edilmesi, meclisin gerici tarzda yüceltilmesi ve kadetlerin bakanlık koltuklarına oturulması yerine meclis kürsüsünün meclis dışında süren mücadele için istismar edilmesi;

* Kadet Partisi ile blok oluşturmak yerine, karşı-devrimci bir güç olarak görülen bu partiyle mücadele edilmesi.

Bu planın sahip olduğu değer, Rusya’da burjuva demokratik devrim döneminde proletaryanın sınıfsal taleplerini açıktan ve kararlılıkla formüle etmesiyle ilgilidir. Proletarya diktatörlüğü fikrini rüşeym hâliyle içeren plan, sosyalist devrime geçiş sürecini hızlandırmıştır. Rusya’da sahada faal olan işçilerin ekseriyeti, bu taktiksel plan adına yürütülen mücadelede Lenin’i kararlılıkla ve zerre sapma göstermeden takip etti. Plan, elde ettiği zaferle, bugün partimizin dünya emperyalizminin temellerini sarsmasını sağlayan devrimci taktiklerin zeminini oluşturdu.

Sonrasında olaylar şu şekilde gelişti: emperyalist savaş dört yıl sürdü. Rusya’da ekonomik hayat paramparça oldu. Şubat Devrimi gerçekleşti. İkili iktidar tesis edildi. Burjuva karşı-devriminin şer yuvası olarak iş gören geçici hükümetin yanında, henüz oluşum aşamasında olan proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olarak Petrograd Vekilleri Sovyeti kuruldu. Ekim Devrimi gerçekleşti, kurucu meclis dağıtıldı. Burjuva parlamentarizmi hükmünü yitirdi, Sovyetler Cumhuriyeti ilân edildi. Emperyalist savaş iç savaşa evrildi. Dünya emperyalizmi, kendisine “Marksist” diyen kişilerle birlikte, proleter devrime saldırmaya başladı. Son olarak, kurucu meclise bağlı kalarak acınası bir tutum alan Menşevikler, proletarya tarafından güverteden aşağı atıldılar ve devrimin dalgaları, onları kapitalizmin sahiline savurup attı. Tüm bu gelişmeler, Lenin’in İki Taktik’te formüle ettiği devrimci taktiklerin dayandığı ilkelerin doğru olduğunu teyit etti. Dalgalı denizde cesaretle, su altındaki kayalardan korkmadan ancak böylesi bir mirasa sahip olan parti ilerleyebilir.

Partinin her bir sloganının ve liderinin ağzından dökülen her bir sözün eylemde sınandığı böylesi bir proleter devrim çağında proletarya, liderlerinden özel kimi taleplerde bulunmalıdır. Tarih, fırtınalı zamanlarda kendini feda eden, cesaretli davranan ama teoride zayıf olan proleter liderler görmüştür. Kitleler, bu tür liderlerin ismini kısa süre içerisinde unutur. Almanya’dan Lassalle, Fransa’dan Blanqui bu liderlere örnektir. Oysa bir hareket, hayatını sadece hatıralara bel bağlayarak sürdüremez. Hareket, net ve açık bir hedefe (bir programa) ve kararlılıkla takip edilecek bir çizgiye (taktiklere) sahip olmalıdır.

Bir de teoride güçlü ama örgütlenme ve pratik çalışma konularında zayıf olan, barış dönemine has liderler vardır. Bu tür liderler, sadece proletaryanın üst katmanında ancak belirli bir süre boyunca destek bulurlar. Devrim çağı başladığı, pratikte karşılığı olan devrimci sloganlar kendi liderlerini talep ettiği aşamada teorisyenler, sahneyi terk edip yerlerini yeni insanlara bırakırlar. Rusya’da Plehanov, Almanya’da Kautski bu tür liderlere örnektir.

Proleter devrimin ve proleter partinin liderliği makamını muhafaza etmek isteyen kişi, teorideki gücünü proleter hareketin pratikte örgütlenmesiyle alakalı tecrübesiyle birleştirebilmelidir. Marksist olduğu dönemde P. Akselrod’un Lenin hakkında dediği gibi “O, sahada faal, örgütçü işçilerin deneyimiyle teorik eğitimi ve kapsamlı politik bakışı birleştirebilmiş bir isimdi” (Bkz.: Akselrod’un Lenin’in Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri broşürü için yazdığı önsöz[10])

“Medeni” kapitalizmin ideologu olarak Bay Akselrod’un bugün Lenin konusunda neler söyleyeceğini tahmin etmek güç değil. Oysa Lenin’i gayet iyi bilen, meselelere dair nesnel hükümlerde bulunabilen bizim Lenin’in eskiden sahip olduğu vasfı bugün de muhafaza ettiğine dair hiçbir şüphemiz yok. Lenin’den başka kimsenin bugün dünyadaki en güçlü ve mücadelede en fazla çelikleşmiş proleter partinin lideri olmasının sebebini tam da bu vasıfta aramak gerekiyor.

J. V. Stalin
Pravda
, Sayı. 86
23 Nisan 1920
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Londra Kongresi: Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Londra’da 30 Nisan-19 Mayıs 1907 arası dönemde toplanan beşinci kongresi.

[2] Karl Marx ve Frederick Engels, Selected Works, Cilt. II, Moskova 1951, s. 365.

[3] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 5, s. 319-494.

[4] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 7, s. 185-392.

[5] 24 Haziran 1852’de Lassalle’ın Karl Marx’a yazdığı mektupta geçen bu ifadeyi Lenin Ne Yapmalı? İsimli kitabında epigraf olarak kullanıyor (Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 5, s. 319).

[6] Alman Sosyal Demokrat Parti’den kopan grupların kurduğu üç parti şunlar: Sosyal Demokrat Parti, Bağımsız Sosyal Demokrat Parti ve Almanya Komünist Partisi.

[7] Bkz.: V. I . Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 9, s. 1-119.

[8] Bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 10, s. 175-250.

[9] Buligin Meclisi, 1905’te Çar yanlısı hükümetin toplamaya niyetlendiği, istişari temsilciler meclisidir. Meclisin kurulmasını sağlayan kanunu ve seçimlerde geçerli olan kuralları belirleyen mevzuatı başında içişleri bakanı Buligin’in bulunduğu bir komisyon hazırladı. Kanun ve mevzuat Çar’ın 6 Ağustos 1905 tarihli bildirgesinde yayınlandı. Bolşevikler Buligin meclisini boykot ettiler. Hiçbir vakit toplanamayan meclisin kapısına “devrimci fırtına kilit vurdu.” (V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 23, s. 239.)

[10] V. I. Lenin, Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri broşürünü 1897 yılının sonlarında, sürgündeyken kaleme aldı. Önsözünü P. Akselrod’un yazdığı broşürün ilk baskısını Rus Sosyal Demokratları Birliği 1898 yılında Cenevre’de yaptı (bkz.: V. I. Lenin, Works, 4. Rusça Baskısı, Cilt. 2, s. 299-326).

21 Ocak 2025

,

Medeni Barbarlık


Britanya ve Fransa, dünyadaki en medeni ülkeler. Altı milyonluk nüfusuyla Londra, üç milyonluk nüfusuyla Paris, dünyanın başkentleri. Birinden diğerine sekiz dokuz saatte gidiliyor. İki başkent arasında cereyan eden ticari ilişki muazzam. Birinden diğerine tonlarca mal, binlerce insan akıyor.

Gelgelelim, bugün bu dünyanın en zengin, en medeni ve en özgür ülkeleri, korku ve endişeyle, hayatlarında ilk kez, Britanya’yı Avrupa kıtasından ayıran Manş Denizi’nin altında bir tünelin inşa edilip edilemeyeceğine dair o “zor” soruyu tartışıyor.

Mühendisler, uzun zamandır tünelin inşa edilebileceğini söylüyorlar. Britanyalı ve Fransız kapitalistlerin elinde tonla para var. Böylesi bir girişime yatırılacak sermayenin kâr getireceğine hiç şüphe yok. O hâlde bu adıma ne mani oluyor?

Britanya, aslında işgalden korkuyor! “Bir şeylerin yaşanması durumunda tünel, düşman askerlerinin Britanya’yı işgal etmesini kolaylaştırılır” deniliyor. Bu sebeple İngiliz ordusunun başındaki isimler bir kez daha tünel inşaatı planını baltaladılar.

Medeni ülkelerdeki deliliğin ve körlüğün tezahürü olan cümleler insanı şaşkına çeviriyor. Söylemeye bile gerek yok: Bir tüneldeki trafiği eldeki modern teknik cihazlarla birkaç saniyede durdurmak, hatta tüneli tümüyle imha etmek mümkün. Buna karşın, medeni milletler, bile isteye barbarlarla aynı konuma düşmeyi tercih ediyorlar.

Kapitalizm, işçilerin gözlerini boyamak adına, burjuvazinin İngiliz halkını “işgal”e dair aptalca masallarla korkutmak zorunda kaldığı bir durumu meydana getirdi. Kapitalizmin yol açtığı bu durum dâhilinde bir grup kapitalist, tünel kazıldığı takdirde “iyi giden işler”inden olacaklarını düşündü. Bu sebeple söz konusu plana mani olmak ve teknik ilerlemeyi durdurmak için ellerinden geleni yaptı. İngilizlerdeki bu tünel korkusu, esasen kendilerine yönelik korkunun bir tezahürü.

Kapitalist barbarlık, medeniyetten daha güçlü. İnsan, sorunlarını hızla çözüme kavuşturmak ister, ama ne yana dönse, attığı her adımda karşısında kapitalizmi bulur. Muazzam servet biriktirmeyi bilmiş olan kapitalizm, insanları bu servetin kölesi hâline getirmiştir. En karmaşık, en içinden çıkılmaz teknik sorunları çözüme kavuşturmuş olan kapitalizm, milyonlarca insanın çektiği yoksulluk ve cehalet, bir avuç milyonerin o aptalca açgözlülüğü sebebiyle, tekniği ilerletecek fikirlerin uygulanmasına mani olmuştur.

Kapitalizmde medeniyet, özgürlük ve zenginlik denilince akla, canlı olanı çürüten, genç olanın yaşamasına izin vermeyen zengin obur geliyor. Fakat o genç büyüyor ve her şeye rağmen yüceye yerleşmeyi bilecek.

V. I. Lenin
10 Eylül 1913
Kaynak

19 Kasım 2024

,

Sosyalizm ve Din


Bugünkü toplum, tümüyle nüfusun küçük bir azınlığını teşkil eden toprak sahipleri sınıfı ile kapitalist sınıfın işçi sınıfının oluşturduğu geniş kitleleri sömürmesi üzerine kuruludur. Bu toplum bir köle toplumdur, çünkü tüm ömürleri boyunca kapitalistler için çalışan “özgür” işçilere sadece kapitalist köleliğin korunması ve idamesi, bunun yanında, kâr üreten kölelerin hayatta kalması ve bakımı için gerekli olan geçim araçlarına sahip olma hakkı “bahşedilmiştir.”

İşçilere yönelik ekonomik zulüm, kaçınılmaz olarak, her türden politik baskıyı ve toplumsal aşağılama pratiğini, kitlelerin manevi ve ahlaki hayatının irileşip kararmasını gündeme getirir, bunlara sebep olur. İşçiler, ekonomik özgürlük için mücadele konusunda az da olsa politik özgürlüğü ve serbestiyeti kendilerince güvence altına alsalar da özgürlük hangi düzeye ulaşırsa ulaşsın, işçiler yoksulluktan, işsizlikten ve zulümden sermaye iktidarı yıkılana dek kurtulamazlar.

Din, sefaletin ve yalnızlaşmanın, sürekli başkaları için çalışmanın yükü altında ezilen halk kitlelerinin omzuna her yerde binen manevi baskı biçimlerinden biridir. Sömürülen sınıfların sömürücülere karşı yürüttükleri mücadelelerinde yüzleştikleri güçsüzlük hâli, tıpkı doğayla mücadelesinde kaçınılmaz olarak, tanrılar, şeytanlar, mucizeler gibi şeylere inanan vahşi insanlardaki güçsüzlük hâli gibi, ölümden sonra daha iyi bir hayatın başlayacağına dair inanca yol açar.

Din, budünyada sefalet koşulları içinde yaşayan emekçi insanlara teslimiyetçi ve sabırlı olmayı, öte yandan, cennetteki ödülü alma umuduyla avunmayı öğretir. Fakat başkalarının emeğiyle geçinenlere ise aynı din, budünyada yardım yapmayı, sadaka dağıtmayı öğretir, böylelikle cennete girmeleri için makul fiyata bilet sattığı bu kişilere sömürgeci olarak tüm varlıklarını meşru kılmanın en ucuz yolunu sunar. Din halkın afyonudur. Din, sermayenin kölelerinin insan sıfatlarını, az çok insana layık bir hayat taleplerini daldırıp boğdukları bir tür manevi içkidir.

Fakat bir köle, köleliğinin bilincine varıp ayağa kalkar, özgürleşmek için mücadeleye girerse, köleliğinin son bulacağı yolun yarısını geride bırakmış demektir. Büyük ölçekli fabrikalara dayalı endüstrinin büyüttüğü, kentli hayatın bilinçlendirdiği, günümüze ait sınıf bilinçli işçi, aşağıladığı dini önyargıları bir kenara atar, cenneti rahiplere ve burjuva yobazlara bırakır, budünyada daha iyi bir hayat elde etmeye çalışır. Bugünün proletaryası, dinin yol açtığı sisi dağıtma görevini bilime veren ve yeryüzünde daha iyi bir hayat için mücadele etsinler diye işçileri bir araya getirerek, onların ölümden sonra hayata dair inançtan kurtaran sosyalizmin safına geçmiştir.

Dinin kişiye ait özel bir mesele olduğu beyan edilmeli. Sosyalistler, genelde dine yönelik yaklaşımlarını genelde bu cümleyle ifade ederler. Fakat bu cümlenin anlamı yanlış anlamaya mahal vermemek adına doğru bir biçimde tanımlanmalıdır. Biz, devlet söz konusu olduğu sürece dinin özel bir mesele olarak görülmesini talep ediyoruz. Ama partimizle ilişkisi dâhilinde din, özel bir mesele değildir. Devletin dinle hiçbir ilişkisi olmamalı, aynı şekilde, dini cemaatler de devlet otoritesiyle herhangi bir bağ kurmamalıdır. Her insan beğendiği dini, dine sahip olmadığını, yani bir kural olarak her sosyalistin olması gerektiği anlamında ateist olduğunu özgürce ifade ediyor olmalıdır. Yurttaşların dini inançlarına göre ayrımcılığa tabii tutulmaları kesinlikle hoş görülebilecek bir tutum değildir. Resmî belgelerde bile yurttaşın dinini belirten ifadelere yer verilmemelidir. Kiliseye ve dine bağlı cemaatlere de kiliseye de ödenek ayrılmamalıdır. Dini cemaatler ve kiliseye bağlı cemaatler, aynı fikirde olan yurttaşların özgür birlikleri, devletten bağımsız birlikler olmalıdır. Bu talepler tam anlamıyla karşılandığı takdirde kilisenin devlete feodal tarzda bağlı olduğu, Rus yurttaşların kiliseye aynı tarzda tabi olduğu, o utanç verici ve lanetli geçmiş son bulur. Ortaçağ’a has engizisyon yasalarının, bugün ceza hukukunda ve kanunnamede karşılık bulan yasaların uygulandığı, insanlara inançları veya inançsızlıkları sebebiyle zulmedildiği, insanların vicdanlarının yaralandığı, devlette işe girmek, üç beş kuruş maaş almak için kilisenin dağıttığı, zihni uyuşturan malumata maruz kalındığı dönem sona erer. Sosyalist proletarya, günümüz devleti ve kilisesi konusunda kilise ile devletin tümüyle ayrıştırılmasını talep eder.

Rus devrimi, politik özgürlük meselesinin zorunlu bir bileşeni olarak bu talebi yürürlüğe koymak zorundadır. Bu bağlamda Rus devrimi, ilgili talepten yana bir tavır içerisindedir, zira polisin güdümündeki feodal otokrasinin isyan hâlindeki bürokrasisi, din adamları sınıfı içerisinde açığa çıkan hoşnutsuzluğu, rahatsızlığı ve öfkeyi kullanmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi’ne mensup din adamları sefil ve cahil bir hâlde bile olsalar, bugün Rusya’da Ortaçağ’dan kalma eski düzenin yıkılışı ile oluşan fırtına onları bile derin uykularından uyandırmaktadır. Hatta bugün bu kişiler, özgürlük talepleri dillendirmekte, bürokratik pratiklere ve devlet memurlarının yapıp ettiklerine karşı tepkiler geliştirmekte, “Tanrı’nın hizmetkârları”na polis muhbiri olmalarına yönelik yapılan dayatmaya karşı çıkmaktadırlar. Biz, bu harekete destek sunmak, din adamları sınıfına mensup olan dürüst ve samimi kişilerin taleplerini sonuçlandırmak, özgürlükle ilgili sözlerine bağlı kalmalarını sağlamak, dinle polis arasındaki tüm bağları kararlılıkla kopartmalarını talep etmek zorundayız. Onlara “samimiyseniz, kiliseyle devletin, okulla kilisenin tümüyle ayrışması kararından yana olmalısınız, dini tümüyle kat’i surette özel bir mesele olarak beyan etmelisiniz. Ya da özgürlükle alakalı, birbiriyle tutarlı olan talepleri kabul etmediğinizi söylemelisiniz. Kabul etmiyorsanız, demek ki hâlâ daha engizisyona ait geleneklerin esirisiniz, devletteki güzel para getiren işlerinize ve hükümetin sunduğu gelirlere hâlâ bağlısınız, demek ki siz elinizdeki silâhın manevi gücüne inanmıyorsunuz, devletten rüşvet almaya devam ediyorsunuz. O hâlde tüm Rusya’nın sınıf bilinçli işçileri de size merhamet etmeden savaş açacaktır” demeliyiz.

Sosyalist proletaryanın partisi içinse din özel bir mesele değildir. Partimiz, işçi sınıfının kurtuluşu için dövüşen, gelişkin araçlara ve sınıf bilincine sahip savaşçıların birliğidir. Böylesi bir birlik, dinî inançlar şeklinde hüküm süren sınıf bilinci yoksunluğuna, cehalete ya da bilmesinlerciliğe (obskürantizm) karşı asla kayıtsız kalamaz.

Biz, basın faaliyetimiz ve ağzımızdan dökülen sözlerle, yani saf manada ideolojik ve mantıksal olan silâhlarla bu dinin yarattığı sisi dağıtmak için Kilise’nin devletten tümüyle ayrıştırılmasını talep ediyoruz. Fakat biz, bir yandan da bu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi ismini verdiğimiz birliği, işçileri kandıran her türden dini yaklaşımla mücadele etmek için kurduk. Dolayısıyla, bize göre ideolojik mücadele özel değil, tüm partiye ve tüm proletaryaya ait bir meseledir.

Madem öyle, neden programımızda ateist olduğumuzu beyan etmiyoruz? Hristiyanların ve Tanrı’ya inanan ama başka dinlere mensup olan kişilerin partimize katılmasına neden yasak getirmiyoruz?

Bu soruya vereceğimiz cevap, burjuva demokratlarla sosyal demokratların din meselesine yaklaşımlarındaki o çok önemli farklılığı izah etmemize katkıda bulunacaktır.

Bizim programımız, tümüyle bilimsel, materyalist bir dünya görüşünü temel alır. Bu nedenle programımızda sunulan izahat, zorunlu olarak dini sisin gerçek tarihsel ve ekonomik kökenlerine dair bir izahatı içerir. Yürüteceğimiz propaganda, ister istemez ateizm propagandasını da içerecektir; bu anlamda, otokratik feodal hükümetin bugüne dek yasakladığı ve zulmettiği gerekli bilimsel çalışmaların yayımlanması işi, bugün parti çalışmasının sürdüğü sahalardan birini teşkil etmelidir. Belki de bugün Engels’in bir vakitler Alman sosyalistlerine verdiği tavsiyeye uymak, bu açıdan, on sekizinci yüzyıl Fransız Aydınlanmacılarıyla ateistlerinin çalışmalarını çevirip yaygın bir biçimde dağıtmak zorundayız.[1]

Fakat buna karşılık, burjuvazi bünyesinde radikal demokratların yaptığı gibi, hiçbir koşulda din meselesini soyut ve idealist bir tarzda ele almamalı, sınıf mücadelesiyle bağı bulunmayan “düşünsel” bir mesele olarak görmemeliyiz. Bitmek bilmeyen zulmü ve işçi kitlelerinin büyütülmesini temel alan bir toplumda dini önyargıların salt propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak aptallık olurdu.

İnsanlığın boynuna geçirilmiş olan din boyunduruğunun toplumdaki ekonomik boyunduruğun basit bir ürünü ve yansıması olduğu gerçeğini unutmak, ancak dar kafalı burjuvaların harcıdır. Proletarya, kapitalizmin karanlık güçlerine karşı mücadeleyle aydınlanmıyorsa, hiçbir bildiri ve hiçbir vaaz onu aydınlatamaz. Ezilen sınıfın bu yeryüzünde cennetin yaratılması için verdiği, gerçekten devrimci olan mücadelede oluşturacağı birlik, proleterlerin cennetle ilgili görüşlerinin birleşmesinden daha önemlidir.

Bu nedenlerden ötürü parti, ateizmi programına almaz, almamalıdır. Eski önyargılarının kalıntılarını hâlen daha muhafaza eden proleterleri partimizle birleşmelerine yasak getirmeyiz, getirmemeliyiz. Biz, her daim bilimsel dünya görüşünü vaaz etmeliyiz, bu görüş, muhtelif “Hristiyanlar” arasında görülen tutarsızlıklarla mücadele etmemiz için zaruridir. Ama bu demek değil ki din meselesi, ilk plana, herkese ait olduğu alana taşınmalı. Bu demek değil ki tüm politik önemini hızla yitiren, ekonomik gelişme sürecinin hızla çöpe attığı üçüncü sınıf görüşler veya anlamsız fikirler yüzünden gerçekten devrimci olan ekonomik ve politik mücadeleye ait güçlerin ayrışmasına izin vermeliyiz.

Gerici burjuvazi, bugün dini kavgayı teşvik etmekte, böylelikle, kitlelerin dikkatini tüm Rusya genelinde proletaryanın devrimci mücadele içerisinde birleşmesiyle bugün çözüme kavuşturduğu önemli ve temel ekonomik ve politik sorunlardan uzaklaştırmaktadır. Bugün kendisini Kara Yüz çetelerinin uyguladığı pogromlarda ortaya koyan, proleter güçleri bölmek denilen o gerici politika, yarın daha gelişkin ve daha incelikli biçimler alacaktır. Ne pahasına olursa olsun biz, tali farklılıkları açığa çıkartıp derinleştirmek gibi bir derdi olmayan proleter dayanışmayı ve bilimsel dünya görüşünü sakinlikle, tutarlılıkla ve sabırla vaaz etmeliyiz.

Devrimci proletarya, devletle ilişkisinde dini gerçek manada özel bir mesele hâline getirme kavgasını başarıyla sonuçlandıracaktır. Ortaçağ’dan kalma küften arındırılmış olan bu politik sistemde proletarya, insanlığın dinle aldatılması denilen pratiğin gerçek kaynağı olan ekonomik köleliğin ortadan kaldırılması için kapsamlı ve açık bir mücadele yürütecektir.

V. I. Lenin
3 Aralık 1905
Novaya Zhizn [“Yeni Hayat”] Sayı 28
Kaynak

Dipnot:
[1] Bkz.: Frederick Engels, “Flüchtlings-Literatur”, Volksstaat, Sayı. 73, 22 Haziran 1874.

12 Kasım 2024

,

İngiliz Barışçılığı ve İngilizlerdeki Teoriye Yönelik Tiksinti

İngiltere, dün olduğu gibi bugün de Avrupa’da politik özgürlüklerin en kapsamlı şekilde yürürlükte olduğu ülke. Burjuvazi, hiçbir ülkede İngiltere’de olduğu kadar muktedir değil. İngiliz burjuvazisi kadar yönetmeyi bilen başka bir burjuvazi yok.

İngiltere’de sınıflar arası ilişkiler, diğer ülkelerdeki ilişkilerden birçok yönden daha gelişkin ve daha açık. Ülkede zorunlu askerlik uygulamasının bulunmuyor oluşu, insanlara savaşla ilgili tavır geliştirme konusunda daha fazla özgürlük bahşediyor. Öyle ki İngiltere’de herkesin askere gitmeme hakkı baki. Bu sebeple (İngiltere’de en saf hâliyle, burjuvazinin işlerini yürüten komite olarak) hükümet, savaş konusunda “halk nezdinde” belirli bir isteği ve hevesi canlandırmak için elinden geleni yapmak zorunda kalıyor. Bir de proleter kitleler tümüyle örgütsüz değilse, kaçıp en iyi mevkilere sahip, ehil ve sendikalı işçilerin oluşturduğu azınlığın liberal, yani burjuva politikasına firar etme neticesinde ümit ve cesaretini yitirmemişse, hükümet, savaşla alakalı heves ve isteği ancak kanunlarda radikal bir değişiklik yaparak yaratabiliyor. İngiltere’de tüm ücretli işçilerin ancak beşte biri sendikalara üye. Birçok sendika lideri ise liberal, yani Marx’ın uzun zaman önce dediği gibi, “burjuvazinin ajanı”.

İngiltere’nin tüm bu özellikleri bize bir yandan, militarist ülkeler yanında askerliğin zorunlu olmadığı ülkelerde, yani otokratik ülkelerle demokrat ülkelerde gördüğümüz ortak özellik anlamında sosyal şovenizmin özünü kavramamıza, bir yandan da barış sloganının göklere çıkartılması gibi örneklerde ifadesini bulan sosyal şovenizme verilen tavizin önemini olgular temelinde anlamamıza katkıda bulunuyor.

Hiç şüphe yok ki ülkede faal olan Fabyusçular Derneği, liberal emek siyasetinin ve oportünizmin en eksiksiz ifadesidir. Bu politikayı anlamak isteyenler, elimizde iki Rusça çevirisi bulunan, Marx ve Engels’in Sorge ile yaptığı yazışmalara bakmalıdırlar. Bu mektuplar bize, söz konusu derneğin kusursuz bir tanımını sunuyor.

Engels’e göre Sidney Webb ve Şürekâsı, işçileri karşı devrimci bir ruhla etki altına alan, onları cesaretsiz ve ümitsiz kılan bir burjuva düzenbazlar çetesidir. İkinci Enternasyonal’in tüm liderlerinin onca sorumluluğu ve nüfuzu ile Engels’in bu tespitini çürütecek bir şey yapmadığını, tespitin yerinde ve doğru olduğunu herkes bir şekilde teyit edecektir.

Şimdi de bir anlığına teoriyi bir kenara koyalım ve gerçekleri kıyaslayalım. O vakit Fabyusçuların, misal, New Statesman[2] isimli haftalık gazetelerinde savaş boyunca sergiledikleri tavırla Kautsky gibi Alman sosyal demokratlarının tavrının aynı olduğu görülecektir. Her iki taraf da sosyal şovenizmi dolaylı ve dolaysız olarak savunmakta, ama bu savunuya bir şekilde barış, silâhsızlanma vs. ile ilgili iyi niyetli, insancıl ve solumsu ifadeler eşlik etmektedir.

Bazı insanların hoşuna gitmese de, olgular ve gerçekler ışığında şu tür bir sonuca ulaşabiliriz: bugün Almanya’da faaliyet yürüten Kautsky türü sosyal demokrat liderler, tam da geçmişte Engels’in Fabyusçular için kullandığı tabirle, “burjuvazinin ajanları”dırlar. Politikanın gerçekleri üzerinden değerlendirildiğinde, hangi temellere dayanırsa dayansın, Fabyusçuların Marksizmi takdir ve kabul etmeyişleriyle Kautsky ve Şürekâsı’nın “takdir ve kabul”ü arasında hiçbir fark yoktur. Bu açıdan, bazı yazarlar ve siyasetçiler Marksizmi Struvculuğa dönüştürmüşlerdir. Bunlardaki ikiyüzlülük, onlara özel bir kusur ve maraz değil. Tek tek ele alındıklarında bu kişiler epey erdemli aile reisleri olabilirler. Onlardaki ikiyüzlülük, esasında toplumsal statülerindeki nesnel yanlışlığın bir neticesidir. Devrimci proletaryayı temsil etmesi gereken bu kişiler, esasında burjuva şovenist fikirleri proletaryaya aşılama işini üstlenmiş ajanlardır.

Fabyusçular, Kautsky ve Şürekâsı’ndan daha samimi ve dürüsttürler, en azından devrimden yana durma konusunda kimseye bir söz vermiş değiller. Ama politik açıdan bakıldığında, her iki taraf da aynı tornadan çıkmıştır.

İngiltere’de politik özgürlüklerle tanımlı tarih yanında, genelde politik hayatta, özelde burjuvazide mevcut olan gelişmişlik düzeyi, farklı renkte burjuva görüşlerin ülkedeki yeni politik örgütlerde hızla, özgürce ve açıktan ifade kanalı bulmasını sağlamıştır. Bağımsız İşçi Partisi merkezi yayın organı Labour Leader [“Emeğin Lideri”] gazetesine düzenli yazı yazan, aynı zamanda partinin sekreterliğini ve saymanlığını yapan E. D. Morel’in üyesi olduğu Demokratik Kontrol Birliği, bu tür örgütlerden. Liberal Parti, uzun yıllar Birkenhead seçim çevresinde bu şahsı aday gösterdi. Morel, partiden ayrıldıktan hemen sonra savaşa karşı çıkınca Birkenhead Liberal Derneği, 2 Ekim 1914 tarihli mektubunda, adaylığının parti nezdinde artık kabul görmeyeceğini kendisine bildirdi, yani yalın bir ifadeyle Morel, partiden ihraç edildi. 14 Ekim günü yazdığı, sonrasında Savaşın Başlaması ismiyle bir broşür olarak yayımlanan cevabında Morel, diğer makalelerinde olduğu gibi kendi partisinin hükümetini ifşa etti, Belçika’nın tarafsızlığına yönelik saldırının savaşa sebep olduğu veya savaşın Prusya emperyalizmini yok etmeyi amaçladığı ile ilgili iddiaları bir bir çürüttü. Bugün Morel, dış politikanın demokratik yollardan kontrol altında tutulması, tüm bölgelerin halk oylaması üzerinden kendi kaderini tayin hakkına kavuşması, barış fikrini ve silahsızlanma hedefini içeren Demokratik Kontrol Birliği programını savunuyor.

Tüm bu gerçeklere bakarak, bir birey olarak Morel’in demokrasiye samimiyetle bağlı olması ve aşırı milliyetçi burjuva fikirlere sırtını dönüp barışçı burjuva fikirleri sahiplenmesi sebebiyle övülmeyi hakkettiğini söylemek gerekiyor.

Morel yazılarında, hükümetinin ortada gizli anlaşmalar varken bu anlaşmalar yokmuş gibi davranmak suretiyle halkı kandırdığını, 1887 gibi erken bir tarihte İngiliz burjuvazisinin Belçika’nın tarafsızlığının nihayetinde Fransa-Almanya savaşının patlak vermesi durumunda ortadan kalkacağını gördüğünü açık bir dille ifade etti. Ona göre burjuvazi, (Almanya’nın henüz tehlikeli bir rakip olmadığı koşullarda) müdahale fikrine karşı çıkmıştı. Savaştan önce yayımlanmış bir dizi kitapta Albay Boucher gibi savaş yanlısı Fransızların da açıktan kabul ettikleri biçimiyle, Fransızların ve Rusların Almanya’ya karşı saldırı planları mevcuttu. Morel’in aktardığına göre, 1911 yılında Albay Repington’ın da kabul ettiği biçimiyle, 1905 sonrası Rus silâhlarındaki artış Almanya’yı tehdit eden bir gelişmeydi. Tüm bu ifşaat, bize Morel’in kendi partisinden kopmayı göze alan, dürüst ve cesur bir burjuva olduğunu ortaya koyuyor.

Ama bir yandan da şu gerçeği kabul etmek zorundayız: Morel, barış ve silâhsızlanma konusunda boş laflar eden bir burjuvadır, çünkü proletaryanın devrimci eylemi yoksa ne demokratik barıştan ne de silâhsızlanma sürecinden bahsedilebilir. Morel, bugünkü savaş konusunda liberallerle yolunu ayırmış olsa bile, o politik ve ekonomik meselelerde hâlen daha bir liberaldir.

Peki o zaman Almanya’da barış ve silâhsızlanmaya dair aynı tipte burjuva ifadelere Marksist kılıf ören Kautsky’deki ikiyüzlülük, neden bir erdem ve meziyetmiş gibi görülüyor? Almanya’da politik özgürlükler, İngiltere gibi hızlı ve pürüzsüz bir süreç dâhilinde oluşmadığı, politik ilişkiler bu ülkedeki kadar gelişmediği için Kautsky’nin programını benimsemiş, barış ve silâhsızlanmayı savunan burjuva birlik, Almanya’da inşa edilme imkânı bulamıyor.

O vakit şu gerçeği kabul edelim: Kautsky’nin politik duruşu, devrimci sosyal demokrat değil, barışçı burjuva bir duruştur.

Yaşadığımız olaylar, hakikati kabul etme cesaretini göstermemize yetecek büyüklükte olaylardır.

Soyut teoriye yönelik tiksintileri ve pratik oluşları konusunda duydukları kıvanç ile İngilizler, politik meseleleri dolaysız ele alıyorlar, bu özellikleriyle, başka ülkelerin sosyalistlerine “Marksist” olanlar dâhil her türden sözün zarfı ardında saklı olan gerçek muhtevayı ve mazrufu keşfetmelerine katkıda bulunuyorlar. Clarion [“Boru”] isimli aşırı milliyetçi gazetenin savaş öncesi yayımladığı Sosyalizm ve Savaş isimli broşür bu konuda epey öğretici olan bir çalışma. Broşür, ABD’li sosyalist Upton Sinclair’in savaş karşıtı “manifesto”suna ve uzun zaman önce Hyndman’ın emperyalist bakış açısını benimsemiş olan aşırı milliyetçi Robert Blatchford’un cevabına yer veriyor.

Sinclair, teorik eğitimden yoksun, duyguları esas alan bir sosyalist. Savaş yanlısı yaklaşımlara öfkelenen Sinclair, meseleyi “yalın” bir dille ortaya koyuyor ve savaştan kurtulmamızı sağlayacak yolu sosyalizmde buluyor.

Sinclair bize şunu söylüyor:

“Diyorlar ki sosyalist hareket henüz çok zayıf, dolayısıyla onun gelişmesini beklememiz gerek. Oysa bahsi edilen gelişim, bizatihi insanların kalplerinde cereyan ediyor. Biz, bizatihi bu gelişimin birer aracıyız ve eğer mücadele etmezsek hareket gelişmez. Bize diyorlar ki savaş karşıtı hareket ezilmeli, oysa ben, yüce insanlığa ait dürtüyle savaşa mani olmaya çalışan her türden başkaldırının sosyalizmin bugüne dek elde ettiği en büyük zafer olduğuna, bu iradenin medeniyet bilincimizi sarsacağına ve tüm tarih boyunca yaşanmamış bir gelişme dâhilinde dünya işçilerini ayağa kaldıracağına olan inancımı haykırmak istiyorum. Hareketimize dair korkumuz olmasın, iktidara dair sayılara da görünümlere de takılmayalım. İmanın ve azmin harrladığı bin insan, temkinli ve hürmetli kişiler olarak yetiştirilmiş bir milyon insandan daha güçlüdür. Köklü bir kurum hâline gelme tehlikesi, sosyalist hareketin başına gelebilecek en büyük tehlikedir.”

Bu, sosyalizmin kabalaştırılmasına yönelik, çocuksu, teorik temelden yoksun ama alabildiğine doğru olan uyarı, aynı zamanda bir devrimci mücadele çağrısıdır.

Peki Blatchford, Sinclair’e verdiği cevapta ne diyor? “Savaşları çıkartanlar kapitalistler ve militaristlerdir. Bu, tabii ki doğru bir tespit.” Blatchford da dünyadaki her sosyalist gibi sosyalizmin kapitalizmin yerini almasını isteyen, barış için kaygılanan bir isim. Fakat Sinclair’i “belâgatle ve güzel ifadelerle” insanları ikna etmeye çalışan biri olarak görüyor: “Sevgili dostum Sinclair, gerçekler inatçıdır, Alman tehlikesi bir gerçektir.”

Blatchford’a göre, İngiliz sosyalistleri de Alman sosyalistleri de savaşa mani olacak güçte değil. Buna karşın “Sinclair, İngiliz sosyalizminin gücünü fazla abartıyor. İngiliz sosyalistleri birlik değil. Paraları ve silâhları yok, disiplinden yoksunlar.” Ellerinden İngiliz hükümetine donanma inşa etme konusunda yardım sunmaktan başka bir şey gelmez. Barışın ordu dışında bir güvencesi olamaz.

Avrupa kıtasında şovenistler, ne savaşın patlak vermesinden önce ne de başladığı anda bu kadar açık sözlülerdi. Almanya’da niyetlerini samimiyetle ortaya koymazlardı. Şovenizm, ancak Kautsky’deki ikiyüzlülükte karşılık bulabiliyor, safsataların ardına saklanıyordu. Aynı durum Plehanov için de geçerli. Demek ki kimsenin bir Marksizm karikatürüne veya safsatalara başvurmadığı, nispeten gelişmiş bir ülkedeki duruma dair inceleme, gayet öğretici bir çalışma olacaktır. İngiltere’de meseleler, doğrudan ve hakikatli bir biçimde dile getiriliyorlar. O vakit bu “gelişmiş” İngilizlerden öğrenmek gerek.

Sinclair’in çağrısı, temelde ne kadar doğru olursa olsun gayet çocuksu. Yazarımız, son elli yıldır kitle sosyalizminin gelişimini ve sosyalizm içerisindeki eğilimler arası mücadeleyi görmezden geldiği için çocuksu bir tutum alıyor. Sinclair, nesnel planda devrimci bir durumun ve devrimci bir örgütün varolması hâlinde devrimci eylemde yaşanacak artışın koşullarını önemsemiyor. “Duygusal” yaklaşım bu eksikliği gideremiyor. Sosyalizm içerisindeki güçlü eğilimler olarak oportünist ve devrimci eğilimler arasında yaşanan yoğun ve sert mücadele, belâgat ve hitabetle savuşturulabilecek bir şey değil.

Blatchford, lafı dolandırmadan, gerçekleri gizlemeden konuşuyor, hakikati dile getirmekten korkan Kautskicilerin ağzındaki baklayı ortaya döküyor, en gizli gerçeği faş ediyor. Blatchford, “hâlen daha zayıfız, temel mesele bu” diyor. Ondaki bu açık sözlülük, oportünizmini ve aşırı milliyetçiliği açığa vuruyor. Burjuvaziye ve oportünistlere hizmet ettiği gerçeğinin görünür olmasını sağlıyor. Sosyalizmin “zayıf” olduğunu söylemek suretiyle aslında sosyalizmi zayıflatıyor, bunu da sosyalizm karşıtı, burjuva politikasını vaaz ederek yapıyor.

Sinclair, en azından cesur ve savaşçı bir isim. Blatchford’sa korkak bir hain. Ama iki isim de bu hâlleriyle devrimci durumu meydana getiren koşulları görmezden geliyor.

Ulaştığı pratik sonuçlar itibarıyla, devrimci eylemi reddeden, bu türden bir eyleme yönelik propaganda ve hazırlık sürecine karşı çıkan politikasıyla Blatchford, kaba saba bir aşırı milliyetçi olarak, Plehanov ve Kautsky ile uyumlu biri.

Marksist sözler, bugün Marksizme yönelik topyekûn reddiyenin kılıfı hâline geldi. Demek ki Marksist olması için bir kişinin İkinci Enternasyonal liderlerindeki “Marksist ikiyüzlülüğü” ifşa etmesi, sosyalizmdeki iki ana akım arasında süren mücadeleyi hiç çekinmeden kabul etmesi ve bu mücadeleyle bağlantılı sorunların ana sebeplerini kavraması gerekiyor. İngiltere’deki ilişkiler bize, Marksist sözler olmadan, meselenin özünü Marksistçe kavramamız konusunda çok şey söylüyor.

V. I. Lenin
Haziran 1915
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Socialism and War, The Clarion Press, 44 Worship Street, Londra, E. C. —Lenin

[2] New Statesman [“Devlet Adamı”]: Fabyusçuların 1913’te Londra’da çıkarttıkları haftalık gazete. 1931’den sonra Nation [“Millet”] adıyla yayınlandı.

22 Nisan 2024

,

Lenin Hizipçi miydi Yoksa Birlikçi mi?


Yaygın olarak işittiğimiz yorumlarda dile getirildiği biçimiyle Lenin, kendisiyle aynı fikirde olmayan herkesi yok etmeye çalışan bir mezhepçi miydi? Yoksa hizipçi eğilim yanında veya onunla gerilim içerisinde bir de birlikçi eğilime sahip bir kişi miydi? Onun asarında karşımıza çıkan hizipçiliğin birlikçilikle derin bir ilişki içerisinde olduğunu söyleyebilir miyiz?

O döneme, özellikle de Ekim Devrimi öncesine ait külliyat, Lenin’in hizipçiliğine dair mebzul miktarda kanıt içeriyor, üstelik, yıllar boyunca karşı çıktığı çeşitli grup ve bireylerin listesi, gerçekten de çok uzun: Narodnikler, Menşevikler, Tanrı inşacıları, Bundistler, Tasfiyeciler, Otzovistler, Sosyalist-Devrimciler vs. Lenin, bu gruplara karşı, “devrimci sosyal demokrasinin saflığının parti birliğinden daha değerli olduğunu” ileri sürdü.[1] Bu nedenle Lenin, sınırlı sayıyla temsil olunan meclislerde (1905-1917) diğer sol veya liberal partilerle blok oluşturulmasına karşı çıktı. Lenin, sosyal demokratlar içerisinde birbiriyle kavga eden hizipleri bir araya getirmeye çalışan Trotskiy’nin önderlik ettiği “uzlaştırıcılara” da karşıydı. Hatta bu uzlaştırıcıların, her türden muhalifle işbirliği içinde, aslında bölünmeleri ağırlaştırdığını bile söyleyebiliyordu.[2] Peki ama neden?

Lenin, her uzlaşmanın sosyalizm misyonunun sulandırılmasıyla neticeleneceğini düşünüyordu. Tüm bunların ışığında, rakipleri, onun kesinlikle hizipçi, doktriner ve affetmek nedir bilmeyen bir siyasetçi olduğunu düşünüyorlardı. Dolayısıyla, o hasımlar, farklılıkların, bölünmelerin ve sert polemiklerin tüm suçunu onun sırtına yüklemek için ellerinden geleni yaptılar; öyle ki, bırakın sonrasında dönemi inceleyen akademisyenleri, Karl Kautsky ve Rosa Luxemburg gibi uluslararası sosyalist hareket içerisindeki kişileri bile ikna etmeyi bildiler.[3] Aslında Ekim Devrimi’nden sonra yoldaşlarınca uydurulmuş bir terim olarak göremeyeceğimiz “Leninist” terimi, ilk başta, onun bölücülük suçlaması yönelten hasımlarının saldırı için kullandıkları bir ifadeydi.[4]

Ama eldeki teorik birikime daha yakından bakıldığında, sürecin belirli bir kalıba uygun olarak ilerlediği görülüyor. Bu kalıba göre Lenin, bir yandan hasımlarıyla sert polemikler içerisine giriyor, bir yandan da birlik yönünde yoğun bir çaba yürütüyor.

Bunun en çarpıcı örneği, İkinci Kongre’den sonra Sosyal-Demokrat Parti içindeki pek çok kişiyi dehşete düşüren Bolşevik-Menşevik ayrışması. Ancak 1905’te başlayan meclis pratiği döneminde bu iki kanat, birlikte konferans düzenlemeyi kabul ediyorlar. Bu konferans, 1906’daki o önemli birlik kongresiyle taçlanıyor.[5]

Kongre belgeleri, “RSDİP Birlik Kongresi düzenlendi. Artık ayrışma diye bir şey yok” gibi ifadelerle dolu olduğu görülüyor.[6] Dahası, anlaşma Bund’un yanı sıra Polonyalı ve Letonyalı Sosyal-Demokratları da kapsıyor. Ancak birlik dürtüsü güçlendiğinde, hizipçi eğilim kendisini tekrar ortaya koyuyor. Dolayısıyla, hem kongre sırasında hem de sonrasında oylamaya hile karıştırma ve sinsi entrikalara ilişkin suçlamalarla karşılaşıyoruz.[7] Hizipler, bir kez daha ayrışıyorlar. Ancak birkaç yıl sonra yeniden birlik projesi için kollar sıvanıyor.[8] Öyle görünüyor ki mücadele, sürekli hareketi merkeze toplama ve merkezden uzaklaştırma yönünde gerilimli bir seyir içerisinde, bu anlamda, ilgili seyir, bir araya gelme eylemi dâhilinde belirli kesimleri birbirinden uzaklaştırıyor.

Benzer bir gerilim, sosyal demokratların sıklıkla Sosyalist-Devrimciler gibi diğer sosyalist partilerle ve Trudovikler ve Kadetler gibi daha liberal partilerle ittifak yapmayı düşündüğü meclis sürecinde de açığa çıkıyor. Lenin’in “Sosyal Demokratlar ve Seçimler Konusunda Yapılacak Anlaşmalar”[9] başlıklı metni, bu gerilimin en yalın ve en açık ifadesi. Bir yandan davaya sadık kalma, hiçbir siyasi partiyle anlaşma yaparak tavizde bulunmama, blok, ittifak, ortak liste oluşturmama, kesinlikle hayati önem taşıyan olgular olarak görülüyor.[10] Ancak çok acil bir durumda, liberal partilerle bile, geçici olmak kaydıyla, ittifak kurmanın gerekli olabileceği üzerinde duruluyor.

Lenin’in Ekim Devrimi’nden sonra muhaliflerle birlikte çalışmanın gerekliliğine ilişkin daha sonraki tespitlerinde de görüldüğü üzere, mücadelenin gerekliliklerinin ittifaklara olan ihtiyacı dayattığı görülüyor, ama bir yandan da “bu ittifaklar kurulacak diye ideolojik bağımsızlıktan hiçbir vakit zerre ödün verilmemeli” diye düşünülüyor. Ortak bir amaç uğruna birlikte çalışmanın mümkün olduğundan, ancak daha sonra bu durumu diğer partilerin sonuçta ne kadar hatalı olduğunu göstermek için kullanılabileceğinden de bahsediliyor.

Bolşevikler, çarlığa karşı mücadelede zaman zaman liberallerle, Menşevikler ve Sosyalist-Devrimcilerle, 1917’nin kritik aylarında ve hatta aynı yılın Kornilov darbesini engellemek için Kerensky’nin Geçici Meclis güçleriyle birliktelik kurarken, tam da bu anlayış uyarınca hareket ediyorlar.[11]

Kanaatimce, Lenin’in siyasi pratiğinde ve düşüncesinde varlığını muhafaza eden bu gerilimin en az üç nedeni var.

İlk neden, tümüyle pratik. Belirli bir siyasi durumda, “mücadele dâhilinde anlaşma”ya varılabilir: Sosyalist-Devrimciler, köylü partileri ve hatta diğer yarı-politik örgütler, toprak ağalarına, Çar’a, meclise, geçici hükümete veya kapitalist sömürüye karşı muhalefet ediyorsa ve eğer bunlar, köylülerin hatta küçük burjuvazinin amaçlarını temsil eden güçlerse, o vakit sosyal demokratlar birleşik bir cephe içerisinde yer alırlar. Mücadele dâhilinde gerçekleştirilen bu türden bir anlaşmanın neticede sosyalizmin çıkarına olduğu, hatta diğer partilerin yarı-sosyalist konumlarının ortaya çıkarılmasına fırsat sunacağı düşünülüyor.[12]

İkinci neden, kişisel. Lenin’in, özellikle yazılı basında veya parti toplantılarında saldırdığı kişilerle günlük pratikte yakın işbirliği içinde çalıştığı biliniyor. Hatta en yakınındaki yoldaşın yanlış yola saptığını düşünüyorsa Lenin, ona saldırmaktan hiç çekinmiyor, ama ertesi gün çark edip, ortak zeminde buluşmak adına, aynı yoldaşını kucaklayabiliyor.[13] Birkaç örnek, bunu açıkça ortaya koyuyor: Trotskiy’ye yönelik saldırılarına rağmen, Lenin ve Trotskiy, Ekim Devrimi’nin ve Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti’nin (sonraki SSCB’nin) ilk Bolşevik hükümetinin iki temel direği. Yirminci yüzyılın ilk on yıllık diliminde acımasızca saldırdığı, Tanrı-İnşacı Anatoli Lunaçarski, Ekim Devrimi’nden sonra Aydınlanma Komiseri (bakanı) olarak atanıyor, üstelik, Lenin’in en yakınındaki isimlerden biri hâline geliyor.[14]

Pratik düzeyle ve kişisel boyutla alakası bulunmayan teori düzleminde ise Lenin, birliğe uzlaşma yolu üzerinden ulaşılamayacağını düşünüyor. Bunun yerine, sadece açık ve sert tartışmaların, diyalektik bir yolun derin kökleri olan birliği doğuracağına inanıyor.

Ne Yapmalı’nın başında Lassalle’dan aktardığı ve birçok yerde yinelediği ifadede dile getirdiği biçimiyle, Lenin, “parti mücadelelerinin partiye güç ve canlılık kattığını” düşünüyor.[15] Her daim bu tür parti mücadelelerinin açıktan yapılmasını isteyen Lenin, bu mücadelelere büyük bir coşkuyla dâhil oluyor. O güçlü argümanlar, ancak o vakit dile dökülebiliyor.

Lars Lih’in İkinci Kongre sırasında yaşanan o meşhur bölünmenin sonrasıyla ilgili yaptığı çarpıcı analizinde dile getirdiği biçimiyle, kilit nokta, partinin ve teşkilâtlarının sahip olduğu egemenlik.

Bolşeviklerin başlıca özelliği, her daim işittiğimiz o yavan yorumlarda ifade edildiği biçimiyle, sırf muhalefet etmek için muhalefet ediyor olmaları değildi.[16] Bilâkis, Bolşevikler, partinin egemenliğine de, cümlesi açıktan yürütülmüş, kimi zaman hararetli geçen tartışmaların ürünü olan tüzüğüne, kararlarına ve kanunlarına da hep bağlı kaldılar. Dolayısıyla, delegeleri seçimle belirlenmiş parti kongresinden asıl yana olan, açık ve sert tartışmaların yaşanması gereken kongrenin belirlediği tüzüğe bağlı kalan, Menşevikler değil, Bolşeviklerdi.

Sonuç olarak şu söylenebilir: Lenin’deki hizipçilik ve birlikçilik, aynı madalyonun iki yüzüdür. Daha doğru ifadeyle, bu iki yüz arasında diyalektik bir bağ söz konusudur. O, ne tek başına birlikçilikten ne de tek başına hizipçilikten yanadır. Aralarındaki gerilimli ilişkiyi dikkate alan Lenin, iki eğilimi de sahiplenir.

Lenin, güçlü anlaşma zeminleri oluşsun, teşkilât davaya daha güçlü bağlansın diye açık tartışmadan yana durur.[17] Tam da bu sebeple pasif çekimserliğe, “bırakın geçsinler, bırakın yapsınlar”cı anlayışa, farklılıkların örtbas edilmesine, farklı grupların uzlaştırılması fikrine, hatta kapalı kapılar ardında yapılan ağız kavgalarına tümüyle karşıdır. Onun için önemli olan, halkın gözü önünde gerçekleşen eylem birliği, tartışma hürriyeti ve eleştiri pratiğidir. Sınıfı zemine, partiyi birliğe ancak bunlar kavuşturabilir. O derin hakikatin görülmesini, ancak bunlar sağlayabilir.[18]

Roland Boer
14 Haziran 2012
Kaynak

[1] V. I. Lenin, “What the Splitters Have to Say About the Coming Split” (1907). MIA

[2] Lenin “boş ifadeler ve her şeyi kucaklayan yavan sözlerle aradaki uçurumu kapatmaya çalışanlar”ı “yalpalayan kişiler”, başka bir ifadeyle, “uzlaştırıcılar” olarak nitelendiriyor. Somutta Lenin, Trotskiy’nin “proletaryanın olgunlaşmasıyla birlikte aydınlar arasında tartışıp duran muhtelif hiziplerin silinip gideceği”ne dair argümanına karşı çıkıyor. Lenin, ortaya uzlaşmadan başka bir şey çıkmayacağını düşünüyor.

V. I. Lenin, “A Conversation Between a Legalist and an Opponent of Liquidationism” (1911). MIA

—, “The New Faction of Conciliators, or the Virtuous” (1911). MIA

—, “Uniters” (1912). MIA

—, “The Liquidators and ‘Unity’” (1912). MIA

—, “On the Attitude to Liquidationism and on Unity” (1912). MIA

—, “Four Thousand Rubles a Year and a Six-Hour Day” (1914). MIA

—, “Disruption of Unity Under Cover of Outcries for Unity” (1914). MIA

[3] Nikolai Valentinov, The Early Years of Lenin (1969) [1954], Ann Arbor: University of Michigan Press. Çeviri: R. H. W. Theen. Worldcat

—, Nikolai Valentinov, Encounters with Lenin (1968) [1953], London: Oxford University Press. Çeviri: P. Rosta ve B. Pearce. Worldcat

—, W. Bruce Lincoln. Passage Through Armageddon: The Russians in War and Revolution 1914-1918 (1986), New York: Simon and Schuster, s. 235-6. Alibris

—, Christopher Read, Lenin: A Revolutionary Life (2005), Oxford: Routledge. Google

[4] V. I. Lenin, “The ‘Vexed Questions’ of Our Party: The ‘Liquidationist’ and ‘National’ Questions” (1912). MIA

[5] V. I. Lenin, “Announcement of the Formation of an Organising Committee” (1903). MIA

—, “A Tactical Platform for the Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “Should We Boycott the State Duma? The Platform of the Majority” (1906). MIA

[6] V. I. Lenin, “An Appeal to the Party by Delegates to the Unity Congress Who Belonged to the Former ‘Bolshevik’ Group” (1906). MIA

—, “Report on the Unity Congress of the R.S.D.L.P.: A Letter to the St. Petersburg Workers” (1906). MIA

[7] V. I. Lenin, “The Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “Report on the Unity Congress of the R.S.D.L.P.: A Letter to the St. Petersburg Workers” (1906). MIA

—, “The Protest of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

—, “The St. Petersburg Elections and the Hypocrisy of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

[8] V. I. Lenin, “Towards Unity” (1910). MIA

—, “Party Unity Abroad” (1910). MIA

—, “One of the Obstacles to Party Unity” (1910). MIA

[9] V. I. Lenin, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

[10] V. I. Lenin, “The Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

—, “The Third Congress of the R.S.D.L.P.” (1905). MIA

—, “On the Provisional Revolutionary Government” (1905). MIA

—, “Neither Land Nor Freedom” (1906). MIA

—, “Tactics of the R.S.D.L.P. in the Election Campaign: Interview with L’Humanite” (1907). MIA

—, “The Third Duma” (1907). MIA

—, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

—, “Blocs With the Cadets” (1906). MIA

—, “Party Discipline and the Fight Against the Pro-Cadet Social-Democrats” (1906). MIA

—, “The Attitude of the Bourgeois Parties and of the Workers’ Party to the Duma Election” (1906). MIA

—, “Plekhanov and Vasilyev” (1907). MIA

—, “The Social-Democrats and the Duma Elections” (1907). MIA

—, “‘When You Hear the Judgement of a Fool…’: From the Notes of a Social-Democratic Publicist” (1907). MIA

—, “Report of the C.C. of the R.S.D.L.P. to the Brussels Conference and Instructions to the C.C. Delegation” (1914). MIA

[11] V. I. Lenin, “The Social-Democrats and Electoral Agreements” (1906). MIA

—, “A Dissenting Opinion Recorded at the All-Russian Conference of the Russian Social-Democratic Labour Party by the Social-Democratic Delegates from Poland, The Lettish Territory, St. Petersburg, Moscow, The Central Industrial Region and The Volga Area” (1906). MIA

—, “The Sixth (Prague) All Russia Conference of the R.S.D.L.P.” (1912). MIA

—, “‘When You Hear the Judgement of a Fool…’: From the Notes of a Social-Democratic Publicist” (1907). MIA

—, “The St. Petersburg Elections and the Hypocrisy of the Thirty-One Mensheviks” (1907). MIA

—, “Left-Wing” Communism — An Infantile Disorder (1920). MIA

[12] V. I. Lenin, “The Dying Autocracy and New Organs of Popular Rule” (1905). MIA

—, “Socialism and Anarchism” (1905). MIA

—, “A Tactical Platform for the Unity Congress of the R.S.D.L.P.” (1906). MIA

[13] Krupskaya şunları söylüyor: “Bu konuda onlarca örnek verilebilir. İlyiç saldırıya uğradığında sert cevap verirdi, bakış açısını güçlü bir biçimde savunurdu, ama yeni sorunlarla uğraşılması gerektiğinde muhalifleriyle işbirliği kurar, dün hasım olduğu kişiye yoldaşmışçasına yaklaşırdı. Bu konuda özel bir çaba da göstermezdi.” — Nadezhda Krupskaya, “The Years of New Revolutionary Upsurge 1911-1914,” Reminiscences of Lenin (1960). MIA

[14] Lars Lih, 1908’de Brüksel’de iken Georgy Solomon’la gerçekleştirdiği hararetli bir tartışmadan söz ediyor. Sosyal demokratların meclisteki rolüyle ilgili kelâm eden Lenin öfkeleniyor ve sert, polemiğe yönelik bir dili benimsiyor. Söyledikleri karşısında kırılan Solomon o günle ilgili şunu aktarıyor: “Tartışma sonrası Lenin döndü ve bana sarılıp ‘tartışma sırasında dilimden dökülenleri sakın kişisel alma’ dedi. […]. (Benzer türde özür cümlelerine Lenin’in mektuplarında da rastlıyoruz.) Lenin o saldırı birey olarak Solomon’a değil, tüm şüphecilere, pesimistlere ve yenilgiyi kabul etmişlere yönelik olarak gerçekleştirmemişti.” — Lars T. Lih, Lenin (2011), Londra: Reaktion Books, s. 110. Reaktion

[15] V. I. Lenin, What Is To Be Done? Burning Questions of Our Movement (1902). MIA

[16] Lars T. Lih, Lenin Rediscovered: What Is to Be Done? in Context (2008) [2005], Şikago: Haymarket, s. 489-553.

[17] Krupskaya şunları aktarıyor: Lenin ölene dek parti kongrelerini hep çok önemli gördü. En yüce otorite olarak gördüğü parti kongresinde kişisel olan her şeyin bir tarafa bırakılması, hiçbir şeyin gizli kalmaması, her şeyin açık ve dürüstçe ortaya konulması gerektiğini düşünüyordu.” — Nadezhda Krupskaya, “The Second Congress (July-August 1903),” Reminiscences of Lenin (1960). MIA

[18] V. I. Lenin, “To The Editorial Board of the Central Organ of the R.S.D.L.P.” (1903). MIA

—, “What We Are Working For (To the Party)” (1904). MIA

—, “Party Discipline and the Fight Against the Pro-Cadet Social-Democrats” (1906). MIA

—, “Report of the C.C. of the R.S.D.L.P. to the Brussels Conference and Instructions to the C.C. Delegation” (1914). MIA

—, “What Next? On the Tasks Confronting the Workers’ Parties with Regard to Opportunism and Social-Chauvinism” (1915). MIA