Bilmek İçin Cüretin, Eyleme Geçmek İçin Cesaretin Olsun!
1972’de Çin Başbakanı Zhou Enlai’ye, “Fransız
Devrimi’nin ne tür etkileri olmuştur?” diye sorulunca o da “bir şey söylemek
için henüz daha erken” diyor. Bu aktarılan hikâye doğru mudur bilinmez ama ben,
başbakanın o efsanevî cevabının hâlen daha tarihsel açıdan uygun olduğu
kanaatindeyim. Devrimlerin yapıp ettikleri, yanlışları veya başarıları,
bıraktıkları kalıcı etkiler, soyut ve somut kazanımları çoğunlukla birbiriyle
çelişen ifadeler dâhilinde aktarılmaktadır. Gerçeğin ne olduğunu tespit etmekse
her daim güç bir iştir.
1979 İran Devrimi, bu konuda asla istisna teşkil
etmemektedir. İranlılar, bugün devrimin kırkıncı yıldönümüne tanıklık ediyorlar
ve bu tanıklık, ülkenin hem taşrasında hem de kentlerinde işitilen pişmanlık
ifadeleriyle birlikte gerçekleşiyor. Bu sesler, büyük şehirler kadar küçük
kasaba ve köylerin sokaklarında işitiliyor, hem mazlumların hem de zengin
sınıfların ağzında benzer ifadelere dönüşüyor. Söz konusu hoşnutsuzluk,
sürgündeki medya organlarında makes buluyor, aynı zamanda onlar eliyle
besleniyor. Amerika ve Avrupa’daki Fars televizyonları, radyolar, devrimin
gerçekleşmiş olması sebebiyle hâlen daha yas tutuyorlar ve önceki rejimi
alabildiğine romantize ediyorlar. Bu yayınlar, yolsuzluklardan, baskılardan,
kültürel ve toplumsal yabancılaşmadan, cinsel ve etnik ayrımcılıktan, ekonomik
güçlüklerden ve bölgedeki istikrarsızlaşmadan dem vuruyorlar. Elbette her sene
devrimin yıldönümünde rejimin daha ne kadar yaşayacağı sorusu gündeme geliyor
ki bu sorunun devrimin kendisi kadar eski olduğunu söylemek lazım.
Söz konusu şikâyetler, bilhassa toplumsal eşitsizliklerdeki
derinleşme ve yolsuzluk meselesiyle ilgili şikâyetler, tabii ki meşru. Hiçbir
şey sır değil. İran meclisinin her bir oturumunda bu meseleler tartışılıyor,
gazeteler ve yayın yönetmenlerinin elinden çıkan makalelerde hep bu konulardan
bahsediliyor. Tüm bu tartışmalarda aydınlar, uzmanlar, hükümet yetkilileri ve
milletvekilleri, hâlen daha devrimci söylemin sahip olduğu kudrete atıfta
bulunuyorlar ve gündelik hayatta karşılaşılan gerçeklerle devrimin vaatleri
arasında mevcut olan ve giderek derinleşen uçuruma işaret ediyorlar. Bir
zamanlar en güçlü isimlerden biri olan, Uzmanlar Meclisi başkan yardımcılığını
yapan, 1981’de suikasta kurban gidene dek Yüksek Mahkeme Başkanı olarak görev
yapan Muhammed Hüseyin Beheşti’nin servetin, en düşük ve en yüksek gelir
arasındaki oran üçte bir olacak şekilde dağıtılması hedefini belirlemesinin
üzerinden bu yana çok uzun zaman geçti. Bu eşitlikçi söylem, hâlen daha canlı
ama hayatın gerçeklerine denk düşmeyen, basit bir slogandan ibaret şimdilerde.
Tüm söylenenlerde haklılık payı var tabii. Lâkin
şahın o otokratik idaresine son vermiş, İran’ı yeniden bölge gücü hâline
getirmiş, ülkeyi canlı, hakları gören, katılımcı ve her meseleye müdahil olan
bir topluma dönüştürmüş olan devrimci dönüşümdeki aklı sorgulamak ille de
gerekli mi? Bir vakitler dünyanın en büyük beşinci ordusunu çıplak elleriyle
devirip yalınayak yürüyen o devrimci irade, İran’ı uyandırmış, bu uyanış bugüne
dek milletin kolektif bilincini biçimlendirmiştir. Söz konusu bilinç varlığını,
farklı muhalefet ve yurttaş faaliyeti biçimleri dâhilinde hâlâ sürdürüyor.
İran’da devrim, Batı’daki entelektüel mahfillerde
devrim fikrine şüpheyle yaklaşıldığı bir dönemde gerçekleşti. Avrupa Solu’nun
Sovyet ve Çin deneyimleri karşısında yaşadıkları hayal kırıklığı ve bu solun
1968 sonrası devrimci bir harekâtı başlatamaması, ütopya ve devrim fikirlerinin
totaliterizm ile terör dönemi ile eşanlamlı hâle gelmesi için gerekli zemini
sağladı. O dönemde inancını yitirmiş olan Avrupa Solu, terörün devrimin
doğasından kaynaklanan bir özellik, toplumun radikal dönüşümünün ise anlamsız bir
ütopya olduğunu söyleyen liberallerin korosuna katılmıştı.
İran Devrimi ise dünyada siyasetin eksenini
Doğu-Batı karşıtlığından çıkartıp Güney-Kuzey arasındaki mücadelelere doğru
evrilten, Afrika, Asya ve Karayipler’deki sömürgecilik sonrası direniş hareketleriyle
ortak bir ruhu paylaşıyordu. O, dünyadaki diğer birçok devrim gibi, milletlerin
kendi kaderini tayin hakkına destek sunmaya çalışıyor, bu desteği de
emperyalist dünya düzeninin ayakta kalmasını sağlayan küresel politik ve
ekonomik hiyerarşilerin yeniden düzenlenmesini sağlamak suretiyle veriyordu.
İran Devrimi, Michael Manley’nin Jamaika’sında, Sukarno’nun Cakarta’sında, Cape
Town’dan Kahire’ye, Managua’dan Manila’ya birçok yerde yaşayan ezilenleri
kuşatan ruhun tecessüm etmiş hâli idi. İranlılar, adil bir dünyayı inşa
edebileceklerine dair bir düş gördüler. İran’da tüm milleti kuşatan bu ruha,
zamana direnen, insanların söz, yetki ve karar sahibi olmasını öngören bir
anlayış eşlik etti. Bugün kırkıncı yıldönümünü kutlayan, işte bu anlayış. Devrimci
hareketin sergilediği cesaret, devrimin çarklarını döndüren korkusuzluk,
kitlelerin uğruna mücadele ettikleri o haysiyet, tarih yapan yürüyüşlerde ve
grevlerde karşılık bulan kararlılık, hep birlikte yeni bir millet yarattı ve bu
millet, o yürekliliğini, yaratıcılığını ve özgüvenini sergilemeye bugün de
devam ediyor.
Kırk yıl önce emperyalizm, sömürgecilik,
kapitalizm ve bireycilik, insanların büyük bir kısmının aşılmasını istedikleri
hususlardı. Adalet, eşitlik, hakkaniyet, katılımcı yönetim, hayalperestleri ve
her şeyden mahrum bırakılmış olan kitleleri fikri düzeyde birbirinden ayıran
unsurlar değillerdi. Bugün devrimin dili, demode ve eskiymiş geliyor kulaklara.
Devrim karşıtı propagandanın neoliberal hiyerarşinin dünya üzerinde tesis
ettiği ağdan beslenen, kontrollü, bölük pörçük modernleşmeden beslenen devrim
karşıtı propaganda ve tüm o endüstri, birçok insanın İran Devrimi’ne ve
Güney’deki diğer radikal politik deneylere dair düşüncelerine galebe çalıyor.
Bugün devrim, genelde zaten tarihin sonuna erişmiş olan dünyayı yeniden
biçimlendirmek için çabalayanların giriştikleri çocukça bir uğraş olarak
görülüyor. Bunlar, hepimize elimizdekilerle yetinmemizi telkin ediyorlar.
Kırk yıl önce İranlılar, Alman felsefeci Walter
Benjamin’in devrim tarifini somutlaştırdılar, ihtimallerle yüklü göğe doğru
yükseldiler ve belirsizlikler dünyasına, maliyeti yüksek bir sıçrama
gerçekleştirdiler. Kırk yıl sonra sürgündeki İranlıların kurdukları medya, o
muazzam sermayesiyle birlikte, çıkarları devrimle zedelenmiş olan emperyalist
güçlerle el ele, devrim öncesi günlerin ihtişamlı ve şanlı olduğuna dair bir
nostalji imal ediyor. Kendi milletini ağır adımlarla ama kararlı bir biçimde
büyük medeniyetin eşiğine getirmekte olan otokratik bir krallığın antik
çağlardaki görkemine yeniden ulaşmak üzere olduğundan bahsediliyor ama bu
ilerleyişin milletin başı öne eğik, gözleri kapalı, ağzı kilitli şekilde,
itaatkâr bir sürü misali yaşamasıyla mümkün olduğu üzerinde hiç durulmuyor.
Bugün İran’da sivil
toplumun yaşadığı canlanma, kadınların kamusal alanda büyük bir yere sahip
olması, sinemada usta işi filmlerin üretilmesi, sanat ve fikir alanında örnek
teşkil edilecek işlere imza atılması ve bu yönde güçlü ağların teşkil edilmesi,
devrime rağmen değil, devrim sayesinde gerçekleşmiş gelişmelerdir. Devrim,
insanların dünyayı görme biçimlerini köklü bir biçimde dönüştürmüş, onların
kendileriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, hakları ve sorumlulukları anlama
biçimlerini değiştirmiş, iktidarın yaptıkları ve yapmadıkları konusunda hesap vermesini
sağlamıştır. Hiç şüphe yok ki İranlıların kırk yıl önce gerçekleştirdikleri
sıçrama, onları terör dönemi, savaş, uluslararası planda yaşanan politik
gerginlikler ve ülkeyi harap eden yaptırımlar gibi tehlikelerle dolu bir yolu
sokmuştur. Bu yıldönümü, esasen, cesaretin ve haysiyetin yükünü korkuyu ve
itaati iş edinmiş kişilerin çekemeyeceğine inanmış, bugün de inanmaya devam
edenlere aittir.
Behruz Gamari Tebrizi
12 Şubat 2019
12 Şubat 2019
0 Yorum:
Yorum Gönder