07 Şubat 2019

,

Solun AB’ye Entegrasyon Süreci


AB’ye entegrasyon sürecinin izlerini sol sosyalist hareketin seyri dâhilinde takip etmek mümkün. Mesele, solun belirli konulara öncülük etmesi değil ettirilmesi, ediyormuş gibi gösterilmesi. Sol, kısa vadede başarılı ve muzaffer olamayacağı hiçbir işe girmiyor, giremiyor. Fıtratı buna müsait değil. Dolayısıyla her eyleminde, her sözünde önceden egemen güçlerce telkin edilmiş bir şeyler var. Ya da sol, egemenler yolu açtıktan sonra yola koyulabiliyor.

17 Aralık 2004 günü Erdoğan, “Aydınlık yarınların çağdaş Türkiye’si için çıktığımız yolda, hamdolsun, dün müzakere süreciyle ilgili tarihi 3 Ekim olarak almış bulunuyoruz. Hayırlı olsun”[1] diyor, devamında da herkese teşekkür ediyor. Sol sosyalist hareketse bu süreci, omerta kanunları uyarınca, susarak geçiştiriyor. Esasen solun AB’ye entegrasyon sürecinin de o günden sonra iyice derinleştiğini görmek lâzım.

Türkiye’nin batısını AB yönetiyorsa sol da bu yönetimin asli parçası, böyle görülmeli. Sürtüşmelerden, gerilimlerden kaynaklı kimi mağduriyetlere pek kanmamak lazım. Maddi ilişkiler, çıkarlar bu noktada belirleyici. Ha bu arada: sol diye bir torba yok, o bir varoluşun, happening’in, bir tür projenin ve aktivizmin adı.

Esasen böylesi bir aktivizm projesi olarak ÖDP, doksanların sonunda bu entegrasyon sürecine dâhil olduğu, KOBİ’lere bel bağladığı, onların üst yönetimine talip olduğu için bitti. 2000’de Kürt hareketiyle restleşme meselesi, bahaneden ibaretti. 

KOBİ’ler 2001 kriziyle birlikte çöktüler, orada çalışan insanlar ayaklandılar, ÖDP, onlara temas etme imkânını doğal olarak yitirdi. Tüm o insanların öfkesini bugün ÖDP’lilerin küfrettiği AKP örgütledi. AKP, kitlesini o kesimin üzerine inşa etti.

Sonra bir gün Alper Taş TV ekranına çıktı. Syriza’nın başarısının tartışıldığı programda Taş, “bu halk bize hazır değil, hazır olması için 30 yıl geçse biz gene de bekleriz” dedi. Orada ayrıca Syriza’nın başarı noktasında elde ettiği imkân ve fırsatları ÖDP’nin de elde ettiğini, ama yararlanamadığını söyledi, neden yararlanamadığındansa hiç bahsetmedi.[2] Bugünse kendisi CHP adayı.[3] Muhtemelen kısa süre önce Birleşik Haziran Hareketi’nin tasfiye edilmesiyle bu Beyoğlu adaylığı arasında belirli bir bağ mevcut. Beyoğulları böyle istemiş olmalı!

* * *

Üç gün önce Kürt hareketine ağır eleştiriler yönelten Ertuğrul Kürkçü’yü HDP’ye üstelik tepesine çeken de AB ilişkileri idi. Kürkçü, AB fonlarının aktığı çeşmenin başında duran isimlerden biriydi. KOBİ’lerle ve o fonlarla kurulan ilişki tayin ediyor teoriyi ve siyaseti. Bugün Kürkçü, milleti kandırıyor, “lügatinde aktivizm diye bir sözcük bulunmadığını” söylüyor.[4] Devamında, “merkezden hiçbir şeyin idare edilemediği, hayatın sadece siyasetten ibaret olmadığı, birçok kimlikle hareket edildiği bir zamandayız” diyor. Bu liberalizmi solculuk diye yutturabiliyorlar artık. KOBİ’lerle ve AB fonlarıyla kurulan ilişki sağlıyor bu zemini.

Bu ilişkileri devletten ve sermayeden ayrı ve gayrı ele almaksa solun en büyük hatası. Kimliğe, kişiliğe, öznelliğe fazla değer ve anlam biçtiklerinden, arka plana bakmıyorlar. O çeşmenin başına oturmak, bir devlet görevlisi olmayı gerekli kılıyor. Hiçbir şey bağımsız, azade, tekil, münferit hâliyle, havada salınarak, varolmuyor.

* * *

Bugün feminizm, veganizm, LGBT, hayvan hakları, çevre gibi başlıkların solun gündeminde başat bir yer tutması da AB’nin bir emri. Hapishaneler ve işkence ile ilgili bir raporda bile bugün tanıdığımız kimi simalar, birer devlet görevlisi olarak çıkıyorlar karşımıza. AB’ye uyum süreci ve entegrasyon meselesi, sol sosyalist hareketi de kapsıyor. Kürkçü, birkaç aylık Avrupa gezisi sonrası “Türkiye’nin itibarı yerlerdeydi, HDP olarak ülkeye itibar kazandırmak için uğraştık” diyor mesela.

Sonuçta bu entegrasyon dâhilinde, teori de belirli bir form kazanıyor. Doksanlardan başlayarak piyasaya çıkmış dergi çalışmaları da dâhil olmak üzere tüm faaliyet, bu entegrasyon bağlamında ele alınmalı.

Savaş sanatı teorisinde düşmanın karşı tarafa kaçacak bir yer bırakması kuralı yazılı. İyice köşeye sıkışıp kötü sonuçlar doğuracak işlere girişmesin diye düşmana kaçacak bir yer bırakılıyor. Belki de Avrupa, bu türden bir kapı.

Yani 12 Eylül sonrasında Lübnan’a giden solla, Sabra Şatilla Katliamı sonrası Lübnan’dan Avrupa’ya geçen sol, hiç aynı olmuyor. Avrupa’daki ilişkileri sosyalizm, komünizm olarak niteleyenlere bile rastlanıyor. Türkiye’deki mücadeleyi, “ah bizim eller de İsviçre, İsveç gibi olsa” hasretine indirgeyenler belirliyor.

Kaçış ve sığınak yerini Doğu olarak belirleyene ise hiç rastlanmıyor. Kafkasya, Afganistan, Yemen, Mısır sınırları dâhilindeki coğrafyada olan bitenle nefes alıp veren tek bir örgüt ve kişiden bahsedilemiyor. Sonuçta da buralara gene AB ve ABD ölçüsünde bakılabiliyor. Onların önerileri kızılboyaya daldırılıyor sadece. En afili örgütler, AB ve ABD istihbarat örgütlerinde geçen “federasyon” önerilerinin başına “sosyalist” lafını eklemekle yetiniyorlar, buna da “Leninizm” diyorlar. Doğu, ancak AB ve ABD’nin onunla ilgilenmeye başladığında solun gündemine girebiliyor.

Oysa Husi, Hizbullah, İran Devrimi, Hamas, İhvan, Irak KP’sinin belirli bir dönemi gibi örnekler de mevcut. Sol, en fazla Kürt’ün mücadelesini ve PKK’yi istismar edebiliyor. O da AB ile ilişkiler üzerinden anlam kazanabiliyor.

* * *

AB’ye uyum meselesi, sol siyaseti tayin ediyor. Akademiye gönderdiği en ileri kadrolarını bugün sol, Avrupa’ya sığındırıyor, burada başka bir seçeneği bile düşünemiyor.

Sonuçta feminizm, veganizm, LGBT, çevrecilik gibi başlıkların asli siyaset ve ideoloji hâline gelişi, AB kurulları ve komitelerindeki yönelimler ve taleplerle alakalı. Bu alanlara sol-sosyalist hareket, gerçek bir devrim taktiği ve sosyalizm stratejisi bağlamında yönelmiyor. Dolayısıyla, bu alanların ilgili taktik ve stratejiyle bağını da kuramıyor, rüzgârda salınan yaprak gibi bir o yana bir bu yana savruluyor. Söz konusu siyasetler, devlet ve sermaye kanalına girdiği noktada sol öne atlıyor.

Öyle ki bugün sol, AB’nin Venezuela ile ilgili kararını beklemeden bir siyaset bile geliştiremiyor. Kopenhag kriterleri uyarınca TKP kuranlar, Venezuela’yı destekleyen kitleyi çitleme görevini üstleniyorlar, geri kalansa liberal yollara tevessül edip gizliden ya da açıktan Guaido’yu destekliyor.

Hatta Neşe Özgen ve Nevşin Mengü gibi isimler, Türkiye’nin güya Rusya, İran, Venezuela hattına gelmesini alaycı bir dille eleştiriyorlar. Mengü, daha da ileri giderek, bir “sömürge valisi”nin kızı olmanın verdiği cüretle, AB’ye çıkışıyor ve “Zorbalar havuçla değil, sopayla iner. Bu durumda özgürlükler bahane, ticaret şahane diyen AB, aslında kendinden utanmalıdır” diyor.[5] Maalesef Alper Taş’ın Birgün’ü emperyalist müdahaleciliğin taşlarını örüyor.

Bu curcunada sol tabana, “AB olmasa bu şeriatçılar hepinizi keser” deniliyor. Şeriatçı, İhvancı dedikleri partinin başında olduğu hükümet, alelacele, Türkiye’ye sığınmış bir İhvancı genci Mısır’daki cellâtlarına teslim ediyor.[6] Sol örgütler, buradaki tutarsızlığı sorgulama gereği bile duymuyorlar. Kurgunun dağılmasından, ezberlerin bozulmasından korkuluyor.

* * *

Bir vakitler bir örgütün hapisteki lideriyle seksenlerin sonunda röportaj yapılıyor. Bu kişi (Dursun Karataş), solun en büyük sorununun “diaspora” olduğunu, 12 Eylül sonrası ülkeyi terk edenlerin ilerleyen süreçte ülkeye taşıyacakları fikir ve siyasetlerin üzerinde durulması gerektiğini söylüyor. O lider de, sonraki süreçte ortaya çıkan dinamikler de bu gelişmeye “dur” diyemiyorlar. Lider de hapisten kaçıp Avrupa’ya gidiyor. O diaspora, sol sosyalist hareketi AB koridorlarına bağlıyor, sol hareket, nefesini ancak AB’yle alabiliyor, aslında buna inandırılıyor, ikna ediliyor.

Hayat da doğalında nefes alınan yere göre tarifliyor kendisini. Böylelikle, buradaki somut durumun somut tahlili, AB’nin ihtiyaçları karşısında hükmünü yitiriyor. Yunanistan’da o AB, Syriza’yı ve Yunan halkını ezim ezim eziyor, “buranın Syriza’sı benim” yarışına girişenlerden tek bir itiraz, tek bir eleştiri bile duyulmuyor.[7] İran büyükelçiliğinin önüne koşanların hiçbirisi, Alman veya Fransız büyükelçiliklerinin önünde bağırmıyor.

Yunan halkından, Avrupa’daki göçmenlerden alınacak dersler, tüm yakıcılığıyla orta yerde duruyor oysa: AB’deki iktidar mekanizmalarına teslim edilmiş bir devrim ve sosyalizmden ezilenlere ve işçilere hayır gelmez. Sol, iç geçirip, internet âleminde bisikletle meclise giden başbakan fotoğrafları paylaşacağına, bu meseleyi sorgulamalı.

Eren Balkır
7 Şubat 2019

Dipnotlar:
[1] “Hamdolsun Aldık”, 19 Aralık 2004, Sabah.

[2] Yüce Yöney, “ÖDP 2001’de Fırsatı Kaçırdı”, 26 Ocak 2015, Bianet.

[3] Eren Balkır, “Sözümüz Alper Yumruğumuz Taş”, 5 Aralık 2014, İştirakî.

[4] Filiz Gazi, “Devrimci’den Aktiviste”, 29 Ocak 2019, Duvar.

[5] Nevşin Mengü, “İran Devrimi’nin 40 Yılı”, 5 Şubat 2019, Birgün.

[6] “İhvancı Genç Sisi’ye Teslim Edildi”, 5 Şubat 2019, Milli Gazete.

[7] Eren Balkır, “Türkiye’nin Rihanna’sı Kim”, 11 Şubat 2015, İştirakî.

0 Yorum: