20 Şubat 2019

Meymenetsiz


LGBTQI+M

Bugün itibarıyla feminist hareket ve LGBT hareketi, aile bakanlığı üzerinden, devlete bağlanmıştır. Herkes, “şeriatçı AKP”ye, onun şeriatı getirme ihtimaline kilitlenmişken, Avrupa Birliği kurullarında belirlenen siyaset, devletin ve toplumun kılcal damarlarına dek uzanmıştır. Neoliberal nizamla uyumlu bir hükümet, tam da o damarlardan besleniyor. Sonuçta devlet, yok edeceği, küçülteceği şey adına hemen bir bakanlık kuruyor.

Büyük tekeller için hazırlanan, yatırım yapılabilirlik endeksini belirleme amaçlı raporlarda yer alan önemli bir madde, LGBT’ye hoşgörü meselesidir. Yani bu raporlar tekellere, “bu şehre yatırım yapabilirsiniz, çünkü orada LGBT’ye karşı hoşgörü yüksek düzeyde” diyorlar. Bu hoşgörü dairesinde “Şeriatçı AKP” iktidarında, 2023 yılında, dünyanın en büyük Pride yürüyüşünün İstanbul’da yapılması planlanıyor. Ön adımı Adana’da denenmiş, ama olmamıştır, gene deneyeceklerdir. Burası, tekellere ve pazarlarına uygun hâle getirilmek zorundadır. Onların LGBT’nin derdi ve çilesi ile zerre alakaları yoktur. O, kılıftan, gözdeki sürmeden, makyajdan ibarettir.

LGBT hareketinin AB kanalıyla devlete bağlanması, beyazlaşması meselesi, farklı bir düzlemde de gerçekleşiyor. Devlet, veganizm, feminizm, LGBT gibi hareketler sayesinde kendisine başkaldırma ihtimali bulunan milletine, halkına ve işçisine “asıl faşist, sömürgeci, yağmacı, katil sensin!” deme imkânına kavuşuyor. Dikkatli bakıldığında, bu hareketlerin mızrakları, sermayeye veya devlete doğru değil, millete, halka ve işçiye doğru sivriltilmiştir. Bu hareketler sayesinde devlet, halkı, milleti, işçiyi zapturapt altında tutabilmektedir. Mesele, bu hareketlerin varlığı değil, devletin onlarla ilişki biçimidir. Son yirmi yıl içerisinde bunların yelkenlerinin şişirilmesinde devletin ve sermayenin parmağını aramak gerekmektedir.

Solun bu hareketlerle ilişkisi ise bir yanılsamadan, yanlış tespitten kaynaklanıyor. O, devletin sadece Türkçü-Sünnici bir çekirdekten ibaret olduğunu zannediyor. Kendisini bu tespit üzerinden kuruyor. Oysa devlet, kendisini AB, NATO, IMF, ABD gibi odaklarla bağları üzerinden de inşa ediyor. Buralarla bağlantılı isimler, projeler, fonlar, dernekler, STK’lar vs. devlet ve iktidar bütünlüğünde değerlendirilmeli, buralardan medet umup siyaset yürütülmeye kalkışılmamalıdır.

Ama kimlik siyaseti, esas olarak bu yanılsama üzerinden kendisine yol bulabiliyor. Bugüne dek tek ördeği ürkütmeyen, bar kiralayıp alkol duvarını aşmakla meşgul olan KaosGL’ciler, AB ile imzalanan anlaşma gereği yürürlüğe giren Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Projesi (ETCEP) ile birlikte, çocuklara yönelik çalışma başlatmıştır. Devletten gelen emirle başlatılan bu çalışmada ebeveynlere, “çocuklarınızı hep kadın ve erkek olarak yetiştirdiniz, biraz da LGBT olarak yetiştirin” deniyor, bu yönde masallar bile kaleme alınıyor.[1] Ortadaki riskler, dikenler, pürüzler temizlenmiş, Kaosçular sahaya inmişlerdir. Sonuçta film festivallerini fonlayan da devlettir, ona yasak getiren de.

Çocuklara yönelik benzer bir çalışma, İngiltere’de de yürürlüğe girmiş, oradaki Müslümanlar bu karara tepki koymuşlardır. Örneğin bir Müslüman annenin ifadesine göre, “on yaşındaki kızı böylesi bir eğitim sonrası kendisine gelip, ‘anne, erkek olmak istesem sorun olur mu?’ diye sormuş”tur. İngiltere, aynı zamanda Müslümanları hidayete erdirmek için bir çalışma başlatmıştır. Hidayet isimli bu çalışmada LGBTQI+ Müslümanlar için hoşgörü zemini oluşturulmak istenmektedir.[2] Müslüman azınlığa yönelik bu asimilasyoncu, sömürgeci, baskıcı siyaseti, bugün eleştirmek bile suçtur! İlgili siyaset sömürgecilikle ve asimilasyonla tanımlıdır.

Okullarda verilen, LGBT’ye hoşgörü derslerine yönelik tepkinin haberine Türkiyeli solcular ve ilericilerse İslamofobik, ırkçı, sömürgeci ve emperyalist çevrelerden işittiğimiz cümlelerle karşılık vermişlerdir:

“Bu s… bedevilerini sınır dışı etsinler.” “Yallah Ortadoğu çöllerine o zaman.” “AB ülkesinde yaşamayı hak etmiyorlar.” “Layık oldukları çöplüklerine yollamalı.” “Şuraya bomba atsak, dünya hiçbir şey kaybetmez” vs. Bu ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla, devlet ve aile çekilmiş, geriye kalan birey, zaruri olarak, egemenlere bağlanmıştır.

Cumhuriyetin Çocukları

Esasen “devlet domates mi satar, devlet don mu üretir?” lafı, bir ekonomi, coğrafya ve biyoloji algısına dayanır. Bu algı, bugün aileyi de kapsamaktadır.

Özünde bugün “devlet her şeyden çekilsin” diyen anlayışın saldırdığı temel husus, ailedir. Bir imge, simge ve bilgi olarak aile, yoğun saldırı altındadır. LGBT, veganizm, feminizm gibi siyasetlerin halk, millet ve işçiye karşı sivrilttikleri mızraklara değil, onlara tutanlara odaklanmak gerekmektedir. Halkın, milletin ve işçinin devletle kurduğu bağların kopartılması ardından sıra aileyle kurulan bağların kopartılmasına gelmiştir. Bugün “devlet ailedir, aile devlettir” laflarını artık daha çok duymamızın sebebi, neoliberalizmdir.

Sonuçta sokak ortasında bir transı öldüren de onun için eğitim çalışmaları düzenleyen de aynı devlettir. Bu ülkenin dindarını kontrol ve zapturapt altında tutmak için tarikat kuran da o tarikatın ipliğini pazara çıkartacak, Metastaz türü kitapları yayımlayan da aynı devlettir. Palu ailesi türü haberleri polis dosyalarından çıkartıp servis eden de ona Boğaziçi’nden eleştiri yönelten de aynı devlettir. F-16 ihalesini Kavala’ya veren de onu müebbet hapisle yargılayan da aynı devlettir. Ayarı bozan da çeken de odur.

Devlet kenara çekiliyor, demek ki başka bir tür devlet türemelidir. Aile dağılıyor, ama başka bir tür aile ikame edilebilmelidir. Egemenler, her şeyi belirli bir hesap dairesinde yapmaktadırlar. Onların çıkarlarıyla yoksulun, ezilenin çıkarı asla bir olamaz. Sonuçta liberallerin “çekildi, küçüldü” dediği devlet, iyice iliklere işlemiş, solcu sosyalist çevreler bile devlet gibi düşünmeye alışmış, o, her yere sirayet etmeyi bilmiştir.

Dolayısıyla, yoksuldan, ezilenden yana olanın, “bizi cumhuriyet okuttu, onun ekmeğini yedik, borcumuzu ödemeliyiz” diyenlerle[3] ortaklaşması, asla mümkün değildir. Devletin kendi diyalektiği vardır ve devrimin diyalektiği ona asla mahkûm edilemez. Cumhuriyetin çocukları, devletsiz ve ailesizdir. Çünkü emir, büyük yerdendir.

Devletin Diyalektiği

Devletin diyalektiği, itilafçılık-ittihatçılıkla alakalıdır. Bugün İtilafçı, karşı tarafa “Hürriyetime mani”; İttihatçı, karşı tarafa “Terakkime mani” deyip saldırıyor. Bu münakaşanın ezilene, yoksula bir hayrı yoktur.

Tam da bu sebeple Süleyman Soylu, HDP eşbaşkanı Sezai Temelli için “suratında meymenet yok”, Kılıçdaroğlu için “bastığı yerde ot bitmez” diyor.[4] Bugün AKP’ye, şeriat, İslam, gericilik, yobazlık vs. üzerinden saldıran sol siyaset de farklı bir yerde durmuyor. O da AKP’yi buraya yabancı, terakkiye mani, gelişimin önünde set, batılılaşmayı sekteye uğratan güç, arıza, sapma olarak eleştiriyor, kendi kitlesini buradan motive ediyor. Yani AKP, solcuları “bunlar meymenetsiz, uğursuz, başınızdaki musibetlerin sebebi, onlardaki cenabetlik” diyerek, kitlesinin önüne atıyor. Aynı şekilde, solcular da kendi sorunlarına, gerilimlerine, kusurlarına bakmaksızın, AKP kitlesini günah keçisi belirliyor, ona “ah ben, ilerleyip İsveçli gibi olacağım da bu yobazlar yüzünden bir yere kıpırdayamıyorum” diye kızıyor. Sonuçta her iki kesim de yukarıdakilerle, merkezdeki çekirdek devletle irtibatlı olan, olmak isteyen küçük burjuvanın duygularını okşamaktan başka bir şey yapmıyor.

İki tarafın da kitlelerini motive etme, harekete geçirme, gazlama yöntemleri aynıdır. AB ve ABD’de işçilere saldırılar gerçekleşir, ama o işçilere göçmenlerden, Müslümanlardan, siyahlardan nefret etmeleri öğütlenir. Benzer bir dil ve yöntem, burada da geçerlidir. Aynı ırkçılık ve İslam düşmanlığı, AKP’ye muhalefet bahanesiyle beslenir. AKP de devlet de bundan memnundur. Çünkü Deepa Kumar’ın ifadesiyle, “ırkçılık, kapitalist ilerleme tarihinin mütemmim cüzü olan sınıf sömürüsü ile emperyalist tahakkümün bir ürünüdür. […] İslamofobi, imparatorluğun beslemesidir. […]”[5] Asıl mesele, sosyalizm mücadelesinin de bu kapitalist ilerleme tarihine raptiyelenmesi, iliştirilmesidir. Egemenlerin kendi kitlelerini kontrol ve zapturapt altında tutma çabalarına ortak olması, o çabalardan medet umması, bile isteye kendisini kötürümleştirmesidir.

Vakıa

Yukarıdaki kapak, altmışlarda basılmış bir kitaba ait. Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak gereği Vakıa suresi, bu şekilde tercüme ediliyor. Sol, bu sayede lanetleniyor. Oysa başka bir ayette, meymenetsiz olanın, mal sahipliğinin kıymetsizliğini görmeyenler, yoksulla ilgilenmeyenler olduklarından bahsediliyor.[6] Meymenetsizleri, geçmişimize küfredenleri, geleceğimize kahredenleri, demek ki başka bir yerde aramak gerekiyor.

Eren Balkır
20 Şubat 2019

Dipnotlar:
[1] “Çocuk Edebiyatında Değerler mi Çocuğun Yararı mı?”, KaosGL.

[2] Hidayah.

[3] Terkoğlu-Pehlivan Röportajı, 20 Şubat 2019, Manifesto.

[4] “Suratında Meymenet Yok”, 17 Şubat 2019, Evrensel.

[5] Deepa Kumar Söyleşisi; “İslamofobinin Kökenleri”, 21 Aralık 2015, İştiraki.

[6] Eren Balkır, “Vicdanın İsyanı”, 5 Ağustos 2011, İştiraki.

0 Yorum: